















![]()


Fırat Kalkanı son durum için tıklayın.




Kaynak: Al Jazeera
















![]()


Fırat Kalkanı son durum için tıklayın.




Kaynak: Al Jazeera
Uluslararası haber ajanslarının bildirdiğine göre Astana konferansı sonuç bildirisi Kazakistan Dışişleri Bakanı Kayrat Abdrahmanov tarafından okundu.
Bildiride Suriye sorununun askeri yöntemlerle çözülemeyeceği belirtildi ve Rusya, Türkiye ve İran’ın Suriye’deki ateşkesin denetlenmesi için üçlü bir mekanizma kurmaya karar verdiği ifade edildi.
Uluslararası taraflardan BM Güvenlik Konseyi’nin 2254 sayılı kararı doğrultusunda siyasi sürecin başlaması için çaba göstermesinin istendiği bildiride tüm muhalif gruplara da şubat ayında Cenevre’de yapılacak konferansa katılma ve IŞİD ile Nusra gibi terörist gruplara karşı savaşma çağrısı yapıldı.

Suriyeliler arasındaki görüşmelerin yeniden başlamasının desteklendiğinin belirtildiği bildiride “BM Güvenlik Konseyi’nin de teyit ettiği üzere farklı etnik ve dini kesimlerin bulunduğu demokratik bir ülke olarak Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunmasına” vurgu yapıldı.
29 Aralık 2016’da yapılan ve BM Güvenlik Konseyi’nin 2336 sayılı kararı ile de desteklenen ateşkes rejiminin desteklenmesi için tüm taraflara çağrı yapılan bildiride ateşkes ihlallerinin en aza indirilmesi için çaba gösterilmesi, istendi.
IŞİD ve Nusra gibi terör örgütlerine karşı mücadele konusunda ortak bir iradenin bulunduğu belirtilen bildiride muhaliflerin de bu gruplardan ayrılması gerektiği vurgulandı.

Kaynak: YDH – AA
Trump’ın kabine tercihlerinin çoğu ciddi kaygılara ve tartışmalara yol açıyor. Bu noktada en öne çıkan konulardan biri, Trump’ın tercihlerini emekli yüksek rütbeli subaylardan yana kullanıyor olması.
Son bir aydır Türkiye’de hepimiz, Trump‘ın dışişleri bakanı tercihinin ne olacağına dair endişeli bir halde tahminlerde bulunmaya çalışırken, seçilmiş başkan da kabinesinin geri kalanını oluşturmakla meşguldü. Trump’ın tercihlerinin çoğu, çeşitli sebeplerden ciddi kaygılara ve tartışmalara yol açıyor. Ancak, bu noktada en öne çıkan konulardan biri, Trump’ın tercihlerini belirgin bir şekilde emekli yüksek rütbeli subaylardan yana kullanıyor olması. Trump şu ana kadar üç eski yüksek rütbeli subayı güvenlikle ilgili görevlere getirdi: James Mattis savunma bakanı, John Kelly iç güvenlik bakanı ve Michael Flynn ulusal güvenlik danışmanı olarak tayin edildi.
Zannedildiğinin aksine, Amerika’da asker kökenli kişilerin, askeri kariyerlerini sonlandırdıktan sonra siyasi konumlarda hizmet etmeleri, uzun bir geçmişe sahip bir uygulama. Buna rağmen, siyasetin üstünde askeri nüfuzun olması, ABD’de her zaman tüyleri diken diken eden bir konu. Sivil siyasetçiler kendi nüfuz bölgelerini saldırgan bir şekilde müdafaa ederler. Ne askeri ihtişam ne de omuzlardaki ‘yıldızlar’ Kongre’de yahut basın karşısında ellerinin rahat olacağının teminatı.
Emekli askerlerin siyasete girmesi, Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına kadar geri gidiyor. ABD’nin ‘kurucu babalarından’ en meşhuru olan George Washington, Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nda görev yapmış bir generaldi. Daha sonra yeni kurulmuş devletin ilk lideri oldu ve sekiz sene vazife yapacağı yeni konumuna geçti. Birlik Güçlerini komuta eden general olarak Amerikan İç Savaşı’nı (1861-1865) sona erdiren Ulysses S. Grant, ABD tarihinin bu en kanlı çatışmasının üstünden daha beş yıl geçmeden başkan seçildi ve iki dönem görev yaptı. Theodore Roosevelt‘in İspanya-Amerika Savaşı esnasında ortaya koyduğu cesaretli davranışlar, halk nezdinde itibar sahibi olmasını sağladı. Roosevelt 1900 yılında William McKinley’in başkan yardımcısı olarak seçildikten sonra, McKinley’in 1901’in sonlarında bir suikasta kurban gitmesinden sonra başkan oldu. Roosevelt daha sonra 1904 başkanlık seçimlerini de açık ara kazandı.

Nazilere karşı İkinci Dünya Savaşı’nda Müttefiklerin kazandığı zaferin organize edilmesini sağlayan meşhur Amerikalı general ve kariyer danışmanı George C. Marshall, siyasete büyük bir nefret duyduğunu itiraf etmesine rağmen sonradan içişleri bakanı ve savunma bakanı olarak görev yaptı. Dwight D. Eisenhower, İkinci Dünya Savaşı sırasında Müttefiklerin Avrupa komutanı olarak görev yaptı ve (‘Operation Overlord’ isimli) D-Day olarak bilinen işgali planladı; daha sonra İkinci Dünya Savaşı başarılarını siyasete taşıyarak oya tahvil etti ve 1950’lerde iki dönem ABD başkanlık koltuğunda oturdu. Başkanlığı Ocak 1961’de sona erdiği sıralarda, Eisenhower’ın ABD’nin siyasi kararlarına giderek artan derecede etki eden ‘askeri-sınai kompleks’ ile ilgili yaptığı uyarı meşhurdur.

George H. W. Bush, 1980’de Ronald Reagan‘ın başkan yardımcısı olmadan çok önce, İkinci Dünya Savaşı’nda asker olarak savaşmıştı. Baba Bush, 1988 yılında ise başkan seçildi. Özetle, eski askeri şahsiyetlerin ABD sivil siyaset hiyerarşisi içindeki en yüksek mevkileri üstlenmelerinin pek çok örneği var.

Bu örneklere rağmen, ABD sivil siyaset saflarına askerlerin kabul edilişi daima çetrefilli bir konu olmuştur. Bu yüzden seçilmiş Başkan Donald Trump‘ın emekli askerlere yönelik belirgin muhabbeti o derece tartışmalara yol açıyor ki Politico dergisi geçtiğimiz cuma günü Trump’ın eski askerleri tercih etmesi ve Amerika’nın konuyla ilgili çene çalan sınıflarının buna tepkileriyle ilgili uzun bir makale yayınladı. Makalede Trump’ın kabinedeki çeşitli mevkilere toplamda beş eski askeri tayin edebileceği açıklanıyor. Bu durum Cumhuriyetçileri dahi hayrete düşürüyor.
Politico‘daki makalenin en ilgi çekici yönü, Trump‘a yakın kaynaklardan gelen ve isimsiz yorumlar içeren görüşlerdi. Yorumların hepsinde gençliğinde New York’ta gittiği askeri lisede gençlik heyecanıyla yaşadıklarından beri ABD ordusu hakkında ayakları yere basmayan bir romantiklik içerisinde olan bir seçilmiş cumhurbaşkanından bahsediliyor. Makaleden edinilen intiba, sürekli esip gürleyen emlak kralının altında, aceleci davranışlar sergileyen ve fevri kararlar alan bir asker özentisinin gizli olduğu. Görünen o ki Trump askerlerde, olduğunu hayal ettiği kişiyi görüyor.
Kaygıları artıran diğer bir unsur, Trump’ın, görünüşe göre, askeri gücün doğasına dair fantezileri. Birkaç farklı haberde verilen bilgilere göre, Trump’ın en sevdiği filmlerden biri “Patton”. Başrolünü George C. Scott’ın oynadığı 1970 yapımı film, İkinci Dünya Savaşı’nda görev yapmış ABD’li generallerden birinin hayatının meşhur bir Hollywood uyarlaması. ABD dışında daha az bilinen bir figür olan Patton, insan öldürme işine yönelik kaba, savaşçı, pratik ve ciddi yaklaşımından dolayı bazı kimselerce en sonunda bir idol haline getirilmişti.
Trump kabinesine atanan diğer isimlerin de genel tavırları göz önüne alındığında mesele iyice sevimsizleşiyor. Trump’ın ve subay-bakanlarının bu vazifelere dünden razı ve militarist tavrına Trump’ın tayin ettiği diğer bazı kişilerden gelen Müslüman karşıtı yorumları da dahil ettiğimizde, gerçekten rahatsız edici bir tablo ortaya çıkıyor. Trump’ın tayin ettiği bazı kişiler Müslüman karşıtı görüşlerini açıkça ifade ettiler. Bu zevatın arasında olan, Trump’ın ulusal güvenlik danışmanlığı konusundaki tercihi Michael Flynn’in American Enterprise Institute’un önde gelen neoconlarından Michael Ledeen ile yazdığı “Radical Islam” isimli bir kitabı da bulunuyor. İmar ve Şehircilik Bakanı olarak Trump tarafından tayin edilen Ben Carson da, İslam’la ilgili bir takım tartışmalı açıklamalarda bulunmuştu. Genel olarak, Trump kabinesinin şimdiye kadarki kadrosu itibarıyla en öne çıkan bileşenleri duygusuz bir militarizm ve tepkisel İslam karşıtı bir ruh hali.

Salı günü Trump’ın dışişleri bakanı tercihi olarak duyurulan Rex Tillerson da şimdi bu karışıma dahil oluyor. Tillerson, Exxon Mobil’in patronu. Bu dev petrol firmasındaki kariyeri Tillerson’a çok büyük bir yurtdışı tecrübesi kazandırdı, ama bu tecrübe, dünyanın en kıymetli metaı petrolün peşinde kazanıldı. Dışişleri bakanı olarak Tillerson, Türkiye’nin içinde bulunduğu bölgeye nasıl bir yaklaşım getirecek?
Trump’ın eski askeri figürleri tayiniyle, ABD’nin sivil-asker ilişkilerinde bir değişiklik yaşanacağını düşünmek için şu an itibarıyla bir sebep bulunmuyor. Sonuçta, Eisenhower meşhur uyarısını 50 seneden uzun bir zaman önce yaptı ve asker-siyaset ilişkileri bu zaman zarfında sadece daha da derinleşti. Trump’ın emekli askerleri tercih etmesi, sivil siyasi kararların üstündeki asker etkisinde bir artış anlamında köklü bir değişim gibi durmuyor; en azından son 50 senenin bize gösterdiğinden önemli ölçüde bir değişiklik olacak gibi görünmüyor.
Fakat kabineye baktığımızda görünen, savaş mefhumu hakkında yüzeysel bir anlayışa sahip bir başkan, meşhur, şahin tutumlu askeri danışmanlar, petrol merkezli çıkar çatışmalarına aşina bir dışişleri bakanı ve gemi azıya almış Müslüman karşıtı duyguların kombinasyonu, çok huzur kaçırıcı bir tablo ortaya koyuyor. Sadece Trump’ta değil, ona yakın olanlarda ve tayin ettiği kişilerde de gözlenen, basına birbiriyle çelişen açıklamalar yapma ve fikirlerinden siyasi maslahata göre anında çark etme eğilimi, Trump hükümetinin Türkiye’ye, bölgeye ve Müslüman dünyasına yönelik nihai duruşunun ne olacağına dair tahminlerde bulunmayı son derece güç kılmakla birlikte şu kadarı var ki, şimdiye kadar şahit olduklarımız pek hayra yorulacak gibi değil.
Kaynak: AA
1. ve 2. Dünya Savaşı öncesi ve sonrası şeklinde ifade edilen haritada, Avrupa ülkelerinde monarşi ile yönetilen ülkeler gösterilmiş. İngiltere ve İspanya’da hala monarşi olduğu belirtilse de, bu ülkelerdeki monarşi sadece ‘geleneksel’ olarak sürdürülmektedir.

