Bir Siyasetçinin Portresi: Alparslan Türkeş ve Türk Milliyetçiliği

Alparslan Türkeş mücadeleci hayatı, siyasi fikirleri ve yaptıklarıyla Türk siyasi tarihine damga vurmuş liderlerden biridir. Bu çalışmamızda Alparslan Türkeş’in erken yaşamı ve siyasi serüvenine kısaca değindikten sonra Türkeş’in Türk milliyetçiliği anlayışının temel prensiplerini ele alacağız. Akabinde ise Alparslan Türkeş’in Türkiye için öngördüğü siyasal, sosyal ve ekonomik kalkınma modeli olan “Demokratik Milliyetçi Devlet” modelini inceleyeceğiz.

Alparslan Türkeş’in Erken Yaşamı

Alparslan Türkeş’in baba tarafından dedesi Kıbrıs’ın Tuzla kasabasından Ali Ağa’dır. Ali Ağa’nın dedesi ise köken olarak Avşar Türkleri’nden olan ve Kayseri Pınarbaşı’nda ikamet etmiş Arif Ağa’dır. Baba tarafından dedesi Ali Ağa, Koyunoğlu soyuna mensuptur, ancak babaanne tarafının lakabı ise Kırmızılı’dır. Türkeş’in büyük dedesi Arif Ağa, çalışkan, uyumlu, zeki ve çevreye çabuk uyum sağlayan bir insan olarak tanınmıştır. Alparslan Türkeş, 25 Kasım 1917 günü öğle vakitlerinde Kıbrıs’ın Lefkoşa ilinde, Haydarpaşa mahallesi Kirlizade sokağında, 13 numaralı mütevazı bir evde doğmuştur. Doğduğu gün anne ve babası Ali adını vermek istemişler, fakat kendisinden önce doğan abisinin de adının Ali olduğu için Ali Arslan ismini koymaya karar vermişlerdir. Türkeş’in beş üvey kardeşi vardır. Erkek kardeşleri Mehmet Ragıp, Kazım, Ahmet, Mustafa ve Ali Bey ile babaları ayrı iken, kız kardeşi Dervişe Hanım’la anneleri ayrıdır. Günümüzde çocuk sayılabilecek bir yaşta olan Alparslan Türkeş, annesi tarafından dördüncü yaşının dördüncü ayının dördüncü gününde Kıbrıs’ta bulunan Sarayönü Sübyan mektebine (ilkokuluna) yazdırılmıştır. İlkokul eğitimi sırasında dönemin Osmanlı ulemalarından ders almış ve dört işlem, okuma-yazma ve İslami bilgilerin yoğunlukta olduğu bir eğitim programından geçmiştir. İlkokulu bitirdikten hemen sonra Rüştiye’ye kaydolan Türkeş’in çocukluk ve ilk gençlik döneminde milliyetçi kimliğinin şekillenmesinde Faiz Kaymak Bey, Hüsnü Bey, Selahattin Bey, Mehmet Asım Bey, Ragıp Tüzün Bey ve Turgut Bey gibi Kıbrıslı vatansever öğretmenlerin etkisi ve emeği büyük olmuştur. (Işık, 2016: 9-25)

Alparslan Türkeş, rüştiye eğitimini tamamladıktan sonra subay olmaya karar vermiş, ancak bunun için Türkiye’ye giderek askeri liseye kaydolması gerekmiştir. Bu sebeple Türkeş, annesini ve babasını ikna ederek 3 Haziran 1933’te Limasol’dan kalkan İtalya bandıralı “Viyana” adlı gemiyle ailesi ile birlikte Kıbrıs’tan İstanbul’a göç etmiştir. Sonrasında Türkeş, 30 Ağustos 1938’de Harp Okulu’ndan asteğmen olarak mezun olmuştur. İlk görev yeri için kura çekmiş, tayini Kars’a çıkmasına rağmen arkadaşı Emin Eremen’in ısrarı üzerine görev yerlerini değiştirerek, Kars yerine Isparta’ya tayinini aldırmıştır. İlk görev yeri olan Isparta’da göreve başladıktan iki yıl sonra, 14 Ocak 1940’ta arkadaşı Refik Yurtsever’in yeğeni Muzaffer Hanım ile evlenmiştir. Bu evlilikten Ayzit, Selcen, Umay, Sevenbige (Çağrı) ve Yıldırım Tuğrul dünyaya gelmiştir. Türkeş, bir yıl Isparta’da kaldıktan sonra tayini Gelibolu’ya çıkmıştır. Gelibolu’dan sonra Balıkesir, Edincik ve Erdek-Marmara adasında görev yapmıştır. (Alpdoğan, 2022:1-31)

Alparslan Türkeş’in Siyasi Yolculuğu

Alparslan Türkeş’in Türk sosyal ve siyasal hayatında adını lider olarak duyurduğu ilk olay, 1944’te “Irkçılık ve Turancılık Davası” adı altında yapılan yargılamalar sırasında olmuştur. Bu yargılamalar, Türkeş’in kamuoyunda ve Türk milliyetçileri arasında büyük ilgi görmesine yol açmıştır. Türkeş’in, Irkçılık Turancılık davasındaki tutuklama usulüne dair ifadeleri bu hususta dikkat çekicidir: “Bu davada tutuklanmak ve yargılanmak için Orhun dergisine abone olmak, dergide yazı yazmak ve Nihal Atsız’a sokakta bir defa selam vermek ya da mektup göndermek bile yeterli olmuştur.” (Türkeş, 1976: 40)

3 Mayıs 1944’te “Irkçılık ve Turancılık” davası çerçevesinde yurt genelinde 500 milliyetçi tespit edilmiş, 57’si gözaltına alınmış ve 23 kişi hakkında dava açılmıştır. Türkeş’e yöneltilen suçlamalardan biri, teğmenlik döneminde yazdığı ve sanatsal bir dil kullandığı “Tuna” adlı yazısıdır. Türkeş, bu yazıyı 19 Mart 1939’da yirmi iki yaşındayken kaleme almıştır. Yazı, Türk milletinin var olduğu ve hüküm sürdüğü yerleri kalkındırmasına dönük çeşitli ifadeler içermektedir. Yazının bir kısmı şu şekildedir:

“Bu bir isim değil, bir su değil, kalbimizde çağlayan bir tarihtir, Türk’süz Tuna öksüz, Tuna’sız Türk yaslıdır, Binlerce yıl evvel bu su ıssız akıyordu, kenarlarında ölgün, medeniyetsiz insanlar sürünüyordu. Bir gün ansızın Tuna’nın bitmeyen geceleri sabaha erdi. Toprakta bir sarsıntı başladı. Havada bir toz ve duman bulutu başladı. Türk gelmeden önce Tuna yoktu, Tuna’yı Türk yarattı.” (Cengiz,2015: 58,59)

“Irkçılık ve Turancılık” davası kapsamında Türkeş ile birlikte yüzlerce kişi tutuklanmış, 23 kişi mahkemeye verilmiştir. Üç yıldan fazla süren duruşmalar ve işkenceler sonucunda bütün sanıklar dönemin iki numaralı sıkıyönetim komutanlığı ve iki numaralı sıkıyönetim mahkemesi tarafından 31 Mart 1947’de ittifakla beraat ettirilmiştir. Aleyhte yapılan kararı bozma isteklerine karşın Yargıtay davayı onamıştır.

Alparslan Türkeş, 1948 yılına geldiğimizde Genelkurmay Başkanlığı tarafından açılan sınavları kazanarak bütün eğitim dönemlerindeki başarısı da göz önünde bulundurularak Amerika’ya eğitim için gönderilmiştir. 1950 yılında eğitim aldığı Amerika’dan Türkiye’ye dönmüş ve 1951’de başvuruya açılan Kurmay Subaylık sınavına başvurmuştur.

Türkeş, 1950 ve 1955 yılları arasında Orkun isimli dergide resmi göreviyle ilgili sorun teşkil etmemesi için “A. Kazganoğlu” takma adıyla birçok yazı kaleme almıştır. Bu yazılardan ilki, 10 Kasım 1950’de kaleme aldığı Orkun dergisinin 6. sayısında yayınlanan “Türkçülük ve Türk birliği” isimli yazıydı. Bu süreçte “Son Vatan, Taassup, Celadet, Çankırı” isimli dört yazı daha kaleme almıştır. (Alpdoğan, 2021:22)

1955’te Kurmay Binbaşı olan Alparslan Türkeş, Washington’da bulunan daimi grup nezdinde Türk Genelkurmayı’nın temsil heyetine tayin edilmiş ve bu görevini 1957 yılının sonuna kadar sürdürmüştür. Bu yıllar içerisinde University of America’da uluslararası ekonomi eğitimi almış, eğitimini tamamladıktan sonra Türkiye’ye dönerek 1959’da Almanya’ya Atom ve Nükleer Okulu’na gönderilmiştir.

Alparslan Türkeş bu zaman zarfında siyasi gelişmelere de kayıtsız kalmamış, 27 Mayıs 1960 darbesine giden süreçte ülkenin içinde bulunduğu olumsuz politik ve siyasi atmosferi değerlendirmiştir. Darbenin yapılacağını sezdikten sonra ülke yararına çeşitli atılımlarda bulunabilmek için darbe sürecinde yer almış ve 1960’tan itibaren “Kudretli Albay” olarak anılmaya başlamıştır. Türkeş, bu dönemde kendi ifadesiyle “Türk Rönesansı”nı gerçekleştirmeyi hedeflemiştir.

Türkeş, 27 Mayıs’tan hemen sonra 30 Mayıs 1960’ta üstlendiği Başbakanlık Müsteşarlığı görevi ile Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) başta olmak üzere, Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırma Kurumu (TUBİTAK), Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK), Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü (TKAE), Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) ve Toprak Reformu Müsteşarlığı gibi birçok önemli kuruluşun ortaya çıkmasına öncülük yapmıştır.

Aynı dönemde Milli Birlik Komitesi (MBK) içindeki fikir ayrılıkları nedeniyle Alparslan Türkeş, Hindistan’a sürgüne yollanmıştır. Sürgün döneminde Türkiye’deki gelişmelerden uzak kalmamıştır. Demokrat Parti (DP) üyeleriyle ilgili yargılamalar henüz başlamadan, 7 Eylül 1961 tarihinde devlet başkanı Orgeneral Cemal Gürsel’e bir mektup yazarak, Yassıada’da yapılacak duruşmalar sonucunda çıkacak olan idam kararının Türkiye’nin dış itibarını zedeleyeceğini, ülkedeki huzursuzluğu artıracağını ve Milli Birlik Komitesi’nin ruhuna aykırı olduğunu vurgulayarak siyasi suçlar sebebiyle alınacak idam kararının devrin insanlık duygularıyla bağdaşmadığını ifade etmiştir.

Alparslan Türkeş’in 1960 ve 1970’li yıllar arasındaki dönemi, askerlik mesleğinden ayrılarak siyasete geçiş yaptığı yıllar olarak yorumlanabilir. Bu dönemde Türkiye’nin gelişimine dönük fikirlerini uygulayabileceği bir zemini hayata geçirmeye çalışmıştır. Hem 1960 darbesi içindeki rolü hem de Milli Birlik Komitesi (MBK) içinde yürüttüğü çalışmalar ve Başbakanlık müşaviri olarak imza attığı kararlarda bu amaca dönük çeşitli girişimleri görmek mümkündür.

Alparslan Türkeş’in sürgün hayatı 22 Şubat 1963’te sona ermiş ve yurda dönmüştür. Türkeş, sürgün yıllarında beraber hareket ettiği isimlerle bağlantı kurarak fikirlerini siyaset sahnesinde yürütme kararı almıştır. Çeşitli davetler üzerine Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP)’ye katılan Türkeş, İstanbul’da basın toplantısı düzenleyerek daha önceden hazırladığı “Millete Beyanat” adlı metni kamuoyuna açıklamıştır. Bu mektup Alparslan Türkeş’in siyasi ve fikri prensiplerini tespit için ilk kaynak olarak görülebilir. (Alpdoğan, 2021: 20,41)

Alparslan Türkeş’in siyasete girmesiyle CKMP cephesinde siyasi hareketlilik yoğunlaşmıştır. Türkeş, CKMP’ye girdikten sonra hızlı bir şekilde çalışmalara başlamış ve önce parti müfettişi olmuştur. Bu görevi sırasında, parti teşkilatlarını denetlerken Türkçülerin partiye kaydolmalarını sağlamış, aynı zamanda birçok ilde yeni gençlik kolları kurarak bu kolların yönetim kurullarına Türkçü ve Milliyetçi gençlerin hâkim olmasını amaçlamıştır.

Alparslan Türkeş, 1969-1973, 1973-77, 1977-12 Eylül 1980’e kadar dört dönem Ankara ve Adana milletvekilliği yapmıştır. 1975’ten sonra Birinci ve İkinci Milliyetçi Cephe Hükümetlerinde Başbakan Yardımcılığı görevlerinde bulunmuştur. Türkeş, I. Milliyetçi Cephe Hükümeti döneminde başbakan yardımcılığı görevini yürütmüştür. 1970’lerde yaşadığı önemli olaylardan biri 11 Haziran 1974’te eşi Muzaffer hanımı kaybetmesidir. İkinci evliliğini ise 1976 yılında Seval Hanım’la gerçekleştirmiştir, bu evlilikten Ayyüce ve Ahmet adında iki evladı daha dünyaya gelecektir.

12 Eylül 1980 dönemine geldiğimizde gözaltına alınan siyasi liderlerin içinde Türkeş yoktur. Türkeş’in evde olmaması üzerine Radyo ve Televizyon tarafından teslim olması gerektiği ve aksi takdirde sorumlu tutulacağı yönünde duyurular yapılmıştır. Bu duyuruların ardından Türkeş, darbenin sorumlusunu üç gün boyunca araştırmış ve darbenin kimler tarafından yapıldığından emin olmak istemiştir. Sonunda evden çıkarak teslim olmaya karar vermiş ve 15 Eylül 1980’de teslim olmuştur. Teslim olduktan sonra sıkıyönetim tarafından tutuklanmış ve 29 Nisan 1981’de MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası adı altında sıkıyönetim mahkemelerinde yargılanmıştır. Bu dava nedeniyle Türkeş, uzun bir süre tutuklu kalmıştır.

Alparslan Türkeş, Yusuf Ziya Arpacık ile birlikte

MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası, 5 yıl 11 ay 8 gün sürmüş ve 333 duruşma yapıldıktan sonra 7 Nisan 1987’de sonuçlanmıştır. Ankara I. Askeri Mahkemesi’nde görülen davada 392 sanık bulunmaktaydı. MHP lideri Alparslan Türkeş’e 11 yıl 1 ay 10 gün hapis cezası verilmiştir. Partinin genel idare kurulu üyelerinin tamamı beraat ederken, 5 sanık hakkında idam cezası verilmiştir. Davada toplam 150 sanık beraat ederken, 9 sanık hakkında müebbet hapis cezası ve 219 sanık hakkında da 6 ile 36 yıl arasında değişen hapis cezaları verilmiştir.

Alparslan Türkeş, Ülkücü Kuruluşlar Davası nedeniyle dört buçuk yıl tutuklu kaldıktan sonra siyasi hayatına geri dönmüştür. 12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte bütün partiler kapatıldığı gibi, Milliyetçi Hareket Partisi de kapatılmıştır. Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP) ise Milliyetçi Hareket Partisi’nin oylarını toplamak amacıyla kurulmuştur. 1980 darbesiyle kapatılan partilerin, 1992’de yapılan yasal düzenlemelerle yeniden eski adlarını ve tüzüklerini kullanmalarının yolu açılınca buna dönük gerekli yasal düzenlemeler yapılmıştır. 27 Aralık 1992 tarihinde, 1980 öncesi MHP’nin son delegeleri çeşitli kararlar almıştır. Bu kararlarla birlikte Milliyetçi Hareket Partisi’nin ismi başta olmak üzere darbe öncesi dönemdeki amblemi ve tüzüğü ile parti simgesinin MÇP tarafından kullanılmasına karar verilmiştir.
Türkeş, 1990’lı yıllarda uzlaşmacı, hoşgörülü ve bütün kesimleri kucaklayan bir politika izlemiştir. Bu tavrı, milli endişeleri nedeniyle siyasi hareket içinde bulunduğu her dönemde kendini belirli bir şekilde konumlandırdığının bir göstergesidir. Dolayısıyla Türkeş, 98 yıllık Cumhuriyetin ve 75 yıllık çok partili hayatın en önemli siyasi ve sosyal aktörlerinden biri olmuştur.

Alparslan Türkeş’in “Türk Milliyetçiliği” Anlayışı

Alparslan Türkeş’e göre, Türk milliyetçiliği ile dünya üzerinde varlığını devam ettiren diğer milliyetçilik biçimleri arasında boyut ve biçim farklılıkları bulunmaktadır. Türk milliyetçiliği, tarihsel, kültürel ve coğrafi bağlamlarıyla kendine özgü bir yapıya sahiptir. Batı’nın milliyetçilik algısından farklı olarak, Türk milliyetçiliği daha çok tarihsel ve kültürel bir kimlik etrafında şekillenmiştir. Türk milliyetçiliği, genellikle Türk kültürünü, tarihini ve dilini vurgulayan bir yapıya sahiptir, bu da onu diğer milliyetçilik biçimlerinden ayıran en önemli özelliklerden biridir.

Ziya Gökalp, Erol Güngör ve Seyyid Ahmet Arvasi gibi isimler Türk milliyetçiliği düşüncesinin önemli temsilcileri arasında yer alır. Bu düşünürler, Türk milliyetçiliğini diğer milliyetçilik türlerinden ayıran özelliklerden biri olarak, ırkçılık fikrine eleştirel bir yaklaşım sergilemişlerdir. Onlar için milliyetçilik, sadece bir ırka dayalı üstünlük anlayışı değil, aynı zamanda ortak kültürel ve tarihsel değerlere sahip bir toplumun birlik ve beraberliği anlamına gelmektedir. Bu yaklaşım, Türk milliyetçiliğinin daha kapsayıcı, hoşgörülü ve evrensel bir nitelik taşımasını sağlamıştır.

Türk milliyetçiliği, şovenizme, enternasyonalizme, totaliter milliyetçiliklere, komünizme, faşizme ve kozmopolitliğe karşıdır. Planlı kalkınmayı ve karma ekonomiyi benimser. Türk tarihini Orta Asya’dan başlatır ve Türk milletinin birleştirici ve kaynaştırıcı unsuru olarak görür. Türk milliyetçiliği, sadece Türk milletinin mutlu bir hayat sürmesini hedefler, diğer milletlerden herhangi bir talebi yoktur. Ayrıca, iç ve dış politikada barışı esas kabul eder.

Türk milliyetçiliği, dört ana kaynaktan beslenmektedir ve bu kaynaklar birleşerek günümüzdeki Türk milliyetçiliğini oluşturmuştur:

  • Kökü çok eski olan ve Türk uruğunun şuuraltında yüzyıllardan beri yaşayan milliyetçilik: Bu kaynak, Türklerin tarih boyunca sahip olduğu milliyetçilik duygusunu ifade eder.
  • Tanzimat sonrası Avrupa’daki milliyetçiliklere benzeyen halkçı bir hareketin bizde de tatbik olunmasını isteyen milliyetçilik hareketi: Bu kaynak, Tanzimat sonrasında Türkiye’de ortaya çıkan ve Avrupa’daki milliyetçilik akımlarına benzerlik gösteren halkçı milliyetçilik anlayışını ifade eder.
  • Devletimizin içindeki yabancı unsurların ihaneti dolayısıyla doğan tepki: Bu kaynak, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti dönemlerinde yaşanan ihanetler ve sıkıntılar sonucunda doğan tepkiyi ifade eder.
  • Türklerin 200 yıldan beri çektikleri sıkıntılar: Bu kaynak, Türk milletinin tarihindeki son 200 yılda yaşadığı sıkıntıları ve zorlukları ifade eder. (Atsız, 2017: 33)

Türk milliyetçiliği, Türk dilinin yanı sıra Türk karakteri, ahlakı, tarih birliği ve şuuru ile yaşamın her alanında kendini gösteren Türk milli kültürünü sevme ve sayma ülküsüdür. Alparslan Türkeş’e göre, günümüzde insanlık, dostluk ve işbirliği gibi kavramları kullanarak kendi çıkarlarını gütmeye çalışan akımlar oldukça yaygındır.

Alparslan Türkeş, milliyetçiliğin modasının geçtiği ve yerini sosyalizmin alacağı iddialarına şiddetle karşı çıkar. Ona göre, milliyetçilik ve halkçılık, 20. yüzyılın ana ideolojileridir ve hala geçerliliğini korumaktadır. Türkeş, milliyetçiliği bir ülkenin kendi milli kültürünü, tarihini ve değerlerini koruması ve geliştirmesi olarak tanımlar. Bu nedenle, milliyetçiliğin moda olmaktan çok uzak olduğunu ve insanlığın temel değerleri arasında önemli bir yerinin bulunduğunu savunur.

Alparslan Türkeş, yabancı ideolojileri sıradan ve derinlikten yoksun olarak nitelendirir. Ona göre, Komünizm, Nazizm veya Faşizm gibi ideolojiler, güvensiz ve sağlıksız toplumlarda ortaya çıkar ve insanları sıradan, tek tip robotlara dönüştürmek için tasarlanmış ürünlerdir. Türkeş, bu ideolojilerin derin bir fikirsel yapıya sahip olmadığını ve güvenlik eksikliği hisseden toplumların maruz kaldığı sonuçlardan kaynaklandığını düşünür.

Alparslan Türkeş’e göre, Türk milletine sadist Slav Marksizmi’ni kopya etmek ya da soğuk Anglo-Sakson kapitalizmine bağlı kılmak doğru bir yol değildir. Ona göre, Türkiye’nin ihtiyacı olan şey, dünya proletaryası diktatörlüğü veya sömürücü kapitalizm gibi klişe çözümler değildir. Türkeş, Türkiye’nin kendine özgü bir üçüncü yol bulması gerektiğini savunur. Bu yol, Türk milletinin milli gerçeklerini, milli ruhunu, milli ahlakını ve milli geleneklerini önemseyen, aynı zamanda modern bilim ve teknolojiyle uyumlu bir sistem olmalıdır. Türkeş, Türk milletinin kendine özgü bir kimliği olduğunu ve bu kimliği koruyarak kalkınmanın mümkün olduğunu vurgular. (Türkeş, 2000a: 20,32)

Alparslan Türkeş’in Siyasal, Sosyal ve Ekonomik Kalkınma Modeli: “Demokratik Milliyetçi Devlet”

Alparslan Türkeş’in milliyetçiliği demokratik bir tavır içerisinde şekillenmiştir. Milliyetçilik konusundaki eserlerinde ve görüşlerinde demokrasiyi ve milliyetçiliği birbirinden ayırmamış, aksine demokrasiyi savunurken baskı rejimlerinin olumsuz etkilerine vurgu yapmıştır. Bu nedenle, Milliyetçi Hareket Partisi’nin ideolojisini Türk milliyetçiliği olarak tanımlarken, siyasi tercihini de demokrasi ve milli egemenlik üzerine kurmuştur.