17 Ekim 2016’da başlayan Musul operasyonunda; 11 Kasım 2016’dan Musul’un doğusunun tamamen IŞİD’den geri alındığı 18 Ocak 2017’e kadar olan haritaların aralıklı harita değişimi şöyle:

Tarih tarih güncel Musul son durum haritası
Son durum haritaları için tıklayın.
El-Bâb gibi küçük bir kasabayı dünyanın ve Türkiye’nin gündemine taşıyan şey, onun Suriye savaşındaki stratejik konumu.
Bugünlerde haber bültenlerinde en çok duyduğumuz kelime el-Bâb. El-Bâb gibi küçük bir kasabayı dünyanın ve Türkiye’nin gündemine taşıyan şey, onun Suriye savaşındaki stratejik konumu elbette.
Aslında savaştan önce el-Bâb, Sünni Araplardan oluşan yetmiş bin nüfusuyla küçük bir yerleşim yeriydi. Arapçada ismi ‘kapı’ demek. İslam’ın ilk döneminde, Hz. Ömer zamanında fethedilen kasaba, Kuzey Suriye’nin en önemli ticaret şehri olan Halep’in yolunun üstünde bulunduğundan, bu isim “Halep’in Kapısı” manasına geliyor, nomenklatüre göre. Ama günümüzde bu isim, savaş nedeniyle “Suriye’nin Kapısı”na dönüşmüş durumda. Aslında el-Bâb’ı bugünlerde önemli yapan şey, kasabanın herkesin ortak düşmanı olan DEAŞ’ın elinde bulunması ve Suriye’de savaşan tüm tarafların konumları itibarıyla bir kavşakta yer alması.
El-Bâb ile çevresindeki yerleşimler arasındaki mesafeye bakıldığında, kasabanın ehemmiyeti daha iyi anlaşılabilir. El-Bâb Türkiye sınırına 35, Dâbık’a 30, Menbic’e 45, Halep’e 40, Tabka’ya 135 ve Rakka’ya 180 km. uzaklıkta. Ama esas önemli olan, yukarıda sayılan her bir yerleşim biriminin, Suriye’de vekâleten veya asaleten savaşan farklı grupların elinde olması ve el-Bâb’ın tam da bu yerleşim birimlerinin ortasında bulunması: Halep Rusya ve İran destekli Suriye rejiminin, Menbiç PYD’nin, Dâbık Türk ordusu destekli Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO), el-Bâb, Tabka ve Rakka ise DEAŞ’ın elinde. Yani el-Bâbı alan Kuzey Suriye’nin kapısını açmış oluyor. Tabi meseleye bir de bölgede savaşan güçler için el-Bâb’ın öneminin ne olduğu açısından bakmakta fayda var.

DEAŞ açısından el-Bâb savaşı, aslında Kuzey Suriye’de, hatta Suriye’de var olma savaşı. Şehir, devletimsi örgütün Kuzey Suriye’deki son kalesi. Üstelik homojen bir Sünni Arap nüfusa sahip olduğundan, el-Bâb sakinlerin bir kısmı DEAŞ’a taraftar dahi olabilir. Bu nedenle Cerablus’ta yaptığı gibi şehri terk edip gitmedi ve sonuna kadar direnmeye devam edecek. Zira burayı kaybederse, 135 km güneydeki Tabka’ya ve sözde başkentleri Rakka’ya kadar, tutunabileceği başka bir yerleşim birimi yok. Şayet el-Bâb DEAŞ’ın elinden çıkarsa, Suriye’nin kuzeyindeki (yani büyük şehirlere yakın) konumunu kaybederek insansız çöl bölgesine çekilmek zorunda kalacak. El-Bâb’dan sonraki hedefler ise DEAŞ tarafından rejimden alınan hava üssünün bulunduğu Tabka ve ardından Suriye’deki sözde başkentleri Rakka olacak.
Doktrini ve propagandası açısından büyük ehemmiyete sahip olan Dâbık’a 30 km mesafede bulunması, el-Bâb’ı DEAŞ açısından daha da önemli kılıyor. Osmanlıların Arap topraklarındaki 400 yıllık idarelerinin ilk adımını sembolize eden Merc-i Dâbık savaşını 1516 yılında yaptıkları Dâbık, DEAŞ’ın propagandası ve ideolojisinin merkezinde yer alıyor. DEAŞ’ın Hz. Peygamber’den geldiği iddia edilen bir rivayete dayandırdığına göre, kıyametten önce Müslümanlar ile Kafirler (Haçlılar) arasında yapılacak son ‘büyük savaş’ (Kıyamet Savaşı, Melhame-i Kübrâ, Armageddon, Har Megiddo) Dâbık’ta yapılacak ve savaşın sonunda Müslümanlar galip gelerek Mesih yeryüzüne inecek. DEAŞ bu iddiasını Hz. Peygamber’den rivayet edilen: “Rumlar, A’mak ve Dâbık isimli mahallere inmedikçe kıyamet kopmaz” cümlesiyle başlayan ‘melhame/fiten’ hadisine dayandırıyor. Örgütün İngilizce olarak yayımladığı dergisinin adı da “Dâbık”. DEAŞ’ın Dâbık’ı Türk ordusu destekli ÖSO’ya kaybetmesinin ardından, buraya yakın mesafedeki el-Bâb’ı da kaybederek Dâbık’tan uzaklaşması, aynı zamanda propagandasının merkezinde yer alan en önemli unsurunu da kaybetmesi manasına geliyor. Tabi daha da mühimi, bugüne kadar uyguladığı insanlık dışı metotlarla psikolojik harpte önemli bir üstünlük sağlamış olan DEAŞ, şayet el-Bâb’da hezimete uğrarsa büyük ölçüde prestij kaybeder ve bu savaş DEAŞ’ın kendi kıyameti, yani sonunun başlangıcı olabilir.
El-Bâb’ın Türkiye açısından önemine gelince, Türk ordusu tarafından desteklenen ÖSO burayı ele geçirebilirse, DEAŞ unsurları hudutlarımızdan bir daha dönmemek üzere temizlenmiş olacak ve Türkiye DEAŞ unsurlarının sınır bölgelerine fırlattıkları roketlerden ve genelde Türkiye’deki DEAŞ terör eylemlerinden büyük oranda kurtulmuş olacak. Keza uzun süredir Batı medyasında çıkan, Türkiye’nin DEAŞ’ı desteklediğine dair haberlere de en anlamlı cevabı vermiş olacak. Irak ve Musul’da ABD, Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi, Irak Merkezi Ordusu ve Haşdi Şabi milislerinin büyük kuvvetlerine rağmen Musul’da herhangi bir ilerleme kaydedememeleri; yine ABD destekli PYD’nin Rakka’da DEAŞ’a karşı taarruz dahi edememesine karşılık, 15 Temmuz darbe teşebbüsü badiresini henüz atlatmış ve ordusunun komuta kademesinin önemli kısmını kaybetmiş Türk ordusu ile bugüne kadar sahada büyük başarı elde edememiş olan ÖSO’nun el-Bâb’da DEAŞ’ı yenilgiye uğratmaları, Türkiye ve ÖSO açısından çok büyük bir prestij olacak. Belki de Trump, Rakka’da Obama’nın müttefikleri olan PYD’den vazgeçerek DEAŞ’a karşı mücadelede kadim ve geleneksel müttefiki Türkiye’ye dönecek. Bu da bölgede PYD’nin hamisiz kalması manası gelir ve Türkiye’nin tezleri açısından son derece önemlidir. Türkiye böylece hem Menbiç hem de diğer PYD kantonları hususunda daha rahat hareket edebilir.
El-Bâb’ın DEAŞ’tan alınması, PYD açısından da büyük bir hayal kırıklığı yaratabilir. Zira el-Bâb dahil olmak üzere A’zâz ile Cerablus arasının ÖSO ve Türk ordusu tarafından alınması, el-Cezire ile Kobani (Aynü’l-Arap [Arap Pınarı]) kantonlarını birleştiren PYD’nin, Afrin kantonu ile asla birleşemeyeceği anlamına gelmekte. Bu durumda PYD ve arkasındaki büyük güçlerin desteklediği, Kuzey Suriye’de Akdeniz’e uzanan bir Kürt kuşağı oluşturmak ve bunu zamanla Kuzey Irak’la birleştirmek, ileride Türkiye ve İran’dan alınacak parçalarla seküler birleşik bir Kürdistan kurmak suretiyle bölgede mevcut sınırları değiştirmek, Türkler, Farslar ve Arapları bu sopayla tedip etmek ve İsrail’i güvence altına almak gibi amaçlara sahip proje büyük yara almış olur. Türkiye’nin El-Bâb’daki başarısı, PYD’nin ABD nezdinde DEAŞ’la karada mücadele eden tek örgüt olma savını da elinden alır ki bu da örgütün yüzüstü bırakılmasıyla sonuçlanabilir.
Esed rejimi, Rusya ve İran açısından ise Halep’e 40 km mesafede her an tehdit oluşturabilecek bir unsur olan DEAŞ’ın bölgeden Türkiye ve ÖSO eliyle uzaklaştırılması (yani düşmanını düşmanına kırdırmak) tercih edilebilir bir durum olmakla birlikte, ÖSO ve Türk ordusunun Halep’e hayli yaklaşmış olması çok da istenen bir durum değil. Şayet el-Bâb’ın alınmasından sonra Esed rejimi (Rusya ve İran) ile ÖSO (Türkiye) arasında kalıcı bir ateşkes sağlanmaz ve ÖSO Halep’e doğru ilerlemeyi düşünürse, bu durumda Esed rejimi ile tekrar çatışma başlayabilir.
Şüphesiz DEAŞ, an azından sözde, herkes tarafından yok edilmesi gereken bir düşman olarak görülmekle birlikte, geçmişte Esed rejiminin bu örgütle işbirliği yaptığı veya en azından çatışmadığı şeklinde iddialar mevcut. Yine Ortadoğu’da etkili olmayı amaçlayan bazı küresel güçlerin, bölgedeki ülkeleri etnik ve mezhebi olarak küçük parçalara bölmek maksadıyla, mevcut toplumsal fay hatlarını kırmak için DEAŞ’ı bir manivela olarak kullandığı hususunda yaygın bir kanaat bulunmakta. Nitekim DEAŞ’a karşı savaştığını iddia eden koalisyon, Türkiye söz konusu olunca el-Bâb’da hava desteği sağlamamakta. Yine DEAŞ’a karşı savaştığını iddia eden Rusya’nın hava saldırılarının büyük kısmı, DEAŞ’tan ziyade diğer muhalif gruplar üzerine yapılmakta.
Şayet Türkiye ve ÖSO el-Bâb’ı ele geçirirse, DEAŞ’tan sonra en büyük darbe, bu örgütü destekleyen güçlere vurulmuş olacak. Her halükârda el-Bâb’ın alınması, Rusya’nın Suriye’de doğrudan harbe girmesi ve Türkiye’nin Fırat Kalkanı Harekâtı ile Suriye’ye müdahil olmasından sonra, üçüncü ‘oyun değiştirici’ hamle olarak Suriye savaşının kaderinde belirleyici rol oynayacaktır.
Kaynak: Prof. Dr. Cengiz Tomar, Marmara Üniversitesi Ortadoğu Araştırmaları Enstitüsü ve Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi, AA.
Son yıllarda birçok kez gündeme gelen Lozan, kimilerine göre bir hezimetken kimilerine göre çok büyük bir başarıdır. Ancak buna karar verebilmek için; Lozan’a nasıl ve nerden geldiğimizi, Lozan’da hangi şartlarda mücadele ettiğimizi ve Türkiye’nin o yıllardaki mevcut siyasi durumunu göz önünde bulundurmamız gereklidir. Öncelikle kısaca bu durumlara göz atalım:
Lozan’a nasıl ve nerden geldik ?
Bu durum iki taraf için farklı ifade edilen bir konudur. Türkiye; 1. İnönü ve 2. İnönü’den, Sakarya Savaşı’ndan, Büyük Taarruz’dan, hatta Mudanya’dan, yani kısaca Milli Mücadele’den başarılı bir şekilde çıkmış bir ülke olarak Lozan’a gitmişti. Ancak başta İngiltere olmak üzere İtilaf Devletleri Türkiye’ye, 1. Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkmış, Sevr’i onaylamış, yani Osmanlı Devleti’nin devamı olarak bakıyordu. Bu algıyı yıkmak hiç kolay olmadı. Çünkü karşımızda İngiltere gibi, Fransa gibi, İtalya gibi siyasi açıdan güçlü ülkeler vardı. Her ne kadar Anadolu’da büyük bir direnişe imza atıp, büyük zaferler kazandıysak da, karşı taraf doğal olarak bu durumu kabullenmek istemiyordu ve elindeki siyasi gücü, bizim bu kozlarımızı kullanamamamız için kullanıyordu.
Lozan’da hangi şartlarda mücadele ettik ?
Birinci ve 2. İnönü Savaşları, Sakarya Savaşı, Büyük Taarruz nasıl ülkemizin ilk büyük askeri başarılarındansa, Lozan da ülkemizin ilk büyük siyasi başarısıdır. Yukarda saydığım nedenlerin dışında, görüşmeler süresince Türkiye’ye, 1. Dünya Savaşı’ndan sonra mağlup devletlere yaptıkları gibi, hazırladıkları antlaşma metnini önümüze koyup imzalatmak istediler. Ancak bunu kesinlikle kabul etmedik ve bu yolda mücadele ettik. Gerek İsmet Bey’in karşı tarafla eşit şartlarda mücadele ettiğini göstermek amacıyla yaptığı konuşmaları ısrarla Türkçe yapması (İsmet Bey, ileri derecede Fransızca da biliyordu. Hatta konuşma yaparken, çevirmenin yaptığı bazı hatalı çevirmeleri kendisi düzeltmiştir.) gerekse de kendisine söz verilmeyeceği halde “Lord Curzon konuşma yaparsa ben de yaparım.” diyerek yaptığı konuşma, verilen eşitlik mücadelesinin bir göstergesidir. Hatta konferansta bulunan komisyonların başkan yardımcılıklarına Türklerin getirilmesi de İsmet Bey’in baskılarıyla olmuştur, ki bence önemli bir detaydır.
Türkiye’nin o yıllardaki mevcut siyasi durumu nasıldı ?
Lozan’daki barış görüşmelerini Kasım 1922’de başlamış, antlaşma Temmuz 1923’te imzalanmıştır. Cumhuriyet ise Ekim 1923’de ilan edilmiştir. Sadece bu bilgi bile, Türkiye’nin, görüşmeler sırasındaki siyasi durumunu anlatmaya yeterlidir. Siyasi açıdan temelleri yeni atılan bir devlet ve yıllardır savaş halinde olan ve artık savaşsız bir ortam isteyen toplum… Bu nedenler Türkiye’nin, Lozan’da bütün konularda başarıya ulaşamamasında etkili olmuş ve bazı tavizler vermek zorunda bırakmıştır.
İşte kısaca bahsettiğimiz bu durumlar, Lozan’da hangi konumda karşılandığımızı, nasıl mücadeleler verdiğimizi, hangi durumlarda olduğumuzu anlamanıza yardımcı olmuştur. Şimdi Lozan’da başarılı olduğumuz meselelerden çok, başarısız olduğumuz ya da başarısız gösterildiğimiz meseleleri incelemek istiyorum.
Lozan’da çözülemeyen konular; Musul, Hatay, Adalar ve Boğazlar sorunudur.
Adalar Sorunu: Yüzyıllarca Osmanlı idaresinde kalan Oniki Ada’nın kaderi, İtalyanların Trablusgarp’ı işgal etmesinin ardından değişti. İtalyanlar Trablusgarp’ın işgalinde başarılı olamayınca, Osmanlı Devleti’ni barışa zorlamak, kısacası masa başında Trablusgarp’ı almak için Ege’de bulunan bu adaları işgal etti. Osmanlı Devleti ise her an başlaması muhtemel Balkan savaşını da dikkate alarak İtalyanlarla antlaşma imzalamak zorunda kaldı ve Trablusgarp’ı İtalya’ya bıraktı. Yapılan antlaşmada dikkat çekici bir madde daha vardı: Osmanlı Devleti, İtalyanların Oniki Ada’da bir süre daha işgalci olarak kalmasını istedi. Böylece Balkan Savaşı sırasında muhtemel Yunan işgalinin önüne geçilecekti.
Ancak her şey planlandığı gibi gitmedi. 1. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle, Osmanlı Devleti ile İtalya ayrı ittifak grupları içinde birbiri ile savaşa girdi. 4 yıllık savaşın sonucunda Osmanlı Devleti savaştan mağlup olarak ayrılınca, 1923 yılında Lozan Antlaşması ile TBMM, bu adaları İtalya’ya bıraktı. Böylece Yunan işgaline karşı geçici olarak İtalya’ya bırakılmış olan bu adalar İtalya’nın egemenliğinde kaldı.
Görüldüğü üzere, Adalar ile ilgili başarısızlığı sadece TBMM heyetine yıkmak doğru değildir. Hakkımız olanı alamadık, bu doğrudur. Ama daha önceden verilen taviz ve Türkiye’nin mücadele ettiği şartlar, bu konuda başarısız olmamızı engelleyen bir unsurdur.

Ama İsmet İnönü, Adalar’dan dolayı eleştirilecekse, özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra takındığı tavır eleştirilebilir. Çünkü 2. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar İtalya’nın işgalinde kalan Oniki Ada’nın durumu savaş sonrasında tekrar gündeme geldi. İtalya 2. Dünya Savaşı’nı kaybetti. 1946 yılında Paris’te yapılan barış görüşmelerinde Oniki Ada’nın İtalya’dan alınarak Yunanistan’a verilmesi gündeme geldi. İtalya’nın savaş sonu şartlarında galip devletlerin bu planını reddetme şansı yoktu. Adaların Yunanistan’a verilmesi yönündeki kararın gerekçesi ise adalarda yaşayan nüfusun çoğunluğunun Rum olmasıydı. Oniki Ada ile ilgili kararın verildiği Paris Barış Konferansına, aslında Türkiye de resmen davet edilmişti. Ancak İsmet İnönü’nün başkanlığında toplanan hükümet, konferansa katılmama yönünde bir karar aldı. İnönü savaşa girmeyen Türkiye’nin savaş sonunda herhangi bir çıkar peşinde koşmayacağını ifade ediyordu. Bu durum Oniki Ada ile ilgili alınan kararların tam da Yunanistan’ın istediği şekilde çıkmasına sebep oldu. Halbuki konferansa bir Türk heyeti katılmış olsaydı, en azından Ege kıyılarına çok yakın adalardan bazılarının alınma şansı olabilirdi. Çünkü yalnızca nüfus dengesine göre karar vermek, Türkiye’ye karşı bir hukuksuzluktu ve bu durum konferansta dile getirilebilirdi. Örnek olarak; Batı Trakya’daki nüfusun yüzde 80’ine yakını Türk ve müslümandı ancak Lozan Antlaşması’nda Batı Trakya Yunanistan’a bırakılmıştı. Bu da nüfus dengesinin tek başına yeterli bir gerekçe olmadığını göstermekteydi.
Ancak Türkiye’nin konferansa katılmaması bu ihtimalleri en başından ortadan kaldırdı. 10 Şubat 1947’de İtalya Paris Antlaşması’nı imzaladı ve bu antlaşmayla Oniki Ada silahsızlandırılmak şartıyla Yunanistan’a bırakıldı.
Hatay Sorunu: Mondros Ateşkes Antlaşması’ndan sonra Hatay, Suriye’den Anadolu’ya ilerleyen Fransızlar tarafından işgal edilmiştir. Burda verilen mücadeleden sonra Fransızlarla Ankara Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşmaya göre ‘Çukurova Fransızlar tarafından boşaltılacak’, ‘Süleyman Şah’ın mezarının bulunduğu yer vatan toprağı sayılacak ve asker bulundurulacak’ gibi maddelerin yanı sıra, ‘Hatay, özerk bir bölge olarak Suriye’ye bırakılacak, ancak Türk kültürünü geliştirmek için her türlü kolaylık sağlanacaktır.’ İfadesi yer almıştır. Lozan’da bu durum değiştirilmeye çalışılsa da başarılı olunamamıştır.

Mustafa Kemal Atatürk’ün, “Kırk asırlık Türk yurdu, düşman elinde esir kalamaz!” sözü, Hatay’ın Türkiye için önemli bir millî mesele olduğunu göstermiştir. 2. Dünya Savaşı’nın çıkma ihtimali üzerine Fransa 1936’da Suriye ve Lübnan’a bağımsızlık verdi. Bu arada Hatay’ı Suriye’ye bıraktı. Bu olay üzerine Mustafa Kemal Atatürk, Meclis’te yaptığı konuşmada şunları söylemiştir: “Bu sırada, milletimizi gece gündüz meşgul eden başlıca büyük bir sorun, hakiki sahibi öz Türk olan İskenderun, Antakya ve havalisinin mukadderatıdır. Bunun üzerinde ciddiyet ve katiyetle durmaya mecburuz. Daima kendisi ile dostluğa çok önem verdiğimiz Fransa ile aramızda tek ve büyük sorun budur. Bu işin doğrusunu bilenler ve hakkı sevenler, alakamızın şiddetini ve samimiyetini iyi anlarlar ve doğal görürler.”
Hatay’ın Suriye’ye verilmesini kabul etmeyen Türkiye, 9 Ekim 1936’da Fransa’ya verdiği bir notayla Suriye ve Lübnan’a yapıldığı gibi Hatay’a da bağımsızlık verilmesini talep etti. Fransa’nın olumsuz cevabı üzerine sorun Milletler Cemiyeti’ne bırakıldı. Milletler Cemiyeti ise aldığı kararla, Hatay’ın iç işlerinde bağımsız, dış işlerinde Suriye’ye bağlı olmasını kabul etti. Hatay’ın toprak bütünlüğü, Türkiye ve Fransa’nın garantisi altında olacaktı. 1937’de Türkiye ile Fransa arasında Hatay’ın yeni statüsünü belirleyen antlaşma imzalandı. Ancak bu antlaşma da uyuşmazlığı sona erdiremedi.
Almanya’nın Avusturya’yı ilhakından sonra, Avrupa’da güçler dengesi bozuldu. Avrupa’daki bu gelişmeler Türkiye ile ilişkileri geliştirmek isteyen Fransa’nın, Hatay konusundaki tutumunu yumuşatmasına neden oldu. Fransa çeşitli sebeplerle geciktirdiği Hatay seçimlerine izin verdi. Yapılan seçimler sonrasında kurulan Hatay Meclisi, bağımsızlık ilan ederek Hatay Cumhuriyeti’ni kurdu (2 Eylül 1938). Bu durumu Fransa da kabul etti.
Hatay Cumhuriyeti ile Türkiye arasında yakın ilişkiler geliştirildi. Bağımsızlıkla yetinmeyen Hataylılar, Türkiye’ye katılmak istiyorlardı. Avrupa’daki gergin durum Fransa’nın bu isteği kabul etmesini sağladı. 23 Haziran 1939’da Fransa ile Türkiye arasındaki bir antlaşmayla Hatay’ın Türkiye’ye katılması kabul edildi. Hatay Meclisinin aldığı kararla Hatay, 30 Haziran 1939’da Türkiye’ye katıldı.
Boğazlar Sorunu: Bu sorun Kurtuluş Savaşı döneminde ortaya çıkmış bir sorun değildir. Bu sorunun kökleri 18. yüzyıla kadar dayanmaktadır.
Rusya’nın 18. yüzyıldaki hükümdarı olan Büyük Petro, o dönemde Karadeniz’e, Boğazlara hakim olarak sıcak denizlere inme fikrini gerçekleştirmeye çalışmıştır. Çariçe 2. Katerina zamanında da devam eden bu politika doğrultusunda, Küçük Kaynarca Antlaşması sonrasında, Rusya’nın eline bu amacını gerçekleştirebilmek için bir fırsat geçmiştir. Aslında daha önceki bir dönemde, yani 1774 yılında da, yine Rus gemileri İstanbul Boğazı’nı kuşatma girişiminde bulunmuştur. Ancak bu kuşatma girişimi başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Osmanlı Devleti’nin zayıflamaya başladığı dönemlerde Boğazlar Sorunu daha da çok gündeme gelmeye başlamıştır. 1833 yılındaki Mısır Sorunu ile birlikte Rusya, emellerine bir adım daha yaklaşmak adına girişimlerde bulunmuştur. Mısır Sorunu’nda Osmanlı Devleti’ne yardım eden Rusya, karşılığında Hünkar İskelesi Antlaşması ile birlikte boğazlar üzerinde bazı konularda söz hakkı elde etmiştir. Bu dönemde daha etkin olmak isteyen İngiltere, Hünkar İskelesi Antlaşması’nın yerine başka bir antlaşma yapılması için girişimlerde bulunmuştur. Bu sırada Mısır valisi Mehmet Ali Paşa’nın yeniden ayaklanma çıkarması üzerine bu durumu fırsat bilen İngiltere, Osmanlı Devleti’ne yardım ederek 1840 yılında Londra Antlaşması’nın imzalanmasını sağlamıştır. İstanbul’un fethinden bu yana Osmanlı Devleti’nin kontrolünde olan boğazlar için bu antlaşma bir dönüm noktası olmuştur. 1841 yılında Fransa’nın da bu antlaşmaya katılmasıyla birlikte antlaşma “Boğazlar Sözleşmesi” olarak adlandırılmıştır. Bu sözleşme ile birlikte Osmanlı Devleti boğazlar üzerindeki tek hakimiyet ve söz hakkını bir anlamda kaybetmiştir. Bu sözleşmeye göre;