Alparslan Türkeş’in Türkiye’yi kalkındırma yolunda sunduğu Türk milliyetçiliği fikri, doğrudan iki önemli faktöre dayanmaktadır. Birincisi, ecdadımızın bize devrettiği varlığı ve emaneti koruma gerekliliği, yani insanı ve toprağı muhafaza etme zorunluluğu; İkincisi ise Türkiye Cumhuriyeti’ni süper bir güç haline getirme hedefidir.

Alparslan Türkeş’e göre dünya sürekli bir değişim içindedir ve bu değişim dünyayı zaman içinde yeni safhalara taşımaktadır. Son dönemde yaşanan değişimlerle ortaya çıkan mevcut, yeni dünya düzeninde, depremlerin yeterli sağlamlıkta olmayan binalara yaptığı etkinin bir benzeri, yeniliklere açık olmayan ve güçsüzlükle karşı karşıya kalan milletlerde görülmektedir. Türkeş’in tasavvur ettiği sistem insan odaklıdır. Bu felsefe insan haysiyetine, sevgisine, hürriyetine dayanır, bu düşünceleri içermeyen bütün görüşleri dışlar. İnsan hürriyeti ve sevgisine dayanan sistemin temel dayanağını ise insana verilen değerde görür. Türkeş’in yönetim anlayışı emperyalizme ve bölücülüğe karşı milliyetçilik, hürriyet kundakçılığına karşı demokrasi, sosyal adaletsizliğe karşı ahlakçı ve demokratik toplumculuktur.

Türkeş’in “Müreffeh Türkiye” vizyonu, insan haklarına dayanan, hukukun üstünlüğünü esas alan, çok partili ve özgürlükçü bir demokratik düzeni benimseyen ve gelişime açık bir zemin üzerine kurulu bir milliyetçilik anlayışını temsil etmektedir. Bu zemin, halkın aydınlanmasını sağlamak için çeşitli programlar içermektedir. Türkeş’e göre siyaset, milletle birlikte ortaya çıkabilecek toplumsal gelişimin bir ifadesidir. Genel olarak üç temel ilkeye dayanan ve benimsenen sistem şu şekildedir:

  • 1. Her durumda kanun yolunu, hukuk yolunu ve meşruiyeti benimsemek ve savunmak.
  • 2. Hukukun üstünlüğüne dayanan çok partili, özgürlükçü demokrasiyi benimsemek ve savunmak.
  • 3. İnsan haklarını, sosyal adaleti ve sosyal güvenliği benimsemek ve savunmak. (Türkeş, 1987: 7)

Alparslan Türkeş, demokratik milliyetçi sistemin devlet yönetim anlayışını şu sözlerle açıklar: “Demokratik milliyetçi devlet, milletin bütün sosyal kesimlerinin yükselmesini, ekonomik ve ahlaki kalkınmasını amaçlar. Devlet, faaliyetlerinde bu amacı gerçekleştirmek zorundadır. Bir avuç bireyin veya belirli bir sınıfın çıkarlarını öne çıkaran, birey veya sınıf diktasına dayanan bir devlet milli devlet olamaz. Milli devlet, milleti esas alan hizmet ve refah devletidir; milletin tüm bireylerine hizmet etmeli, onların refahını sağlamak zorundadır.”(Türkeş,1998: 152) Demokratik milliyetçi devlette milletler, siyasi kaderlerinin yanı sıra ekonomik kaderlerini de belirleme hakkına sahiptir. Türkeş’e göre milliyetçi devlet, milli iktisada dayanan ve ekonomisini millileştirmiş bir devlettir.

Türkeş, demokratik milliyetçi model aracılığıyla, yerel yönetimlerin güçlendirilmesinin Türkiye’nin bölgesel gelişimi için önemli olduğunu vurgulamıştır. Ancak bu konunun “Âdem-i merkeziyetçilik” anlayışıyla ele alınmaması gerektiğini belirtmiştir. Yerel yönetimlerin yetki alanındaki mevcut hakların korunması ve finansal yönden desteklenmesinin önemine dikkat çekmiştir. (Türkeş, 1998: 45)

Türkeş, sosyal kalkınma ve sosyal barışın sağlanması için milli özellikleri temel alan çağdaş anlamda maddi ve manevi ihtiyaçları karşılayacak nitelikte bir planın gerekliliğine işaret etmiştir. Manevi değerler dünyasında siyasi ve sosyal ilişkilerin düzensizliğe veya çatışmaya dönüşmesini önlemek için düzenlemeler yapılması ve planlı çalışmanın toplumsal hayat açısından hayati önem taşıdığını vurgulamıştır.

Türkeş, maddi kalkınmanın manevi kalkınma olmadan, manevi kalkınmanın da maddi kalkınma olmadan yeterli olmayacağını belirtmiştir. Bu nedenle ekonomi politikasının kültürel hayatla desteklenmediği durumlarda veya kültürel hayatın içinde ekonomik hayattan izler görülmediği sürece gerçek bir başarı hikayesinin zor olduğunu vurgulamıştır. Dolayısıyla sağlıklı bir toplumun temelinde ruh ve madde, ekonomi ve insan dengesinin birlikte bulunduğunu ifade etmiştir.

Türkeş’in etkilendiği ve önem verdiği iktisadi modellerden biri de ‘Milli İktisat’ ekolüdür. Bu ekol, devlet eliyle yapılan yatırımları desteklerken, özel teşebbüsü koruyan ve cesaretlendiren yasaların çıkarılmasını esas alır. Ayrıca, yabancı sermayeye yönelik ciddi bir yatırım alanı yaratmak da bu ekolün temel esaslarından biridir. “Kana ihtiyacı olan insana kan vermek gibi, sermayeye ihtiyacı olan bir ülkeye yabancı sermayenin girmesi”nin, o ülkenin kalkınması için temel ihtiyaçlardan biri olarak görülmüştür. (Kaçmazoğlu, 2013b: 153)

Türkeş, maddi kalkınmanın bilimsel dönüşümle ayrılmaz bir şekilde bağlantılı olduğunu vurgulamıştır. Ona göre, Türkiye’nin çağa ayak uydurabilmesi için milliyetçi ahlaka sahip ve uluslararası alanda tanınan birinci sınıf bilim insanlarına ihtiyacı vardır. Bu tür bir kadro oluşturulmadığı sürece modern bir sanayi kurmak, sanayiyi modernleştirmek ve sanayide önemli bir güç haline gelmek mümkün olmayacaktır. Türkeş, Türkiye’nin maddi kalkınmasını bilimsel gelişmelerle ilişkilendirir ve bu gelişmelerin sonucunda yüksek seviyede kimyagerler, makine mühendisleri, madenciler gibi uzmanların yerli üretime dayalı çeşitli atılımlara imza atabileceğini ve ancak bu şekilde Türkiye’nin Batı ile rekabet edebilen bir güç haline gelebileceğini savunmuştur.

Türkeş, Türkiye’nin ekonomik kalkınmasını ekonomik demokrasi ve ekonomik bütünleşme ilkeleri üzerine konumlandırmıştır. Ekonomik bütünleşme ilkesi, kapitalizm veya marksizmin toplumu bölen anlayışlarını dışlayan bir özelliğe sahiptir, daha çok insan haklarını, toplumsal mutabakatı ve milli politikaları esas alır, ekonomik kalkınmanın toplumun tamamına ulaşmasının yine toplumsal hamleler ile bağlantılı olduğunu ifade etmiştir.

Türkeş, ekonomide tüketici değil üretici yatırım siyasetinden yana tavır almıştır. Mevcut yatırımları gösterişten öteye gidemeyen, toplumun basiretini bağlayan cari harcamalar olarak görmüş ve bu durumun toplumdaki üretkenliğe de yansıdığını belirtmiştir. Bu durumu, tüketimin üretimi geçerek “Bir lokma bir hırka” felsefesinin hakim olduğu şeklinde açıklamıştır. Türkeş, mevcut şartları ise “Ne onmakta ne öldürmekte” şeklinde nitelemiştir. (Türkeş, 1996:160)

Türkeş, tarımsal kalkınmanın araçlarından biri olarak kooperatifleşmeye büyük önem vermiştir. Kooperatifleşmeyi toprak reformunun tamamlayıcı unsuru olarak gören Türkeş, küçük çiftçilerin bireysel olarak zor başarabileceği işleri birlikte aşabileceklerine inanmıştır. Bu nedenle tarım işletmeciliğini teknoloji, sermaye ve pazarlama şeklinde üç ana başlıkta ele almıştır, her birini bir diğerinin tamamlayıcı ve kapsayıcı unsuru olarak görmüştür. (Türkeş, 1996: 188)

Türkeş, özel teşebbüsün halk ve yurt yararına ihtiyaçları karşıladığı ekonomik alanlarda, kamu sektörünün sermaye yatırımlarına girişmemesi gerektiğini belirtmiştir. Devletin, kişilerin teşebbüs alanlarında eksik kaldığı dönemlerde ortaya çıkarak bu ihtiyaçları gidermesinden yana tavır almıştır. Ağır sanayi, atom sanayi, stratejik madenler ve enerjinin devlet eliyle ve devlet kontrolünde geliştirilmesinin daha doğru olacağını vurgulayan Türkeş, bir ülke için hayati önem taşıyan bu yatırımların mevcut ölü yatırımlardan vazgeçilerek gerçekleştirilebileceğini ifade etmiştir.

Sosyal kalkınmada milli kültür ve kültürel özelliklerin büyük bir görev üstlendiğini vurgulayan Türkeş, aydınların ve sanatçıların Türk toplumunu içinde bulunduğu rüyadan uyandırması gerektiğini ve millete kendi öz benliğinin önemini ve yapısını anlatması gerektiğini belirtmiştir. Bu şekilde milli kültürün korunması, yayılması ve hatta yeniden yaratılmasının milli kalkınmada rol oynayabileceğini vurgulamıştır. Aydınlar, ilim ve sanat adamlarının kültür politikasının kurmayları olduğunu düşünen Türkeş, sosyal kalkınma içerisinde bu kesime büyük bir önem vermiştir.

Türkeş, sosyal kalkınmanın temeline sosyal adalet ilkesini yerleştirmiştir. Türk milletinin sosyal ve kültürel alanda güçlü, medeni ve gelişmiş bir millet haline gelebilmesinin en önemli şartını milliyetçilik ülküsünün milletin bütün kesimlerinde karşılık bulması olarak görmüştür. Milli ülkünün ve milli davanın önemini vurgulayan Türkeş şöyle demiştir: “Ülkülerimizi milli davalarımızı kalplerimizden silecek olursak bize yapılan haksızlıkları kabul edersek unutursak, bizim olan vatan topraklarını ve bizim gibi konuşan insanları unutursak insan olmaya insanca yaşamaya layık görülmeyiz.” (Türkeş, 2000b: 109)

Türkeş, belirli bir program çerçevesinde ilkokuldan itibaren verilecek olan bilimsel eğitim faaliyetlerinin sürdürülmesini savunmuştur. Aynı şekilde, çocuk yaştan itibaren toplumu meydana getiren insanlara kendi toplumunu düşünmek, topluma hizmet etmek, vatanın ve devletin çıkarlarına göre hareket etmek, gerçeklere saygılı olurken ahlaklı olmak, diğer insanlara yararlı olmak gibi fikirlerin aktarılmasından yana tavır almıştır. Türkeş, bununla birlikte başka milletlerin nesillerini “kurt” olarak yetiştirdiği bir dönemde nesilleri “kuzu” olarak yetiştirmenin gaflet ve suç olduğunu ifade etmiştir. (Türkeş, 1973: 41) Ayrıca, üniversitelerin daha verimli kullanılması ve üniversite gençliğinde mevcut olan bilinç yetersizliğinin ortadan kaldırılması için çeşitli çalışmalar ve eğitimler verilmesini gerektiren mevcut problemlere dikkat çekmiştir.

Türkeş, toplumdaki cinsiyet rollerine ve insanların cinsiyetlerine göre değil yetişkinlik seviyelerine göre değerlendirilmesi gerektiğine inanarak kadın ve erkek eşitliğine büyük önem vermiştir. Kadını, nesilleri yetiştiren ana ve erkeklerin hayatına yoğun şekilde etki eden eş olarak değerlendirirken, kadının toplumun başarısını ve mutluluğunu etkileyen önemli bir role sahip olduğuna inanmıştır. Türkeş ayrıca sosyal kalkınmanın araçlarından biri olarak dil konusuna da büyük önem vermiştir. Atatürk’ün “İstanbul’daki Tebriz’deki ve Kaçkar’daki Türk’lerin anlaşacağı kopuk olmayan bir dil çalışması” anlayışını benimsemiş ve dilin birleştirici gücünü vurgulamıştır. (Türkeş, 2000b: 38,39) Tarih bilincinin de bir milleti ayakta tutan en önemli unsurlardan biri olduğunu savunmuş ve tarihi bilmeksizin bir milletin kendi kimliğine sahip olamayacağını ifade etmiştir.

Türkeş, bir ülkenin gelişimine katkı sağlayan en önemli konulardan birinin liyakat ve ehliyet olduğunu vurgulamıştır. Ona göre, iyi yetişmemiş ve boş kafalı insanlar makam sahibi olduklarında hem ülkeye hem de kendilerine zarar verebilirler. Bu nedenle, liyakat ve ehliyetin önemi büyüktür çünkü iyi yetişmiş bireyler ve yöneticiler farklı düşüncelere saygı gösterirler ve toplumun gelişimine katkı sağlarlar.

Demokratik milliyetçi devlet modelinde Türk gençlerine fırsat eşitliği sağlanacağını, bütün gençliğe sosyal sigorta garantisi uygulanacağını ve eğitim ve kültür alanındaki sosyal faaliyetlerin ülke genelinde adil bir şekilde dağıtılacağını belirtmiştir. Bu süreçte verimlilik ve rasyonellik ilkelerinin esas alınacağını vurgulamıştır. Sosyal kalkınmada ise dengeli ve düzenli nüfus, cinsiyet eşitliği, dil meselesi, eğitim ve kültür aktivitelerinin önemli olduğunu vurgulamıştır. Türkeş, güçlü ve sağlıklı bir toplumu, manevi ve organik dayanışmayı sağlayan, ekonomik gelişime özen gösteren, çağın şartlarına uygun ve ciddi politikaları benimseyen bir toplum olarak tanımlamıştır.

[vc_toggle title=”KAYNAK”]

Alpdoğan, F.F (2021). Lider Portresinin Sosyolojik Boyutları: Alparslan Türkeş.
Alpdoğan, F. F. (2022). Alparslan Türkeş: “Bir Lider Portresi ve Teori Olarak Demokratik Milliyetçilik. Sosyolojik Düşün, 7 (1), 1-31.
Atsız, H.N. (2017). Türk ülküsü. İstanbul: Ötüken Neşriyat
Cengiz, O. (2015). Alparslan Türkeş ve dokuz ışık. İstanbul: Bilgeoguz Yayınları
Işık, F. (2016). Başbuğ Türkeş. İstanbul: Kriminal Kitaplar
Kaçmazoğlu, H.B. (2013b). Türk Sosyoloji tarihi II: II. Meşrutiyetten cumhuriyete. (4. Bs.). İstanbul: Doğu Kitapevi
Türkeş, A. (1973). Türkiye’nin meseleleri. (3.bs.). İstanbul: Kutluğ Yayınları
Türkeş, A. (1976). 1944 Milliyetçilik Olayı. (9.bs). İstanbul: Kutluğ Yayınları
Türkeş, A. (1987). Savunma: MHP ve ülkücü kuruluşlar davası. Ankara: Mayaş Matbaacılık
Türkeş, A. (1996). Temel görüşler. İstanbul: Hamle Yayınları
Türkeş, A. (1998). Milliyetçilik ülkücülük üzerine konuşmalar. İstanbul: Kamer Yayınları
Türkeş, A. (2000a). Ahlakçılık. Ankara: Berikan Yayınları
Türkeş, A. (2000b). Dış meselemiz. Ankara: Berikan Yayınları

[/vc_toggle]

Hakan Fidan’ın Çin Ziyareti: BRICS ve Doğu Türkistan

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın çok konuşulan “Türkiye BRICS’e üye olabilir” açıklaması ve Doğu Türkistan meselesi…

BRICS, Avrupa Birliği’ne alternatif gibi görünse de temelde çok farklı paradigmalar üzerine kuruldu. AB, ekonomik birliktelikten ziyade dini ve kültürel olarak da bir çatı kurmayı hedefliyor. BRICS ise Batı’ya karşı ekonomik bir konsorsiyum gibi ama ortak bir kültür ve siyaset gütmüyor. Tek dertleri Batı’ya karşı baskılanan ülkelerin iş birliği yapma çabası. En önemli şartlarından biri de üye ülkelerin birbirinin iç işlerine karışmaması. Avrupa Birliği gibi değil yani.

Şu anda dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 45’ini, dünya ekonomisinin de yüzde 30’unu oluşturan BRICS+, dünya petrolünün yüzde 45’ine sahip. 2011’den bu yılın başına kadar Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika Cumhuriyeti’nin oluşturduğu örgüt, Mısır, Etiyopya, İran, Suudi Arabistan ve BAE’nin katılmasıyla 10 üyeye ulaştı. Yani örgüt 13 yıl sonra ilk kez genişleme kararı aldı.

10-11 Haziran’da Rusya’deki BRICS+ toplantısına da Kazakistan, Cezayir, Nijerya, Tayland, Vietnam, Küba ve Bahreyn ile birlikte Türkiye de davetli. Türkiye’nin örgüte üye olmamak için sebebi yok. Katıldığında Batı’dan kopulmuyor çünkü AB’de değiliz. BRICS askeri bir örgüt olmadığı için NATO üyeliğimiz de sorun teşkil etmiyor.

Şimdi gelelim Hakan Fidan’ın Doğu Türkistan ziyaretine. Fidan, 2012’de Erdoğan’ın Başbakan iken Sincan Özerk Bölgesi’ni ziyaret etmesinden bu yana bölgeyi ziyaret etmesine izin verilen ilk Türk üst düzey yetkili oldu. Birçok kez dile getirdiğim gibi Türkiye, Sincan’a yönelik politikasını Batı ülkelerinin propaganda çizgisinde değil, kendi çizgisinde ilerletiyor. 2019’da Çin’i Uygur Türklerine karşı “sistematik asimilasyon” uygulamakla suçlamıştı ama bunu Çin’e saldırı şeklinde yürütmüyor. Bu ziyarette de Fidan, Kaşgar ve Urumçi’yi “Çin’in kültürel zenginliğine katkıda bulunan iki kadim Türk İslam şehri” olarak tanımladı ve bu şehirlerin Çin’le Türk dünyası arasında bir köprü rolü gördüğünü ifade etti. Yani bağları kabul etse de asimilasyona dair bir ifade kullanmadı.

Fidan sokaklarda da gezdi ama sanırım Çin her şeyi önceden hazırlamıştı.

Rusya-Ukrayna Krizleri: AB Enerji Politikalarının Dönüşümü

Tugay Karayel’in, beş başlıktan oluşan “Rusya-Ukrayna Krizleri Bağlamında Avrupa Birliği Enerji Politikalarının Dönüşümü” adlı yazısını sizlerle paylaşıyoruz.

Avrupa Birliği Enerji Politikası ve Stratejik Kurum, Belgelerin Tarihsel Gelişimi

Avrupa Birliği ilk olarak Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu olarak kurulduğu dönemden itibaren bir enerji birlikteliği özelliği taşımıştır. Esas hedefi Avrupa kıtasını ilk iki dünya savaşına benzer yeni bir yıkımdan uzak tutmak olan topluluk, aynı zamanda başta Fransa ve Almanya arasında çok uzun yıllar rekabete konu olmuş Ruhr havzası gibi sahipliği tartışmalı enerji yataklarının Avrupa genelinde adil biçimde kullanılmasını öncelemiştir. Yıllar içerisinde sahip olduğu kömür ve çelik gibi doğal kaynaklarının enerji piyasasındaki önemini doğal gaz, petrol gibi yakıtlara bırakmasıyla Avrupa kıtasının da dünyadaki enerji bağımlılığı daha da yükseldi. 1957 yılında Roma Anlaşması ile Avrupa Ekonomik Topluluğu ismiyle örgütlenen topluluk, aynı zamanda Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu’nun da kurulmasıyla enerji birlikteliğini yeni bir boyuta çıkardı. 1965 yılında tüm bu kurumların Füzyon Anlaşması çerçevesinde birleştirilerek Avrupa Topluluğu’nun kurulması her ne kadar Topluluğun bütünlüğü için heyecan verici bir gelişme olsa da, 1970’li yıllarda yaşanan stagfilasyon ve Petrol Krizi gibi gelişmeler maalesef bu heyecanı törpülemekteydi. 1980’li yıllarda özellikle dünya genelinde yaşanan nükleer kazalar nükleer enerjinin Almanya gibi bazı ülkelerde popülerliğini önemli ölçüde düşürürken, Fransa bu duruma pek aldırış ediyor gibi gözükmüyordu. Söz konusu yıllar çevre politikalarının gelişimi bakımından oldukça ilkel yıllardı. Zira çevre konulu ilk uluslararası konferans olan İnsan ve Çevre Konferansı, Birleşmiş Milletler liderliğinde ancak 1972 yılında toplanabilmişti. Pek çok bakımdan bugünün yenilenebilir enerjiye geçiş trendinin tohumlarını attığını söyleyebileceğimiz konferansı yeşil dönüşümü tartışacağımız paragrafta daha ayrıntılı göreceğiz.

Esasında Rusya’nın 1980’li yıllarda temeli atılan Avrupa Birliği’ne olan yoğun enerji tedariği 2006 yılındaki ilk gaz krizine kadar pek sorgulanan bir durum değildi. Fakat özellikle 2006 ve 2009 yılında Rusya’nın Ukrayna’ya (ve dolaylı yoldan Avrupa’ya) olan gaz akışını kesmesi Avrupa Birliği için adeta bir uyanma çağrısı niteliği taşıdı. Söz konusu krizlerin ardından AB dünyada enerji kaynaklarına sahip pek çok ülkeyi içine alan yeni enerji tedarik zincirleri ile Rusya’ya olan bağımlılığını azaltmaya çalıştı fakat birçok proje AB üyelerinin bu konuda yeterince kararlı olmaması ve kendi çıkarlarını Birlik çıkarlarından yukarıda görmesi nedeniyle başarılı olamadı. Dolayısıyla söz konusu makalede cevaplanmaya çalışılan araştırma sorusu “Avrupa Birliği’nin enerji politikalarının şekillenmesinde Rusya-Ukrayna krizlerinin yeri nedir? 2006 ve 2009 yıllarında Rusya’nın Ukrayna’ya ve dolaylı olarak Avrupa’ya gaz tedariğini kesmesinden sonra AB tarafından enerji güvenliğini artırmak için benimsenen ve pek çok AB dışı ülkenin katılımını içeren NABUCCO projesi gibi küresel enerji dolaşım projelerinin yerini günümüzde sadece Avrupa Birliği ülkeleri inisiyatifinde geliştirilecek olan yeşil enerji projeleri mi almaktadır?” sorusu olacaktır. Bu soruya cevaben kanıtlamaya çalışılacak hipotez ise “2006 ve 2009 yıllarında Rusya tarafından gerçekleştirilen iki önemli enerji kesintisini deneyimleyen Avrupa Birliği, 2014 yılında Rusya’nın Kırım ilhakı ve Luhansk-Donetsk bölgeleri işgali sonrası dönemde enerji arz güvenliğini artırmak ve enerjideki Rus tekelini kırmak için Birlik içinde yeşil enerji dönüşümünü benimsemiştir. Ancak her ne kadar 2022 yılındaki Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik saldırısı bu dönüşümün önemini artırsa da, gerek AB ülkelerinin nükleer enerjiden vazgeçemeyişi gerekse de Ukrayna’nın savaşta artık AB ve ABD’den gerekli askeri ve finansal desteği görememesi vaziyeti devam ederse, yeşil dönüşüme duyulan inanç zayıflayacak ve ayrıca Rusya’nın yeniden enerji denklemine sokulması sonucu doğacaktır.” şeklinde özetlenebilir.

AKÇT’den AET’ye Geçiş Dönemi Enerji Politikaları

Avrupa Birliği’nin en temel kuruluş amacının kıta çapında bir enerji birlikteliği oluşturmak olduğu rahatlıkla söylenebilir. Zira 1951 yılında imzalanan ve bugünkü Avrupa Birliği kurumunun temeli olarak kabul ettiğimiz Avrupa Kömür Çelik Topluluğu’nu kuran anlaşmanın (AKÇTA) isminden de anlaşılacağı üzere Avrupa Birliği hayali teknik olarak ilk başta Avrupa çapında daha önce savaşa sebebiyet vermiş sorunlu enerji yataklarından elde edilen enerjinin üye ülkeler arasında adil paylaştırılması gayesini taşımaktadır .[1]  1951 yılında Avrupa’nın görmüş olduğu en iddialı barış ve adalet projelerinden bir olarak kurulmuş olan Avrupa Kömür Çelik Topluluğu’na ek olarak bir de topluluktaki enerji üretiminin ekonomik yanıyla ilgilenecek olan Ortak Yüksek Kurum kuruldu. Modern Avrupa Birliği’nin kurumsallaşmasının ilk adımları olarak görülebilecek olan bu kurum, topluluk içi enerji piyasasındaki şeffaflığı ve rekabeti tesis etmek ve gerektiğinde kontrol etmek arzusuyla kurulmuştur.[2]

Avrupa Kömür Çelik Topluluğu’nun kurulmasını takiben altı yılın ardından 1957’de Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu Anlaşması (AAETA) imzalanarak Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu kuruldu. Bu kurum sayesinde daha önce AKÇT’nin ilgilendiği temel enerji kaynakları olan kömür ve çeliğe bir diğer önemli enerji kaynağı olan nükleer enerji de eklenmiş oldu. Bu bakımdan AAET toplululuk içi nükleer enerjinin geliştirilmesi konusunda koordine biçimde hareket etmek ve söz konusu enerji sektörünün teftiş edilmesini sağlamak bakımından topluluğa fayda sağlayacaktı. Aynı yıl içerisinde kurulan Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) ise diğer önemli enerji kalemleri olan doğalgaz, petrol, elektrik gibi kaynakların üretimi, alımı ve kullanımı konularında ortak politikalar üretmek ve işbirliğini geliştirmek amacını gütmekteydi.[3]

1960’lı yıllarda dünya enerji piyasasında kömür ve çelik giderek önemini yitirmeye başlamış, bu kaynakların yerine petrol ve doğal gazın ehemmiyetinin yükseldiği gözlemlenmiştir. Hal böyle olunca Avrupa Ekonomik Topluluğu üye ülkeleri enerji bakımından kademeli olarak dışa bağımlı bir görüntü çizmeye başlamışlardır. 60’lı yıllarda Avrupa ülkelerinin enerji politikalarını ortaklaştırma ve işbirliğini artırma bilinci bakımından pek de gelişmiş olduğu söylenemez. Bu dönemde enerjş birlikteliğini geliştirici yeniliklerin sayısı sınırlıdır. Bu bakımdan 1965 yılında imza edilen ve 1967 yılında yürürlüğe girmiş olan Füzyon Anlaşması kendi döneminin enerji bakımından en önemli gelişmesi olarak görülebilir. Füzyon Anlaşması kapsamında Avrupa Kömür Çelik Topluluğu, Avrupa Ekonomik Toplululuğu ve Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu’nun bünyesinde bulunan kurumlar birleştirilmiştir. [4]

Petrol Krizleri Dönemi Enerji Politikaları

1960’lı yıllarda Avrupa Ekonomik Topluluğu ülkelerinin enerji birlikteliği konusunda tecrübe ettiği bu bilinçsizlik vaziyeti 1970’li yıllar içerisinde iki büyük petrol krizinin yaşanmasıyla beraber iyiden iyiye ayyuka çıkacaktır. Doğrusu 1973 yılında yaşanan ilk petrol krizi bile topluluğu enerji konusunda uyarmaya tek başına yeterli bir sebeptir.[5] Zira 1973 yılında özellikle Yom Kippur olarak da bilinen Arap-İsrail savaşı sırasında İsrail’e destek verdiği görülen Amerika Birleşik Devletleri ve Hollanda gibi ülkeler Arap ülkelerinin Batı’ya duyduğu tepki artırmakla beraber, Avrupa ülkelerine yapılan petrol ihracatının da durdurulmasına sebebiyet vermiştir. Bu durumun neticesinde dünyada olduğu gibi AET ülkelerinde de oldukça şiddetli bir biçimde hissedilen yüksek enerji fiyatları bir kriz ortamı yaratmış, topluluğun ortak enerji politikası geliştirme ihtiyacı belirginleşmiştir[6]

Bu ihtiyacın ilk somut etkisi 1973 yılındaki ilk petrol krizinin yalnızca bir yıl sonrasında yani 1974 yılında Avrupa Konseyi tarafından kabul edilmiş olan “Yeni Enerji Politikası Stratejisi” olarak görülebilir. Zira söz konusu strateji toplululuğun enerji arz güvenliğinin geliştirilmesi başta olmak üzere enerji tüketiminde tasarruf edilmesi ve çevrenin korunmasına dikkat edilmesi gibi konular bu stratejinin içerisinde dahil edilerek petrol krizinin meydana çıkardığı boşluk doldurulmak istenmiştir.[7] Yine aynı yıl içerisinde AET ülkelerine ek olarak Kanada ve ABD gibi ülkelerin de katılımıyla oluşturulan Uluslararası Enerji Ajansı da kriz döneminde enerji anlamındaki en önemli gelişmelerden biri olarak değerlendirilebilir.[8] 1979 yılında deneyimlenen petrol krizinin akabinde AET enerji alanında yeni hedefler belirlemeye başlamış, Arap ülkelerinin uyguladığı petrol ambargosundan olabilecek en az zarar ile çıkmaya çalışmıştır. Örnek vermek gerekirse üye ülkelerin benimsemekle yükümlü kılındığı bu hedefler topluluk içindeki toplam enerji tüketiminde tasarrufa gidilmesi, petrol ithalat ve kullanımının sınırlandırılması ve topluluğun enerji politikası için çizdiği genel çerçeveye uyumlu hareket etmek olarak sıralanabilir.[9]

Nükleer Faciaların Enerji Politikasına Etkileri ve 80’li Yıllar

1980’li yıllar AET için Yunanistan, Portekiz ve İspanya genişlemesinin yaşandığı ve özellikle ikinci petrol krizinin süregelen etkisiyle yeni ve daha uzun vadeli enerji stratejilerinin takip edilmeye başlandığı bir dönem olmuştur.[10] Söz konusu uzun vadeli stratejilere bu dönem için asıl damgasını vuran çevreci enerji politikalarının gelişimi olmuştur. Bir önceki on yılda kömür bazlı üretilen enerjinin küresel ısınma için doğrudan bir sebep teşkil ettiğinin bilimsel çalışmalar ile ortaya çıkarılması, zaten 60’lı yıllarda popülaritesinin düştüğünden daha önce söz ettiğimiz kömürün bir darbe de temiz enerji politikalarından yediğini göstermektedir. Bu bakımdan kömürün tercih edilme oranın azalışıyla beraber doğalgaz daha temiz bir kaynak olarak belirlenmiş ve kullanımı çok daha yaygınlaşmıştır. Ancak topluluk içerisindeki bu çevre dostu enerji bilincine tezat oluşturacak şekilde, gerek AKÇT’nin gerekse AET’nin iki lokomotif gücünden biri olan Fransa’nın bu dönemde enerji üretiminin %80 gibi oldukça yüksek bir oranda nükleere dayandığı bilinmektedir. Topluluk için bir diğer lokomotif güç teşkil eden Almanya için ise bambaşka bir manzara söz konusuydu, zira özellikle iç politikadaki tepki sebebiyle nükleer üretimi teşvik etmek bir yana, var olan nükleer santrallerin de kapatıldığı bir atmosfer söz konusuydu.[11]

Her ne kadar Fransa’da yoğun bir nükleer enerji kullanımına rastlamış olsak da dönemin konjonktründe meydana gelmiş bazı olaylar bu dönemde nükleerin Avrupa’daki popülaritesini ciddi derecede zedelemekteydi. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde meydana gelen Three Miles Island faciası[12] ve Sovyetler Birliği’nde gerçekleşen Çernobil faciası söz konusu dönemin nükleer karşıtı hareketini körükleyen temel olaylardı.[13]

1980’li yıllarda ilk paragrafta bahsedildiği üzere doğalgazın enerji kaynakları arasında yaşamış olduğu yükseliş Avrupa Ekonomik Topluluğu-Sovyet Rusya ilişkilerine de yansıdı. Zira bu dönemde Fransa ve Almanya, nükleer konusundaki benzeşmezliklerinin aksine emek yoğun ve çeşitli çevresel riskler taşıyan kömürün yerine doğal gaz ithalatı merkezli bir enerji politikası izlemek bakımından adeta bir bütün halinde hareket etmektelerdi.  İki ülkenin de doğalgaz elde etmek için başvurduğu ortak adres ise Sovyetler Birliği’ydi.[14] Fransa ve Almanya’nın öncülük ettiği bu politikanın Avrupa Ekonomik Topluluğu genelinde de karşılık bulmaya başlaması ise Sovyetler Birliği’ni AET’nin en büyük enerji ihracatçısı statüsüne yükseltmiş, Avrupa Birliği’nin günümüzde hala etkisi süren Rusya’ya enerji bağımlılığının temelleri de böylece atılmıştır.[15]

Maastricht’ten İlk Gaz Krizine Kadar AB Enerji Politikası

1992 yılında Hollanda’da imza edilen ve bir yıl sonrasında yürürlüğe giren Maastricht Anlaşması[16] ile Avrupa Birliği adını alan AET, hemen aynı dönemde 1991, 1993 ve 1995 yıllarında oluşturduğu TACIS, TRACECA, INOGATE ve SEEEFR gibi projelerde enerji arz güvenliğini kuvvetlendirecek adımlar atmış, enerji kaynaklarını çeşitlendirmeye çalışmıştır. Yine söz konusu dönemde içerisinde 1994 yılında pek çok OECD üyesi ve eski komünist ülkelerin de yer aldığı Enerji Şartı Anlaşması’nın imzalanması ve hemen akabinde 1995 yılında AB enerji politikalarında ortak bir enerji yol haritası takip etme hedefi güden bir beyaz kitabın yayınlanması da Maastricht Anlaşması’ndan 2000’lerin başına kadarki dönemin Avrupa Birliği enerjisi hususundaki en önemli gelişmeleri olarak görülebilir. 2000’li yıllar genel anlamda Kyoto Protokolü’nün ve çevresel kaygıların etkisinin izine bolca rastlanan yıllar olarak görülebilir. Bu bağlamda aynı yılda yayınlanan Yeşil Kitap perspektifinde mevcuda gelmiş olan ALTENER II, SURE, CARNOT, COOPENER gibi projeler Birlik içinde yeşil enerji konusunda artan ilginin erken delilleridir.[17]

2006 yılında Rusya-Ukrayna arasında cereyan eden ilk enerji krizi Avrupa Birliği’ni enerji arz güvenliği bakımından ciddi ölçüde uyarmış ve aynı yıl içerisinde AB tarafından çeşitli enerji paketlerinin paylaşılmasına sebebiyet vermiştir. Yine aynı yıl yayınlanan bir Yeşil Kitap ile AB artan enerji bağımlılığının 25 yıl içerisinde %80 gibi ciddi oranlara ulaşabileceğine dikkat çekmiştir.[18] Tüm bunların karşılığı olarak 2007 yılında imza edilen Lizbon Anlaşması Birlik organları olarak özellikle AB Konseyi ve AB Parlamentosu’nun gücünü ve yetkisini önemli ölçüde artırmıştır.[19]

Rusya Ukrayna Gerilimleri ve 2022 Savaşı Sonrası AB’nin Krize Yaklaşımı

Rusya-Ukrayna Krizleri

  • Turuncu Devrim

Turuncu Devrim ismiyle tarih sahnesinde yer alan ve Ukrayna’nın yakın tarihinde büyük öneme sahip olan söz konusu toplumsal olay 2004 yılında gerçekleşmekle beraber, Ukraynalıların bu devrimden esas beklentileri olan Avrupa Birliği üyeliği yolunda ilerlemek, bölgesinde stabilizasyonu sağlamak gibi ana hedeflerinin gerçekleştirilmesi o dönemde hem AB hem de Ukrayna temelli bazı sebepler dolayısıyla mümkün olmamıştır. Bu durumda devrim sonrası daha da kötüye giden Ukrayna ekonomisinin de payı bulunmaktadır.[20] Turuncu Devrim Pora isimli bir öğrenci hareketinin bir ürünü olmakla beraber söz konusu öğrenci hareketinin devrimi tetiklemesinin de temel sebepleri ülke ise içinde genel olarak yozlaşma ve gelir adaletsizliği, dönemin devlet başkanı Leonid Kuçma’nın adının çeşitli yolsuzluklarla beraber muhalif gazeteci Georgiy Gongadze’nin cinayetine de karışması, muhalefetin NATO ve Avrupa Birliği ile daha hızlı entegrasyon isteği ve ülke içinde daha demokratik bir sistemin tesis edilmesi arzusu şeklinde özetlenebilir. İşte tüm bu belirleyici etkenlerin sonucunda tarihler 2004 yılının Kasım ayını gösterdiğinde yani Batı yanlısı Yuşçenko ve Rus taraftarı Yanukoviç’in karşı karşıya geldiği başkanlık seçimlerinin ikinci turunda, mevcut başkan Kuçma’nın desteğini alan Yanukoviç’in seçimi hileyle kazandığını iddia eden bir milyona yakın Ukraynalının sokağa dökülmesiyle Turuncu Devrim’in işaret fişeği yakılmış oldu. İşte ülke geneline yayılan ve özellikle gençlerin organize ettiği bu protestoların sonucunda Ukrayna halkı seçimlerin tekrarlanmasını sağlayıp, 2005 yılında %52-%48 üstünlük ile Yuşçenko’yu yeni devlet başkanı olarak seçti.[21]

  • İlk Gaz Krizi

2006 yılı, 2004 senesinde başlayıp 2005’te seçimlerin tekrarlanması ile sonuçlanan Turuncu Devrim’in etkisiyle çıkmaza sürüklenen Rusya-Ukrayna ilişkilerinin enerji sektöründeki yansımalarını görmeye başladığımız yıl olmuştur. Zira Rusya Federasyonu 2006 yılında ilk olarak Ukrayna yönündeki doğalgaz akışını azaltmış, ancak sonrasında daha da ileriye giderek akışı tamamen durduracağı şeklinde tehditlere de başvurmaktan çekinmemiştir. Elbette ki Rusya Federasyonu tarafından Ukrayna’ya bir gözdağı vermek için bir araç olarak kullanılan doğal gaz akışını azaltma aracının Avrupa Birliği üzerinde de olumsuz etkileri olmuştur. Özellikle Polonya, Avusturya ve Macaristan bu krizden en sert şekilde etkilenen ülkelerdir. Zira söz konusu 2006 yılındaki ilk enerji krizinin henüz başında doğal gaz akışı %10’luk bir kesintiye uğrayan Macaristan’ın enerji akışındaki azalma kademeli bir biçimde %25’leri bulmuş, hatta aşmıştır. İlerleyen aşamalarda Almanya gibi Avrupa Birliği’nin sigorta ülkelerinden birinde dahi hissedilen enerji krizi, kış aylarına rastlamasından da dolayı çoğu AB ülkesini çaresiz bırakmıştır. Öte yandan yaşanan bu kriz elbette ki enerji arzı konusunda alternatiflerinin azlığının en sert biçimde farkına varan Avrupa Birliği ülkelerinin de Rusya Federasyonu’na enerji tedariki konusundaki güvenini de önemli derecede sarsmıştır.[22]

  • İkinci Gaz Krizi

2006 krizi Avrupa Birliği ülkeleri üzerinde adeta bir şok etkisi yaratmış, Rusya’nın sebebiyet verdiği gaz kısıtlamaları sonucu krizin ilk iki üç gününde Macaristan doğal gaz piyasasında %40 seviyesinde, Slovakya, Fransa ve Avusturya ise kendi doğal gaz piyasalarında %30 seviyesinde bir kesinti yaşamıştır.[23] Avrupa Birliği enerji piyasasını önemli ölçüde etkilemiş olan bu krizin yalnızca üç yıl sonrasında yine Rusya’dan Ukrayna’yı hedef alacak ikinci bir gaz kesintisi hamlesi gelmiştir. Söz konusu ikinci gaz krizinin iki temel sebebinden söz edilebilir. İlk olarak Rusya’nın Ukrayna’ya geç ödenmiş ya da ödenmemiş doğal gaz satın alım ücretleri ile alakalı cezalar kesmesi ama Ukrayna’nın Rus makamlara bu cezayı ödememesi, ikinci olarak ise elbette ki 2004 yılındaki Turuncu Devrim’den beri iki ülke arasındaki siyasi gerginlikler söz konusu ikinci gaz kesintisinin ana sebepleri olmuştur. Avrupa Birliği her ne kadar tarafları ortak ve tarafsız şekilde Rusya’dan Ukrayna’ya doğal gaz akışını gözlemleyecek bir “izleme komisyonu” kurmak için ikna ettiyse de bu komisyon kısa süre içinde Rusya’nın Ukrayna’yı “doğal gazın AB’ye ulaşmasına engel olmakla” suçlamasıyla başarısız bir girişim olarak tarihe geçecekti. Ancak AB, özellikle Alman Şansölye Merkel ve İtalyan Başbakan Berlusconi’nin çabaları neticesinde Ukrayna’nın “teknik gaz” ödeme zorunluluğuna yaptığı itirazı geri çekmesini sağlaması bakımından çözüme bir nebze de olsa katkı sağlamayı başardı denilebilir.[24] İşte Rusya-Ukrayna arasındaki bu krizler neticede Avrupa Birliği’nin enerji arz güvenliğini özellikle doğalgaz üzerinden okuyan bir yaklaşımla yeniden değerlendirmesine yol açmıştır. Rusya-Ukrayna krizlerinin yanı sıra 2008 Rusya-Gürcistan ve 2010 Rusya-Belarus arasındaki gaz kesintileri de denkleme eklenince, Avrupa Birliği için ortak bir enerji politikasının meydana getirilmesi konusunun kaçınılmaz bir hal aldığı açıkça görülmektedir.[25]

  • Kırım’ın İlhakı ve Donetsk ve Luhansk’ın İşgal Edilişi

2004 yılında Yuşçenko ve Yanukoviç arasındaki devlet başkanlığı seçimine hile karıştığı iddiası ile başlayan Turuncu Devrim isimli protesto gösterileri her ne kadar tekrarlanan seçim sonucunda görevin başına Batı yanlısı Yuşçenko’nun getirilmesini sağlamış ve Rusya destekçisi ve pek çok yolsuzluk skandalına adı karışmış Yanukoviç’in ülkeyi Batı ekseninden çıkarmasını engellemiş olsa da ülke içerisindeki politik kaos hali bir türlü çözülememiştir. Söz konusu kaos halinin patlama noktası ise 2013 yılındaki Maydan Protestoları’dır. 2004 yılında Turuncu Devrim ile devlet yönetimine katılması engellenen Yanukoviç, bu kez devlet başkanı statüsüne sahipken yaptıklarıyla Maydan Protestoları’nın en önemli müssebbibi konumundadır. Esasen Yanukoviç’in sebep olduğu sorun yine Ukrayna’nın Batı ile Rusya ile sıkışmasıyla ilintilidir zira o günlerde Ukrayna henüz kendisine tam üyelik sözü vermemiş olmamasına karşın Avrupa Birliği ile bir ortaklık anlaşması imzalama niyetine girmiş, ancak Rus yanlısı Ukrayna lideri Yanukoviç ortaklık anlaşmasının imzalanacağı 28-29 Kasım tarihli Vilnus Zirvesi’nin yalnızca on gün öncesinde anlaşmadan çekildiğini ilan etmiştir. Öte yandan Yanukoviç’in bu iptalin hemen akabinde Rusya’yla ekonomik yardım içerikli bir anlaşma imzalaması ülkede iyiden iyiye kriz durumunu tetiklemiş, muhalefetin çağrısı ile sokaklara inen halk Maydan Protestoları adlı sokak eylemlerine başlamıştır. Bu durum Yanukoviç’in önce Kırım ardından da Rusya’ya kaçmasına neden olmuş, başlangıçta olaylarla alakalı bir ifadede bulunmayan Rus lider Putin ise belli bir süre sonra olayları “soykırım olarak nitelendirerek müdahale zeminini hazırlamıştır.[26]