Boğazlar’ın önemi, 1. Dünya Savaşı ile birlikte daha çok ön plana çıkmıştır. 1. Dünya Savaşı ile birlikte Rusya’ya yardım bahanesiyle boğazlardan geçmek isteyen İngiltere, jeopolitik öneminin farkında olduğu Çanakkale Boğazı’na bir çıkarma yapmıştır. Ancak İngiltere’nin bu girişimi Türk askerinin başarılı savunması ile hüsranla sonuçlanmıştır. İtilaf Devletlerinden de yardım alarak tekrar taarruza geçen İngiltere, savaşın kilit noktası olan boğazların öneminin farkında olarak tekrar harekete geçmiştir. Ancak bu girişimler de başarısızlıkla sonuçlanmıştır. 1. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte Osmanlı Devleti Çanakkale Boğazı’nda başarılı olsa da, Almanya’nın yenilmesiyle birlikte Osmanlı Devleti de yenik sayılmıştır. Bu yenilgi sonrası Osmanlı Devleti ile Sevr Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşmada Boğazlar ile ilgili de maddeler bulunmaktadır:
Boğazlar Sorunu, Lozan’da da önemli bir gündem maddesi olmuştur. Ama yine, Boğazlar Sorunu’nun, yukarda verdiğim bilgilerden dolayı, sadece TBMM Hükümeti’ne bağlamak oldukça yanlıştır. Ancak ben boğazlar sorununun, aşama aşama çözülmesi için planlar yapıldığını düşünüyorum. Çünkü gerek Lozan’da yapılan Boğazlar Sözleşmesi gerek Montro Boğazlar Sözleşmesi gerekse de günümüzde boğazlardan geçişle alakalı alternatif yollar üreterek, bu sorunu çözüme kavuşturmayı amaçlamak, bu düşüncemi destekler nitelikte atılan adımlardır. Çünkü atılan ya da atılmaya çalışılan her adım, bir öncekinden daha iyi şartlar sunmaktadır.
Musul Sorunu: Bu sorunu bilerek en sona bıraktım. Çünkü Musul, gerçek anlamda bir başarısızlıktır. Ancak bunun nedenlerine de baktığımız zaman, bütün başarısızlığı sadece TBMM Hükümeti’ne yıkmanın yanlış olduğunu göreceğiz.

Musul meselesi, Lozan’da yapılan barış görüşmelerini tıkayan, hatta görüşmelerin 1 kere kesilmesindeki en büyük etken olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü ne İngiltere ne de Türkiye, Musul konusunda geri adım atmamıştır. İngiltere Musul’a stratejik bir yer ve maddi bir yapı olarak bakarken, biz vatan toprağı gözüyle bakıyorduk. Bundan dolayı, Musul konusu Lozan’da bir türlü çözüme kavuşmadı.
Musul, 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Ateşkes Antlaşması’nın yapıldığı sırada Osmanlı Devleti’nin elinde bulunuyordu. Ancak İngiltere bu antlaşmayı hiçe sayarak, Musul’u 3 Kasım’da işgal etti. Osmanlı Devleti’nin tepkisi üzerine de bu işgalin Mondros Ateşkesi’nin 7. maddesine göre yapıldığını öne sürmüştü. Oysa Musul’da bu maddenin uygulanmasını gerektirecek hiç bir olay çıkmamıştı. Kurtuluş Savaşı sırasında, TBMM Hükümeti, Musul ile yeteri kadar ilgilenme olanağını bulamamıştı. Bu duruma; uzaklık, ulaşım eksikliği, ülkenin diğer bölümlerindeki sürekli savaş, Musul’a giden demir yolu bölgesinde Fransızlarla savaşılması gibi etkenler yol açmıştı. Bu nedenlerle, bölgenin kaderini saptama işi, Lozan Konferansı’na kalmıştı. Konferansta Türkiye, Musul ve Süleymaniye bölgeleri halkının büyük çoğunluğunun Türk ve Misak-ı Milli sınırları içinde kalan bir bölge olduğunu savunmuştu. Üstelik Mondros Ateşkesi’nin imzalandığı sırada işgale uğramamış bir bölge olması nedeniyle de, bize geri verilmesini istemişti. Irak adına mandater devlet olan İngiltere ise, bu bölgenin Irak sınırları içinde olduğunu iddia etmişti. Taraflar görüşlerinden vazgeçmedikleri ve sorun yalnız Türkiye ve İngiltere’yi ilgilendirdiği için, daha sonra sorunun barıştan sonra çözümlenmesi önerisi benimsenmişti. Lozan Anlaşması’nın 3.maddesiyle, sorunun 9 ay içinde iki devlet arasında görüşmeler yoluyla çözümü, bir anlaşmaya varılamazsa, Milletler Cemiyeti’ne bırakılması kararlaştırıldı.
Bu doğrultuda, 19 Mayıs – 5 Haziran 1924 tarihleri arasında İstanbul’da yapılan ve “Haliç Konferansı” olarak nitelendirilen görüşmelerde, İngilizler bu sorunu Milletler Cemiyeti’ne götürebilmek için, Hakkari ilinin de dinsel çoğunluğunun Süryani olduğunu savunarak, Musul ile birlikte Hakkari’nin de manda altındaki Irak’a bırakılması gerektiğini öne sürmüşlerdir. Bu durum görüşmelerin kesilmesine neden olmuştur. Bunun üzerine İngilizler, Musul konusunu Milletler Cemiyeti’ne götürmeyi başardı. İngiltere bu kuruldan istediği kararı çıkarabilecek güçteydi. Çünkü Milletler Cemiyeti, İngiltere’nin öncülüğünde kurulmuş bir örgüttü. Aynı zamanda İngiltere hala dünyanın en büyük güçlerinden biriydi.
İngiltere, Musul bölgesinde bulunan petrol kaynaklarını ve Irak’ın stratejik önemini göz önünde tuttuğundan, Milletler Cemiyeti’nden, Musul’u kendinde, Hakkari’yi Türkiye’de bırakan “Brüksel sınırı” adını taşıyacak geçici bir kararı çıkarmayı başardı. Lahey Adalet Divanı’nın da bu kararı benimsemesi üzerine, Türkiye de bu karara uymak zorunda kaldı. Çünkü, Musul sorunu bu yönde gelişmekte ve bir Türk-İngiliz savaşı gündeme gelmek üzereyken, İngiltere, Doğu Anadolu’daki Kürt kökenli bir bölüm yurttaşı Şeyh Sait’in liderliğinde kışkırtacak ve 1925 yılı Türkiye açısından bu iç güvenlik sorununu çözme çabalarıyla geçecekti. Şeyh Sait isyanı bastırıldı ancak, Türk ordusunun olanakları yeterli olmadığından ve Şeyh Sait isyanının Doğu Anadolu’da yarattığı olumsuzlukların henüz giderilememiş olmasından dolayı, İngilizlere karşı Musul’u almak amacıyla bir savaş yapılması göze alınamadı. 1926 yılında tekrar İngiltere ile görüşmelere başlamak zorunda kalan Türkiye, 5 Haziran 1926’da imzaladığı anlaşma ile Musul’u Irak’a, dolayısıyla da İngilizlere bıraktı. Buna karşılık olarak da, Musul petrollerinden, Irak’a kalan gelirin % 10’unun 25 yıl süre ile Türkiye’ye verilmesi kabul edildi. Musul sorununun çözümüyle, Türkiye ile İngiltere arasında 1. Dünya Savaşı’ndan beri sürmekte olan çatışma dönemi de kapanmış oldu.
Görüldüğü üzere, çözüme kavuşturulamayan sorunların, sadece TBMM Hükümeti’ne bağlanması yanlıştır. Evet, Lozan’da başarısız olduğumuz bütün konularda haklıydık. Ama haklı olmak her zaman yetmez, güç de gereklidir. O dönemdeki mevcut siyasi ve ekonomik durumumuz, dış baskılar, halkın savaştan bıkmış olması ve artık barış istemesi gibi nedenlerden dolayı, antlaşmaya giden heyet ve yönetimdeki kişiler büyük bir baskı altındaydı. Ve bunlara rağmen, Lozan’da kaldırılan kapitülasyonlarla birlikte ekonomimizin bağımsız hale gelmesi bile, Lozan’a başarısız demenin yanlış olduğunu göstermektedir.
Kişileri sevmeyebiliriz, eleştirebiliriz. Ama eleştiri yaparken, yaptığı doğru işleri görmezden gelmek nankörlük olur. Çünkü önemli olan devletin bekasıdır. Devlet için, buğday tanesi kadar emek harcayan herkese saygı göstermek zorundayız.
Saygılarımla…
Metehan Arık
StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR
Obama yönetimi, 2011 başından itibaren Suriye politikasında Ankara’yı defalarca yanılttı. Bunu kimi zaman kendi politikalarından geri adımlar atarak, kimi zaman da Ankara’ya tutmaya niyetli olmadığı sözler vererek yaptı.
2010 sonunda Arap ülkelerinde başlayan ayaklanmalar sadece Ortadoğu, Avrupa ülkeleri ve Rusya’nın değil, ABD’nin de gözünü bölgeye çevirdi. Libya‘ya müdahaleye katılan, iç savaşlarda silah ve para desteğiyle çeşitli grupları destekleyen Washington, Suriye’deki ayaklanmayı da ilk günden itibaren yakın takibe aldı.

ABD, Mart 2011’de başlayan ayaklanma ülke genelinde çatışmalara döndüğünde, muhaliflere doğrudan yardım etti ve rejimi devirmek için bölge ülkelerini de harekete geçirdi. Amerika Başkanı Obama, ayaklanmalar başladıktan altı ay sonra, sığınmacı sayısı henüz binlerle ifade edilirken ve iki bine yakın sivil hayatını kaybetmişken Esed‘e ilk kez çekilme çağrısı yaptı. “Suriye halkının geleceği kendi halkı tarafından belirlenmeli ve Esed, onların bu yolda gitmesini engelliyor. Suriye halkının iyiliği için Esed’in iktidardan çekilme vakti” dedi. Amerikan yönetimi bu aylarda Türkiye’ye rejimle temaslarını sürdürdüğü için tepki gösteriyor, rejimin devrilmesi için harekete geçmeye çağırıyordu. Ankara ise o sırada Şam yönetimi ile ülkede kansız bir geçiş dönemi olabilir mi, arayışındaydı.
Yaklaşık bir yıl sonra, 2012 başlarında dönemin Amerikan Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, Birleşmiş Milletler toplantılarında muhaliflere daha fazla destek verilmesi çağrısı yapıyordu. 1 Şubat’ta Suriye konulu bir BM toplantısında “‘Şimdi önümüzde iki seçenek var, ya Suriye halkıyla dayanışma içerisinde olacağız ya da orada devam eden şiddetin suç ortağı olacağız” diyordu. Yani Amerikan yönetimi rejimin devrilmesine tamamen angaje olmuştu.
“Kırmızı çizgi” aşıldı, Obama geri adım attı
2011’den itibaren Esed’in çekilmesi gerektiğini açıkça dile getiren Obama yönetimi, sonraki aylarda iş bunun gereğini yapmaya geldiğinde tereddüt etti. 21 Ağustos 2012’ye gelindiğinde ise askeri seçeneği tek bir durumda değerlendireceklerini açıkladı: Kimyasal ya da biyolojik silah kullanımı. Obama, Esed rejimine bunun ABD için “kırmızı çizgi” olduğunu net olarak vurguladıklarını söylüyordu.

Askeri müdahale için bölge ülkelerini harekete geçirmeye çalışan ancak zaman içinde geri adım atan Washington’ın kırmızı çizgisi de aşıldı. Haziran 2013’te rejim, köşeye sıkıştığı bir aşamada kimyasal silaha da başvurdu. Pek çok ülke gibi Türkiye de o aşamada Amerikan yönetiminin artık harekete geçeceğini düşündü. Yönetim bu yönde işaretler de verdi. Ancak son anda yine geri adım attı. Rusya’nın Suriye’deki kimyasal silahları ülke dışına çıkarma önerisi de askeri müdahaleye başvurmaktan çekinen Obama’ya geri çekilme imkanı verdi. Hem rejim hem de Rusya, Amerika’nın Şam’daki rejime hiçbir şekilde müdahale etmeyeceğinden emin oldular. O tarihten sonra Rusya’nın rejime desteği arttı ve Suriye’deki manevra alanı genişledi.
Suriye sahasını takip eden diplomatların aktardıklarına göre, Obama’nın bu geri çekilişi Ankara’da çok ciddi rahatsızlık yarattı. Zira Washington Suriye politikasında bir kez daha Ankara’yı yüzüstü bırakmıştı.

Al Jazeera’ye isminin verilmemesi kaydıyla konuşan üst düzey bir Türk diplomat, “O dönem Obama birden yön değiştirdi ve ‘barış elçisi’ gibi bir rol oynamaya karar verdi” diyerek ABD’nin attığı geri adımı özetliyor. Bunun da sahanın adeta Rusya’ya bırakılması anlamına geldiğini söylüyor.
ABD’li diplomatlar bir süre öncesine kadar Türkiye’yi Suriye sahasında savaşmaya teşvik eden söylemlerde bulunurken ABD’nin “Artık dünyayı Amerika kurtarmayacak” tavrı, Türkiye açısından Obama yönetimine güvenilmeyeceğinin ilk ve en büyük kanıtı oldu.
Odak rejimden IŞİD’e kaydı
IŞİD, 2014’te Suriye’de bazı bölgeleri ele geçirmişti. Bu bölgelere Türkiye sınırı da dâhildi. Washington yönetimi, Suriye’de ilk hava operasyonlarını da Eylül 2014’te IŞİD’e karşı gerçekleştirdi.
Bu sırada Ankara, Suriye’de bir güvenli bölge oluşturulması için uluslararası topluma uzun süredir çağrı yapıyordu. Muhalefetin içindeki ılımlı grupları da bir araya getirerek eğitmek ve silah yardımı yapmak için Washington’la görüşmeler sürüyordu.
23 Eylül’de ABD öncülüğündeki uluslararası IŞİD’le mücadele koalisyonu operasyonlara başladığında, Türkiye henüz İncirlik Üssü‘nü açmamıştı. Bunun için bazı şartları vardı.
İncirlik için verilen sözler de tutulmadı
İncirlik açılmadan önce Türkiye’nin en önem verdiği iki şart; Suriye’de güvenli bölge oluşturulması ve muhaliflere ciddi bir destek sağlanmasıydı.
Suriyeli muhaliflerin Türkiye’de eğitilmesi ve silah yardım yapılması konusu, 2015 başında sonuca bağlandı. Eğit-donat programı diye adlandırılan program konusunda Mayıs ayında anlaşma sağlandı. Ancak Amerika’nın fazla seçici davranması sebebiyle eğitilen muhaliflerin sınırlı sayıda kalması, eğitilip Suriye’ye geri dönen muhaliflerin silahlarına Nusra Cephesi gibi grupların el koyması sonucu ABD desteği kesti. Belki daha doğru bir ifadeyle zaten bu desteği hiç vermemişti.
Eğit-donat programıyla ilgili bir başka sorun da, rejime karşı savaşmak üzere muhaliflerin safına katılmış savaşçılara imzalatılan belgelerde, sadece IŞİD’e karşı mücadele maddesinin yer almasıydı. Seçilen az sayıda muhalifin bir kısmı da bu belgeyi imzalamayı reddettiği için programa katılmadı.

‘Uçuşa yasak bölge’ sözü
Temmuz 2015’te ABD, Suriye’de güvenli bölge oluşturulması konusunda Ankara’ya taahhütte bulundu. Böylece 23 Temmuz’da İncirlik Üssü koalisyon uçaklarına açıldı. Türk yetkililer, İncirlik’in bu şartla açıldığı, 90 kilometrelik sınır hattı boyunca rejim uçaklarına da yasaklanacak bir uçuşa yasak bölge oluşturulacağı bilgisini basınla paylaştı.
O dönemde üst düzey bir görevde bulunan başka bir Türk yetkilinin Al Jazeera’ye verdiği bilgiye göre ABD, İncirlik Üssü açılırken sınır hattı boyunca muhaliflere hem hava operasyonları, hem mühimmat desteği vereceği konusunda söz verdi. Ancak Cerablus-Mare hattındaki IŞİD mensuplarının Türkiye sınırına yaptıkları havan mermisi saldırılarına rağmen bu destek gelmedi.
Muhaliflerin sınır bölgesini IŞİD’den temizlemesi için askeri heyetler neredeyse her hafta bir araya gelerek harita üzerinde detaylı planlara çalıştı. Ancak uzlaşmaya varılan bu planlar, Amerika sözünü tutmadığı için hiçbir zaman hayata geçmedi.
PYD’ye Menbic’de de destek
ABD, Suriye’de IŞİD’e karşı hava operasyonlarına başladığı Eylül 2014 sonrasında, karada da PKK’nın Suriye kolu PYD/YPG’yi desteklemeye başladı. Ekim ayında Kobani’de IŞİD’e karşı savaştığı gerekçesiyle PYD’ye havadan yardım gönderdi. Bu yardımın gönderilmesi öncesinde Erdoğan’ı arayan Obama, PYD’nin Suriye’nin kuzeyinde tek taraflı olarak ilan ettiği kantonlara destek verilmeyeceğini, sadece IŞİD’le mücadele kapsamında kısıtlı yardım verildiğini söylemişti.
Bir kez daha doğru söylemiyorlardı.
PYD’ye verilen destek Kobani’yle sınırlı kalmadı. Kobani ve ardından sınır hattında bulunan Tel Abyad PYD’ye bırakılırken Washington durumdan memnundu.
Türkiye’nin sınır hattında beklediği ve kendisine taahhüt edilen destek verilmezken Amerika, Mayıs 2016’da daha güneyde bulunan Menbic’e operasyon başlattı. Menbic’de kara gücü olarak YPG’yi kullanan ABD, IŞİD’e yönelik hava bombardımanını bu bölgede artırdı.
YPG’nin güçlendiği ve kantonlarını birbirine yaklaştırdığı bu operasyonlar için İncirlik Üssü kullanılmaya devam etti.
PYD, Kobani ve Afrin kantonlarını birleştirme hedefine yönelik ciddi bir adım atmış oldu. Ankara’nın ‘kırmızı çizgi’ olarak açıkladığı Fırat’ın batısına PYD’nin geçmemesi şartı Washington yönetiminin doğrudan desteğiyle aşılmış oldu. Amerika, Suriye sahasında Türkiye ile değil PKK/PYD ile işbirliği yapmayı tercih ediyordu.
Bu sırada Washington ve Pentagon’dan yapılan açıklamalar, Menbic’de savaşan gruplar içinde Arap unsurların çoğunlukta olduğu ve Menbic’i Menbiclilerin yöneteceği yönündeydi. Ancak bu güçlerin başını YPG çekiyordu ve aldıkları bölgelerde PYD liderliğinde idari konseyler kuruluyordu.
YPG Menbic’den çıkmadı
Ankara, bölgenin IŞİD’den temizlenmesinin ardından YPG unsurlarının Fırat’ın doğusuna geri çekilmesi şartını koştu. 13 Ağustos’ta Menbic IŞİD’den temizlenmişti. Ankara YPG’nin geri çekilmesi ısrarını sürdürdü. Çavuşoğlu 15 Ağustos’ta yaptığı bir açıklamada “Bizzat Obama’nın sözü var. Menbic operasyonu bittikten sonra oradaki koalisyonun içindeki PYD’lilerin tekrar Fırat Nehri’nin doğusuna geçeceğine yönelik ABD’nin sözü var. Şimdi ABD’nin bu sözü tutması gerekiyor” dedi.
Ancak ABD’den YPG’nin Menbiç’ten geri çekilmesiyle ilgili bir adım gelmedi. Pentagon’dan yapılan hiçbir açıklamada net bir tarih verilmedi. Bunun yerine bölgede kalan IŞİD unsurlarının temizlenmesi çalışmalarının sürdüğü, bu çalışmalar bittikten sonra YPG’nin çekileceği gibi muğlak açıklamalar geldi.
24 Ağustos’ta Ankara’ya resmi ziyarette bulunan ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden, YPG’nin Fırat’ın doğusuna çekileceğini, aksi takdirde ABD’den destek göremeyeceğini ifade etti. Bir gün sonra Dışişleri Bakanı Kerry de Çavuşoğlu’nu arayarak YPG’nin çekilmeye başladığını söyledi. Ancak bugüne kadar sadece “YPG çekilecek, çekiliyor” açıklamalarının devamı geldi. YPG hâlâ Menbic’de.
Suriye sahasına hâkim olan Türk diplomat, ABD’nin yıllar içinde Suriye’de geri planda kaldığını ve IŞİD’le mücadelede de YPG ile işbirliğini yaptığını hatırlattıktan sonra ekliyor: Stratejik hatalar taktik uygulamalarla giderilemez.
El Bâb’da destek verilmemesi soru işaretleri doğurdu
Türkiye, İncirlik sonrası ABD’den destek bulamadığı için başlayamadığı sınır bölgesindeki operasyona kendi göbeğini keserek 24 Ağustos’ta başladı. TSK’nın Özgür Suriye Ordusu’nu desteklediği Fırat Kalkanı Operasyonu’nun hedefi Cerablus-Mare hattını IŞİD’den temizlemek ve PYD’nin kantonlarının birleşmesini engellemekti.
Sınırdan yaklaşık 20 kilometre güneye kadar operasyona ABD savaş uçakları da hava bombardımanıyla zevahiri kurtarır nitelikte kısıtlı bir destek verdi. Ancak bu destek, TSK güneye indikçe azaldı.
PYD’nin ilan ettiği Afrin ve Kobani kantonları arasında kalan El Bâb ilçesine yönelik operasyon başladığında ise ABD’nin desteği kesildi. Daha en başından Türk askeri yetkilileriyle temaslarında 20 km’den öte güneye inilmesine karşı olduklarını açıkça söylüyorlardı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “El Bâb’a gitmemizi istemiyorlar” dedi. Ankara’ya göre Washington kantonların birleşmesi çabasında PYD’nin fiilen arkasında duruyor bu sebeple El Bâb’daki TSK varlığından rahatsız oluyordu.
“El Bâb harekâtının uzamasının sebeplerinden biri de ABD”
Üst düzey diplomatik kaynak, El Bâb bölgesinde devam eden operasyonun bu kadar yavaşlamasının sebebinin de ABD’nin attığı adımlar olduğunu söylüyor:
“Kim ne derse desin, Fırat Kalkanı Harekâtı DAEŞ’e karşı ve sınırlarımızı korumaya yönelik bir hareket, tamamen meşru müdafaa temeline dayanıyor. ABD ise destek vermek yerine, tam tersine PKK’nın Suriye’deki bağlantılarıyla işbirliği yapıyor. Bir yandan Musul’daki operasyonu zayıflattı, bir yandan belli aralıklarla Rakka’ya yönelik hava bombardımanını durdurdu. Bu dönemlerde DAEŞ’in en vurucu, en kanlı elemanları El Bâb’a kaydı. ÖSO ve TSK’nın işi zorlaştı. ABD dolaylı yollardan da olsa DAEŞ’e destek olmuş oldu. El Bâb harekâtının uzamasının sebeplerinden biri de ABD’dir.”
Kaynak: Al Jazeera
1953 yılında eski Fransa sömürgesi olan Çin-Hindi 4 parçaya bölünecekti. Bu 4 ülkeden biride Kamboçya idi(diğerleri Kuzey Vietnam, Güney Vietnam ve Laos). Kuruluşunda krallıkla yönetiliyor olan bu ülkede başlangıçta her şey gayet normal ilerliyordu. 1968 yılında ise Vietnam savaşının yansımaları Kamboçya’yı da vuracaktı. ABD bölgede yer alan Kuzey Vietnamlı gerillaları bombalamaya başlamış ve bu durum bölgede ki köylülerin güvenlik endişesi sebebiyle akın akın şehirlere göç etmesine sebep olmuştu. Köylerin boşalıyor olması pirinç üretimini %80 düşürüyor ve bu yüzden kıtlık başlıyordu.