Söz konusu müdahale zemini bu Putin’in bu demeci ile oluşturulduktan sonra Rusya, 2014 yılında Kırım’ı ilhak etmiş, ayrılıkçı Donbas topraklarına da her türlü desteği vermeye başlamıştır. 2013 Maydan Protestoları ve 2014 Kırım ve Donbas işgalleri her ne kadar Rusya kaynaklı enerji akışını etkilememiş olsa da, saldırının yarattığı AB-Rusya ilişkilerinde meydana gelen erozyon Avrupa Birliği tarafından Rusya’nın güvenilir bir partner olup olmadığının çok daha yoğun bir biçimde sorgulanmasına neden olmuştur. Aynı yıl içerisinde Avrupa Komisyonu tarafından yayınlanan Avrupa Enerji Güvenliği Stratejisi’nde enerji konusunun diğer politika alanlarından ayrılamayacak bir alan olduğu vurgulanmıştır ve sürdürülebilirlik, rekabet konuları gündeme getirilmiştir. Aynı zamanda 2017 yılında kabul edilen yeni bir gaz güvenliği paketi de Birlik içi doğal gaz akış sistemlerini güçlendirmeyi, Avrupa Birliği’nin ilk enerji diplomasisi eylem planını oluşturmayı ve LNG gibi kaynakların depolanması hususunu içermiştir.[27]

Son olarak Rusya ve Ukrayna arasında itilafa sebep olan Donbas bölgesinin enerji anlamında öneminin vurgulanması da önemlidir. Zira Ukrayna’nın Rusya ile sahip olduğu doğu sınırında bulunan ve Dnipro ile Don nehirleri arasındaki bölgeyi ifade eden Donbas bölgesi Avrupa’nın dördüncü büyük maden bölgesidir. Ukrayna’nın ayrıca gayrisafi milli hasılasının %20’sini sağlayan bölge aynı zamanda ülke ihracatının da %25’ini tek başına idare etmekteydi. Bu bakımdan Donbas bölgesine sahip olamayan bir Ukrayna’nın kalbi olmadan yaşamaya çalışan bir insandan pek de farkı olmadığı açıktır.[28]

  • 2022 Şubatı ve “Putin’in Savaşı”

 

2020 yılına gelindiğinde Rusya ve Ukrayna arasındaki gerilim, Ukrayna toprakları Kırım ve Donbas bölgelerinin işgali durumu hala devam etmekteydi. Süreç içerisinde yaşanan bazı gelişmeler nihayetinde 2022 yılında iki ülke arasında konvansiyonel savaşa dönüşecekti. 2020 yılının sonlarına doğru Ukraynalı lider Volodimir Zelenski, işgal altındaki Kırım’ın kurtarılması ve Ukrayna’nın NATO üyeliği konusundaki stratejilere onay veren kararnameleri imzaladı. 2021 yılına gelindiğinde Rusya artık hem Kırım’da hem de Ukrayna’nın doğu sınırında askeri varlığını çok önemli ölçüde artırıyor, adeta sınıra yığınak yaparak savaşa hazırlanıyordu. Savaş hazırlıkları yalnızca askeri teçhizatlarla yürütülmüyor, öte yandan medya ve taşeron silahlı güçler gibi unsurlar Rusya tarafından bir araç olarak kullanılıyordu. Bütün bunlara ek olarak Vladimir Putin’in “Donbas bölgesinde Rus vatandaşlarına soykırım yapılıyor” söylemi, Rusya’nın savaşı meşrulaştırmak için başlıca söylemi haline geldi. 2022 yılında özellikle ayrılıkçı Donbas bölgesinde artan çatışmalar yerini 24 Şubat’ta Rusya’nın “bölgenin Nazizm’den temizlenmesi” bahanesi ile başlattığı saldırıya bıraktı. Her ne kadar başlangıçta askeri bir operasyon olarak servis edilse de zamanla saldırıların tüm Ukrayna’nın kontrol edilmesini hedefleyecek çapta büyük bir işgal girişimi olduğu anlaşılacaktı.[29]

Avrupa Birliği’nin Rusya’ya Enerji Bağımlılığını Bitirmeye Yönelik Geçmişteki Örnek Projelere Karşı Tutumları

  • Bakü Tiflis Ceyhan (BTC) Boru Hattı Projesi

Başta Azerbaycan petrolleri olmak üzere, kaynağı Hazar havzası olan ve bu havzaya kıyısı olan tüm devletler tarafından üretilecek olan petrolü Azerbaycan-Gürcistan-Türkiye (Ceyhan) rotasında taşımayı planlayan Bakü Tiflis Ceyhan Boru Hattı Projesi 2006 yılında ilk tanker yüklemesini başarıyla tamamlamıştır. Söz konusu hattın senelik petrol taşıma kapasitesi 50 milyon tondur.[30] Projenin temelleri 1993 tarihinde Türkiye Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve Azerbaycan Lideri Ebufeyz Elçibey liderliklerindeki hükümetler arasında imzalanan “Boru Hattı İnşası Hakkında Anlaşma” isimli çerçeve anlaşma ile atıldı. 1990’lar temel olarak zaten hem AB, hem Türkiye hem İran için Sovyetler Birliği’nin dağılması sonucu yeni kurulan devletlerin sahip olduğu enerji kaynaklarına erişim için stratejilerin üretildiği yıllardı.[31] Fakar Rusya’ya karşı Kafkasya coğrafyasının en önemli enerji havzası olan Hazar’da güç kazanmak hiç kolay olmayacaktı. Zira Türkiye ile BTC boru hattı projesinin temellerini atan Azerbaycan lideri Elçibey, ülkesinin Hazar’daki kaynaklarının üretimi için kurduğu konsorsiyumda Rusya’ya herhangi bir pay vermeyince bu durum onun bir askeri darbe ile devrilmesi ve yerine gelen Haydar Aliyev’in Rusya’ya da konsorsiyumda %10’luk bir pay vermesiyle sonuçlanacaktı.[32]

Bu çerçevede düşünüldüğünde Avrupa Birliği’nin ve lokomotif ülke Almanya’nın başlangıçta Rusya’yı enerji ticaretinde gücünü azaltacak bu projeye gereken önemi göstermediği, hatta projenin bölge barışına zarar verme ihtimali üzerinde durduğu[33] fakat daha sonrasına söz konusu projenin kaynak çeşitliliğini artırma bakımından olumlu bir proje olarak görülüp desteklenmeye başladığı hatta 1992 yılındaki ilk anlaşmadan ancak 10 sene sonra 2002 yılında inşaatı başlayan ve 2005 yılında hizmet veren projenin açılış konuşmasında AB Enerji Komisyoneri Andris Piebalgs’ın BTC’yi “Avrupa ve Dünya güvenliği için bir dönüm noktası olarak nitelediği[34] söylenebilir.

  • NABUCCO Projesi

NABUCCO Projesi başlangıçta Hazar’a kıyıdaş olan Azerbaycan, ama uzun vadede Türkmenistan, Mısır, Suriye Irak gibi pek çok ülkeden alınacak doğal gazın Avrupa’ya taşınmasını hedefleyen küresel bir projeydi. 2004 yılında Nabucco Gas Pipeline International GmbH şirketinin kurulması ile ilk somut adımı atılan projenin hükümetler arası anlaşması ise 2009 yılının Temmuz ayında Ankara’da imzalanmıştır.[35] 10 Ekim 2002 tarihinde projenin öncü ülkelerinden Türkiye, Macaristan, Bulgaristan, Romanya ve Avrusturya’dan temsilcilerin izlediği Verdi’nin Nabucco isimli operasından esinlenerek NABUCCO Projesi olarak adlandırılan proje yine bu ülkelerin enerji şirketlerinin ortak pay sahipliği ile gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Söz konusu şirketler BOTAŞ (Türkiye), Bulgargaz (Bulgaristan), Transgaz (Romanya), OMW Erdgas (Avusturya) ve MOL (Macaristan) olmakla beraber daha sonra anlaşmaya ortak olarak katılan Alman RWE şirketi de sayıldığında projenin 6 eşit ortağı bulunmaktaydı.[36] Yıllık 31 Milyar metreküp kapasitesi olacağı planlanan ve toplam maliyetinin 7,9 Milyar Euro civarında olan[37], başlıca Azerbaycan-Türkiye (Şahdeniz) Boru Hattı, İran-Türkiye Boru Hattı, Irak-Türkiye Boru Hattı, Mısır-Türkiye Boru Hattı ve Türkmenistan-Türkiye Boru Hattı kollarına ayrılan[38] proje çeşitli kaynak belirsizlik ve yetersizlikleri, Rusya’nın Güney Akım Projesi ile NABUCCO’ya rakip olması, maddi sorunlar, coğrafi riskler ve Türkiye’nin doğalgaz akışından %15 pay almak istemesi talebinin reddi gibi bazı sebeplerden dolayı[39] gerçekleştirilmesi imkansız hale geldi ve 2013 tarihinde önce NABUCCO West’e dönüştü, ardından Şahdeniz Konsorsiyumu’nun TANAP’ı Avrupa’ya bağlamak için TAP’ı desteklemesiyle tarih oldu.[40]

  • Güney Akım Projesi

Güney Akım projesi senede 63 milyar metreküp civarlarında Rus doğal gaz kaynağının Avrupa’ya ulaştırılmasını hedefleyen bir projeydi. Söz konusu proje bünyesinde bir offshore ve birçok onshore boru hattını barındırmakta ve 2017-2018 yılları dolaylarında tamamlanıp 2020 yılında Avrupa Birliği’nin ihtiyaç duyacağı doğal gaz miktarının %12’sini karşılamayı planlamaktaydı. Rusya Federasyonu’nun Beregova Terminal’inde başlaması ve Karadeniz’in 2,2 km altından 900 km uzunluğunda inşa edilmesi planlanan hattan akacak doğal gazın önce Bulgaristan’a ulaşıp ardından da toplamda 2,446 km’ya ulaşacak hat boyunca sırasıyla Sırbistan, Macaristan, Slovenya, Avusturya ana rotasını izlemesi beklenmekteydi. O dönem içerisinde NABUCCO’ya rakip olarak üretilmiş olan en ciddi proje olan Güney Akım’ın ilk anlaşma metni 23 Haziran 2007’de İtalyan ENI ve Rus Gazprom arasında imzalandı. Temel olarak Gazprom’un İtalya, Frans ve Almanya ile işbirliği içerisinde planladığı projenin bütün ortaklarına bakıldığında ise %50 pay sahibi Gazprom ve %20 pay sahibi ENI şirketinin yanı sıra projede %15 oranında paylarıyla Fransız EDF ve Alman BASF Group şirketlerinin de yer aldığı görülmekteydi. Projenin esas hedefinin Rus doğalgazını Ukrayna’yı bypass edecek biçimde Avrupa’ya ulaştırılması olduğu oldukça açık bir gerçekti. Ancak toplam maliyeti yaklaşık olarak 47 milyar Euro’ya ulaşması beklenen proje henüz 2013 yılında inşaat halindeyken AB Enerji Koordinatörü tarafından illegal ilan edildi ve anlaşmaların Rusya tarafıyla revize edilmesi istendi. Ancak Rusya’nın bu talebe yanaşmaması, bir yıl sonra gerçekleşen Kırım işgali gibi olaylar projenin resmen sonunu getirdi. Söz konusu proje ile ilgili hatırlanan ilk önemli husus AB üye ülkelerinin henüz NABUCCO Projesi ile Güney Akım Projesi rekabet halindeyken enerji konusunda kendi ulusal çıkarlarını Birliğin çıkarlarından üstte tuttukları gerçeğiydi. İkinci husus ise projenin iptal olmasının ardından dönemin AB Konseyi Başkanı Herman Van Rompuy’un Avrupa Birliği’nde lider rol üstlenen ülkelerin artık Rusya’ya enerji bağımlılığını azaltma konusunda ortak karar aldığı ve bunun yerine enerji tedarik zincirlerinin rotalarını çeşitlendirip aynı zamanda yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanılmasına odaklanacaklarını açıklaması olarak görülebilir.[41]

  • TANAP ve TAP Projeleri

TANAP ve TAP Projeleri Güney Gaz Koridoru’nun iki tamamlayıcı unsurudur, Şahdeniz 2 havzasından elde edilen doğal gaz TANAP hattı vasıtasıyla Türkiye’nin yirmi şehrini geçecek[42], ardından TAP hattı üzerinden Avrupa’ya taşınacaktır. Avrupa’ya Yunanistan üzerinden giriş yapacak doğal gaz daha sonra sırasıyla Arnavutluk ve İtalya’ya iletilmesi planlanmaktadır. Bu noktadan sonra söz konusu kaynak İtalya’yı da geçerek Doğu ve Merkez Avrupa ülkelerine dağıtılacaktır.[43] Türk enerji şirketi BOTAŞ, TANAP projesinin üç önemli ortağından birisidir. Azeri SOCAR’ın %58, İngiliz BP’nin %12 pay sahibi olduğu projede BOTAŞ %30’luk payı ile ikinci büyük ortak olarak gözükmektedir.[44]

2012 yılında hukuki temelleri atılan, bir sene sonrasında nihai yatırım kararı çıkan, 2015 yılında ise projenin iki temel ülkesinin devlet başkanları Recep Tayyip Erdoğan ve İlham Aliyev’in katılımları ile inşaat temel atma töreni gerçekleştirilen TANAP Projesi’nin ilk fazı 2018, ikinci fazı ise 2019 yılında tamamlandı. İlk hesaplamalarda maliyeti 11,7 milyar dolarak belirlenen proje, toplamda %40 kar edilerek 7 milyar doların altında bir harcama ile sonuçlandırıldı.[45] TANAP projesinde Türkiye coğrafyasında dolaşımı sağlanan doğal gazın Yunanistan üzerinden Avrupa’ya taşınması için tamamlayıcı bir hat olarak kurgulanan ve Norveç merkezli Statoil’in %42,5, İsviçre merkezli Axpo’nun %42,5 ve  Almanya merkezli Eon’un %15 hissedarlığında hayata geçirilen TAP Projesi’nin maaliyeti ise 4,5 milyar dolar olup[46],  söz konusu projenin temelleri 2016 yılında Yunanistan’ın Selanik kentinde gerçekleştirilmiştir. 2018 yılında TANAP ile birleştirilmesi sağlanan TAP’a ilk gazın verilişi ise 2020 yılında gerçekleşti. Öte yandan 2022 yılında Bulgaristan ve Yunanistan arasında inşa edilen IGB doğalgaz hattının TAP’a bağlantısı gerçekleştirilerek projenin kapsamı da bir bakıma genişletilmiş oldu.[47] Projelerin taşıdığı gaz kapasitelerine baktığımız zaman ise başlangıç kapasitesi 16 milyar metreküp olan[48] ve bu kapasitenin 10’unu Avrupa’ya 6’sını Türkiye’ye ulaştıran projelerin[49] 2023 yılında Türkiye’ye 10,2 ve Avrupa’ya ise 12 milyar metreküp doğal gaz taşıdığı, gelecekte ise kapasitenin toplam 32 milyar metreküpe çıkarılmasının hedeflendiği gözlemleniyor.[50]

  • Kuzey Akım 1 ve 2

Kuzey Akım 1 ve Kuzey Akım 2 projeleri Rus Gazprom’un %51, Alman Wintershall Dea AG ve PEGI/E.ON şirketlerinin %15,5+%15,5, Hollandalı N.V. Nederlandse Gasunie şirketi ve Fransız ENGIE’nin %9+%9 pay sahibi olduğu North Stream AG tarafından hayata geçirilmiştir.[51] Hem Kuzey Akım 1 hem de Kuzey Akım 2 ikişer hatta sahiplerdir. İki projenin de toplam kapasitesi yılda 27.5+27.5 milyar metreküpten toplam 55’er milyar metreküp olup, iki proje bir arada düşünüldüğünde Avrupa’ya servis edilen doğal gaz miktarı 110 milyar metreküpü bulmaktadır. Kuzey Akım 1 hatlarının çıkış noktası Rusya’nın Vyborg kıyısı olup, söz konusu hatlar Baltık Denizi’nin altından sırasıyla Rusya, Finlandiya, İsveç, Danimarka ve Almanya’nın Münhasır Ekonomik bölgelerinden ilerleyerek nihayetinde Almanya’nın Greifswald kıyısında son bulur. 7,4 Milyar Euro değerinde olan Kuzey Akım 1 projesinin doğal gaz kaynağı 4,9 trilyon metreküp rezerve sahip olan Bonavenkovo yatağıdır. Kuzey Akım 1’in rotasına paralel ilerleyen Kuzey Akım 2 projesinin beslendiği temel kaynak ise Leningrad’daki Ust-Luga bölgesidir. Güncel durumlarına baktığımızda ise iki projenin de şu anda işler durumda değil. Kimi kaynaklara göre Kuzey Akım 1’in akışı Rusya tarafından “tamirat” gerekçesiyle[52], kimilerine göreyse Avrupa’ya savaşla alakalı göz dağı vermek amacıyla kesildi. Kuzey Akım 2 ise zaten hiç faaliyete başlayamadan durdurulmuştu. Ayrıca Rusya-Ukrayna Savaşı’nın başlamasından kısa bir süre sonra iki hattın da sabotaja uğramasının sır perdesi hala daha aralanamadı.[53]

Yeşil Enerji’nin Adım Adım Yükselişi: Rusya’ya Bağımlılığın Azalması İçin Yeni Bir Umut

    • Yeşil Dönüşümün Dünya ve Avrupa’daki Gelişimi

Avrupa Birliği’nin kurucu belgeleri olan 1951 Paris ve 1957 Roma Anlaşmalarında çevre veya iklim konularından bahsedilmemiş[54], söz konusu dönemde Avrupa Toplululuğu ismine sahip olan AB tarafından yeşil dönüşüm hususunun izine ilk kez 1967 tarihli “Tehlikeli Maddelerin Sınıflandırılması, Ambalajlanması ve Etiketlenmesi” isimli yönergede rastlanılmıştır.[55] Özellikle 1970’li yıllar dünyada ve Avrupa’da çevre duyarlılığının yükseldiği zamanlar olmuş, bu bakımdan Birleşmiş Milletler İnsan ve Çevre Konferansı 1972 yılında Stockholm’de gerçekleştirilerek konu uluslararası bir zeminde ilk kez tartışılmıştır. Avrupa Topluluğu bu konferanstan yalnızca birkaç ay sonra Paris’te gerçekleştirdiği zirvede bugüne dek süregelen ve periyodik olarak yenilenen AB Çevre Eylem Programı’nı başlatmıştır.[56] 1987 yılında hazırlanan Avrupa Tek Senedi ile Avrupa Birliği bir çevre perspektifine kavuşmuş[57], 1993 Maastricht Anlaşması sayesinde çevre perspektifi daha da güçlenmiş, ihtiyatlılık ilkesi (herhangi bir projeden önce bilim insanlarına söz konusu projenin çevreye olası etkilerini danışarak hareket etme prensibi) önemli kurallar AB kurucu anlaşmalarına girmiştir.[58]

1997 yılında imza edilen ve 2005 yılında yürürlüğe giren Kyoto Protokolü, küresel anlamda emisyon hedefleri koyan ilk uluslararası anlaşma niteliği taşımaktadır.[59] Söz konusu anlaşmada imzası bulunan ülkeler emisyon seviyelerini 1990 yılında sahip olduğundan %5,2 daha aşağıya çekmeyi taahhüt etmektedirler.[60] 1997 yılında imza edilen Amsterdam Anlaşması Birliğin yeşil politika hedeflerine “sürdürülebilir kalkınma” kavramını katması bakımından önemli olmakla birlikte[61], peşine 2001 yılında imzalanıp 2003 yılında yürürlüğe giren Nice Anlaşması da “su politikaları” kapsamında “Su Çerçeve Direktifi” gibi eklemelerle AB yeşil dönüşümüne katkıda bulunmuştur.[62] 2007 yılında imza edildikten iki yıl sonra yürürlüğe giren Lizbon Anlaşması ise Avrupa Birliği’nin –diğer tüm dış eylemlerde olduğu gibi- iklim konusundaki dış eylemlerinde de hareket kabiliyetini artırıcı etki yapmıştır.[63]

Ukrayna ve Rusya destekli tek taraflı bağımsızlığını ilan eden Lugansk ve Donetsk bölgeleri arasında 2017’den beri ilk kez mahkum takası başladı.
  • 2014’teki Rus İlhak ve İşgalinin Ardından Yeşil Enerji Politikaları
    • 2015 Paris İklim Anlaşması

2015 yılında Fransa’nın başkenti Paris’te Birleşmiş Milletler öncülüğünde düzenlenen Paris İklim Konferansı’nın sonucu olarak imzacı devletlere çevre ve iklim değişimi konusunda bir takım yeni yükümlülükler yükleyen Paris İklim Anlaşması imza edildi. Söz konusu anlaşma gereğince her katılımcı devletin veya aktörün kendine özgü bir iklim eylem planı oluşturması ve söz konusu planı 5 yılda bir Birleşmiş Milletler’e sunması kararlaştırıldı. Öte yandan yine anlaşmanın bir gereği olarak her bir katılımcı aktör, dünyanın gelecekteki küresel ısınma seviyesinin 2 derecenin altında tutulması, hatta birincil hedef olarak 1.5 derecelik artışın aşılmaması konusunda çalışmalar yapmak konusunda mutabık kaldı.[64] Söz konusu anlaşmada Birliği temsilen görev alan üç temel aktör Britanya (eski üye), Almanya ve AB Komisyonu’nun bizzat kendisiydi.[65]

  • 2019 Avrupa Yeşil Mutabakatı

2019 yılında Avrupa Komisyonu tarafından dünyanın deneyimlemekte olduğu ve her geçen gün daha da derinleşen iklim krizini durdurmak için Avrupa Yeşil Mutabakatı’nı kabul etti. Söz konusu mutabakatın temel hedefleri incelendiğinde, Birliğin 2030 yılına kıyasla Avrupa kıtasındaki emisyon seviyelerini 1990 yılında mevcut olanın %55 daha altına çekmeyi hedeflemenin yanı sıra, aynı yıla kadar Avrupa Birliği genelinde üç milyar ek ağaç dikilmesini planladığı bilinmekte. Öte yandan yirmi yıl sonrası için, yani 2050 yılı için esas hedef ise kıta genelinde net sıfır emisyon seviyesine ulaşmak. Yeşil Mutabakat’ın imzalandığı günden bu yana ayrıca “sınırda karbon düzenlemesi”, “net sıfır emisyon sanayi planı” gibi çeşitli sektörler için yeni projeler üreten AB, Yeşil Mutabakat kapsamında alınan önlemleri finanse etmek için NextGenerationEU Kurtarma Planı’ndan gelen 1,8 trilyon Euro’yu kullanmayı planlıyor.[66]

  • 2022 Rusya’nın Ukrayna Saldırısından İtibaren AB’nin Yeşil Enerji Dönüşümü ve Ek Önlemler

2022 Şubatı’nda Rusya’nın Ukrayna’ya karşı başlatmış olduğu savaşın hemen üç ay sonrasında Avrupa Komisyonu REPowerEU adında, Avrupa Birliği’nin enerji piyasasında aldığı yaraları sarmak ve Birliğin Rusya’ya olan enerji bağımlılığını kırmak adına yeni bir proje başlattı. Söz konusu projenin temel hedefleri ise Birlik genelinde enerji tasarrufu sağlamak, temiz enerji kaynaklarının kullanımını artırmak ve enerji çeşitliliğini yükseltmek olarak sıralanabilir. Söz konusu projenin Avrupa Birliği’ne kattığı kazanımlar ise şu şekilde listelenebilir:

  • Rus fosil yakıtlarına bağımlılık azaldı.
  • Enerji talebi yaklaşık olarak %20 seviyelerinde geriledi.
  • Gaz ve petrolde tavan fiyat uygulaması başlatıldı.
  • Yenilenebilir enerji kaynaklarının yayılımı iki katına çıktı ve 2022 yılı boyunca Birlik genelinde elektrik ihtiyacının %39’u yenilenebilir kaynaklardan geldi.
  • 2021 yılının Ağustos ayında Birlik toplam doğal gaz ihtiyacının %41’ini Rus boru hatlarından, %40’ını diğer ülkeler merkezli boru hatlarından %19’unu ise Sıvılaştırılmış Doğal Gaz (LNG) kaynaklarından karşılamaktaydı. 2022 Ağustos yılının verileri incelendiğinde ise LNG’nin kullanım oranının sansasyonel bir biçimde toplam ihtiyacın %41’ini karşılayacak düzeye eriştiğini gözlemlemekteyiz. Öte yandan AB diğer ülkeler merkezli boru hatlarından aldığı doğal gazın payını %50 seviyesine çıkarmakta, yine çok büyük bir değişiklik olarak Rusya’nın buradaki payını %9 seviyelerine indirmiş gözükmektedir.
  • Enerji kesintilerini önlemek için Avrupa Birliği tarafından Birliğin gaz depolama oranının %80’in üzerine çıkarmaktı. 2022 Kasım’ında ise gaz dolum oranı Birlik içinde %96’lık rekor seviyeleri gördü.
  • 41 GW gücünde güneş enerji sistemi ve 16 GW gücünde rüzgar enerjisi sistemi kurularak rekor seviyelere ulaşıldı

Avrupa Birliği bu proje için 72 milyar Euro’su hibeler olmak üzere toplam 300 milyar Euro finansman ayırdı.[67] AB enerji çeşitliği konusunda da 2022 “Putin’in savaşı” sonrası önemli adımlar attı. Zira Mısır ve İsrail ile birlikte imzaladığı memorandum, Azerbaycan ile imzalanan enerji alanında stratejik ortaklık mutabakat zaptı, ABD’den alınan 15 milyar metreküp ek LNG sözü bu adımlardan en önemlileri olarak gözükmektedir. 2022 yılının ilk yarısında Rusya dışı LNG ithalatını bir önceki yıla kıyasla 19 milyar metreküp artıran Birlik, Rusya dışı boru hatlarından aldığı doğal gazı da (özellikle Norveç, Azerbaycan, Birleşik Krallık ve Kuzey Afrika bölgesinden) 14 milyar metreküp artırdı.[68] Yüzdelik dilim anlamında değerlendirdiğimizde AB’nin doğalgaz ithalatında 2023 yılının ilk çeyreğinde Rusya’nın payının bir önceki aynı döneme kıyasla %38,8’den sert bir düşüşle %17,4 seviyelerine düştüğü görülüyor. Öte yandan aynı dönemler içerisinde aynı düşüş petrol ithalatında Rusya’nın payının %26’dan %3,2’ye düşmesi olarak karşımıza net bir biçimde çıkıyor.[69]

Enerji bağımsızlığının bir diğer önemli ayağı olan yenilenebilir enerji konusunda Avrupa Komisyonu’nun 2030 yılı için yenilenebilir enerjinin tüm enerji kaynaklarına oranını %40’tan %45 seviyesine çıkardığı biliniyor. GW bazında baktığımızda da yenilenebilir enerjinin seviyesinin “FitFor55” paketinde 1067 GW olan hedefinin REPowerEU projesinde 1236 GW’a çıkarıldığını gözlemliyoruz.[70] Özellikle Avrupa Yeşil Mutabakatı’nın imzalandığı 2019 yılı ile 2020 yılı arasında ve pandeminin gündemde olduğu 2021 ile 2022 yılları arasında yenilenebilir enerji kaynaklarının kullanım oranının artış hızının normale kıyasla yükseldiğini ve 2022 yılında ölçülen son rakama göre %23 düzeyinde olduğunu biliyoruz.[71]

  • Yeşil Dönüşümle Çelişen Ama Vazgeçilemeyen Güç: Nükleer

Yüzyıllardır dünyanın pek çok gelişmiş ülkesinde en çok tercih edilen enerji çeşitlerinden biri olan nükleer enerji, AB yeşil dönüşümünün en zayıf halkası gibi görünüyor. 2021 verilerine göre Avrupa Birliği’nin tüm enerji kaynakları oranlandığında nükleer enerjinin payı %12,8 seviyelerinde, o dönem için yenilenebilir enerji kaynaklarının yaklaşık %5 altında gözüküyor.[72] Fakat bu oran özellikle Rusya-Ukrayna savaşının yarattığı enerji krizi sebebiyle artabilir gibi duruyor. Zira her ne kadar Birliğin lokomotif ülkelerinden Almanya daha önce kapanmasını ertelediği son üç nükleer santralinin kapatma kararını resmen 15 Nisan 2023 tarihinde yürürlüğe koysa da, Finlandiya, Fransa, Belçika, Hollanda, Polonya gibi diğer üye ülkeler var olan pek çok nükleer santrallerinin faaliyet süresini uzatma ve hatta yeni santrallerin inşası konusunda kararlara imza attılar.[73]

Rusya-Ukrayna Savaşı’nda Değişen Dengeler: Ukrayna Desteğini Kaybediyor

Şüphesiz savaşın ilk gününden itibaren Ukrayna’nın en büyük destekçisi olan iki temel aktör AB ve ABD bugün kendi kapasiteleri ve güncel konjonktürün verdiği imkan ölçüsünde Ukrayna’nın savunulması konusunda desteklerini sürdürmekteler. Bunun en büyük örneği 2023’ün bitimine yakın AB tarafından Ukrayna ile müzakerelerin başlatılması kararı olarak görülebilir.[74] Ancak öte yandan artık Ukrayna’ya yönelik yapılan yardımların maddi yükü hakkında her iki büyük aktörün de hiç hoşnutsuzluk ya da zorluk yaşamadığını söylemek doğru olmaz. Zira 2023 yılının Aralık ayında Macaristan’ın AB tarafından Ukrayna’ya yapılması planlanan 54 milyar Euro’luk destek paketini veto etmesi bunun en somut örneği.[75] Öte yandan Voice of America’da (2023) yer alan bir habere göre ABD halkının Ukrayna’yı silahlandırmaya yönelik desteği git gide azalıyor.[76] İşte bu durum Ukrayna lideri Zelenski’yi ABD kongre üyelerinin ayağına kadar gidip “eğer maddi destek paketi gelmezse savaşı kaybederiz” demek mecburiyetinde bile bırakmış durumda.[77]

Sonuç

Kurulduğu ilk günden beri bir enerji birlikteliği niteliği taşıyan Avrupa Birliği özellikle üye ülkelerin sahip olduğu kömür ve çelik bazlı enerji kaynaklarının dünya piyasasında popülaritesi düşmeye ve doğal gazın geçerliliği artmaya başladıktan sonra Rusya’ya karşı enerjide bağımlı bir hale geldi. Söz konusu bağımlılığın temelleri 1980’li yıllarda, yani Sovyetler Birliği hala daha varlığını devam ettirirken başlamıştı ve gün geçtikçe kademeli olarak arttı. Her ne kadar 1990’larda hazırlanan bazı stratejiler ile AB arz güvenliğini artırmayı planladıysa da Rusya’nın enerji piyasasındaki dominasyonu üye ülkeleri yeterince rahatsız etmiyordu. Ancak özellikle 2006 ve 2009 yılındaki gaz krizleri AB’nin bir bakıma gözünün açılmasına neden oldu. Çünkü bu krizler AB’ye Rusya’nın dilediği vakit kendisinin sağladığı bir enerji kaynağını kullanarak Birliğe şantaj yapabileceğini fark ettirmişti. Her ne kadar krizlerin esas sebebi Rusya ve Ukrayna arasındaki anlaşmazlıklar olsa da, Rusya’nın AB için enerji konusunda güvenilirliği ciddi ölçüde sarsılmıştı.

Söz konusu dönemlerin içerisinde Avrupa Birliği arz çeşitliliğini artırmaya yönelik pek çok projeye destek verdi. Bakü Tiflis Ceyhan projesi özellikle 90’lı yıllarda başlamış projeler arasında en önemlisi, aynı zamanda bağımsızlığını yeni kazanmış Azerbaycan’ın Birlikle yakınlaştırılması bakımından en kıymetlisiydi. Fakat Azerbaycan formülünün denendiği daha kapsamlı bir başka proje olan NABUCCO pek çok sorunu nedeniyle hayata geçirilemedi. Aynı dönemde Rusya tarafından ortaya atılan alternatif Güney Akım projesi, AB’nin hala daha enerjide tek sesli olamayışını gözler önüne sermekteydi. Daha sonra NABUCCO kadar olmasa da bir başka önemli proje TANAP ve TAP projeleri olarak ortaya çıktı. Söz konusu projeler sayesinde hem Azerbaycan hem Türkiye hem de AB gerek siyasal gerek ekonomik olarak gerekse de arz güvenliği olarak önemli ölçüde kar etti.

2014 yılında gerçekleşen Rusya’nın Kırım ve Donbas işgalleri AB’nin enerji güvenliğindeki uyanışının zirve noktası oldu. 2014 sonrasında yeşil dönüşüm çerçevesinde yenilenebilir enerji kaynaklarının yayılmasına odaklanan Birlik, 2015 yılı Paris İklim Anlaşması’nda oldukça aktif bir rol oynamasının yanı sıra kendi içinde de AB Yeşil Mutabakatı ve REPoweEU gibi paketlerle yenilenebilir enerjiyi esas enerji kaynağı olarak kullanma yoluna girdi. 2020 yılındaki pandemi süreci her ne kadar Birlik ekonomisini zayıflatsa da, sürdürülebilir kalkınma hedefleri doğrultusunda pandemi tüm dünyaya olduğu gibi AB’ye de önemli bir ders verdi. Hemen akabinde 2022 yılında Rusya’nın Ukrayna’ya yönelik işgal girişimi neticesinde ise AB, Rusya’dan ithal ettiği enerji kaynaklarını önemli ölçüde kısarak enerjide devrim niteliğinde adımlar attı.

Ancak güncel olarak Avrupa Birliği’nde özellikle 2021 sonrası gerçekleşen enerji fiyatı artışları, tedarik sorunları gibi hususları dikkate aldığımızda ve öte yandan üye ülkelerin önemli bir kısmının nükleer enerjiden bir türlü vazgeçemediğini göz önünde bulundurduğumuzda, yeşil dönüşüm hedeflerine ulaşma hedeflerinin enerji piyasasında ne kadar gerçekleşeceği bir süre daha belirsizliğini koruyacak gibi gözüküyor. AB şu anda her ne kadar Rusya ile enerji konusunda ilişkilerini neredeyse tamamen kesme noktasına geldiyse de, özellikle İsrail-Filistin savaşının başlangıcından itibaren ABD’nin Rusya-Ukrayna savaşına yetişmekte zorlanması, AB içerisinde Ukrayna’ya destek noktasında genişleyen çatlaklar gibi hususlar “Eğer Ukrayna savaşı kaybederse ne olur?” sorusunu akıllara getiriyor.

Sonuç olarak, Avrupa Birliği’nin küresel enerji tedarik hatlarından, yenilenebilir enerjinin zirvede olacağı bir “yeşil enerji kalesine” dönüşümü konusundaki hipotezimiz kısmen doğru gibi gözükse de, Ukrayna’nın savaşı kaybetmesi halinde, AB üye ülkelerinin yine NABUCCO-Güney Akım rekabetinde olduğu gibi kendi çıkarlarını Birlik çıkarlarından daha üstte görerek Rusya’yı AB enerji sistemi içerisine yeniden dominant bir tedarikçi olarak eklemeyeceklerini kesin olarak söylemek de mümkün veya mantıklı gözükmemektedir.

Tugay Karayel

Stratejik Ortak Misafir Yazar

[vc_toggle title=”KAYNAK”]

Kitap ve Kitap Bölümleri

Akçay, Belgin, Sinem Akgül Açıkmeşe, Burak Erdenir vd (2017). Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri. Ankara: Seçkin Yayıncılık.

Bayraktutan, Yusuf (2019). Uluslararası İktisat. Kocaeli: Umuttepe Yayınları.

Goldstone, Jack A., Leonid Grinin, Andrey Korotayev vd (2022) Handbook of Revolutions in the 21st Century. Iowa City: Springer.

Jordan, Andrew, Viviane Gravey (2021). Enviromental Policy in the EU. New York: Routledge.

Kaya, Ayhan, Senem Aydın Düzgit, Yaprak Gürsoy vd (2020). Avrupa Birliği’ne Giriş. İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Yıldırım, Zafer (2007).  “EU Policy Towards the Baku-Tbilisi-Ceyhan Pipeline.” Şu kitapta: Haz./Ed Kenan Dağcı ve Gül Tuğba Dağcı. Rethinking EU Turkey Relations.  Münster: MV Wissenschaft, s. 69-83.

Yiğitgüden, Halil Yurdakul (2023). Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattının Yaşanan Tarihi. Ankara: Terazi Yayıncılık.

Süreli Yayınlar/Makaleler-Bildiriler

Bahgat, Gawdat (2006). “Europe’s Energy Security: Challenges and Opportunities.” International Affairs (Royal Institute of International Affairs 1944-), 82(5), 961-975.

Collard, Fabienne (2018). “La politique énergétique en Europe.” Courrier hebdomadaire du CRISP, 2403-2404(38-39), 5-66.

Çalışkan, Feramuz (2022). “Adım Adım Rusya Ukrayna Savaşı ve Üçüncü Tarafların Sürece Etkisi”, EURO Politika Dergisi, 2022(14), 35-47.

De Jong, S.,  Jan Wouters, Steven Sterkx vd (2010). “The 2009 Russian-Ukrainian Gas Dispute: Lessons for European Energy Crisis Management After Lisbon”. European Foreign Affairs Review, 15(4): 511-538.

Erdoğan, Nuray (2017).  “Tanap Projesinin Türkiye Ve Azerbaycan Enerji Politikalarındaki Yeri Ve Önemi”, Ömer Halisdemir Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 10(3), 10-26.

Erdoğdu, Erkan (2010). “Bypassing Russia: Nabucco Project And İts İmplications For The European Gas Security”, Reneweble and Sustainable Energy Reviews, 14(9), 2936-2945.

Giuli, M.,  Sebastian Oberthür vd (2023). “Third Time Lucky? Reconciling EU Climate And External Energy Policy During Energy Security Crises”, Journal of European Integration, 45(3):  395-412.

Kaçmaz, Muhammet (2020). “Avrasya denkleminde jeopolitik kırılma; Ukrayna”, Türk Coğrafya Dergisi, 2020(74), 7-15.

Kakışım, C., Timuçin Kodaman (2015). “Trans Adriyatik Boru Hattı Projesinin Stratejik Beklentileri”, Uluslararası Avrasya Enerji Sorunları Sempozyumu, 437-444.

Kakışım, Cemal (2019). “Enerji Krizlerinin Etkisiyle Şekillenen Avrupa Birliği’nin Enerji Politikası.” Gümüşhane Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Elektronik Dergisi, 10(2), 460-472.

Kavaz, İsmail (2018). “Türkiye’nin Enerji Merkezi Olma Sürecinde TANAP Projesi”, SETA Perspektif Dergisi, 2018(199),  1-6.

Novikau, A., Jahja Muhasilovic vd (2023). “Turkey’s Quest To Become A Regional Energy Hub: Challenges And Opportunities”, Heliyon Dergisi, 2023(9), 1-11.

Önce, A. G., Sadettin Paksoy vd (2015).  “Trans Anadolu Doğal Gaz Boru Hattı Projesi’nin (Tanap) Bölge Ekonomisi Ve Barışı Açısından Önemi”, I. Uluslararası Kafkasya-Orta Asya Dış Ticaret ve Lojistik Kongresi, 733-750.

Özdemir, Ş.,  Ayça Eminoğlu vd (2022). “Yeni Nesil Savaş: Rusya’nın Donbas’ta Uyguladığı Hibrit Savaş Yöntemi”, Hitit Sosyal Bilimler Dergisi, 15(1), 67-84.

Semercioğlu, Harun (2016). “Ukrayna Krizi Bağlamında AB-Rusya İlişkilerinin Ekonomi Politiği”,  EUL Journal of Social Sciences, 7(2), 188-202.

Uyanıker, Halit Burak (2018). “Kırım Sorunundan Donbas Savaşına Rusya-Ukrayna Uzlaşmazlığı”, Karadeniz Araştırmaları, 15(59), 137-168.

Yesevi, Çağla Gül (2018).  “Considering Pipeline Politics in Eurasia: South Stream, Turk Stream and TANAP”, Bilge Strateji Dergisi, 10(18),  11-52.

Tezler

Bozdemir,  Yüksel  (2010).  Kyoto Protokolü Ve Ab Çevre Düzenlemelerinin Türkiye – Ab İlişkilerine Yansımaları. Balıkesir Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,  Balıkesir.

Kelekçi,  Elif  (2023).  The European Union In Global Climate Governance: A “Critical” Role For The Climate Negotiations.  Yüksek  lisans tezi, Tobb Universıiy Of Economics And Technology, Graduate School Of Social Sciences, Ankara.

Konur,  Murat  (2012).  Avrupa Birliği Çevre Politikası Ve Türkiye Üzerine Etkileri.  Yüksek  lisans tezi, Niğde Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,  Niğde.

Ağ Siteleri

Anadolu Ajansı. (2023). Almanya nükleer enerjiden vazgeçerken, Avrupa ülkeleri bu alandaki faaliyetlerini artırıyor Erişim Tarihi: 14.01.2024

Anadolu Ajansı. (2023). Bu yıl TANAP’tan Türkiye’ye 10,2 milyar metreküp gaz taşınacak (aa.com.tr) Erişim Tarihi: 13.01.2024

Anadolu Ajansı. (2023). Macaristan, AB’nin Ukrayna’ya 54 milyar avroluk yardım paketini veto etti (aa.com.tr) Erişim Tarihi: 14.01.2024

BBC. (2022).  Kuzey Akım 1’de de sızıntı oldu: Rusya’dan gelen hatlar endişeye yol açıyor – BBC News Türkçe  Erişim Tarihi: 13.01.2024

BBC. (2023). AB’den Ukrayna ve Moldova ile katılım müzakereleri başlatma, Gürcistan’a aday ülke statüsü kararı – BBC News Türkçe Erişim Tarihi: 14.01.2024

Botaş. (2024). Ham Petrol | BOTAŞ – Boru Hatları İle Petrol Taşıma Anonim Şirketi (botas.gov.tr) Erişim Tarihi: 11.01.2024

Dünya Gazetesi. (2009). Nabucco Projesi imzalandı – Dünya Gazetesi (dunya.com) Erişim Tarihi: 11.01.2024

Euronews. (2023). ANALİZ | Baltık Denizi’ndeki Kuzey Akım boru hatlarına yönelik saldırıların ardında kim var? | Euronews Erişim Tarihi: 13.01.2024

Euronews. (2023). Zelenskiy, ABD’den acil destek gelmezse savaşı kaybedebileceklerini söyledi | Euronews Erişim Tarihi: 14.01.2024

European Comission. (2004). https://ec.europa.eu/commission/presscorner/detail/en/memo_04_43/ Erişim Tarihi: 13.01.2024.

European Comission. (2024). EU action to address the energy crisis – European Commission (europa.eu) Erişim Tarihi: 14.01.2024

European Comission. (2024). REPowerEU (europa.eu) Erişim Tarihi: 14.01.2024

European Comission. (2024). The European Green Deal – European Commission (europa.eu) Erişim Tarihi: 13.01.2023

European Council. (2024). https://www.consilium.europa.eu/en/policies/climate-change/paris-agreement/ Erişim: 13.01.2024

European Parliament. (2024).  Maastricht Treaty (europa.eu) Erişim Tarihi: 01.01.2024.

Eurostat. (2022). Energy Dashboard (europa.eu) Erişim Tarihi: 14.01.2024

Eurostat. (2023). Imports of energy products down in Q1 2023 – Products Eurostat News – Eurostat (europa.eu) Erişim Tarihi: 14.01.2024

Eurostat. (2023). Shedding light on energy – 2023 edition – Interactive publications – Eurostat (europa.eu) Erişim tarihi: 14.01.2024

North Stream AG. (2024).  Who We Are – Nord Stream AG (nord-stream.com) Erişim Tarihi: 13.01.2024

TANAP. (2024).  TANAP – Trans Anadolu Doğal Gaz Boru Hattı Projesi Erişim Tarihi: 13.01.2024

TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası. (2013). EMO – NABUCCO PROJESİ TARİH OLDU (MİLLİYET) Erişim Tarihi:  11.01.2024

Trans Adriatic Pipeline. (2024).  Tarihçe › Trans Adriyatik Boru Hattı (TAP) (tap-ag.com) Erişim Tarihi: 13.01.2024

TRT Haber. (2022).  TANAP’ın kapasitesi iki katına kadar artırılacak – Son Dakika Haberleri (trthaber.com) Erişim Tarihi: 13.01.2024

TUİÇ Akademi. (2012). https://www.tuicakademi.org/nabucco-projesi/ Erişim Tarihi: 12.01.2024

Voice of America. (2023). “ABD halkının Ukrayna’yı silahlandırmaya verdiği destek azalıyor” (voaturkce.com) Erişim Tarihi: 14.01.2024

[1] Belgin Akçay, Sinem Akgül Açıkmeşe, Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri, 2. Baskı, Ankara, Seçkin Yayıncılık, 2017, s. 456.

[2] Ayhan Kaya, Senem Aydın-Düzgit, Yaprak Gürsoy, Özge Onursal Beşgül, Avrupa Birliği’ne Giriş Tarih Kurumlar ve Politikalar, Genişletilmiş 4. Baskı, İstanbul, 2020, s. 272.

[3] Belgin Akçay, Sinem Akgül Açıkmeşe, a.g.e,  s. 456.

[4] Yusuf Bayraktutan, Uluslararası İktisat, 4. Baskı, Kocaeli, Umuttepe Yayınları, 2019, s. 226.

[5] Gawdat Bahgat, “Europe’s Energy Security: Challenges and Opportunities”, International Affairs, Cilt 82, Sayı 5, (2006), s. 965.

[6] Cemal Kakışım, “Enerji Krizlerinin Etkisiyle Şekillenen Avrupa Birliği’nin Enerji Politikası”, Gümüşhane Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Elektronik Dergisi, Cilt 10, Sayı 2, (2019), s. 462.

[7] Belgin Akçay, Sinem Akgül Açıkmeşe, a.g.e,  s. 456.

[8] Cemal Kakışım, a.g.m, s. 462-463.

[9] Belgin Akçay, Sinem Akgül Açıkmeşe, a.g.e,  s. 457.

[10] Cemal Kakışım, a.g.m, s. 462-463.

[11] Ayhan Kaya, Senem Aydın-Düzgit, Yaprak Gürsoy, Özge Onursal Beşgül, a.g.e, s. 278

[12] Gawdat Bahgat, a.g.m, s. 965.

[13] Fabienne Collard, “La politique énergétique en Europe”, Courrier hebdomadaire du CRISP, Cilt 2403-2404, Sayı 38-39, (2018), s. 58.

[14] Ayhan Kaya, Senem Aydın-Düzgit, Yaprak Gürsoy, Özge Onursal Beşgül, a.g.e, s. 278

[15] Cemal Kakışım, a.g.m, s. 463.

[16] European Parliament. Maastricht Treaty (europa.eu) Erişim Tarihi: 01.01.2024.

[17] Belgin Akçay, Sinem Akgül Açıkmeşe, a.g.e,  s. 457-458.

[18] Cemal Kakışım, a.g.m, s. 466.

[19] Ayhan Kaya, Senem Aydın-Düzgit, Yaprak Gürsoy, Özge Onursal Beşgül, a.g.e, s. 273.

[20] Muhammet Kaçmaz, “Avrasya denkleminde jeopolitik kırılma; Ukrayna”, Türk Coğrafya Dergisi, Cilt 2020, Sayı 74, (2020), s. 160.

[21] Jack A. Goldstone, Leonid Grinin, Andrey Korotayev, Handbook of Revolutions in the 21st Century,  1. Baskı,  Iowa City, Springer, 2022,  s. 503-510.

[22] Cemal Kakışım, a.g.m, s. 466.

[23] Harun Semercioğlu, “Ukrayna Krizi Bağlamında AB-Rusya İlişkilerinin Ekonomi Politiği”, EUL Journal of Social Sciences, Cilt 7, Sayı 2, (2016), s. 191-192.

[24] Subren De Jong, Jan Wouters, Steven Sterkx, “The 2009 Russian-Ukrainian Gas Dispute: Lessons for European Energy Crisis Management After Lisbon”, European Foreign Affairs Review, Cilt 15, Sayı 4 (2010), s. 521-529

[25] Belgin Akçay, Sinem Akgül Açıkmeşe, a.g.e,  s. 462.

[26] Halit Burak Uyanıker, “Kırım Sorunundan Donbas Savaşına Rusya-Ukrayna Uzlaşmazlığı”, Karadeniz Araştırmaları, Cilt 15, Sayı  59, (2018), s. 140-142.

[27] Marco Giuli, Sebastian Oberthür, “Third Time Lucky? Reconciling EU Climate And External Energy Policy During Energy Security Crises”, Journal of European Integration, Cilt 45, Sayı 3, (2023),  s. 400-401.

[28] Şennur Özdemir, Ayça Eminoğlu, “Yeni Nesil Savaş: Rusya’nın Donbas’ta Uyguladığı Hibrit Savaş Yöntemi”, Hitit Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 15, Sayı 1, (2022),  s. 71.

[29] Feramuz Çalışkan, “Adım Adım Rusya Ukrayna Savaşı ve Üçüncü Tarafların Sürece Etkisi”, EURO Politika Dergisi, Cilt 2022, Sayı 14, (2022), s. 40-41.

[30] Botaş. Ham Petrol | BOTAŞ – Boru Hatları İle Petrol Taşıma Anonim Şirketi (botas.gov.tr) Erişim Tarihi: 11.01.2024

[31] Halil Yurdakul Yiğitgüden, Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattının Yaşanan Tarihi, 1. Baskı, Ankara, Terazi Yayıncılık, 2023, s. 16-17.

[32] Zafer Yıldırım “EU Policy Towards the Baku-Tbilisi-Ceyhan Pipeline.” Şu kitapta: Haz./Ed Kenan Dağcı ve Gül Tuğba Dağcı. Rethinking EU Turkey Relations.  Münster: MV Wissenschaft, 2007,  s. 71.

[33] Halil Yurdakul Yiğitgüden, a.g.e, s. 31

[34] Zafer Yıldırım, a.g.m, s. 77-78

[35]TUİÇ Akademi, https://www.tuicakademi.org/nabucco-projesi/ Erişim Tarihi: 12.01.2024

[36] Dünya Gazetesi, Nabucco Projesi imzalandı – Dünya Gazetesi (dunya.com) Erişim Tarihi: 11.01.2024

[37] Aliaksandr Novikau, Jahja Muhasilovic, “Turkey’s Quest To Become A Regional Energy Hub: Challenges And Opportunities”, Heliyon Dergisi, Cilt 2023, Sayı  9, (2023), s. 4.

[38] TUİÇ Akademi, https://www.tuicakademi.org/nabucco-projesi/ Erişim Tarihi: 12.01.2024

[39] Erkan Erdoğdu, “Bypassing Russia: Nabucco Project And İts İmplications For The European Gas Security”, Reneweble and Sustainable Energy Reviews, Cilt 14, Sayı 9, (2010), s. 2940-2941.

[40] TMMOB Elektrik Mühendisleri Odası, EMO – NABUCCO PROJESİ TARİH OLDU (MİLLİYET) Erişim Tarihi:  11.01.2024

[41] Çağla Gül Yesevi, “Considering Pipeline Politics in Eurasia: South Stream, Turk Stream and TANAP”, Bilge Strateji Dergisi, Cilt 10, Sayı 18, (2018), s. 27-30.

[42] Asım Günal Önce, Sadettin Paksoy,  “Trans Anadolu Doğal Gaz Boru Hattı Projesi’nin (Tanap) Bölge Ekonomisi Ve Barışı Açısından Önemi”, I. Uluslararası Kafkasya-Orta Asya Dış Ticaret ve Lojistik Kongresi, (2015), s. 735.

[43] Cemal  Kakışım,  Timuçin Kodaman, “Trans Adriyatik Boru Hattı Projesinin Stratejik Beklentileri”, Uluslararası Avrasya Enerji Sorunları Sempozyumu,  (2015), s. 437.

[44] İsmail Kavaz ,  “Türkiye’nin Enerji Merkezi Olma Sürecinde TANAP Projesi”, SETA Perspektif Dergisi, Cilt 2018, Sayı 199,  (2018), s. 1-5.

[45] TANAP, TANAP – Trans Anadolu Doğal Gaz Boru Hattı Projesi Erişim Tarihi: 13.01.2024

[46] Nuray Erdoğan,  “Tanap Projesinin Türkiye Ve Azerbaycan Enerji Politikalarındaki Yeri Ve Önemi”, Ömer Halisdemir Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt 10,Sayı  3, (2017), s. 18.

[47] Trans Adriatic Pipeline, Tarihçe › Trans Adriyatik Boru Hattı (TAP) (tap-ag.com) Erişim Tarihi: 13.01.2024

[48] TANAP, TANAP – Trans Anadolu Doğal Gaz Boru Hattı Projesi Erişim Tarihi: 13.01.2024

[49] TRT Haber, TANAP’ın kapasitesi iki katına kadar artırılacak – Son Dakika Haberleri (trthaber.com) Erişim Tarihi: 13.01.2024

[50] Anadolu Ajansı, Bu yıl TANAP’tan Türkiye’ye 10,2 milyar metreküp gaz taşınacak (aa.com.tr) Erişim Tarihi: 13.01.2024

[51] North Stream AG, Who We Are – Nord Stream AG (nord-stream.com) Erişim Tarihi: 13.01.2024

[52] BBC, Kuzey Akım 1’de de sızıntı oldu: Rusya’dan gelen hatlar endişeye yol açıyor – BBC News Türkçe Erişim Tarihi: 13.01.2024

[53] Euronews, ANALİZ | Baltık Denizi’ndeki Kuzey Akım boru hatlarına yönelik saldırıların ardında kim var? | Euronews Erişim Tarihi: 13.01.2024

[54] Ayhan Kaya, Senem Aydın-Düzgit, Yaprak Gürsoy, Özge Onursal Beşgül, a.g.e, s. 189.

[55] Murat Konur,  (2012).  Avrupa Birliği Çevre Politikası Ve Türkiye Üzerine Etkileri.  Yüksek  lisans tezi, Niğde Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,  Niğde, s. 25.

[56] Belgin Akçay, Sinem Akgül Açıkmeşe, a.g.e,  s. 477-485.

[57] Ayhan Kaya, Senem Aydın-Düzgit, Yaprak Gürsoy, Özge Onursal Beşgül, a.g.e, s. 191.

[58] Belgin Akçay, Sinem Akgül Açıkmeşe, a.g.e,  s. 484.

[59] Yüksel Bozdemir,  (2010).  Kyoto Protokolü Ve Ab Çevre Düzenlemelerinin Türkiye – Ab İlişkilerine Yansımaları. Yüksek lisans tezi, Balıkesir Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü,  Balıkesir, s. 5.

[60] European Comission,  https://ec.europa.eu/commission/presscorner/detail/en/memo_04_43 /Erişim: 13.01.2024.

[61] Belgin Akçay, Sinem Akgül Açıkmeşe, a.g.e,  s. 484-485.

[62] Ayhan Kaya, Senem Aydın-Düzgit, Yaprak Gürsoy, Özge Onursal Beşgül, a.g.e, s. 194.

[63] Elif Kelekçi,  (2023).  The European Union In Global Climate Governance: A “Critical” Role For The Climate Negotiations.  Yüksek  lisans tezi, Tobb University Of Economics And Technology, Graduate School Of Social Sciences, Ankara,  s. 70.

[64] European Council, https://www.consilium.europa.eu/en/policies/climate-change/paris-agreement/ Erişim: 13.01.2024

[65] Andrew Jordan, Gravey Viviane, Enviromental Policy in the EU, 4. Baskı ,  New York, Routledge, 2021, s. 265.

[66] European Comission, The European Green Deal – European Commission (europa.eu) Erişim Tarihi: 13.01.2023

[67] European Comission, REPowerEU (europa.eu) Erişim Tarihi: 14.01.2024

[68] European Comission, EU action to address the energy crisis – European Commission (europa.eu) Erişim Tarihi: 14.01.2024

[69] Eurostat, Imports of energy products down in Q1 2023 – Products Eurostat News – Eurostat (europa.eu) Erişim Tarihi: 14.01.2024

[70] European Comission, EU action to address the energy crisis – European Commission (europa.eu) Erişim Tarihi: 14.01.2024

[71] Eurostat, Energy Dashboard (europa.eu) Erişim Tarihi: 14.01.2024

[72] Eurostat, Shedding light on energy – 2023 edition – Interactive publications – Eurostat (europa.eu) Erişim tarihi: 14.01.2024

[73] Anadolu Ajansı, Almanya nükleer enerjiden vazgeçerken, Avrupa ülkeleri bu alandaki faaliyetlerini artırıyor Erişim Tarihi: 14.01.2024

[74] BBC, AB’den Ukrayna ve Moldova ile katılım müzakereleri başlatma, Gürcistan’a aday ülke statüsü kararı – BBC News Türkçe Erişim Tarihi: 14.01.2024

[75] Anadolu Ajansı, Macaristan, AB’nin Ukrayna’ya 54 milyar avroluk yardım paketini veto etti (aa.com.tr) Erişim Tarihi: 14.01.2024

[76] Voice of America, “ABD halkının Ukrayna’yı silahlandırmaya verdiği destek azalıyor” (voaturkce.com) Erişim Tarihi: 14.01.2024

[77] Euronews, Zelenskiy, ABD’den acil destek gelmezse savaşı kaybedebileceklerini söyledi | Euronews Erişim Tarihi: 14.01.2024

[/vc_toggle]

Avrupa Ülkelerinde ‘Korkutan’ Aşırı Sağ Zaferi

‘Avrupa sallanıyor’: Belçika Başbakanı istifa etti, Fransa erken seçime gidiyor…

Avrupa Parlamentosu seçimlerinde aşırı sağcı partiler, neredeyse her ülkede yükselişe geçti. Fransa’da Le Pen Macron’un partisini geçerek birinci parti olurken, birçok ülkede rekor oy aldı. Size şöyle bir özet geçeyim. Öne çıkan aşırı sağcı partilerin aldığı oy oranları şu şekilde (Sağ değil, sadece aşırı sağ):

  • 🇭🇺 Macaristan – % 44
  • 🇵🇱Polonya – % 34
  • 🇫🇷 Fransa – % 32.5
  • 🇮🇹 İtalya – % 28
  • 🇦🇹 Avusturya – % 27
  • 🇳🇱 Hollanda – % 17.7
  • 🇩🇪 Almanya – % 16.5
  • 🇧🇬 Bulgaristan – % 15.4
  • 🇷🇴 Bekçika – % 14
  • 🇵🇱 Polonya – % 12
  • 🇪🇸 İspanya – % 10.5
  • 🇵🇹 Portekiz – % 10

Aylar önce Hollanda’da seçimleri aşırı sağcı, İslam ve göçmen karşıtı Wilders kazandı. Almanya’da aşırı sağcı AfD, son seçimlerde ikinci parti oldu. Fransa’da dünkü Avrupa Parlamentosu seçimlerinde Macron’un partisini ikiye katlayan Le Pen gerçeği artık kendini gösterdi. Aslında son iki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de Macron’a karşı kıl payı seçimleri kaybeden Le Pen, Macron’un dün erken seçim kararı almasıyla belki de mecliste birinci parti olacak. İtalya’da bildiğiniz gibi Meloni, aşırı sağ rüzgarıyla iki sene önce Başbakan olmuştu.

İspanya’ya gelelim. Yüzde 15 oy ve 52 sandalye ile diktatör Franco’dan bu yana parlamentoda yer edinen ilk aşırı sağ parti olan Vox, adım adım geldi. İspanya, 2014’e kadar ülkesinde aşırı sağ yok diye övünüyordu. Portekiz’de de 5 yıl önce 1 milletvekili ile kurulan ve Avrupa’nın en genç aşırı sağcı partisi olan Chess, son seçimlerde oy oranını yüzde 18’e kadar yükselterek 3. büyük parti konumuna yükseldi. Beş sene önceki 1 vekil sayısı, üç ay önceki seçimlerle 48’e yükseldi.

Avusturya’da zaten iki dönemdir sağcılar iktidarda. Bunlar ilk aklıma gelenler.

Avrupa’daki aşırı sağı “İslam ve göçmen karşıtı” olarak bilsek de; genel olarak Avrupa’nın kıta vatandaşlığı politikasına karşı, dış politikada ABD’den daha bağımsız, “ılık Avrupa” politikalarına karşı daha radikaller. Fransa gibi kıtanın en büyük ikinci ülkesinde aşırı sağ kazanırsa, bunun Avrupa geneline yansıması çok hızlı gerçekleşecek. Böyle giderse “Avrupa’da aşırı sağ” birçok Avrupa ülkesinde iktidara temel atacak.

1915 Olayları Gölgesinde Türkiye-Ermenistan İlişkileri

Fransız Devrimi’yle birlikte bütün dünyada ve Osmanlı İmparatorluğu’nda ‘milliyetçilik akımı’ ortaya çıkmıştır ve pek çok millet, 1. Dünya Savaşı sırasında bağımsızlık amacıyla hareket etmiş ve bu durum savaşın da temel sebeplerinden biri olmuştur. Osmanlı da bu savaşta fiilen yer almış ve 2 Ağustos 1914’te Almanya’yla ittifak imzalamış, 3 Ağustos’ta ülke içinde seferberlik ilan etmiştir. Ermeniler ise seferberlik kararına uymamış ve milliyetçilik akımının da etkisiyle isyanlar çıkarmıştır. Savaştan mağlup ayrılan Osmanlı, sonrasında İtilaf devletleriyle Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzalamıştır. Mondros Mütarekesi’ne giden süreçte; Anadolu’da ve Rumeli’de oluşan otorite boşlukları halkı kurtuluş, himaye, mandacılık, bağımsızlık gibi düşüncelere sevk etmiştir (Tunaya, 1985: II/4) O sırada Osmanlı bünyesindeki Ermeni, Kürt ve diğer azınlıkların büyük bir kısmı da bağımsızlık gayesiyle şiddet olaylarında bulunmuşlardır. Kürtler ve Türkler süreç içerisinde (1914-1923) ortak payda olan müslümanlık, toprak ve ortak geçmiş temelinde uzlaşmıştır fakat İtilaf devletlerince desteklenen Ermenilerle bir uzlaşma zemini sağlanamamıştır.

Ermeniler doğuda Ruslarla, güneyde İngiliz ve Fransızlarla işbirliği yaparak milli bütünlüğe karşı hareket ettikleri için göç ettirilmişlerdir. Hem ulus-devlet olma amacıyla hem de Hıristiyan kimlikleri nedeniyle bağımsızlık ve toprak talebinde bulunmuşlar ve isyanlar çıkararak Türk köylerini basmışlar ve bölgedeki Türk nüfusunu azaltmaya yönelik tacizlerde bulunmuşlardır. Bu olaylar neticesinde 24 Nisan 1915’te kısmen, 25 Nisan 1915’te ise resmen Ermeni tehciri başlamıştır. Ermeni sevkiyatı kararı İlber Ortaylı’nın da ifade ettiği gibi; olası bir isyan hazırlıklarına karşı alınmış bir tedbir niteliğinde olmayıp, Ermenilerin bizzat isyan etmeleri ve Türk-Müslüman halkı katletmeleri üzerine son çare olarak alınmıştır. Devlet, kendini koruma refleksiyle Ermenileri yine Osmanlı toprağı olan Suriye ve Kuzey Irak’a göç ettirmiştir. Çok milletli bir imparatorluk olan Osmanlı’nın diğer milletlere karşı böylesi bir tutuma sahip olmayışı ve 15.yy’dan 20.yy’a kadar Ermenilere ayrımcılık uygulanmamış olması da ırkçılık iddialarının asılsızlığını ortaya koyan başka bir dayanaktır. Tehcir sırasında ölen Ermeni sayısı Osmanlı kaynaklarına göre 85.000’dir ve bunun sebebi sistematik bir soykırımdan ziyade yeterli güvenliğin savaş sebebiyle sağlanamamasıdır. 25 Ekim 1915 tarihinde ise yaklaşan zorlu kış şartlarından dolayı Ermenilerin can kaybı yaşamaması için tehcir geçici olarak durdurulmuştur (Artuç,2008). Dolayısıyla uygulanan tehcir soykırım niteliğinde değildir ve 7 ayrı cephede savaşan Osmanlı Devleti’nin temel hedefi hayatta kalmaktır. Ortaylı’nın da ifade ettiği gibi; soykırım kavramı sistematik bir durum teşkil etmektedir ve her çatışma soykırım kapsamında kabul edilemez. Bu bağlamda meselenin çözümü için her iki milletin de dahil olduğu bir araştırma ekibinin kurulması ve tarihi incelemeleri tarafsızlıkla gerçekleştirmesi gerekmektedir.

Yeni Türk Devleti ve Ermenistan

Osmanlı, 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzalayarak yenilgisini kabullenmiştir ve aynı sene Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan devletleri bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Bundan sonra 4 yıl kadar sürecek olan Milli Mücadele dönemi başlamıştır (19 Mayıs 1919-24 Temmuz 1923). Türkler milli mücadeleyi sürdürürken, Ermeniler, Ruslar ve İngilizlerden aldıkları destekle doğu anadoluda işgal girişimlerinde bulunmuştur.

2 Aralık 1920’ye gelindiğindeyse Ermenistan işgal edilerek SSCB’ye katılmış ve 3 Aralık’ta Türkiye ile Gümrü Antlaşması imzalanmıştır ve böylece Türkiye’nin doğu sınırları da çizilmiştir. Fakat SSCB bir yandan Moskova Anlaşması’yla Türkiye’nin sınırlarını tanırken, diğer yandan Ermenistan’ın toprak taleplerini de desteklemiştir. Bu durum; Türk ve Rus tarafının karşılıklı temkinli davranmasını beraberinde getirmiştir (Kesgin,2017). 1991’de SSCB’nin yıkılışına kadar bu birliğin bünyesinde kalan Ermenistan’la Türkiye ilişkilerini SSCB ile ilişkiler kapsamında değerlendirmek görece daha uygundur çünkü bu dönemde Ermenistan ile Türkiye arasında doğrudan bir ilişki söz konusu olmamakla beraber; Sovyetler Birliği zaman zaman Türkiye aleyhine olabilecek bazı politikalarda Ermeni meselesini koz olarak kullanmıştır (M.Serdar Palabıyık). Kuruluşundan bu yana yakın çevresinde barışçıl bir politika izlemeyen Ermenistan önce Gürcistan’a (1918), sonra Azerbaycan’a (1920) saldırmıştır. Fakat 2 girişimden de yenilgiyle ayrılmıştır. Yakın coğrafyada ise ekonomik ilişkilerinin yüzde doksanını Rusya’yla gerçekleştirdiği için ekonomik, siyasal ve toplumsal olarak Rusya’ya bağımlı hale gelmiştir.

Ermeni tehciri 1915 ve 1917 yıllarında gerçekleşmiş olmasına rağmen Ermeniler soykırım terimini 1944’ten itibaren kullanmaya başlamıştır ve soykırım iddiaları da yine bu dönemlerde ortaya çıkmıştır. Günümüz itibariyle Ermenilerin dünyada başarılı bir lobicilik faaliyeti yürütmesi sebebiyle soykırımı tanıyan ülke sayısı 30’u bulmuştur ve Türkiye bu konuda kamu diplomasisi faaliyetlerini başarılı bir şekilde yürütememiştir. Buna çarpıcı bir örnek olarak; 1965 senesi Ermeni diasporasının girişimleri neticesinde ‘‘Ermeni soykırımının’’ 50. Yıldönümü olarak tanıtılmıştır (Palabıyık,2008). Ermeni meselesi Lozan’da çözüme kavuşmuş olsa dahi Ermenilerin lobicilik faaliyetleri sonucunda bu konu sıcak tutulmuş ve gündemde kalmıştır. Ermenistan sözde soykırım iddialarını ileri sürerek Türkiye’den tazminat ve toprak taleplerinde bulunmaya devam etmektedir. Bu meseleden dolayı iki ülkenin ilişkileri kısıtlı düzeyde devam etmektedir.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla yeni bir sürece giren Ermenistan-Türkiye ilişkileri geliştirilmeye çalışılmıştır ve bağımsızlığını ilan ettikten sonra Ermenistan’ı tanıyan ilk ülkelerden biri de Türkiye olmuştur. Bu tanıma sonrası ilişkiler; Türkiye Dışişleri Bakanlığı resmi sitesinde: ‘Türkiye, Ermenistan’ın bölgesel kuruluşlar, uluslararası toplum ve batılı kurumlarla bütünleşmesi yönünde çaba harcamıştır. Bu çerçevede Ermenistan, Türkiye tarafından Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı’na kurucu üye olarak davet edilmiştir (Türkiye- Ermenistan Siyasi İlişkileri / T.C. Dışişleri Bakanlığı, n.d.). Ancak Ermenistan’ın Azerbaycan’a saldırmasıyla başlayan I. Karabağ Savaşı, Türkiye ve Ermenistan arasında diplomatik ilişkilerin tesis edilmesini ve ikili ilişkilerin gelişmesini engellemiş, Ermenistan’ın 1993 yılında Azerbaycan’ın Kelbecer bölgesini işgal etmesi üzerine Türkiye-Ermenistan sınırı kapatılmıştır.

2008’den sonra Avrupa Birliği’ne üyelik çalışmalarını hızlandıran Türkiye’nin önüne Ermeni meselesi getirilmiştir. Bu sebeple ilişkilerin normalleştirilmesi amacıyla Türkiye ve Ermenistan arasında görüşmeler başlatılmış ve 2009 yılında Zürih protokolleri imzalanmıştır. Türkiye’de meclis onayından geçen protokoller, Ermenistan tarafından önce askıya alınmış, 1 Mart 2018 tarihinde ise hükümsüz ilan edilmiştir. 27 Eylül 2020’de Azerbaycan-Ermenistan arasında yıllardır aralıklarla devam eden sınır çatışmalarının savaşa dönmesiyle birlikte Türkiye fiilen Azerbaycan’ın yanında yer aldı. Haklı gerekçelerinden ötürü dünya kamuoyunun, uluslararası örgütlerin ve pek çok devletin de manevi desteğini alan Azerbaycan Karabağ’ı işgalden kurtardı.

Bilahare İkinci Karabağ Savaşı sonrasında 2021’den sonra oluşan uygun siyasi konjonktür çevresinde, ilişkilerin kademeli olarak normalleştirilmesi için önkoşulsuz olarak Ermenistan’la doğrudan diyaloğa başlanmıştır. 2 Şubat 2022 tarihinden itibaren doğrudan uçuşlar başlamıştır ve 1 Temmuz 2022 tarihinde Türkiye-Ermenistan sınırının üçüncü ülke vatandaşlarına açılması ve iki ülke arasında havayolu kargo ticaretinin başlatılması kararı alınmıştır. Ülkemiz, Ermenistan’la iyi komşuluk ilişkilerinin tesisini matuf normalleşme sürecinin önkoşulsuz olarak, güven arttırıcı önlemler vasıtasıyla, kademeli ve bölgesel gelişmeler ışığında sürdürülmesini arzu etmektedir (Türkiye- Ermenistan Siyasi İlişkileri / T.C. Dışişleri Bakanlığı, n.d.).

Konuya Subjektif Bakış

Toprak taleplerini sözde Ermeni soykırımı ve eskiden yaşadıkları topraklar temelinde sürdüren Ermenistan; Azerbaycan’da Karabağ ve Nahçivan, Türkiye’de ise Erzurum, Sivas, Van, Elazığ, Bitlis ve Ağrı’da hak iddia etmektedir. Ermenistan da bastırılan haritaların ilk sayfasında Ağrı Dağı’nın fotoğrafına yer verilirken, Doğu Anadolu bölgesinin büyük bölümü de batı Ermenistan olarak gösterilmektedir. (OKTAY, 2015). Yine Ermenistan armasının ortasında ağrı dağının tasviri yer alır. Bu bağlamda Ermenistan ile siyasi ilişkilerin gerçekleştirilememesi de Türkiye nezdinde anlaşılabilir bir zemine (toprak bütünlüğünün tehdidi hasebiyle) oturmaktadır.

Ermenistan’la ilişkilerini iki temel gerekçeye bağlayan Türkiye için bunlardan ilki Türkiye aleyhindeki tarihsel yanlışlığın ortadan kaldırılması, ikincisi de bu ülkenin Azerbaycan ile uzlaşmaya varmasıdır. Fakat 2011 yılında Ermenistan Cumhurbaşkanı Serj Sarkisyan Ermeni dili ve edebiyatı yarışmasında öğrencilerden birinin: ‘‘Batı topraklarımızı Ağrı Dağı ile birlikte geri alabilecek miyiz?’’ sorusuna yanıt veren Sarkisyan: ‘‘Bu sizin neslinize bağlı, mesela benim nesil üzerine düşen görevi başarıyla yerine getirdi. Doksanlı yıllarda vatanımızın parçası Artsah’ı (Karabağ) düşmanın (Azerbaycan) elinden kurtardık. Her neslin bir görevi vardır. Sizin de ileride bizim gibi görevinizi yerine getirip getirmeyeceğiniz birlik ve beraberliğinize bağlıdır (Hacıoğlu,2011).’’ şeklindeki cevabı Türkiye’nin şartlarının yakın zamanda gerçekleşmeyeceğini düşündürüyor.

SONUÇ:

1915-1917 Olayları temelinde komşu iki ülke arasındaki diplomatik ilişkiler karşılıklı tanımayla sınırlı kalmıştır. Ermenistan Anayasası’nda Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tehdit eden ibarelerin yer alması, Ermenistan eski cumhurbaşkanının söylem ve tutumları, I. ve II. Karabağ Savaşları’nın yaşanması ve Türkiye’nin Azerbaycan’ın yanında taraf olması, soykırım söylemleri, 1975 ASALA terör örgütünün kurulmasından sonra yaşanan terör olayları (Türk diplomatların ve sivillerin öldürülmesi, İstanbul Esenboğa Saldırısı, ASALA- PKK ortaklığı…) gibi sebeplerle 2 ülke arasında anlaşma ve uzlaşma ortamı sağlanamamıştır. Dolayısıyla 2 ülke arasındaki ilişkiler kuruldukları tarihten bu yana hiç normalleşmemiştir.

Fakat değişen dünya düzeni ve yakın coğrafyada hakim olan çatışma ortamı (İran-İsrail, İsrail-Filistin, Suriye) iki ülkenin uzlaşmasını ve bölgesel anlaşmalarla güvenliklerini sağlamalarını zorunlu kılıyor.

Sevtap Gökhan

Stratejik Ortak Misafir Yazar

[vc_toggle title=”KAYNAK”]

Tunaya, T. Z. (1985) Türkiye’de Siyasal Partiler Cilt 2: 1918-1922 Mütareke Dönemi. Hürriyet Vakfı Yayınevi.
I. DÜNYA SAVAŞI SIRASINDA ERMENİLERİN TÜRKLERE YAPTIĞI KATLİAM. (1984,
January 21). https://www.msb.gov.tr. https://www.msb.gov.tr/Content/Upload/Docs/askeritariharsiv/61-
%20bds_ermenilerin_katliam_fotograflari.pdf
Gazi Mustafa Kemal (Atatürk), Nutuk-Söylev, I. Cilt: 1919-1920 (Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1989): 508, 510.
Türkiye – Ermenistan Siyasi İlişkileri / T.C. Dışişleri Bakanlığı. (n.d.). Republic of Türkiye Ministry of Foreign Affairs. https://www.mfa.gov.tr/turkiye-ermenistan-siyasi-iliskileri.tr.mfa
OKTAY, A. (2015, April 23). Sözde soykırım müzesinde şoke eden harita. Sabah. https://www.sabah.com.tr/gundem/2015/04/23/sozde-soykirim-muzesinde-soke-eden-harita
Artuç, N. (2008).1915 Ermeni Olaylarına Farklı Bir Bakış.DergiPark,54-65 Istanbul.
Kesgin, S. (2017). TÜRKİYE-ERMENİSTAN İLİŞKİLERİNİN REALİST DIŞ POLİTİKA
BAĞLAMINDA İNCELENMESİ. DergiPark: https://dergipark.org.tr/en/download/article- file/923086
M.Serdar PALABIYIK, Y.D. (tarih yok). TÜRKİYE-ERMENİSTAN İLİŞKİLERİ 1918- 2009.
http://acikerisim.ybu.edu.tr:8080/xmlui/bitstream/handle/123456789/326/makale_c4.pdf?seq uence=1&isAllowed=y
Hacıoğlu, N. (2011, 7 26). Karabağ’ı biz aldık Ağrı’yı size bıraktık. Hürriyet.com.tr: https://www.hurriyet.com.tr/gundem/karabag-i-biz-aldik-agri-yi-size-biraktik-18338718

[/vc_toggle]

Astsubaylıktan İstihbarata: ‘Gölge Adam’ Hakan Fidan

Türkiye, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın anayasaya göre normal şartlarda bir daha aday olamayacağı 2028 seçimlerinde Erdoğan sonrası yeni dönemde Türk devletini kimin yöneteceğini merak ediyor. Çarşıda pazarda kiminle konuşsak herkesin aklında olan tek bir isim var. Türk istihbarat tarihinin en genç MİT Müsteşarı olan ve uzunca bir dönem bu görevi sürdüren, ardından Dışişleri Bakanlığı koltuğuna geçerek Türk dış politikasının son konjonktürde şekillenmesinde ciddi etkileri olduğuna inanılan isim Hakan Fidan.

Peki Hakan Fidan kim? Onu toplumun gözünde popüler bir siyasi kişilik haline getiren etmenler neler? Bu sorulara cevap ararken ilk olarak Hakan Fidan’ın özgeçmişine kısaca değinmek yerinde olur.

Vanlı bir babanın oğlu olarak 1968 yılında Ankara’nın Altındağ ilçesinde doğan Fidan, 1986 yılında askerlik mesleğine adım atarak 2001 yılına dek astsubay olarak görev yapmıştır. Sonrasında astsubaylığı bırakmaya karar veren Fidan, ABD’de University of Maryland’da siyaset bilimi ve yönetim alanında lisans mezunu olmuştur. Eğitim hayatına devam eden Fidan, Bilkent Üniversitesi’nde yüksek lisans ve doktora eğitimini tamamlamıştır.

Almanya’daki NATO Süratli Reaksiyon Kolordusu Karargahı’nda da çalışan Fidan, 2001’den itibaren 2 yıl boyunca Avustralya’nın Ankara Büyükelçiliği’nde kıdemli siyasi ve ekonomik danışman olarak görev yapmış ve 2003’te Başbakanlık Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı (TİKA) başkanlığına atanmıştır. 14 Kasım 2007’de Başbakanlık müsteşar yardımcılığı görevine gelen Fidan, 2008 Kasım ayında ise Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu Yönetim Kurulu üyeliğine atanmıştır. 8 Mart 2008’de de Uluslararası Ahmet Yesevi Üniversitesi mütevelli heyeti üyesi olmuş ve bu görevinden Şubat 2011’de istifa etmiştir.
15 Nisan 2010’da Millî İstihbarat Teşkilatı müsteşar yardımcılığına getirilen Fidan, Emre Taner’in görev süresinin dolmasının ardından, 27 Mayıs 2010 tarihinde MİT müsteşarlığı görevine atanmıştır. 42 yaşındaki Fidan, Türkiye Cumhuriyeti tarihinde göreve gelen en genç MİT müsteşarı olmuştur. Fidan ayrıca büyükelçi iken MİT müsteşarlığına getirilen Sönmez Köksal’dan sonra teşkilat başkanlığına dışarıdan getirilen ikinci isim olmuştur. 2015’te Ak Parti’den milletvekili aday adaylığı için MİT’teki görevinden istifa eden Fidan’ın isteği Erdoğan tarafından kabul edilmemiş ve görevine geri dönmüştür.

Hakan Fidan’ın Türkiye Millî İstihbarat Teşkilatı (MİT) Başkanlığı dönemine bu noktada ayrı bir parantez açmak gerekir. Zira bu dönem Türkiye’nin iç ve dış politikasındaki önemli gelişmelerle örtüşmüş ve çeşitli tartışmalara yol açmıştır. Fidan’ın MİT Başkanlığı döneminin ana hatlarına değinmek gerekirse;

1. Terörle Mücadele: Fidan’ın görev yaptığı dönemde Türkiye’nin terörle mücadelesi ön plandaydı. Özellikle PKK ve diğer terör örgütlerine karşı operasyonlar artmış ve istihbarat faaliyetleri bu çerçevede yoğunlaştırılmıştır. Fidan’ın bu süreçteki rolü, terörle mücadele stratejilerinin oluşturulmasında ve uygulanmasında önemliydi.

2. Bölgesel Gelişmeler: Suriye İç Savaşı ve Irak’taki istikrarsızlık gibi bölgesel gelişmeler, Fidan’ın döneminde Türkiye’nin dış politikasını şekillendiren önemli faktörlerdi. Türkiye’nin Suriye politikasındaki tutumu ve IŞİD’e karşı mücadeledeki rolü, Fidan’ın liderliğindeki MİT’in önemli çalışma alanlarıydı.

3. Gizli Diplomasi: Fidan’ın döneminde MİT’in yürüttüğü gizli diplomasi faaliyetleri ve istihbarat paylaşımları da önemliydi. Özellikle ABD ve Rusya gibi ülkelerle yapılan istihbarat işbirlikleri ve temaslar, Türkiye’nin dış politikasını şekillendirmede etkili olmuştur.

4. İç Politika ve Tartışmalar: Fidan’ın görev süresi boyunca, iç politikada da çeşitli tartışmalara neden olan gelişmeler yaşanmıştır. Özellikle bazı siyasi çevreler, Fidan’ın siyasi bir aktör gibi davrandığını ve hükümet politikalarını etkilediğini iddia etmiştir.

5. İstifa ve Sonrası: Fidan’ın 2015 yılında istifası ve ardından tekrar MİT Başkanı olarak atanması da dikkat çekici bir gelişme olmuştur. İstifasının ardındaki nedenler net olarak açıklanmasa da, Türkiye’nin iç ve dış politikasındaki karmaşık dinamiklerle ilişkilendirilmiştir.

Kısaca özetlemek gerekirse Fidan, MİT Başkanlığı görevinde Türkiye’nin iç ve dış tehditlere karşı etkili bir şekilde mücadele etmesi için MİT’in kapasitesini artırmaya ve uluslararası işbirliğini güçlendirmeye odaklanmıştır. Özellikle, Suriye ve Irak gibi komşu ülkelerdeki karmaşık güvenlik ortamlarına yönelik stratejiler geliştirmiş ve Türkiye’nin çıkarlarını korumak için çalışmıştır. Aynı zamanda, terör örgütleriyle mücadelede istihbaratın önemini vurgulamış ve bu alanda daha etkin bir rol oynamıştır. Böylesi popüler bir devlet adamı olmasının yanında CV’sine yeni eklenen politikacı kimliğiyle Hakan Fidan’ın yeni siyaset vizyonunun da, genellikle ulusal güvenlik, istihbarat alanındaki etkinlik, terörle mücadele, bölgesel istikrar ve Türkiye’nin dış politika hedefleri üzerine odaklandığını söylersek yanlış olmaz. Fidan’ın vizyonu, Türkiye’nin ulusal güvenliğini sağlamak, bölgesel istikrarı desteklemek ve uluslararası ilişkilerde aktif bir rol oynamaktır.

Hakan Fidan MİT Başkanlığı sonrası 4 Haziran 2023 tarihinde Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından açıklanan 67. Hükümette Dışişleri Bakanı olarak görevlendirilmiş ve halen bu görevini sürdürmektedir. Öte yandan Ağustos 2023’te Fidan’a Recep Tayyip Erdoğan tarafından Devlet Üstün Hizmet Madalyası verilmiştir.

Peki Hakan Fidan’ın toplumun gözünde popülaritesinin bu kadar yükselmesine sebep olan unsur nedir? Objektiflere yansıyan kendinden emin ciddi bir duruşa sahip devlet adamı profili mi, istihbarat uzmanı oluşu mu yoksa Erdoğan’ın sır küpü olması mı?

Hakan Fidan’ın popüler olmasının birkaç nedeni olabilir:

  • 1. Görevi: Türkiye Millî İstihbarat Teşkilatı (MİT) Başkanı olarak, ülkenin istihbarat politikalarını ve ulusal güvenliğini yönlendirmesi, onu önemli bir kamu figürü haline getirmiştir.
  • 2. Dış Politika Rolü: Özellikle Türkiye’nin terörle mücadelesi, Suriye ve Irak gibi komşu ülkelerdeki gelişmelerde oynadığı rol nedeniyle dış politikada etkili bir aktör olarak görülmektedir.
  • 3. Karizma ve Yetenek: Fidan’ın kişisel karizması, liderlik yetenekleri ve kararlılığı, onu insanların dikkatini çeken bir figür haline getirdi.
  • 4. Gizem ve Spekülasyon: İstihbarat dünyası genellikle gizemli ve spekülatif olduğu için, Fidan’ın görevi ve kişisel yaşamıyla ilgili spekülasyonlar da popülerliğini artıran sebeplerden biri.
  • 5. Medya İlgisi: Medyanın da ilgisini çeken bir figür olması, onun popülerliğini daha da arttırmaktadır.

Fidan’ın popülerliğinin nedenlerini araştırmak ayrı bir sosyolojik çalışmaya da konu edilebilir. Sebep her ne olursa olsun son konjonktürde Hakan Fidan toplumda en güven duyulan siyasetçilerden biri haline gelmiştir. Türkiye’nin Suriye ve Irak’ta terör örgütü PKK ve uzantılarıyla süren mücadelesinde istihbaratçı kimliği ve donanımıyla kritik bir misyon üstlenmeye devam eden Hakan Fidan, hiç şüphesiz önümüzdeki yıllarda da adından sıklıkla söz edeceğimiz bir siyasetçi olacaktır. Kim bilir belki de Erdoğan sonrası Türkiye’nin yeni cumhurbaşkanı Hakan Fidan’dan başkası değildir.

Nijer’in Önemi: Darbeci Yönetim ABD’yi de Kovdu

Nijer neden önemli?

2020 yılından sonra Mali, Çad, Gine ve Burkina Faso’da yaşanan darbeler, Avrupa için Sahel’de tek güvenilir kale bıraktı: Nijer

Afrika’nın uranyum zengini ülkesi Nijer’de de demokratik yönetime darbe yapılmasıyla Fransa ve AB, bölgede öksüz kaldı. Nijer’deki yeni yönetimin, Fransız ve Avrupalı güçleri ülkeden çıkararak, Fransız büyükelçisini sınır dışı etmesi, üzerine bir de Batı yanlısı Batı Afrika Devletleri Ekonomik Topluluğu’ndan ayrılması, “son vuruş” oldu denebilir. Fransa özelinde Avrupa’ya çekilen kılıçlar, hamisi ABD’nin akıbetini sorgulatıyordu ki o da Nijer’deki cuntadan nasibini aldı.

Mart ayı içerisinde Nijer, ABD’li askerî ve sivil personelin Nijer’de görev yapmasına ilişkin askerî işbirliği anlaşmasını tek taraflı feshetti. 10 yıldır ABD ile süren iş birliği bir anda sona erdi. Peki ABD için Nijer neden önemliydi?

Nijer, ABD’nin Cibuti’den sonra Afrika’daki en büyük ikinci üssüne ev sahipliği yapan, Amerikan ordusunun Sahel bölgesindeki ana istihbarat merkeziydi. ABD’nin en büyük ve en pahalı İHA üssü olarak kabul edilen üssün inşaatı ve yönetimi ABD’nin olsa da mülkiyet Nijer hükümetinindi. ABD’nin damarına basan Nijer’in lideri General Abdurrahman (Ömer) Tchiani, ülkede Batı’ya dair tüm izleri siliyor.

Nijer ile birlikte darbenin olduğu Mali ve Burkina Faso, “Sahel Devletleri İttifakı”nı kurdu. Kendilerine karşı müdahale olursa ortak cevap verilecek. Rusya’nın desteğiyle tabi. “Rusya ne alaka?” demeyin çünkü Reuters’a göre ay başında bir ABD’li yetkili, Nijer’deki Amerikan üssüne Rus askerlerinin geldiğini, farklı bir bölmede konuşlandığını söyledi. Yıllardır “Rus ayısının Fransız horozunu Afrika’dan kovduğunu” söylüyoruz ve Türkiye’nin de faaliyetlerini yazıyorum. Mali, Burkina Faso ve Nijer ittifakının yakın dönemde Bayraktar TB2 SİHA’larını da satın aldığını gözden kaçırmamak lazım.

Acaba Afrika’daki gelişmeler sömürgelerini kaybeden Fransa’nın başarısızlığı mı yoksa kendisini Avrupa’ya karşı alternatif olarak sunan Rusya’nın başarısı mı? Bu da başka bir yazının konusu olsun.

Rusya’nın Kürt Politikası ve Bölücü Terör Örgütü İle İlişkileri

Kafkasya üzerinden güneye inmek isteyen Rusya’nın, bölgedeki Kürt Politikasına ve ayrılıkçı Kürtlerle olan ilişkilerine kısaca değinmek istiyorum.

Katerina ile 1. Petro’nun çizmiş olduğu Rusya’nın yayılma stratejisi sistematikleşmiştir. Katerina zamanında açılmış dünya üzerinde devlet ve etnik kimlikleri araştırma enstitüsünün çalışmaları bunu doğrulamaktadır. Enstitünün çalışmalarından biri de “bütün dillerin karşılaştırmalı sözlükte geçen Kürtçe kelimeler” olduğu Kürdoloji alanında yapılan ilk çalışmadır. Sistematik hal alan ve akademik anlamda başlayan bu enstitü çalışmaları, 1801 yılında Gürcistan’ın Rusya’ya gönüllü ilhakıyla birlikte Kürtlerle fiziki temas ve 1804-1805 yılları İran savaşıyla küçük birliktelikleri oluşturmuştur.

19. Yüzyılda Ruslar, bir Kürt Raporu hazırlamış ve bu iş için görevlendirdikleri komutan Averyanov’un raporlarında da Ruslar ile beraber hareket eden ayrılıkçı Kürtler hakkında bilgi verilmiştir. Erivan Hanlığının Rus hâkimiyetine girmesiyle beraber ayrılıkçı Kürtlerle ilişkilerin geliştirilmesi için General Paskeviç yetkilendirilmiştir. Paskeviç, 19. Yüzyılın ortalarına kadar Rus-Kürt ilişkilerini resmi olarak sürdürmüştür.

Kırım Savaşı’nda ise Rusların Kürtlerle teması ciddi oranda artış göstermiştir. Rus ordusunda görev almış hiç de azımsanmayacak sayıda Kürtler bulunmaktadır. Buna Osmanlı’nın savaşı kaybedeceğini düşünüp Rus tarafına geçen Kürt aşiretlerini de eklemek gerekmektedir.

1877-78 Osmanlı Rus Savaşı sırasında Kürt aşiretleri, Kırım Savaşı’nda takındıkları tavrı sürdürmüşlerdir. Hatta Şeyh Ubeydullah İsyanında Rus yanlısı tavır çok açıktır. Ubeydullah’ın Rus Konsolosuna yazdığı mektuplarda; Rusların, Kürtlerin taleplerini karşılayacağı yönünde ifadeler vardır.

Dönemin Türk ve İngiliz gazeteleri incelendiğinde de Rusların Kürtleri desteklediği ve silah yardımı yaptığı bilgilerine yer verilmiştir. Hatta isyan bastırıldığı takdirde Ruslardan sığınma talep eden Ubeydullah, sığınma talebi kabul edildiği takdirde aşiretine mensup olanları Rus vatandaşı yapacağının garantisini verir.

20. yüzyılın başında Osmanlı ve İran içinde çıkan Kürt İsyanları Rus çıkarlarına hizmet etmiştir. Bu dönemde Hamidiye Alaylarının Taşnak Ermenilerle çatışması Rusların çıkarlarına ters düşse de, Kürtlerin Ermenilerle çatışmasını önlemek ve Rusların Kürtler için daha iyi bir devlet olup taraflarına çekme konusunda çok çaba sarf edildiği bilinmektedir.

Ruslar, Kürtlere Batı ve bölge ülkelerine karşı savaş durumunda tampon görevi görmeleri için yoğun mesai harcamışlardır. Bu tampon görevinin Ermeni ve Kürt işbirliği sonucu gerçekleşeceğini düşünen Ruslar; İran’ın batısı ve Osmanlı’nın doğu bölgesinde Kürt-Ermeni birlikteliğiyle bir devlet kurmayı da düşünmüşlerdir.

Bu dönemde İran’ın önde gelen Kürt aşiret liderleri Rusya’ya yanaşmıştır. 1905’te gerçekleşen Rus Devrimi Kürtleri etkilemiştir. Bu durum Kürt isyanlarının artmasını sağlamıştır.

1917 Devrimi’ne kadar Ruslar Yakındoğu’ya yerleşmeye başlamış; Kürtlere olan ihtiyacı daha da artmış ve konsolosluklar aracılığıyla bir takım Kürt aşiret liderleriyle ilişkileri kuvvetlendirmişlerdir. Çarlık döneminde Kürtlerle ilişkide Rusların istekleri Kürtler tarafından büyük oranda gerçekleşmiştir. 1930’lu yıllara kadar Kürtlerle bağları ve ilişkileri kopmamıştır.

1954 Bağdat Paktı’nın kurulmasıyla Sovyetler, yetiştirdiği kızıl Molla Mustafa Barzani’nin 1958’de Irak’a dönmesiyle Türkiye’deki ayrılıkçı Kürt Hareketi sol kökenli akımla birlikte güçlenmiştir.

Irak Kürtleri ile Sovyet-Rusya arasındaki ilişkilere baktığımızda; Türkiye ile Sovyetlerin ilk yıllarında Irak’taki Kürt lider Mahmut Berzenci’ye yardımlar kesilmiş ancak; 1927-28 İngiliz Hava Kuvvetleri’ne karşı ayaklanma Sovyet-Rusya istihbaratınca organize edilmiştir.

Barzanilerle 1940’larda yeniden temasa geçen Ruslar, İran’daki Kürt Hareketi’ne katılmaları için Irak Kürtlerine desteklerini esirgememiştir. Sovyetler, İran’da Pers Gilan Sovyet Cumhuriyeti’nin kurulmasını desteklemiş ancak 1921’de yıkılmıştır.

1927’de İran-Sovyetler arasında saldırmazlık anlaşması imzalanır. Ancak İran’ın Nazi Almanya’sı ile geliştirdiği ilişkiler neticesinde Sovyet-İran İlişkileri Rusların beklentilerine cevap verememiş; II Dünya Savaşı öncesi Alman tehdidine karşı birleşen Sovyet-İngiltere hattı ile İran’ı işgal kararı almışlardır.

Sovyetler İran’ın kuzey topraklarını işgal edince ve bölgedeki kalıcı hâkimiyeti adına Azerbaycan Türkleri ve Kürtlerle ilgili politikalar geliştirir. Aynı dönemde İran’da yaşanan birçok Kürt İsyanında Rusların parmak izleri görülmektedir. Sovyetler, Kürt kartı ile Mahabad Kürt Cumhuriyetinin doğumunu hazırlar. Kaynaklar o dönemde Mahabad ’da yaşayan Kürtlerin evlerinde Stalin fotoğraflarının duvarları süslediğini belirtmektedir. Sovyet Rusya, silah yardımlarının yanında matbaa makinesinden, bando takım teçhizatına dek hemen her alanda ayrılıkçı Kürtleri desteklemiştir.

Günümüzde yapılan silah ve mühimmat desteğinin temelinde de Kürt hareketinin kızıl molla lakaplı Barzani ile başladığını görmemiz gerekmektedir. Bölgedeki ayrılıkçı Kürtleri daha açıkçası Türk ve Türkiye düşmanlarını günümüzde sadece binlerce tır dolusu silah yardımıyla ABD-Batı desteklemekle kalmamaktadır. Rusların belirtilen tarihlerden itibaren hiçbir şekilde koparmadığı ilişkiler; başta silah ve siyasi desteği görmezden gelemeyiz. Hele ki, geçmişte birçok Kürt aşiret liderinin Rusya yanlısı olduğu, Sovyet Rusya’ya olan bağlılıkları ile günümüzde BTÖ’nün Suriye uzantısının Moskova’da ofisi ilişkilerin sürdürüldüğünü göstermektedir.

İlişkiler sadece siyasi anlamda değil silah desteğiyle de devam etmektedir. Türk Silahlı Kuvvetleri, Irak’ın kuzeyindeki terör hedeflerine yönelik operasyonlarında, Avaşin-Basyan bölgesinde devam eden Pençe-Yıldırım operasyonunda tespit edilen bir mağaraya düzenlenen operasyonda, iki adet Rus menşeli 9K310 Igla-1(NATO Rapor Adı: ‘SA-16 Gimlet’) tipi omuzdan atılan hava savunma sistemi (MANPADS) ele geçirilmiştir.

Rusya Federasyonu BTÖ Stratejik İlişkileri

Önceki senelerde Rusya’nın komünizm çerçevesinde yönetilmesi ve PKK terör örgütünün Marksist-Leninist ideolojiyi esas alması, bu ikisi arasındaki benzerlikleri ortaya koymaktadır. SSCB ve ardılı Rusya Federasyonunun ayrılıkçı bölücü örgütlere yardım ve desteği uzunca bir dönemdir bilinen bir gerçektir. Bu ülkenin bölücü terör örgütleri içinde en çok destek sağladığı PKK’dır. Tabi elbette bunun pek çok sebebi vardır. Bunlara girecek olursak bu makalenin boyutu kitap seviyesine çıkacağından hem yayımlanması hem de okuyucu açısından oldukça zorlaşacaktır. Ancak BTÖ’nün, Türkiye’de ilk silahlı saldırılarını gerçekleştirdiği terör eylemlerinde, KGB’nin pek çok destek verdiği bilinmekte ve açık kaynaklarda ifade edilmektedir.

Gerek SSCB gerekse ardılı Rusya Federasyonu tarafından örgüte verilen desteğin pek çok sebebi olmakla beraber; Türkiye’nin, Kafkasya ve Orta Asya’da güçlü ve etkin olmaması için BTÖ’nü destekledikleri ve kullandıklarını söylemek doğru olacaktır. Türkiye’nin örgütü yok etmeye yaklaştığı zamanlar olmuş ancak Rusya’nın yaptığı gizli yardımlarla örgüt yok edilemediği ifade edilmektedir.

Ruslar ve Çeçenler asırlardır aynı topraklarda yaşamlarını devam ettirmektedirler. Bu iki halk arasında pek çok kez problem çıkmıştır. Çeçenler, Ruslara karşı bir bağımsızlık savaşı içinde olduğunu söylemiştir. Türkiye, resmî açıklamalarında Çeçenistan’a destek olmadığını belirtse de, 1990‟lı yıllarda Rusya, bu açıklamaya inanmamış ve Türkiye’ye karşı BTÖ üzerinden oynayarak, örgüte büyük destekler sağlamıştır . Çeçenlerin özürlüklerini açıklamasından sonra, sürgündeki Kürtler, Rus meclisinin de yardımlarıyla Moskova’da toplanmıştır. 1996 yılı ve sonrasında bölücü terör örgütü birden çok toplantısını Moskova’da gerçekleştirmiştir. Halen Moskova’da PYD/YPG’nin bürosunun olduğu bilinmektedir.

Türkiye’nin Kafkasya’daki ülkelere benzer stratejiler uygulaması ve kendi bölgesinde etkin roller üstlenmesi, Rusya’ya sürekli rahatsızlık vermektedir. Pek çok nedenden dolayı Rusya çoğu zaman BTÖ’ne silahlı yardımlarında bulunmuştur. Rusya Federasyonu uyguladığı politikalarda terör örgütü lehine açıklamalar da bulunmuştur. Kremlin yönetimi, bölücü terör örgütünün Irak ve Suriye uzantılarına da yardım/desteklerde bulunmuştur. Suriye’nin günümüzdeki konumda olmasında büyük rol oynayan baba-oğul Şam rejimleri, direkt olarak kutsal ruh gördükleri Rusya’dan yardım almaya devam etmektedirler.

Yararlanılan Kaynaklar

  • Uluslararası Güvenlik ve Terörizm, oemerkalayci34@gmail.com
  • Makalenin ilk kısmı 11 Mayıs 2021’de yayımlanmıştır.
  • Irak’ta hava savunma ve tanksavar füzeleri ele geçirildi, 10 Mayıs 2021, https://www.savunmasanayist.com/irakta-hava-savunma-tanksavar-fuzeleri/

“İran’da Savaş Çıkarsa Türkiye Dağılır” Söylemi Doğru mu?

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın imzasıyla 90’lardaki Seferberlik Tüzüğü, dün yönetmelik haline gelince, herkes “İran’da savaş mı çıkacak?” diye sormaya başladı. Yönetmeliği incelediğimizde spesifik değişikliklerden ziyade, teknik değişimler olmuş.

Ama senelerdir konuşulan, “İran’dan sonra sıra Türkiye’de” söylemiyle ilgili bir şeyler yazmak istedim: “Çevre ülkeleri parçalayan Batı, İran’dan sonra gözünü Türkiye’ye dikecek.”

Aslında bu tezi doğru buluyorum ama genel düşüncenin aksine ben bu parçalamanın farklı gerçekleşeceğini düşünüyorum.

Mesela Irak’ın işgaliyle başlayan ve Arap Baharı sonrası Libya ve Suriye’de yaşanan iç savaş, bu ülkeler dışında en fazla Türkiye’yi etkilemiştir. Suriye’deki savaşa müdahale etmemizi bir yana koyun, kötü yönetilen süreç sonrası 4 milyonu aşkın Suriyeli topraklarımızda yaşamaya başladı. Özal döneminde Irak’tan Türkiye’ye başlayan göç, Suriye ile devam etti yani. Şu anki tablo Türkiye tarihinin en vahim bilançosu. Demografi değişikliği ve Türkiye’nin içeriden parçalanması en büyük tehlike. İran’dan gelecek olası göç, Türkiye’yi paramparça edecek son silah.

Halihazırda Afganistan ve Pakistan’dan gelen kaçaklar, İran’ın yol vermesiyle topraklarımıza ulaşıyor. İran’da savaş çıkması hem siyasi hem de stratejik açıdan Batı’nın işine geliyor. Mülteci meselesi de onlar için sorun değil çünkü Geri Kabul Anlaşması nedeniyle Avrupa’nın tampon bölgesi olan Türkiye, Avrupa’ya geçecek göçmenlere ev sahipliği yapıyor.

Şimdi sıra İran’da mı?

Beni takip edenler bilir. Siyasi görüşüm tamamen vatansever bir yurttaş gibi ve Türkiye’nin menfaatleri dışında bir yorumum olmaz. İran’ı da yine Türkiye’ye olan düşmanlığı nedeniyle sevmem. Suriye’de de Irak’ta da hep karşımızda olan bir ülke. Çünkü molla rejiminin mezhep politikası tamamen Türkiye’yi bertaraf etmek üzerine kurulu. Ama Türkiye’nin menfaatleri, olası bir rejim değişikliğinin de kansız olması güç olduğu için, İran’da iç savaş çıkmasını istemez. Gerçekçi olalım; 22 milyon nüfuslu Suriye’nin ülkemize yansıması ortadayken, 90 milyonluk İran’daki iç savaşın Türkiye’yi ne hale getirebileceğini düşünebiliyor musunuz?

Yeni Kaledonya Meselesi: Azerbaycan mı Yaptı?

Fransız sömürgesi olan Yeni Kaledonya, günlerdir bağımsızlık yanlısı gösterilerle karşı karşıya. Fransa, OHAL ilan ederek adaya asker gönderirken, bir polis de hayatını kaybetti.

Fransa iç istihbarat servisi DGSI, olayların arkasında Türk ve Azerbaycan istihbaratının olduğunu iddia ediyor. Fransız medyasında yer alan haberlere göre 1 Mart’ta Yeni Kaledonya’daki bağımsızlık yanlıları, Bakü’de “sömürgecilikten kurtulma” konulu sempozyum düzenledi. Bu da iki Türk devletinin (Türkiye ve Azerbaycan) desteğiyle organize edildi. Öte yandan Aralık 2023’te Yeni Kaledonya’da Fransız sömürgeciliğine karşı yapılan eylemleri haber yapmak isteyen Azerbaycanlı gazeteci Aygün Hasanova sınır dışı edilmişti.

Dört gün önce bir Fransız polisinin öldürülmesi sonrası Fransız istihbaratı Azerbaycan’ı suçladı. Bunu reddeden Azerbaycan ise Yeni Kaledonya’nın bağımsızlık yanlısı yerel halkı Kanak için “dostlarımızla dayanışma içerisindeyiz” açıklamasında bulundu.

Pasifik Okyanusu’nda stratejik bir noktada yer alan ve dünya nikel rezervlerinin yaklaşık yüzde 10’una sahip olan Yeni Kaledonya, Pasifik’teki deniz yolunda Fransa etkisi açısından önemli.

1998’de özerkliğe kavuşan ve iki kez bağımsızlık referandumu düzenleyen Yeni Kaledonya, Fransız hükümetinin binlerce kilometre ötedeki Fransızları bölgeye göndererek demografiyi değiştirmesiyle farklı bir yere evrildi. Şu anda yerel halk Kanak’ın nüfusu, ülke nüfusunun yarısından daha az. Aslında son günlerde yaşanan protestoların sebebi de biraz bununla ilgili. Fransa, yeni yasayla Fransa’nın anakarasından gelenlere Yeni Kaledonya il seçimlerinde oy kullanma hakkı tanımak istiyor. Bu da bölgedeki Fransa destekçilerinin sayılarının artması anlamına geliyor.

Konuya dönecek olursak; muhtemelen olayların büyümesinin arkasında gerçekten Azerbaycan var. Bunun nedeni de Azerbaycan’a karşı Ermenistan’ı silahlandıran, Ermenistan ile sulh sağlanmasını istemeyen Fransa’ya ince de olsa mesaj. Tabi ki olaylar büyümez ama Afrika’dan kovulan Fransa’yı, Kafkasya’ya gelmeden göndermek için bu mesajlar şart.

Türkiye Nükleer Bomba Yapabilir mi?

Bir ülkenin nükleer tesisinde uranyum zenginleştirmesi yüzde 90’lara çıktığında, o ülke artık nükleer silah üretebilir seviyede demek. İran şu anda yüzde 84 civarında. Geçen sene yazmıştım. Programda aksilikler yaşanmazsa, bu yıl içerisinde İran, nükleer silaha sahip olan 10. ülke olabilir. Bölge ülkelerinden İsrail’de nükleer silah var biliyorsunuz. Peki İran’da da olursa bölge ülkeleri ne yapacak?

Hemen mikrofonu Cumhurbaşkanı Erdoğan’a uzatalım: “Birilerinin elinde nükleer başlıklı füze var, ama benim elimde olmasın, ben bunu kabul etmiyorum.”

Batı medyasında korku belirtisi olarak hâlâ makalelerde kendisine yer bulan bu açıklamaya, Suudi Veliaht Prens Muhammed bin Selman’ın, İran’ın başarılı bir şekilde silah geliştirmesi halinde Suudi Arabistan’ın da bir silah edinmek zorunda kalabileceğini söylemesi de eklendi. Şu anda Birleşik Arap Emirlikleri nükleer tesisleri hakkında bilgi vermiyor.

Çünkü İran’ın nükleer silaha ulaşması, bölgedeki ülkeleri savaşmak için olmasa da “caydırıcılık” açısından nükleer silah edinmeye yönelik arayışlara itebilir.

Öncelikle nükleer program meselesini detaylandırıp anlaşılır hale getireyim, sonra soruya cevap vereyim.

Sivil nükleer programlar kapsamında uranyum zenginleştiriliyor ve bu uranyum nükleer reaktörlere yakıt olarak kullanılıyor. Bu, Uluslararası Atom Enerjisi’nin (UAE) standart prosedürü. Tehlike, bu zenginleştirilmiş uranyumun başka bir tesise aktarılıp oradaki çalışmalarla nükleer patlamaya uygun seviyelere kadar zenginleştirilmesiyle ortaya çıkıyor. Bu nedenle tesisler, UAE uzmanları tarafından kontrol ediliyor. İran ile Avrupa arasında 2015’teki anlaşma da buydu. Kontrollü bir uranyum zenginleştirilmesi söz konusuydu. Kuzey Kore de böyle yaptı.

Teknik olarak Türkiye, nükleer reaktörlerin tam faaliyete geçmesi sonrası nükleer kapasitesini silahlanmaya çevirebilir. Dünyada bu seviyede Brezilya, Japonya ve Almanya gibi 31 ülke bulunuyor. Ancak bu geliştirmeler kontrole tabi, kolay değil.

Özetle; Türkiye’nin nükleer bomba üretebilmesi imkansız değil ama şu konjonktürde (yaptırımlar vs) imkanı da yok. İleride ne olur bilinmez.

Bir Yunanistan Gerçeği: Batı Trakya Türkleri

Bir Yunanistan gerçeği: Camileri yok eden, dokunulmaz vakıf malı olmasına rağmen Türk mezarlıklarını talan eden, “Minareler Şehri” Selanik’te bir tane dahi minare bırakmayan ve “Türk” ibaresini yasaklayan…

Yanı başımızda her türlü baskıya maruz kalan Batı Trakya Türkleri, yıllardır Lozan Anlaşması’na rağmen uluslararası hukuku yok sayan Yunan hükümetinin mezalimine karşı hayat mücadelesi veriyor. Belki de Türkiye’de hiç bilinmiyor, dünya zaten hiç görmüyor.

Yunanistan, hakları 1923 Lozan Barış Antlaşması’yla “azınlık” statüsüyle tanınan Batı Trakya Türk toplumunu asimilasyon politikalarıyla sindirmeye devam ediyor. 1920’li yıllarda Batı Trakya nüfusunun % 65’ini oluşturan Türklerin bölgedeki nüfus oranı % 30’lara kadar geriledi. 1923’te yüzde 84 civarında olan bölgedeki toprak sahipliği, yüzde 25 düzeyine kadar indi. Şu anda 150 bin civarında Müslüman Türk nüfusunun olduğu Batı Trakya’da, uluslararası hukuk tarafından tanınan anlaşmalara rağmen, Yunan hükümeti son 25 yılda öyle bir politika izledi ki azınlık okullarının sayısı 231’den 115’e düşürüldü. “Türk” ibaresinin vakıflarda kullanılması yasaklandı.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarında Yunanistan ceza ödemesine rağmen kararları uygulamadı ve “Türk” ibaresini yasaklamayı devam ettirdi. Müftü seçimi bile Lozan’a göre vakıflar tarafından seçiliyordu ancak 1990’dan sonra Yunanistan bu hakkı da yasalarını değiştirip, uluslararası yasayı hiçe sayarak “kendi tayinine” göre düzenledi.

“Türk” ibaresinin kullanılmasından bile korkan Yunanistan, Türkleri “Müslüman azınlık” olarak tanımlamayı uygun görüyor ama Yunanistan’ın İskeçe ili Müftüsü Mustafa Trampa’nın konuyla ilgili açıklaması her şeyi özetliyor:

“Siz bir toplumu milli kimliği olmadan düşünebilir misiniz? Milli kimlik en az dini kimlik kadar kutsal bir değerdir. Türklük ve Müslümanlık etle tırnak gibidir. Batı Trakya Müslüman Türk Azınlığın Türk kimliğini yok sayarak, dini kimliği ile ifade etmeniz mümkün değildir. Bu kabul edilemez. Bu kadar baskı ve haksızlıklara maruz kalıp çeşitli yöntemlerle asimile edilmek istenmemize rağmen bizi ayakta tutan Müslümanlık ve Türklüktür.”