Kuzey Vietnamlı gerillaların Kamboçya’ya sızma sebebi ise Vietnam’ın her yeri bombalanıyor olduğu için güvenli yerler arıyor olmalarıydı ama ABD, Laos ve Kamboçya’yı da bombalamaktan çekinmiyordu.
1970 yılında ise ABD destekli askeri bir darbe ile Kral Sihanouk devrilecekti. Çünkü kral komünistlerle mücadelede kararlı ve yeterli değildi. Zaten Çin’in başkenti Pekin’e kaçan kral, ABD kuklası cunta ile savaştığı için Kızıl Kmerleri destekleyecek ve halkın Kızıl Kmerlere destek vermesini sağlayacaktı.
Tabi kralın bu tavrında Çin’de bulunmasının etkisi var mı yok mu bilemiyoruz. Nede olsa komünist olmasan bile Mao Zedong’un yanındasın, orada kalabilmek ve güvende olmak için takiyye yapmak gerekebiliyor.
Bir yandan ABD bombardımanı, bir yandan pirinç kıtlığı, bir yandan Vietnam’dan gelen mülteciler derken şimdi de kralın devrilmesi toplumun psikolojisini alt üst edecekti. Böyle bir ortamda tabi ki Kamboçya Komünist Partisinin silahlı kanadı olan Kızıl Kmerler sayılarını hızla arttıracaktı ve 1970’te 5.000 olan gerilla sayıları 1975’e kadar 70.000’e çıkacaktı.
1975 yılında Kızıl Kmerler iktidara gelirken Kamboçya’nın nüfusu 7,5 milyon kadardı. 1979 yılında ülkenin tamamında kontrolü kaybettiklerinde ise nüfus 6,8 milyona kadar düşmüştü. Bu nüfus azalmasında sadece katliam değil, Pol Pot’tan kaçıp Vietnam’a sığınan mültecilerde etkili olmuştu.

Kızıl Kmerler ve onun lideri Pol Pot’un(doğum adı Saloth Sar) öldürdüğü söylenen 1,5 milyon insanın hepsi Kızıl Kmerlerin iktidarında ki 4 yıllık süreçte ölmemişti aslında. Bu ölümler 1970’te gerilla savaşının başlayıp 1999’da Kızıl Kmerlerin son lideri olan Ta Mok’un yakalanmasına kadar olan bir süreçte oldu. Fakat bu 29 yıllık süreç 4 yıla sıkıştırılarak aktarılıyor ama böyle abartmalara gerek var mı? Zaten kimse Pol Pot manyak değil demiyorken neden böyle abartmalara ihtiyaç duyuluyor anlayabilmiş değilim.
1975-1979 arası ölümler 1 milyon kadar ya var ya yok, yani o zaman ki nüfusun beşte biri bile değildi. Buda büyük bir vahşet tabi ki ama bazı yerlerde 3 milyona kadar bu rakamlar arttırılıyor ve 3 milyon insanın toplam nüfusun yarısı ettiği iddia ediliyor. Bence bu kadar abartmaya gerek yok. Sırf komünizmi kötülemek için bunlar söyleniyor ama şunu unutmamakta fayda var, Pol Pot katliam yaparken Kamboçya’yı kurtaranlar ne ABD, ne ÇHC, ne Tayland, nede Endonezya idi. Bu katliamlara seyirci kalmayan yine Vietnamlı komünistler ve onların arkasında ki Sovyet ve Laos desteği olmuştu.
Laos’ta da Komünist Pathet Lao Partisi gerillaları, 1975 yılında Laos’ta Kuzey Vietnamlı gerillaların desteği sayesinde krallığı devirerek iktidara gelmişti. Yani Kamboçya’da ki Kızıl Kmerler ile aynı anda ülkelerinde devrimi gerçekleştirmişlerdi ama Laos’ta Kamboçya’da olanlar gibi bir durum yoktu. Aksine halk hem devrimden önce hem de devrimden sonra Pathet Lao’ya sahip çıkmıştı. Günümüzde de Laos’ta durum böyle ve hala iktidarda onlar var.
1968-1973 arası dönemde ABD bombardımanları yüzünden Kamboçya kırsalında oluşan kaotik ortamda yarım milyon insan ölmüştü. Buna rağmen Kızıl Kmerler 1970’te kırsalda başlattıkları mücadeleyi halkın artan öfkesi sayesinde genişleterek 5 yıl sürdürecek ve en sonunda 1975 yılında başkent Phnom Penh’e girecek ve artık iktidara hakim olacaklardı.
Halk ve kral ise daha sonra neyi desteklediklerini pişman olmaya bile fırsatları olmadan görecekti. 1968-1999 arası dönemi birlikte ele alırsak ABD bombardımanları yüzünden 0,5 milyon, Pol Pot manyağı yüzünden ise 1,5 milyon olmak üzere toplamda Kamboçya’nın 2 milyon insanını yitirdiğini söylemek mümkün.

Tıpkı Afganistan’da Taliban’ın iktidarı ele geçirmesinden(1996) sonra eskiden Sovyet destekli hükumete mensup memurların yok edilmesi gibi Kızıl Kmerler de cunta yönetimi bünyesinde ki tüm memurları yok edecekti. Çünkü Taliban için eski memurların komünist ideolojiyle yetişiyor olması gibi Kızıl Kmerler içinde ABD destekli hükumete çalışanlar para için halkına ihanet etmiş kişilerdi. Başlangıçta bu yüzden gazetecisinden akademisyenine, eski askerlerden bürokratlara, din adamlarından iş adamlarına cunta yönetimiyle bağlantılı geniş bir kesim yok ediliyordu.
Bu aşamada toplumun beyin takımı ve elit kesimi yok edildiği için yeni bir toplum düzeni yaratmak kolaylaşmış oluyordu. Bu aşama sırasında aynı esnada şehirlerde ki insanlara “ABD bizi bombalayacak” denmiş ve insanlar şehirleri boşaltmaya ve köylere akın etmeye başlamışlardı. Halbuki ABD eski Çinhindi ülkelerinden çekileli neredeyse 3 yıl olacaktı.
Yani insanlar sanılanın aksine köylere zorla götürülmediler ve göç ederken sürüldüklerini ve başlarına gelecekleri bilmiyorlardı. Onlar köylere gittikten sonra ve şehirlerde ki entelektüel katliamı bittikten sonra artık Pol Pot kafasında ki yeni toplum düzenine geçiyordu. Tamamen kendi gibi çiftçi sınıftan insanların oluşturduğu bir toplum düzeni oluşturuluyordu. Bu toplum düzeninde paranın, özel mülkiyetin, dinin, şehir hayatının yeri yoktu. Pol Pot deneyci, Kamboçya halkları ise kobay olmuştu. Kobaylığı reddedenler de ölüyordu tabi ki.

Ölümlerin tek sebebi toplumun eğitimli ve birikimli kesiminin yok edilmesi değildi tabi ki. Kimi etnik halklar farklı özelliklerinden dolayı daha dikkat çekiciydiler ve bu yüzden daha çok hedef tahtasına girdiler. Örneğin bölgede ki tek Müslüman halk olan 200.000 kişilik Çam halkından 60.000 kişi ölmüştü. Çünkü bazı ırkçı Kmer gerillaları, farklı giyimlerinden ve alışkanlıklarından ötürü onları hemen fark ediyor ve bu tür farklılıklarından ötürü onları kolektif çiftliklere götürmek için alırken yeni toplum düzenine adapte olamayacağı gerekçesiyle onları vuruyorlardı.
Günümüzde de Kamboçya demografik açıdan oldukça homojen bir ülkedir. Nüfusun ezici bir çoğunluğu Kmerdir(%90). Geri kalan %10’luk dilimde de Çin ve Vietnam halkları çoğunluktur. Vietnam ve Çin ulusuna mensup olanlar çoğunlukla son zamanlarda gelenlerden oluşuyor. Ülkede ki demografik homojenlikte azınlıkların oransal açıdan daha fazla öldürülmesi etkili ama bunu detayı pek çok kişi atlıyor.
Ölümlerde ki bir diğer etken ise Kızıl Kmerlerin tıpkı Naziler gibi topluma yük olarak gördükleri insanları yok etmeleriydi. Nasıl ki Naziler Almanya’da iktidara gelmelerinden beridir Alman halkının engelli, ağır hasta ve çok yaşlı bireylerini yük oldukları için öldürdüyse aynı şekilde Kızıl Kmerler de, Kmer halkından köylerde ki kolektif çiftliklerde çalışamayacağını düşündükleri engelli, yaşlı, hastalıklı insanları ölüme terk ediyorlardı. Ölümlerde en önemli faktörde buydu aslında. Fakat gerillalar bu insanları öldürürken kurşun israf etmemek için onları bulundukları yerde ellemeden bırakıyorlardı. Çünkü mermi sıkıntısı vardı ve israf etmemek gerekiyordu. Zaten sağlıklı bireylerin kolektif çiftliklerde olduğu bir ortamda hasta, engelli, yaşlı insanlar bakımsızlıktan kendi kendilerine ölüyorlardı. Köylere giden kobaylara ise o sırada gerillalar “Biz hastalarınıza bakacağız” diyorlardı ve o hasta, yaşlı, özürlü insanlar yalnız başına çürüyordu.
Kızıl Kmerler sadece kendi entelektüellerine, azınlıklarına ve sağlıksız insanlarına değil aynı zamanda başka ülkelere de bela olmaya başlıyordu. 1975 yılında Vietnam ile sınır çatışmaları başlamıştı bile. Vietnam zaten Kamboçya işgali için gerekçe kolluyordu.
Vietnam önce Fransa ile bağımsızlık için savaşacak sonrada ABD’ye karşı ülkenin birliğini sağlamak için mücadele edecek ve en sonunda 1975 yılında Güney Vietnam’ı kuzeye katarak birleşmeyi sağlamıştı ama şimdi de huzura eremeyecekti. Çünkü bu sefer Kızıl Kmerler’den Kamboçya’yı kurtarma görevini üstleneceklerdi.
1975’te başlayan sınır çatışmaları 1977’de savaşa dönüşecekti. 1977’de başlayan savaş 1979’da Kızıl Kmerlerin tüm topraklarda kontrolü kaybetmesine ve yerine Vietnam yanlısı gerçek komünistlerin iktidara gelmesiyle sonuçlanacaktı. Yeni yönetimde yer alanlar, Kızıl Kmerlerden kaçarak Vietnam’a sığınanlardan oluşuyordu. Vietnam ülkeyi işgal ederken sığınmacı Kamboçyalılardan oluşan bir ordu ile taarruz ediyordu.

Bu arada 1979’da Çin, Kamboçya’nın iç işlerine karışmakla suçladığı Vietnam’a kuzeyden 3 koldan saldıracak ve 1 ayda 50 bine yakın kişinin öldüğü çatışmaların ardından Çin, işgal ettiği bölgelerden çekilmek zorunda kalacak ve böylece Kamboçya’nın işgali sürdürülebilecekti. Bu cephede 20 bin Vietnam askerine karşın 26 bin kadar Çin askeri ölecekti. Fakat Çinliler geri çekilirken bile geçtikleri noktalarda büyük tahribatlar yapacaklardı. Vietnam’ın Sivil kayıpları ise savaşın kısa sürmesi sayesinde az olmuştu.
1979’dan sonra Pol Pot ve adamları ülkenin ücra köşelerine çekilecek ve gerilla mücadelesine tekrar başlayacaklardı. 15 bin kadarı 1979’da olmak üzere toplamda 50 bin gerillaları bu yeni süreçte ölecekti. Fakat bu yeni savaşın(1977-1992) asıl yıkıcı tarafı 100 binden fazla sivilin ölmesiydi. Kızıl Kmerlerin kırsalda yürüttükleri yeni gerilla savaşı yüzünden oluşan kıtlık kaynaklı ölümleri de ekleyince 100 bin rakamı oldukça artıyordu. 1992’den sonra örgüt içinde büyük kopuşlar olsa da bazı gruplar inatla var olmayı sürdürecekti ama savaş büyük ölçüde bitecekti. 1997’de Pol Pot kendi yandaşları tarafından ev hapsine alınacak ve liderliğe Kiyö Sampan gelecekti. Aralık 1998’de Kiyö Sampan’ın teslim olması ile beraber en sonda 1999’da Ta Mok yakalanacak ve bu iş sonunda burada bitecektir. Kızıl Kmerler, Pol Pot’un 15 Nisan 1998’de kalp krizi sonucu 73 yaşında öldüğünü açıklamıştı. Bu açıklama dünya kamuoyu tarafından pekte itibar görmemişti. Çünkü adamları tarafından ev hapsine alındıktan kısa bir süre sonra ölmüştü. Bir başka İddia’ya göre ise Pol Pot, sıtmayla mücadele ediyordu ve sakinleştirici ilaçlar alarak intihar etmişti. Pol Pot ölümünden birkaç ay önce kendisiyle yapılan bir röportajda, milyonlarca insanın öldürülmesiyle alakalı vicdanen rahat olduğunu söylemiş ve bunları kendi başına yapmadığını açıklamıştı.

Asıl sinir bozucu olan ise sırf Vietnam’ı sıkıştırmak için ABD, ÇHC, Tayland gibi ülkelerin Kamboçya işgalini “başka bir ülkenin iç işlerine karışmak” olarak algılayıp Vietnam karşıtı bir duruş sergilemeleri oldu. Halbuki Vietnam, on yıllardır savaşta olmasına ve ABD tarafından yoğun bombardıman(ABD’nin Vietnam’a bıraktığı bombalar İkinci Dünya Savaşında attıklarından daha fazladır) yüzünden büyük yıkıma uğramasına rağmen Kamboçya’yı kurtarma sorumluluğunu üstlendiği için alkışlanması gereken bir ülke. Önce Fransa’ya karşı bağımsızlık için savaştılar, sonra ABD’nin müdahil olduğu uzun bir süreçte birbirleriyle savaştılar ve sonra Çin’in saldırmasına rağmen Kamboçya’yı kurtardılar.
Günümüzde Kamboçya 16 milyon insanın yaşadığı, nüfusunun %40 kadarı 15 yaş altında olan genç, ufak ve fakir bir ülke ve geçmişi unutmaya çalışıyor. 1993 yılında Komünizmin çözülüşünden sonra meşruti monarşiye dayalı parlamenter demokrasiye geçiş yaptılar.
Muhammed Ali Çalışkan
StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR
‘’Bosna trajedisi, insanın yapabilecekleri hakkında en iyiyi ve en kötüyü gösteren eşsiz bir bilgi kaynağıdır.’’ Juan Goytisolo
Bosna-Hersek, Balkan yarımadasının batı kısmında bulunan eşsiz güzelliklere ve önemli bir tarihe ev sahipliği yapan farklılıkları ve zenginlikleri bünyesinde barındıran bir ülkedir. Kuzey ve Batı sınırlarında Hırvatistan Cumhuriyeti, Güney ve Doğu sınırlarında Sırbistan ve Karadağ yeralmaktadır. Bosna Hersek’in nüfusu 3.3 milyondur, yüzölçümü ise 51 bin km²’dir.

Balkan coğrafyasında önemli bir mevkide yeralan Bosna-Hersek tarih boyunca büyük sorunların, çatışmaların ve savaşların içerisinde yer almıştır. Öyle ki Birinci Dünya Savaşı’nın sebeplerinden biri olarak gösterilen Gavrilo Princip’in 28 Haziran 1914’te Saraybosna’yı ziyarete gelen Avusturya-Macaristan İmparatorluğu veliahtı Arşidük Franz Ferdinand‘ı öldürmesi olayıda Bosna-Hersek’in başkenti Saraybosna’da meydana gelmiştir. Bosna-Hersek tarihin büyük döneminde kısa süreli olarak kendi krallığı ile yönetilmiş bunun dışında büyük devletlerin idaresi altında kalmıştır.
Bosna-Hersek’in siyasi sınırları 18. ve 19. yüzyıllar boyunca (1699’dan 1878’e kadar) bir dizi muahede ve dostluk antlaşması ile belirlenmiştir. Bosna-Hersek uzun bir tarihe sahip olan bir Avrupa ülkesidir ve orta çağlardan günümüze dek kesintisiz jeopolitik bir entite olagelmiştir. 1180’den itibaren 1436’ya kadar uzanan dönemin büyük bir kısmında bağımsız bir kırallık idi; 1580-1878 tarihleri arasında Osmanlı İmparatorluğunun bir eyaletiydi. 1878’den 1918’e dek Avusturya-Macaristan İmparatorluğu içindeki bir ‘’Has Tımar’’idi; 1945’den 1992’ye kadar ise Yugoslavya’nın Federal Cumhuriyetlerinden biriydi. (Erkilit, 2003, 13).

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun yıkılmasından sonra 1918 yılında kurulan Hırvat sırp Sloven Krallığı ve daha sonraki ismi ile Yugoslavya Sosyalist Federal Cumhuriyetinin bünyesinde bulunan Bosna-Hersek, daha sonrasında Yugoslavya’yı derinden sarsan ve dağılmasına sebebiyet veren etnik ve dini çatışmaların odak noktası olmuştur. 1980 yılında Yugoslavya’da birliği sağlayan en önemli aktör olan Josip Broz Tito’nun Ljubljana hayatını kaybetmesi ile birlikte merkezi otorite sarsılmış Yugoslavya Komünist partisi içindeki revizyonist fraksiyon ile radikal fraksiyon arasındaki çatışmalar, Yugoslavya’daki etnik ve dini çatışmalarıda beraberinde doğurmuştur. Tüm bu olayların ışığında Yugoslavya’yı oluşturan temel değerler sarsılmıştır ve Yugoslavya Dağılmıştır.
Yugoslavya’nın dağılışı 1993 yılında Kadife Devrim ile dağılan Çekoslovakya gibi olmamıştır Yugoslavya’nın dağılma süreci oldukça sancılı geçmiştir. Bu sancılı süreçte birçok kanlı çatışma yaşanmıştır, bunlardan en şiddetli geçeni ise Bosna savaşıdır.
Yugoslavya’nın Dağılması sürecinde ilk olarak 25 Haziran 1991’de Milan Kucan önderliğinde Slovenya Cumhuriyeti resmen bağımsızlığını ilân etti. Eylül 1991’de Slovenya’dan Yugoslavya Halk Ordusu birlikleri tamamen çekildi. 15 Ocak 1992’de Avrupa Birliği tarafından resmen tanınan Slovenya 22 Mayıs 1992’de Birleşmiş Milletler üyeliğine kabul edildi. Hırvatistan’da Franjo Tudman liderliğinde 25 Haziran 1991’de bağımsızlığını ilân etti ve 15 Ocak 1992’de Avrupa Birliği tarafından tanındı, 22 Mayıs 1992’de Birleşmiş Milletler üyeliğine resmen kabul edildi. Sırplar, Hırvatistan’ı yok etmek amacıyla buradaki soydaşlarını ayaklandırarak Yugoslavya Halk Ordusu birliklerinin yardımıyla savaş başlattılar. Savaşın en acı günlerini yaşayan bölgeler Vukovar, Knin ve çevresidir. 1991’in son aylarında Knin ve çevresinde yerli Sırplar tarafından Republika Srpska Krajina adında müstakil bir cumhuriyet kuruldu. Neticede Birleşmiş Milletler ve Batlı devletlerin yardımlarıyla Hırvatistan savaş öncesindeki Hırvat topraklarında hâkimiyet kurdu.

Bosna-Hersek Aliya İzzetbegoviç önderliğinde 1 Mart 1992 tarihinde yapılan referandum sonrasında 3 Mart 1992’de Bosna-Hersek Cumhuriyetinin bağımsızlığını ilan etmiştir daha sonrasında ABD ve Avrupalı devletler tarafından tanınmış ve 22 mayıs 1992’de Birleşmiş Milletler üyeliğine kabul edilmiştir.
5 Nisan 1992’de Saraybosna’da Vrbanja Most’taki protesto esnasında öldürülen Suada Dilberoviç’ten sonra Bosna-Hersek’te 1995’e kadar devam eden büyük bir savaş başladı. Hırvat lideri Franjo Tudman ile Sırp lideri Slobodan Miloševiç’in Mart 1991’de gizlice Karadordevo Antlaşmasını imzalayıp Bosna-Hersek’in bağımsızlığı aleyhinde Sırp-Hırvat ittifakını kurdular. Bu antlaşma II. Dünya Savaşı öncesi 1939’daki Cvetkoviç-Macek antlaşmasının bir devamıydı; büyük bir ihtimalle, Bosna-Hersek’in Sırplar ve Hırvatlar arasında yeniden bölüşülmesi ve müslümanlara bağımsız bir Bosna-Hersek Devleti kurma fırsatının verilmemesi kararlaştırılmıştı.
Bosna-Hersek’in bağımsızlığının tanınması beklenen barış ortamı ümitlerini yerine getiremedi. Tam tersine Avrupa’nın 1949’da Yunan iç savaşının sona ermesinden sonra ilk defa yaşadığı ve sonuçları itibariyle hiç öngörülmeyen bir anlaşmazlığa dönüştü. Şubat 1992 sonlarından itibaren, bağımsızlık için yapılacak referandumdan kısa bir süre önce, çatışmalar başlamış, 1320 kişi hayatını yitirmiş, yaklaşık 700.000 kişide ya ülkeyi terketmiş veya ülkenin başka bölgelerine kaçmak zorunda kalmıştır (Bağcı, 1994, 258).

Bosna-Hersek’in bağımsızlığına karşı çıkan Radikal ve faşist Sırp ve Hırvat güçleri ile Bosnalı Müslümanlar arasında şiddetli çatışmalar yaşanmıştır. Savaşın başlarında hazırlıksız yakalanan Müslümanlar kitleler halinde katliama uğramış, Çetnik ve Ustaş çeteleri dünyanın gözü önünde soykırım suçu işlemişlerdir. Aliya izzetbegoviç’in liderliğinde Bosnalı Müslümanlar çok çetin ve zorlu şartlarda iki tarafla birden savaşmak zorunda kalmışlardır, AB ve BM bu katliamlara sessiz kalmış savaşı sonlandıracak hamleleri yapmakta basiretli bir duruş sergileyememiştir ve Sırp güçlerine karşı kesin ve etkili bir tavır ortaya koyamamıştır, tüm bunların ışığında 1992 yılında başlayan savaş tüm şiddetiyle devam ederken, Boşnakların Hırvatlarla olan mücadelesi 1994 yılında imzalanan Washington Antlaşmasıyla son bulmuştur.
Hırvatlar ile girişilen amansız savaşın sona ermesi, Bosna’da savaşın bittiği anlamına gelmiyordu Sırplarla olan savaş dahada şiddetlenerek devam ediyordu. Kendisini Yugoslavyanın devamı olarak gören Sırp güçleri Bosna’da hakimiyet kurubilmek ve Bosna toprakları işgal edebilmek amacıyla, etnik arındırma politikası yani soykırım politikasını devreye sokmuştur ve yüzbinlerce sivil bosnalı kitlesel olarak katledilmiştir.
Savaşın şiddetlenmesiyle birlikte bütün dünya kamuoyu Sırbistan’ın etnik arındırma politikası ile meşgul olmaya başladı. Sırpların etnik arındırma politikasına başvurmaların ana nedeni Bosna-Hersek’teki yerleşim düzenini ve sınırlarını değiştirme arzusuydu. Büyük insan kitlelerinin katledilmesine veya ülkeden, ayrılmasına zorlayan bu politika çerçevesinde birçok ülkedeki kamuoyu, başta Türkiye olmak üzere, bu katliamların durdurulması gerektiği yolundaki taleplerde bulunmalarına rağmen, ne herhangi bir ülkenin hükümeti ne de herhangi bir uluslararası örgüt organı bu soruna çözüm olacak adil bir planı veya hareketi gerçekleştiremedi. Uluslararası kamuoyunun askeri bir müdahalede bulunma isteksizliğinin yarattığı fırsat ile Sırplar etnik arındırma politikalarını büyük bir kararlılıkla uygulamaya başladılar. Gerçi BM ve AT Sırp, Hırvat ve Boşnak delegasyonları sorunları konuşmak üzere bir araya getirmeyi başarmışlarsa da, somut bir gelişmeyi sağlamak mümkün olmadı. Bu arada Bosna’daki çatışmalar hızlanmış ve Sırpların müslümanları kamplarda kitleler halinde katlettikleri yolunda raporlar yayınlanmaya başlıyordu (Bağcı, 1994, 265).

Sırpların etnik arındırma politikasının bir tezahürü olarak 1995 yılı Temmuz ayında BM tarafından Güvenli Bölge ilan edilen Srebrenitsa’da gerçekleştirilen büyük kıyım örnek verilebilir.
Srebrenitsa şehri güvenli bölge ilan edildikten sonra Thom Karremans komutasındaki az sayıda BM askeri karafından korunmaktaydı, şehirde çok sayıda savaştan kaçan sivil mülteciler bulunuyordu. Şehir, açlık ve hastalıkla mücadele eden bir toplama kampı görünümündeydi adeta, 95 harekatı kapsamında Srebrenitsa şehrine doğru harekete geçen Ratko Miladiç komutasındaki sırp güçleri 10 Temmuz 1995’de şehri bonbardımana tutmuştur. Daha sonrasında bölgenin güvenliğinden sorumlu olan Hollandalı kumandan Thom Karremans Srebrenitsa’yı Sırplara teslim ederek bölgeden ayrılmıştır ve 11 temmuz 1995’de sırplar bölgeye girmiştir, Ratko Mladiç komutasındaki VRS (Bosna Sırp Cumhuriyeti Ordusu) birlikleri Srebrenitsa’ya girerken Mladiç kameralara şunları diyordu: “Bugün 11 Temmuz 1995. Sırplar için kutsal bir günün yıl dönümünü kutlamadan önce Sırp Srebrenitsa’dayız. Bu kenti Sırp milletine armağan ediyoruz. Osmanlı’ya karşı gerçekleştirdiğimiz ayaklanmanın anısına, Türklerden öç alma vakti gelmiştir.” Srebrenitsa’ya giren Sırp birlikleri büyük bir soykırıma girişmişlerdir bu katliamlarda en az 8.372 kişi katledilmiştir.

Aliya İzzetbegoviç önderliğindeki Bosnalı Müslümanlar, Hırvat ve Sırp’ların oluşturduğu bu katil ve faşist çetelere karşı amansız bir mücadeleye girişmişlerdir. Dünya kamuoyundan ve İslam Aleminden yeteri kadar destek bulamasalarda sınırlı ve kısıtlı imkanlarla büyük bir direniş destanı ortaya koymuşlardır. 1992 yılında savaşın başlamasıyla birlikte Cumhurbaşkanı Aliya İzzetbegoviç , resmen savaş ilan etmiş ve haziran ayında düzenli birliklerden oluşan bosna ordusunu kurmuştur. Bununla birlikte Bosna savaşı tarih sahnesinde benzerine oldukça az raslanılan mücadelelere sahne olmuştur. 1992 yılında savaşın başlamasıyla beraber Sırplar Başkent Saray Bosnayı kuşatmış ve tam 3.5 yıl süren bu kuşatma modern savaşlar tarihinin en uzun kuşatması olarak tarihe geçmiştir Boşnaklar bu kuşatmayı yarabilmek amacıyla oldukça zor ve çetrefilli yollardan geçmişler, işte bu zor ve çetin koşullar beraberinde Boşnakların inancı mücadelesi ve Azmi ile birleşince bu problemlere karşı çözüm bulmakta zor olmamıştır nitekim kuşatma sırasında mücadele eden Bosnalı Müslümanlara havadan ve karadan yardım götürülemeyince bizzat Aliya İzzetbegoviç’in emriyle bir tünel yapılmasına karar verilmişti. 1993 yılında açılan Umut Tüneli ile kuşatma altındaki Saraybosna ile Birleşmiş Milletler kontrolünde olan Saraybosna Uluslararası Havalimanı arasındaki bağlantı sağlanmış ve 800 metre uzunluğundaki bu tünel sayesinde savaşın ve Boşnakların makus tarihi değişmiştir.

Bosnalı Müslümanların varlık özgürlük ve birlik şiarı ile, zalim ve katil güruhlara karşı göstermiş oldukları bu onurlu direniş nihayet zaferle sonuçlanmıştır savaşın ilk günlerinden son günlerine kadar giderek artan bir mücadele neticesinde müslümanlar sırp güçlerine üstünlükleri kabul ettirmiştir ve Aliya İzzetbegoviç’in görüşmeleri sonucu “21 Kasım 1995 tarihinde ABD’nin Ohio eyaletindeki Dayton kentinde taslağı hazırlanan ana metin ve 11 ekten oluşan antlaşma, 14 Aralık 1995 tarihinde Paris’te Bosna-Hersek adına Aliya İzzetbegoviç, Hırvatistan adına Franko Tudjman ve Yugoslavya Federal Cumhuriyeti adına Slobodan Miloseviç tarafından imzalanmıştır4. Bu antlaşmayla kurulan Bosna-Hersek Devleti, 10 kantondan oluşan Bosna-Hersek Federasyonu ve Sırp Cumhuriyeti olarak iki entiteye ve Brcko adındaküçük bir özerk bölgeye ayrılmıştır. Bu entiteler hukuksal olarak gerçek bir sınır niteliği taşımayan ve uluslararası güç (Implementation ForceIFOR/ Stabilization Force-SFOR) tarafından denetlenen yaklaşık 1400 km. uzunluğundaki bir sınır ve ayrım hattı ile ayrılmışlardır, Antlaşma, şu kurumlardan oluşan bir anayasanın oluşturulmasını öngörmüştür: Halk Meclisi ve Temsilciler Meclisi’nden oluşan ikili parlamento, üç kişiden oluşan Cumhurbaşkanlığı Konseyi (iki üye Bosna ve Hersek Federasyonu’ndan bir üye Sırp Cumhuriyeti’nden), Bakanlar Kurulu, Anayasa Mahkemesi ve Merkez Bankası. Antlaşmada belirtilen ortak kurumların başında Müslüman, Sırp ve Hırvat olmak üzere her üç milletin bir temsilcisinin bulunduğu Cumhurbaşkanlığı Konseyi gelmektedir. Dört yıllık bir süre için göreve gelen Konseyin başkanlığı sekiz aylık rotasyonla el değiştirmektedir (Dalar, 2008, 98).”
Bosna Sırplarının lideri Radovan Karadziç’in hedefi, ülkeyi Bosna Hersek Federasyonu ve Bosna Sırp Cumhuriyeti olmak üzere ikiye bölmekti.ABD’nin girişimiyle sonuçlandırılan ve Karadziç’in taleplerini karşılayan Dayton Antlaşması, koşulları ne kadar kötü olsa bile, Sırpların soykırım eylemlerinin engellenmesi ve barışın kurulması için geçici de olsa bir çare olarak değerlendirilmiştir (Dalar,2008,98). Dayton Antlaşmasının imzalanmasıyla birlikte Bosnalı müslümanlar savaştan galip ayrılsada aslında yukarıda da bahsedildiği gibi bu antlaşma avantajları ve dezavantajlarıyla Boşnakların karşısına çıkmıştır nitekim Aliya izzetbegoviç antlaşma ile ilgili olarak şu sözleri zikretmiştir “Bu adil bir barış olmayabilir; fakat süren bir savaştan daha iyidir.

Yugoslavya Komünist Partisi kişilerin siyasi düşüncelerini veya ulusal kimliklerini dini referanslara dayandırarak ifade etmesine izin vermemiştir. Bundan dolayı, Müslümanlar dini bir grup olarak görülmüş ve kendi devletlerine sahip olamamışlardır. Hırvatistan bağımsızlığını kazandığında Bosna Hersek’i ilhak etmek için çalışmalar yapmıştır. Bu dönemde, Alia İzzetbegoviç Bosna İslam Devleti düşüncesinin gelişmesinde çok önemli bir rol oynamıştır. İzzetbegoviç İslam düzeni kurmanın bütün Müslümanların temel amacı olması gerektiğine inanıyordu. Ancak, Bosna Hersek’in temel sorunu tek bir etnik kimliğe sahip olmamasıydı. Bosna Hersek’te yaşayan Sırplar Ortodoks’tu ve Yugoslavya yönetimine sadakatle bağlıydılar. Aynı şekilde, Bosna Hersek’te yaşayan Hırvatlar da Katolik’ti ve Hırvatistan’a bağlılıkları bulunmaktaydı. Ne Sırplar ne de Hırvatlar bir İslam devleti içinde yaşamak istiyorlardı. Bu nedenle, Hırvatlar ve Sırplar tarihsel olarak Müslümanların Hırvat veya Sırp olduklarını iddia ediyor ve bu toprakları Hırvatistan veya Sırbistan sınırları içine almak için Müslümanları ikna etmeye çalışıyorlardı. Bütün bu faktörler bir Bosna devletinin kurulmasının ne kadar güç olduğunu, buradaki çatışmaların neden bu kadar kanlı geçtiğini ve uluslararası toplum tarafından tanınmasının neden uzun sürdüğünü açıklamaya yeter. Ayrıca burada niçin bir federal yönetim kurulduğunu anlamamızı da kolaylaştırır (Azarkan, 2011, 84).
Reel politik değerler gözönünde bulundurulduğunda 1991 sayımlarına göre Bosna Hersek nüfusunun %45,3’ünü Müslümanlar, %31,3’ünü Sırplar ve %17,3’ünüde Hırvatlar oluşturmaktadır bu kadar farklı bir etnik yapının hakim olduğu bir Bosna coğrafyasında nasıl bir devletin kurulacağı ve bu devletin hangi temellere dayandırılacağı gibi sorunlar bana kalırsa hala çözüm bulunması gereken temel sorunlardan birisi olarak karşımıza çıkmaktadır bu açıdan Dayton Antlaşmasını olumlu ve olumsuz taraflarını bir bütün olarak ele alınırsa daha sağlıklı sonuçların elde edileceği kanaatindeyim.
Aliya İzzetbegoviç, Bilge Kral lakaplı büyük kumandan, 20. Yüzyılın büyük filozofu ve devlet adamı derin bir ufka sahip, milletine sadakatle hizmet eden önder. Tito Yugoslavyasında Müslüman ahalinin hakları için mücadele eden Aliya İzzetbegoviç Yugoslavya’nın dağılması sonrasında Bosna-Hersek’in bağımsızlığı için bütün ömrünü bu uğurda harcamıştır. Zaman zaman cephede zaman zaman diplomatik görüşmelerde en ön safta yer tutmuş ve bu kanlı savaşa bir çözüm bulmak için azminden ve kararlılığından biran olsun taviz vermemiş, halkının ve milyonların sevgisini kazanmıştır.

20. yüzyılın sonlarına doğru aslında Avrupalıların kendi tarihleri ve yaptıkları gözönünde bulundurulduğunda Asrın trajedisi diye rahatlıkla nitelendirebileceğimiz Bosna savaşı, bizlere hatırlattıkları ve gösterdikleriyle onutulmamak üzere tarihin bir köşesinde durmaktadır. Bosna savaşı bizlere göstermiştirki, Avrupa ve Avrupa medeniyeti bir kez daha kirli ve karanlık tarihini haklı çıkarmış ve asırlardır biriktirdiği kinini ve nefretini Bosnalı müslümanların üzerine kusmuştur. Bu kanlı savaşta kimilerinin neler yaptıklarından ziyade neleri yapmadıklarının da bizlere en iyi kanıtı olmuştur. Dünyanın gözü önünde etnik kimliği dini ne olursa olsun masum insanlar katledilirken, insanlığın bu katliamı görmezden gelmesi ve göz yumması Bosnalı Müslümanların kalbinde telafisi imkansız yaralar açmıştır. İnsanoğlunun içine düştüğü bu tarifi oldukça zor karanlık dönemden kurtulması huzur ve barış içerisinde yaşaması temennisi ile yazımı Aliya İzzetbegoviç’in şu sözleriyle noktalıyorum ; “Ben Avrupa’ya giderken kafam önümde eğik gitmiyorum. Çünkü çocuk, kadın ve ihtiyar öldürmedik. Çünkü hiçbir kutsal yere saldırmadık. Oysa onlar bunların tamamını yaptılar. Hem de Batı’nın gözü önünde; Batı medeniyeti adına.”
Sefa Sole
StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR