Kıbrıs Görüşmelerinde Türkiye’nin 3 Şartı Açıklandı

İsviçre’nin Cenevre kentinde garantör ülkeler Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin de katılımıyla toplanan Kıbrıs zirvesinde Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, 3 şart masaya koydu ve Türkiye’nin garantörlüğün devamını istedi. Rum ve Yunanlılar, tam aksi yönde taleplerde bulunurken, Yunan Dışişleri Bakanı Nikos Kocas, müsteşarlar seviyesinde çalışma grubu kurulacağını ve 23 Ocak’ta Cenevre’de bakanların yeniden biraraya geleceğini bildirdi. Ancak, Yunanistan’ın bu teklifi, diğer taraflar tarafından kabul görmedi.

Türkiye ve Yunanistan taleplerini net bir şekilde belirtti
BM’nin yeni Genel Sekreteri Antonio Guterres’in evsahipliğinde Cenevre’deki BMbinasında yapılan konferansa, garantör ülkeler dışişleri bakanları seviyesinde, kalabalık heyetlerle katıldı. Kıbrıslı Türk ve Rum liderlerin de hazır olduğu konferansta Türkiye ve Yunanistan, garantörlük sistemi konusundaki taleplerini net bir şekilde masaya koydu.

İşte Türkiye’nin talepleri
Bakan Çavuşoğlu, Kıbrıs’ta on yıllardır devam eden müzakerelerin ucu açık bir şekilde sürdürülmesinin kimseye bir yararı olmadığına dikkat çekti ve Ankara’nın taleplerini şu ifadelerle sıraladı:

– Garantörlük kalacak: Bölgemizin içinde bulunduğu ortam da dikkate alındığında, 43 yıldır adadaki güvenlik ve istikrarın temel dayanağı olan ‘Güvenlik ve Garanti’ düzenlemesinin devam etmesi bir gerekliliktir.

– Anlaşma AB hukuku olacak: Varılacak kapsamlı çözümün temel unsurlarının AB birincil hukuku haline getirilmesi, çözüm anlaşmasının hukuki güvenilirliği ve kesinliği açısından vazgeçilmezdir. (AB ülkeleri parlamentolarında onaylanıp değişmez AB hukuku olarak kabul edilmesi.)

Türklere AB vatandaşı hakkı
– Türklere AB vatandaşı hakkı: Çözümün AB boyutuna ilişkin bir diğer önceliğimiz, ülkemizin AB üyeliğine kadar, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının, adada dört özgürlükten AB vatandaşlarıyla eşit şekilde faydalanmasıdır.

Görüşmelerden önce muhtemel Kıbrıs haritası olarak bu harita paylaşılıyordu:

 

Doğu Türkistan ve Uygur Türkleri: Unutulan Akrabalık

Çin Halk Cumhuriyeti’nin 6 özerk bölgesinden biri olan Sincan-Uygur Özerk Bölgesi (Doğu Türkistan);  1960 yılından beri devam eden dini-etnik çatışmaların yaşandığı bir bölgedir. Dini-etnik sebebinin yanında, bölgenin maden konusunda çok zengin bir bölge olması ve stratejik konumu da, Çin Halk Cumhuriyeti’nin bu bölgedeki planlarını önemli kılmaktadır.

Rusya ile Çin arasında kalan bu bölge, iki devletin hâkimiyetlerini genişletmeye çalıştığı toprakları kapsamakta olup, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkistan bölgesini Sovyet Rusya’ya kaptırmak istemeyen Çin, Doğu Türkistan’ı işgal ederek egemenliği altına almıştır.

1953 nüfus sayımında, nüfusun %75’ini Uygurlular, % 6’sını Han Çinlileri oluştururken, 2000 yıllara geldiğimizde bu oranı %40,57 Han Çinlileri, %45,21 Uygurlular oluşturmaktadır.

Soğuk savaş döneminde bu bölgeyi toprakları arasına katmak isteyen Sovyet Rusya, Uygur – Çin sorununu tırmandırmak için Kazakları Çin’e karşı kışkırtmıştır. Sovyet Rusya’nın bu hamlesine karşı Çin, Sincan – Sovyet sınırına Bing-tuan milislerini yerleştirerek cevap vermiştir.

1944-1949 arasında, Sovyetler Birliği’nin desteğiyle İkinci Doğu Türkistan Cumhuriyeti kurulur. Doğu Türkistan Cumhuriyeti 1949’da Halk Kurtuluş Ordusu’nun Sincan’a girmesiyle birlikte sona erer.

Sovyet Rusya’nın Afganistan işgaline başlaması ile Çin, bu kez Kazakları Sovyet Rusya’ya karşı özellikle Müslüman Soykırımı söylemi ile kışkırtmaya başlamış, kısmen de başarılı olmuşlardır.

Çin’in, Uygur Bölgesine göçleri teşvik etmesi de bu dönemde hızlanmıştır. Burada Çin, Sovyet yayılmacılığına karşı sınırı güvene almak isterken, aynı zamanda bölgenin demografik yapısını da kendi çıkarları doğrultusunda değiştirmeye başlamıştır.

Yer Altı Zenginlikleri

Çin Halk Cumhuriyeti bölgenin demografik yapısını değiştirirken, asıl hedefinin maden yatakları olduğu herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Çin’in yer altı zenginliklerinin dörtte üçünün burada bulunuyor olması, petrol ve doğal gaz yataklarının yanında,  Kazakistan’dan petrol taşıyan boru hattının bu bölgeden geçiyor olması da, Sincan’ı Pekin açısından vazgeçilmez kılmaktadır.

2012 yılında Sincan Devlet Toprak Kaynakları Müdürlüğü’nün yapmış olduğu araştırma neticesinde 31 yeni maden kaynağının keşfedildiği,  bulunan maden yatakları arasında kömür, demir ve kurşun-çinkonun da bulunduğunu açıkladı. 131 farklı maden yatağına sahip olan ve Çin’in toplam petrol rezervinin yüzde 30’u, doğalgaz rezervinin de yüzde 34’ü bulunduğu göz önüne alırsak, meselenin önemini daha iyi anlamış oluruz.

Çin topraklarında çıkarılan 148 çeşit madenin 118 çeşidi Doğu Türkistan topraklarında yer alıyor. Bu da Çin’in toplam maden ocaklarının %85’ini oluşturur.

Yapılan araştırmalar neticesinde bölgede 2 trilyon ton kömür havzası olduğu belirlenmiştir. Bu da Çin’in toplam kömür rezervinin yarısını oluşturmaktadır. 2000 yılında yapılan bir diğer araştırmada ise, bölgede yeni bakır madenleri keşfedilmiştir. Çin’in kendi topraklarında bulunan bakır madenleri, kendi ihtiyacının yarısını bile karşılamamaktadır.

Sincan – Uygur Özerk Bölgesi aynı zaman da Çin’in en büyük pamuk üretim merkezlerinden biridir. Tekstil sanayisini Uygurlara bırakmak istemeyen Çin, yeni yeni politikaları devreye sokmaktadır.

Petrol zenginliğinden dolayı “Umut Denizi” olarak adlandırılan Tarım Havzası’nın 10 milyar tonun üzerinde  petrol kapasitesi olduğu tahmin ediliyor. Bölgede yapılan araştırmalarda, Doğu Türkistan topraklarında 300 milyon ton petrol ve 220 milyar metre küp doğal gaz kapasitesi olan 13 yatak olduğuna işaret ediliyor.

Tüm bu maden zenginliklerini yanında, Çin’in en büyük nükleer test merkezi de bu bölgede bulunmaktadır. Yapılan bu testlerde birçok insan ya öldü ya da sakat kaldı.  Denetimsiz yapılan bu testlerde, Uluslararası insan hakları örgütlerine göre atom ve termo-nükleer bombaların kullanımı sonucunda yaklaşık 210 bin kişi hayatını kaybetti.  Yapılan bu denemelerin etkisiyle sarılık, deri kanseri gibi hastalıklara yakalanan 122 bin kişinin %54’ünün öldüğü resmen açıklandı.

Tarım Havzası

2009 Urumçi Olayları

Göç politikası demografik yapı öyle bir değiştirdi ki, yerel hükümetin, işverenlerin ve petrol işçilerinin %95’ini Han kökenli Çinliler oluşturdu. Böylesi uyumsuz ve huzursuz ortamda Urumçi’de olaylar çıktı.  Resmi kaynaklara göre 197 kişi hayatını kaybetmiş, 1.721 kişi yaralanmıştır. Dünya Uygur Kurultayı başkanı Rabia Kadir, ABD’de yaptığı açıklamada ‘Edindiğimiz bilgilere göre ölü sayısı 1000’in üzerinde, kimileri de 3 bin rakamını telaffuz ediyor’ demiştir.

Olayların başlama sebebi 26 Haziran’da Guangdong eyaletine bağlı Shaoguan şehrindeki bir oyuncak fabrikasında meydana gelen kavga gösterildi. Yüzlerce Han kökenli Çinli ile Uygur’un karıştığı kavgada 2 kişi öldü, 66 kişinin de hastaneye kaldırıldı.

Türkiye bu sorunun doğrudan tarafı değildir. Dış politikada, Uygurlardan taraftan yana tavır almak, bölgedeki Pantürkizm yaklaşımları artıracağı ve doğrudan Uygurlara zarar vereceği için, daha çok bu sorunu dünyaya anlatma ve insani yardım amaçlı çalışmalar yapma yoluna gidilmiştir. 2013 yılında Türkiye’nin yardım amaçlı çalışmaları, Çin Komünist Partisi yayın organı Global Times tarafından, Türkiye, ABD ve Avrupa’nın Uygurları kışkırttığı yönünde haberler yapılmış, büyükelçilik ise haberleri yalanlamıştır.

Türkiye, Sincan – Uygur Özerk Bölgesi sorunu konusunda hassasiyetlerini 2014 yılında Dış İşleri Bakanı Mevlüt ÇAVUŞOĞLU tarafından Çin Halk Cumhuriyeti hükümetine bildirmiş, Çin hükümeti cevaben sorunun çözümüne ilişkin Türkiye’nin taleplerini değerlendireceklerini açıklamıştır.

Türkiye, kendisine sığınan Uygurlara kapılarını sonuna kadar açarak destek vermektedir. 2015 yılında ülkemize sığınan yaklaşık 500 Uygurlu mülteci, Kayseri’de kendilerine tahsis edilen lojmanlara yerleştirmiştir. Gelemeyenler ise ya yolda ölmüş, ya da Çin Hükümeti tarafından idam edilmiştir.

Çin, zaman zaman Uygurlara çeşitli özgürlükler (din, ana dilde eğitim, ticaret, iş imkânı) tanıdığını açıklasa da, bölgede yaşayanların dilinde hep acı ve gözyaşı olması yaşananların ne denli bir travmaya neden olduğu açıkça belli olmaktadır.

Rabia Kadir ve Dünya Uygur Kurultayı

Olaylar konusunda yerel hükümet Rabia Kadir’i sorumlu tutarak, Uygurları kışkırtanın Dünya Uygur Kurultayı olduğunu öne sürmüştür. Bir iş kadını olan Rabia Kadir, 1992 yılında Millî Halk Kongresi’nin üyesi olmuştur. 1997 yılında yaptığı bir konuşmada Çin Hükümetinin Sincan politikasını eleştirmiş ve Halk Kongresinden çıkarılmıştır.

1999 yılında Hükümet sırlarını kamuoyuna taşımakla suçlanıp 8 yıl hapis cezasına çarptırılsa da, 2005 yılında, uluslararası baskı sonucu hapishaneden erken bırakılmış ve ABD’ye yerleşmiştir. 2006 yılında Almanya’da kurulan Dünya Uygur Kurultayı’nın başkanı seçilmiştir. Forbes dergisi 1994 yılında Rabia Kadir’i, Çin’in en zengin 7. kişisi ilan etmiştir.

ABD’ye yerleşmesi sonrasında Çin Hükümeti, “olayın yurt dışındaki unsurlar tarafından kışkırtılan ve yurt içinde organize edilen, planlı ve örgütlü bir şiddet suçu olduğuna dair bulgular bulunduğu” açıklamasını yaparak, Rabia Kadir’in ABD için çalıştığı imasında bulunmuştur.

Rabia Kadir’in ABD için çalışıp çalışmadığı tartışılsa da, Doğu Türkistan’da Uygur dilinin eğitim dili olarak korunması, cami ve evlerdeki kısıtlamaların kaldırılması, eğitim ve iş imkânlarının geliştirilmesi, Uygurların hayat seviyelerinin yükseltilmesi için gerekli adımlar atılmamaktadır.

Rabia Kadir

Türkiye Cumhuriyeti ata topraklarında bulunan bu sorunla gücünün yettiği ölçüde ilgilenmeye devam etse de, söz konusu Müslümanlar ve Türkler olunca dünya medyası her zaman ki gibi üç maymunu oynamaya devam etmektedir. Birileri daha çok zengin olmak uğruna, masum insanların kanını akıtmaktan hiç çekinmemekte, bu da küresel hukuk sisteminin ne kadar işlevsiz ve adaletsiz olduğunu gözler önüne sermektedir.

[irp posts=”1367″ name=”Kronolojik Doğu Türkistan Tarihi”]

[irp posts=”10197″ name=”Çin, Doğu Türkistan’da Müslüman ve Türk İsimlerini Yasakladı”]

[irp posts=”8277″ name=”Doğu Türkistan’a Karşı Olan Sorumluluğumuz”]

ABD PYD’yi Masada İstiyor

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Toner, PKK’nın Suriye kolu PYD’nin, uzun vadede Suriye’deki politik çözüm arayışlarının bir parçası olması gerektiğini savundu.

ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mark Toner, günlük basın toplantısında Suriye’deki uzun vadeli politik çözüm arayışlarında PKK’nın Suriye kolu PYD’nin de masada yer alması gerektiğini söyledi.

Toner, Suriye’deki iç savaşın sona ermesi için Birleşmiş Milletler (BM) öncülüğündeki çözüm arayışlarının “tek çözüm” yolu olduğunu düşündüklerini belirterek, “(Barış görüşmelerinde) kimin yer alacağı, ilgili gruplara ve Suriye halkına kalmış” değerlendirmesinde bulundu.

Toner, PYD’yi işaret ederek, “Suriyeli Kürtler de bu sürece dahil olmalıdır” diye konuştu. “PYD’nin masada yer alabileceğini mi söylüyorsunuz?” sorusu üzerine ise Toner, “Bizim düşüncemize göre bir noktada onlar da bu sürecin bir parçası olmalıdır” dedi.

Toner, “PYD sahada temsiliyeti olan bir grup. Suriye’deki uzun vade çözüm arayışlarında da seslerinin duyulması gerekiyor” şeklinde konuştu.

Ayrıca Toner, ABD’nin, PYD’nin silahlı kanadı YPG’ye silah vermediği yönündeki iddiayı da tekrar etti.

Bu sözlerinin üzerine ise Toner’e ABD Savunma Bakanı Ashton Carter’ın ABD Senatosunda yaptığı bir konuşmasında Pentagon’un PYD’ye silah verdiğini kabul ettiği hatırlatıldı. Toner, Carter’ın açıklamalarının yanında olmadığını belirterek, “Silahların PYD’ye verilmediği yönündeki sözlerini” yineledi.

“Eğer PYD, PKK değilse neden onlara silah vermiyorsunuz?”

PKK ve PYD’yi “farklı gruplar” olarak değerlendiren Toner, “Eğer PYD, PKK değilse neden onlara silah vermiyorsunuz?” şeklindeki soruya, PYD’nin IŞİD’e karşı “önemli bir güç” olduğu yönündeki sözlerini tekrar ederek, “Türk hükümetinin PYD ile ilgili hassasiyetini göz önünde bulunduruyoruz” şeklinde konuştu.

PKK’nın Suriye’deki kolu PYD’nin silahlı kanadı olan YPG’ye verilen destek Türkiye’nin tepkisine sebep olunca, ABD bu desteği Ekim 2015’ten itibaren yeni bir yapı oluşturarak devam ettirmeye başladı. Bu tarihte sınırlı sayıda Arap, Süryani ve Türkmen gücü de YPG’ye katarak Suriye Demokratik Güçleri’ni kurdu. SDG’nin omurgasını ve komutasını yine YPG oluşturuyor.

ABD Dışişleri Bakanlığı’ndan Marie Harf Ekim 2014’te PYD’yi terör örgütü olarak görmediklerini açıklamış, Washington yönetimi Eylül 2015’te de PYD’nin silahlı kanadı YPG’yi de terör örgütü olarak görmediğini ilân etmişti.

Kaynak: AA

MOSSAD Nedir ve Kimlerden Oluşur?

Mossad; dünya genelinde faaliyet gösteren, en gizli, en bilinmeyen istihbarat örgütüdür. Çoğu kimse İsrail gibi “küçük” bir devletin niçin ve nasıl böyle bir organizasyona sahip olduğunu anlayamaz. Süper güç ABD’nin CIA’i dışında dünyada bu kadar etkin tek istihbarat örgütünün İsrail’e ait olması aslında oldukça dikkat çekicidir. Mossad’ın kurulmasından önce İsrail Devleti’nin istihbaratı SHAI isimli örgüt tarafından sağlanıyordu. Mossad’ın kurulmasıyla bambaşka bir yapılanma ve dünyanın en tehlikeli cinayet şebekesi oluşturuldu. Bu cinayet şebekesi pek çok ülkede mafyayı, terör örgütlerini ve kontrgerillayı örgütledi.

MOSSAD logo

Mossad’ın bölümleri:

Mossad, çalışmalarını farklı alanlarda uzmanlaşmış 4 ayrı bölümle yürütür. Bunlar: Askeri İstihbarat, Yerli Gizli Servis, Yabancı İstihbarat Servisi ve Aliyah Beth.

 Birinci bölüm: “Askeri İstihbarat”

“Mossad’ın askeri istihbarat bölümü, ‘Aman’ olarak tanınır. İbranice adı ‘Agaf ha-Modi’in’dir. Bunun tercümesi, “istihbarat kanadı”dır. Görevi Müslüman ülkeler hakkında bilgi toplamaktır.”

“Aman” çok iyi organize edilmiş bir askeri birliktir. Altı bölümden oluşur. Özellikle iki bölüm tarafından yönetilir: Toplama ve Prodüksiyon. Toplama bölümü, sınır ötesine ajanlar göndermek, radyo kanallarını ele geçirmek, genellikle ülkelerdeki telefon konuşmalarını dinlemekten sorumludur.

İkinci bölüm: “Yerli Gizli Servis”

Yeril Gizli Servis; başına Isser Harel getiriliyor. Bu servis “Shin-Beth” adında. Genel Güvenlik Servisi anlamında.

Shin Beth, Destek ve Operasyon olmak üzere iki bölüme ayrılıyordu. Destek bölümünde, sorgulama teknolojileri, koordinasyon ve operasyonlar için lojistik destek vardı. Operasyon bölümü ise üçe ayrılıyordu: 1- Koruma ve güvenlik: İsrail elçiliklerini, Başkan’ı ve İsrail savunma sanayinin korunması, 2- Müslüman ülkelerle ilişkiler, 3- Müslüman olmayan ülkelerle ilişkiler.”

Üçüncü bölüm: “Yabancı İstihbarat Servisi”

 Bu servisin ilk Başkanı Boris Gurtel’dir. “Yabancı istihbarat servisi Varash’ın toplantı saati, yeri hiçbir zaman bilinmez. Dikkatlice saklanır. Varash, halka hiç açıklanmamıştır. Varash’ın görevi, çeşitli gizli servisler arasında bağlantı kurmaktır.

Politika Şubesi, adına rağmen, İsrail istihbaratının denizlerarası kolunu oluşturur. Bu şubenin ajanları diğer gizli servislerle bağlantı kurarlar. Politika Şubesi ajanları Londra, Roma, Paris, Viyana, Bonn ve Cenevre’de İsrail konsolosluklarında diplomasi kisvesi altında operasyonlarını yapıyorlardı. Böylesi daha avantajlıydı, çünkü diplomatların dokunulmazlıkları vardı.

Dördüncü bölüm: “Yer altı Gizli İşleri Servisi”

Aliyah Beth (Yer altı Gizli İşleri Servisi). Bu bölüm yer altı gizli işlerine devam edecekti. Orijinal görevi Yahudilerin Filistin’e kaçmasını sağlamak ve bu işi yasal hak haline getirmekti. 1937’de Haganah tarafından kuruldu. Bu bölümün başında Saul Meyeroff, takma adlı Shiloah, vardı.

Mossad’ın Yahudileri Göç Ettiren Kolu: “Aliyah Beth”

Yahudileri Filistin topraklarına göç ettirme görevini Mossad’ın özel bir bölümü üstlenmiştir. Bu iş için kurulmuş olan Aliyah Beth isimli alt örgüt, dünyanın pek çok yerinde düzenlediği provokasyonlarla sahte bir Yahudi aleyhtarı hava estirmiştir.

Aliyah Beth, ‘Sihirli Halı Operasyonu’ (Operation Magic Carpet) adı altında bir operasyon düzenledi. Bu operasyonda Near East Air Transport Corporation adında, İsrail hükümetiyle gizli bağları olan bir şirket kullanıldı. 1948 ve 1949’da bu şirket Yemen ve Aden’li 50 bin Yahudiyi gizlice İsrail’e taşıdı.

*Oğuzhan Başaran


StratejikOrtak.com misafir yazar.

SSCB ile Ortadoğu Ülkeleri Arasındaki İlişkiler

İkinci Dünya Savaşı‘ndan sonrasına kadar Sovyetler Birliği‘nin Ortadoğu bölgesine var olan bir ilgisinden bahsetmek zordur. Ancak Soğuk Savaş ile beraber İkinci Dünya Savaşı’nın yarattığı iki süper gücün çekişme alanlarından birinin de Ortadoğu olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Bize kalırsa başlangıç olarak 1948 yılına gidilmeli… BM Genel Kurullarında İngiliz Mandası Filistin’de bir Yahudi devleti kurulması için tartışmalı toplantılar yapılıyordu. Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu ülkelerinin bu toplantılarda kullandıkları oyun rengi İsrail Devleti’nin kurulması yönündeydi. Böylece İsrail, gerekli oy çoğunluğuna ulaşarak bağımsızlık kazanıyordu. Yeni kurulan devleti ABD’den sonra ikinci sırada Sovyetler tanıdı.

Sovyetler Birliği ilk dönemlerinde İsrail’le kurmuş olduğu ilişki, ortak düşman olan Nazilere karşı verilen savaş, kurtarıcı Sovyetler, sempati kazanmış Yahudiler ile özdeşleştirilmiş olabilir. Ancak burada unutulmaması gereken, savaşın hemen ardından başlayan ABD/Batı yayılmacılığına bir karşı hamle de olabileceğidir. Şöyle ki İsrail’in kurulduğu dönemde Irak, Ürdün ve Mısır Kraliyet aileleri İngiltere (ardılı ABD) ile yakın ilişki içindeydi. Bu ülkeler Batılı devletlerin amaçları doğrultusunda hareket etmekte, başta petrol olmak üzere Batılı ülkelere hizmet verip, önemli bir ticari güzergah üzerinde yer alıyordu. Sovyetler Birliği hem ilkesel olarak ülkelerin bağımsızlığını savunulması hem de örtülü olarak bu alanda Batı egemenliğinden ziyade tarafsız ülkelerin olması amacıyla İsrail kuruluşuna destek vermiştir. 1948 yılındaki savaşta da Çekoslovakya üzerinden sağladığı silahlar ile etkin rol oynamıştır.

Ancak İsrail, tarafını Ortadoğu’da artan ABD etkisinden yana kullanarak, Sovyetlere görece mesafeli durmuştur. 1950’li yıllarla beraber ise sahneye eski konumunun aksine yeni bir aktör olarak Mısır çıkıyordu. İngiliz Emperyalizmi ve onun kuklası olarak adlandırdığı Kraliyet ailesine karşı ortaya çıkan askeri yönetim denge siyaseti ve güçlü bir hale getirmek istediği ordusunun silah ihtiyacı için yeni bir müttefik arıyordu. Bu müttefik Mısır için Batı ile farkı olmayan ABD olmayacağına göre Sovyetler olacaktı.

İlk temaslar Çekoslovakya üzerinden yapılan silah antlaşması ile başladı. İlerleyen dönemlerde Mısır’da hakimiyetini devam ettirmek isteyen İngilizler, Mısır devlet başkanı Abdül Nasır’ın Aswan Barajı projesine önce destek vermiş sonra da bir kriz yaratıp Nasır’ın gücünü kırmak için desteğini çekmişti. Nasır da baraj projesini bitirmek amacıyla Süveyş Kanalı’nı millileştirdiğini duyurdu. Birbirini izleyen olaylar sonucunda Kanal’a saldıran İngiliz ve Fransız birliklerinin meydanda savaş kazanmasına rağmen masa başında geri adım atmasını sağlayan etkenlerden birisi de Mısır’a açıkça destek veren Sovyet gücüydü. Sovyetler yarım kalan projeyi de üstlenip bitmesini sağladılar.

Cemal Abdül Nasır döneminde Sovyetlerin Ortadoğu’daki en önemli müttefiki Mısır’dı. Kah Doğu Bloğu ülkeleri üzerinden kah direkt Sovyetler üzerinden sağlanan ağır ve modern silahları, ülkeye gönderilen Sovyet askeri danışmanları izledi. Bu danışmanların sayısı o kadar çoktu ki Mısır’daki İsrail ajanları danışmanların ülkelerine kitlesel olarak dönüşlerinde hemen İsrail’e savaş alarmı gönderiyorlardı. Sovyetler askeri ve ekonomik alanda yapmış oldukları yardımlara karşı Mısır ve diğer Arap Ülkeleri İsrail karşısında galip gelemiyor, galip gelemediği gibi de İsrail’in savaşı durdurması yönünde baskıyı hep Sovyetler sayesinde elde ediyorlardı. Örneğin Altı Gün Savaşları’nda İsrail Batı Şeria ve Golan Tepelerini işgal ediyor, Mısır’ı Sina Yarımadası’ndan tamamen atarak Süveyş Kanalı’na dayanıyordu.

Savaşın altıncı gününde Sovyetler İsrail ile tüm ilişkilerini keserek, bazı yaptırımlar ile tehdit ediyordu. ABD’yi de konu hakkında uyarıp, askeri tedbirler almaktan kaçınmayacaklarını bildirmesinin ardından İsrail ertesi gün bütün cephelerde ateşi kesti. Böylece Sovyetler Arap kuvvetlerinin tam anlamıyla yok olmasını önlemiş oldu. Kendisine yakın Arap Rejimlerinin eski krallıklara dönüşmesine izin vermeyeceğini başta ABD olmak üzere dünyaya bildiriyordu.

Nasır’ın ölümü ile başa geçen Enver Sedat, Nasır’dan farklı bir politika izleyerek kaybettiği toprakları siyaset ile almak için ABD’ye yanaşmaya başladı. İsrail’e karşı ABD’nin yanında yer almak, ABD’nin tüm yardım gücünü İsrail’e vermesini engellemek demekti. Bir gün Sedat ülkedeki 15 bin kadar Sovyet danışmanının ülkelerine dönmesini istedi.

Mısır’la bozulan ilişkiler Baas Partisi‘nin iktidarda olduğu Suriye’yi daha ön plana çıkardı. Hali hazırda Suriye ile ilişkiler 50’lerde başlamış, 1957’de Türkiye’nin de aralarında bulunduğu komşu ülkelerin Suriye’yi Sovyet uydusu olmakla itham ettiği dönemde ilk krizini yaşamıştı. ABD’nin yayınladığı Eisenhower Doktrini Sovyetleri bölgede daha etkin olmaya itti. Bunun için bölgedeki müttefiklerine sıkı sıkı bağlandı. Güneyden gelecek tehditler için ve Sovyetlerin bölgedeki varlığı için Akdeniz’deki donanma, donanma için de Mısır ve Suriye’deki limanlar hayati önem taşıyordu.

Bu durumu iyi analiz eden Hafız Esad, Moskova‘ya giderek milyon dolarlık yardım antlaşmaları ile geri dönüyordu. Gizli antlaşma maddelerinde ise Sovyetler olası bir İsrail saldırısında topyekun yardım etme sözüne varıncaya kadar vaatler veriyordu. Mısır ile ilişkilerin bozulduğu dönemde Suriye’ye yapılan yardım en üst seviyeye çıktı. Bunların başında İsrail hava gücüne karşı kurulan hava savunma sistemleri geliyordu. İsrail’den havalanan uçakların, Suriye hava sahasında kendilerine dönen füzeleri görmesi ile geri dönmesi bir oluyordu. Günümüzde de Suriye dış politikası, en önemli ortak olan Sovyetler Birliği’nin mirasçısı Rusya ile eskiden gelen geleneklerle devam etmekte…

Bölgede Sovyetlerin bir diğer önemli ortağı Irak‘tı. 1958’de darbe ile krallığa son verilmesi ile başlayan ilişkiler Irak’ın, Saddam Hüseyin döneminde uyguladığı kalkınma projelerine en önemli destek sağlayıcısı olarak devam etti. Bu destek, Ordu için ağır araçlar ve silah temininden, kültürel hayatın şekillenmesini sağlayan faaliyetlerde Sovyet eğitmenlere kadar geniş bir çerçevede yapıldı. Örneğin 1967 yılında Bağdat’ta açılan Bale ve Müzik okulunda bizzat Moskova’dan gelen eğitmenler hizmet veriyordu. Sovyetler Irak’a verdiği desteği gösteren bir diğer olay ise Kuveyt’in işgaliydi. BM, Irak’a silah ambargosu ve gerekirse askeri yaptırım ile tehdit ederken, Sovyetlerin ısrarla vermiş olduğu askeri destek ABD ve diğer Batılı ülkelerin eleştirilerini de beraberinde getirdi.

Mısır’da erken sonlanan Sovyet varlığı, Irak ve Suriye’de Birliğin dağıldığı döneme kadar devam etmiştir. Son günlerini yaşayan Sovyetler her bölgeden olduğu gibi Ortadoğu’dan da elini çekmiş, kendi iç meselelerine yoğunlaşmıştır. Ekonomik sorunlarla uğraşan ülke, Ortadoğu ülkeleri için yine çalınacak bir kapı olmuş ancak eski dönemlerde olduğu gibi karşılık beklenmeden verilen yardımların artık verilmeyeceği gerçeği ilişkileri yavaş yavaş bitirmiştir.

Sovyetlerin güney komşusu İran ile olan ilişkileri ise ilk dönemlerde pek iyi değildi. Şah rejimi altındaki İran bölgede önce İngiltere sonra ABD’nin en önemli müttefiklerindendi. Yine de Sovyetler bu ülkeden elini çekmedi ve ekonomik ve altyapı projelerini üstlendi. 1979’daki İslam Devrimi ile yaratılan ABD karşıtı havadan yararlanmak isteyen Sovyetler, bir müddet siyasi ortamı izlemişti. Ancak Humeyni’nin ABD’ye karşı ‘Büyük Şeytan’ tavrı Sovyetlere karşı ‘Küçük Şeytan’ olarak tezahür etmişti. İlişkiler kopma noktasına gelmişse de İran siyasal dengelerin buna izin vermeyeceğini anlaması ile bu yolda geri adım atmıştır. Ancak Sovyetlerin İran-Irak Savaşı’nda her iki taraf arasında gidip gelmesi ilişkileri sarsmıştı. İlerleyen yıllarda ise karşılıklı ilişkiler önce Sovyetler sonra Rusya ile yapılan nükleer antlaşmalarından günümüzdeki duruma kadar gelmiştir.

Bölgede son olarak değineceğimiz Sovyetlerin bir diğer siyasal ortağı da Muammer Kaddafi’nin Libya’sıdır. Libya da bir tür sosyalizm politikası izlemesine rağmen Kaddafi öncülüğünde İran gibi ne Batı ne Doğu diyerek kendine has bir orta yol izleme amacı gütmüştür. Ancak ABD ve Batı bloğu yerine Sovyetler ile olan ilişkisi daha kuvvetlidir. Dış politikada Sovyetler ve diğer komünist ülkeler ile beraber hareket etmiştir. Libya ile Sovyetlerin ilişkisi büyük silah alımları ve binlerce Doğu Bloğu danışmanlarını içeriyordu. Hatta Kaddafi, Sovyetlerden satın aldığı silahları başarısız olsa dahi gemi ile IRA’ya göndermeye bile çalışmıştır. Libya’nın Sovyet silahlarını Çad ile olan gibi savaşlarda kullanması daha önceden yapılan yardımların Sovyet çıkarları ile çatışan tutarsız faaliyetlerde kullanılmaması kuralının açıkça ihlaliydi. Sonuç olarak 1980’lerin sonlarında iki ülke arasında ilişkiler yavaş yavaş bir düşüş izledi.

2. Dünya Savaşı’nın bitimiyle Ortadoğu’da varlığını hissettiren iki süper güçten Sovyetlerin 1980’li yılların sonuna doğru bölgeden çekilmesi bir takım değişikliklere neden olmuştur. Soğuk Savaş döneminde bölgedeki ülkeler ya ABD yanlısı Kraliyet aileleri ya da Sovyetler Birliği yanlısı Arap Milliyetçiliği ve Sosyalizmi harmanlamış seküler devletlerden oluşuyordu. Sovyetlerin etkinliğini sonlandırması bölgede bir İsrail ve ABD hegemonyasını başlattı. İsrail kendisini dizginleyen bir süper gücün olmayışı ile daha saldırgan bir tavır sergilemiş, ABD ise varlığını tam anlamı ile bütün Ortadoğu’ya yaymaya başlamıştır. Örnek vermek gerekirse, bazı tarihçiler, Siyonizmi ırkçılık olarak nitelendiren BM Genel Kurulu’nun 3379 sayılı kararının 10 Kasım 1975’de SSCB tarafından düzenlendiğini iddia ediyor. Bu görüşü doğrular nitelikte, aynı karar Aralık 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla ABD öncülüğünde alınan 4686 sayılı karar ile yürürlükten kaldırıldı. (Türkiye bu oylamada çekimser oy kullanmıştır)

Emperyalizme karşı Baas fikri ile politikalarını şekillendiren devletler ise (özellikle İran’daki devrim sonrasıyla başlamak üzere) İsrail ve ABD ile olan mücadelelerinde yalnızlıklarından dolayı daha din endeksli hareket etmeye başlamıştır. Bu süreçte hem önceden var olan hem de yeni ortaya çıkan İslami felsefe ile kurulmuş oluşumlar güç kazanmaya başlamıştır. Suudi Arabistan (ayrıca günümüzde Katar) gibi petrol zengini ülkeler bu oluşumların ilk sırada finansörleri olmuşlardır. Sovyetlerin bölgeden çekilmesi, son yıllardaki Arap Baharı hareketleri ile Soğuk Savaş döneminden beri gelen liderlerin yerlerini terk etmek zorunda kalmasının bir ayağı olarak görülebilir. Suriye tarafını ayrı tutarsak pek tabi…

Şehmus Kızılkan

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

 

Bağdat Ziyareti Ne Getirdi?

Irak’la bir süredir gerilen ilişkileri düzeltmek üzere Bağdat’a giden Başbakan Binali Yıldırım’ın ziyaretinden, başta Başika olmak üzere birçok konuda net bir uzlaşma çıkmadı. Ancak Türk yetkililere göre, gerilimin sürdüğü bir ortamda ziyaretin yapılmış olması bile iki ülke ilişkileri açısından büyük önem taşıyor.

Bağdat-Ankara ilişkileri, öncelikle İran’ın Irak üzerindeki etkisi ve Tahran ile Ankara’nın bölge politikalarındaki taban tabana zıt politikaları sebebiyle uzunca bir süredir gergindi. Bu gerginlik, Aralık 2015’te Başika Kampı’ndaki Türk askeri varlığının artırılmasıyla birlikte iyice su yüzüne çıktı. İki ülke liderleri arasında Başika krizi üzerinden sert atışmalar yaşandı.

Yaz aylarından bu yana ilişkilerin düzeltilmesi için çabalar yoğunlaştı. Son olarak 17 Ekim’de Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Ümit Yalçın ve beraberindeki heyet Bağdat’a giderek istihbarat, dışişleri ve güvenlik birimlerinden yetkililerle görüştü. Bu ziyarette sağlanan uzlaşma önce Cumhurbaşkanı Erdoğan’la Irak Başbakanı İbadi’nin telefon görüşmesini sağladı, ardından 7 Ocak’ta Başbakan Binali Yıldırım’ın beraberinde kalabalık bir heyetle Bağdat’a gidişinin yolunu açtı.

17 Ekim’de yapılan görüşmelerin ilerisine geçilmedi

Bu ziyaret, sadece gerçekleştiği için bile iki ülke ilişkileri açısından önem taşıyor. İki yıl sonra bir Türk Başbakan’ın Bağdat’a gidişi, ilişkilerin olumlu yönde seyretmesi için önemli bir adım oldu.

Ancak Yıldırım’ın ziyaretinde, 17 Ekim’de Ümit Yalçın başkanlığında yapılan görüşmelerde sağlanan uzlaşmanın ilerisine geçilemedi.

17 Ekim’de Iraklı yetkililerle Türk yetkililer Başika kampının Musul operasyonu sonuna kadar kalması, sonrasında ise Türk askerinin Irak’tan çekilmesi konusunda anlaşma sağlanmıştı. Iraklı yetkililer, Türkiye’nin Musul operasyonuyla ilgili üç hassasiyetini anladığını belirtmiş, operasyon sonuna kadar Başika kampı için olumsuz bir girişimde bulunmayacağını teyit etmişti. Bu hassas konular; Musul’a ve Telafer’e Şii milislerin girmemesi ile PKK’nın Sincar’daki yapılanmasının büyümemesi…

Ümit Yalçın da Türkiye’nin sadece bu hassasiyetler gerekçesiyle orada olduğunu, Irak topraklarında Ankara’nın farklı bir emeli olmadığını belirtmişti. İki taraf hâlâ aynı görüşte olmasa da birbirinin pozisyonu anlamış, böylece gerginlik büyük ölçüde giderilmişti.

Ankara, varılan bu uzlaşmayı kağıda dökmeyi, böylece ileride yaşanacak olası gerginlikleri engellemeyi hedefliyordu.

Yıldırım, Bağdat’ta Ankara’nın Musul operasyonuyla ilgili hassasiyetlerini tekrar dile getirdi, İbadi bu hassasiyetleri anladığını bir kez daha tekrarladı. Iraklıların Başika Kampı’ndan Türk askerinin çekilmesi talebi bu görüşmede de yinelendi. Yıldırım da İbadi’ye, Türk askerinin Irak toprakları üzerinde farklı bir emeli olmadığını, Musul operasyonu sonrası Türk askerinin çekileceğini söyledi.

Başika’dan çekilme konusunda uzlaşı kağıda dökülmedi

Yıldırım’ın ziyaretinde ortaya çıkan metinde Başika’yla ilgili iki madde dikkat çekti:

İki taraf, Başika Kampı’nın bir Irak kampı olduğunu vurguladı.

Irak tarafı, Başika kampı hususundaki tutumunun sabit olduğunu belirterek, Türk tarafının kuvvetlerini çekmeye yönelik süreci başlatması ve bu meselenin sona erdirilmesi gerekliliğini vurguladı.Türk tarafı, Irak’ın toprak bütünlüğüne ve egemenliğine saygı duyduğunu yineledi.

Metne giren “Başika, Irak kampıdır” ifadesiyle, Ankara’nın Irak toprakları üzerinde başka hedefleri olmadığı ortaya konulmuş ve Bağdat’ın hassasiyetleri giderilmiş oldu. Diğer maddede de aslında bir uzlaşıya varılmadığı, iki tarafın farklı pozisyonlarını koruduğu ve bu pozisyonları iki tarafın da anladığı ortaya konuldu. Musul operasyonu sonrası Türkiye’nin de endişeleri giderilmiş olursa Türk askerinin kamptan çekileceği konusunda sözlü olarak uzlaşıya varıldı, bu uzlaşı metinde yer almadı.

Ankara’nın en önemli hassasiyeti olan Sincar’daki PKK varlığıyla ilgili de İbadi bir adım attı. Ziyaret öncesi “PKK’nın Irak topraklarını kullanarak Türkiye’ye saldırıda bulunmasını kabul edemeyiz” açıklaması yapan Irak Başbakanı, Yıldırım’la düzenlediği ortak basın toplantısında da PKK ile ilgili soruya “Anayasamız, ne olursa olsun kimsenin komşu ülkelere saldırmasına izin vermiyor” diye yanıt verdi.

Türkiye’nin hedefi, Musul operasyonu sırasında PKK’nın Sincar’da daha fazla güçlenmesinin ve daha fazla alanı ele geçirmesinin önüne geçmek.

Başika Kampı

İran’daki iki siyasi güçten iki farklı yaklaşım

Irak üzerinden doğrudan etkisi bulunan Tahran da, Ankara ile Bağdat’ın yakınlaşmasını yakından takip ediyor. Bağdat ziyaretinin, Türkiye ile İran’ın Suriye’de ateşkes konusunda işbirliğine gittiği bir dönemde yapılması tesadüf değil. Al Jazeera’ye konuşan Türk yetkililer Tahran’ın yaklaşımının ikiye ayrıldığını, İran’da etkili iki siyasi gücün iki farklı yaklaşımı olduğunu söylüyor.

Türk yetkililere göre, Ruhani’ye yakın ılımlı kesim İran’ın etkisini tehdit eden bir durum olmadığı sürece, yakınlaşmadan rahatsız değil. Başika’daki yaklaşık 500 Türk askeri, Irak topraklarına doğrudan bir müdahalede bulunmadığı sürece bu gruplar için sorun teşkil etmiyor. Ancak, Devrim Muhafızları ve ona yakın kesimlerde Başbakan’ın Bağdat ziyareti bir rahatsızlık yarattı.

Kaynak: Aljazeera

PYD ve DAEŞ Denkleminde Fırat Kalkanı Harekatı

Suriye iç savaşında bölgeye en büyük zararı veren terör örgütlerinin başında şüphesiz PYD ve DAEŞ gelmektedir. Buna rağmen , bahse konu örgütlerin son dönemlerde özellikle de Fırat Kalkanı operasyonu çerçevesinde büyük kayıplar verdikleri gözlemlenmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Milli Savunma Bakanı Sayın Fikri Işık’ın yaptığı bir açıklamada, Fırat Kalkanı harekatı ile 1294 DAEŞ, 306 PYD mensubu teröristin etkisiz hale getirildiği belirtilmektedir. Şüphesiz bu mücadele sürdürülecektir.

Terörist grupların esas niyeti olan Türkiye Cumhuriyeti’nin güvenliğine ve toprak bütünlüğüne zarar verme niyeti FETÖ, PKK ,DAEŞ veya PYD olsun farklı strateji ve saldırılar ile gerçekleşmesine rağmen amaçlarına ulaşamamaları, bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Türk Devlet geleneği çerçevesinde kendi bekasını tehdit eden unsurları etkisiz hale getirme kabiliyetinin operasyonel anlamda devam etmesi ile görülmektedir. Hatırlanacağı üzere, 1974 Mutlu Kıbrıs Barış Harekatı gerçekleşmeden evvel, Kıbrıs’ta Türklere yapılan saldırılar, silahlı ve gerilla taktiği çerçevesinde pek çok sivil soydaşımızın ölümüne sebep olsa dahi, neticede Rum terör örgütü EOKA’nın gerek adadaki Mücahitler gerekse Türkiye’nin askeri müdahalesi ile hedeflerine ulaşması engellenmiştir. Bu açıdan da bakıldığında bugün gerçekleştirilen Fırat Kalkanı Operasyonu bir askeri müdahale niteliğinde olması ve bölge güvenliğini tesis etmesi açısından oldukça önem arz etmektedir.

Türkiye 24 Ağustos saat 04.00’de Cerablus bölgesinin DAEŞ terör örgütünden temizlemek için askeri harekat başlatmıştır. İlk hedef 5 bin kilometre karelik alanın terörden temizlenmesiydi. Türkiye ve koalisyon öncülüğündeki ÖSO kuvvetleri ile icra edilen bu operasyon daha sonralardan koalisyon devletlerinin desteğini çekmesine rağmen bugün halen devam etmektedir. Devletimiz tam bir kararlılıkla güneyde El Bab kurtarılmadan başarı elde edilemeyeceğinin farkındadır. Nitekim, Fırat Kalkanı Harekatında gelinen son noktada Azez ve Cerablus hattını geçerek sınırdan 25 km içerideki El Bab şehri , Türk silahlı Kuvvetleri tarafından kuşatılmış durumdadır. Bu şehir DAEŞ örgütünün Rakka’dan sonra ikinci başkent olma özelliğine sahiptir. Son derece önemli stratejik bir yeri vardır. Membiç ve Halep şehirlerini birbirine bağlamaktadır.  TSK böylesine önemli bir bölgeyi operasyona başlamadan önce her açıdan değerlendirerek operasyona başlamış ve bugün gelinen aşamada anılan bölgelerin kuşatmasında bulunan teröristleri tamamıyla temizleme safhasına gelmiştir.

Fırat Kalkanı kapsamında alınan yerler

Fırat Kalkanı Harekatı sadece DAEŞ’e değil PYD/YPG terör örgütünü de kapsamaktadır. Türkiye devletinin güneyinde kurulması hedeflenen sözde bir “Kürdistan devleti”, her zaman Türkiye’nin toprak bütünlüğüne tehdit teşkil etmesiz söz konusudur. Zira ayrılıkçı terörist Kürtlerin hedefinde Türkiye Cumhuriyeti’nin doğusunun da sözde “Kürdistan” bölgesi içerisine dahil edilmesi hedefi yatmaktadır.

Tüm bu art niyetli adımların önüne geçilmesi, gerçekleştirilen Fırat Kalkanı Operasyonu ile mümkün olmuştur. Şüphesiz, Tarih boyunca Türk devletlerinin bekasına tehdit oluşturan unsurlar yok olmuştur olmaya da devam edecektir. Böylesine hayali ve sözde  “Kürdistan devletinin” kurulması için ayrılıkçı teröristlerin hedefi Afrin ve Membiç kantonlarını birleştirme adımı ile söz konusu olabileceği değerlendirilmiştir. Ancak, Türkiye Cumhuriyeti’nin Fırat Kalkanı operasyonu  ile hem PYD/PKK hem de DAEŞ terör örgütlerine darbe indirmiştir.

Türkiye’nin müttefiki durumunda olan NATO hiçbir şekilde bu operasyona destek vermemesi düşündürücüdür. Özellikle de ABD’nin YPG’ ye uçak dolusu mühimmat ve silah yardımı yapması ve buna devam etmesi son derece talihsiz bir durumdur. Amerika kendini savunma adına ortaya koyduğu “DAEŞ ile mücadele ediyor” gerekçesi tamamı ile altı boş bir savunmayı ortaya koymaktadır. Özellikle de ABD yapımı MANPAD hava savunma füzeleri yardımının tespit edilmesi neticesinde DAEŞ’in f-16 uçakları mı var? sualini sormak gerekmektedir.

Hakikaten de bugün Türkiye’nin elinde  YPG’ ye silah yardımı konusunda son derece önemli deliller bulunmaktadır. Tüm bu bilgi ve belgelerin ilk fırsatta uluslararası camia ile paylaşılacağı beklenmektedir. Pek tabi ki gelinen bu sürece değin Türkiye Cumhuriyeti’nin her fırsatta ABD’li yetkilileri YPG konusunda uyarmasını dikkate almayan Amerika, bugün terörist YPG’nin Fırat’ın batısını geçememesi karşısında Türkiye’nin kendi ve bölge ülke güvenliğini sağlamada göstermiş olduğu kararlılığı ve kabiliyeti kabullenmesi gerekmektedir.  DAEŞ’in sınırımızdan çekilmesi konusu da ayni netice ile sonuçlanacaktır. Türkiye hiçbir surette haklarının gaspına müsaade etmeyecek,teröristlerin hedeflerini ve amaçlarını kabul etmeyecektir.

Düşündürücü olan NATO’nun  müttefiki olan Türkiye’ye destek vermemesi ancak terörist YPG’ ye silah yardımı yapıp her türlü desteği sağlamasıdır.

Bu durum hiçbir surette anlayış ile kabul edilecek durumu yansıtmamaktadır. Öte yandan bugün Suriye’de ateşkes ilan edilmiş ve bunun garantörleri Türkiye ve Rusya olmuştur. Batı’nın ve ABD’nin dahil isimleri  anılmamıştır. Bu Türkiye ve Rusya’nın batıya rağmen iş birliklerini geliştirmesiyle gerçekleşmiştir. Rus jetleri ateşkesin ardından ilk defa El Bab‘da DAEŞ hedeflerini vurmuş ve vurmaya da devam etmektedir. ABD’nin yapamadığını yapmaktadır.

Tüm bu başarının neticesini Fırat Kalkanı Harekatı’na bağlamak  ve kararlı duruş ile mücadeleye devam etmeye bağlamak yanlış olmayacaktır. Nitekim, Astana zirvesini yeniden şekillenmeye başlayan yeni dünya düzenin ilk adımı olarak yorumlaya biliriz. Tüm bu süreçte, El Bab sonrasında Türkiye’nin hedefinde YPG kontrolündeki doğuda Membiç, batıda Afrin olacaktır. Bu hususla, ABD Rakka operasyonunu YPG’ ye yaptırmaktan vazgeçmediği sürece Türkiye büyük risk alarak Rusya ile Rakka’ ya yürüyeceği aşikardır.  İlerleyen günlerde taraflar net bir şekilde saflarını belirleyecektir.

Suriye’de Ateşkesin Olmadığının Kanıtı: Barade Vadisi

Suriye’de Şam’ın kuzey batısında yer alan Barade bölgesi, Türkiye ve Rusya’nın çabalarıyla yürürlüğe giren ateşkese rağmen, Esad rejimi ve onun için savaşan milislerin hedefi olmaya devam ediyor. Her ne kadar Suriye’de ateşkes olsa da Barade’de ateşkesin gerçekleşmediğini iki farklı harita ile görmek mümkün.

28 Aralık 2016: Ateşkesten 2 gün önce Barade Vadisinin haritası.

28 Aralık 2016 Barade Vadisi

8 Ocak 2017: 30 Aralık’ta başlayan ateşkese rağmen rejim güçleri Barade vadisinde bazı ilerlemeler sağladı. (Ateşkes şartlarına göre hiçbir tarafın toprak kazanma çabasına girmemesi gerekiyordu.)

8 Ocak 2017 Barade Vadisi

Genel hatlarıyla Suriye’de ateşkesin sağlandığı görülse de Barade vadisinde rejim güçlerinin saldırıları ve ilerlemeleri ‘ateşkesin olmadığının kanıtı’ olarak gösterilebilir. Çoğu muhalif grubun rejim güçlerinin saldırılarından dolayı ateşkesten vazgeçmesi/askıya alması hadiselerinin de en büyük nedenini bu bölgedeki gelişmeler olduğunu unutmayalım.

Barade Vadisi’ndeki çatışmalar Suriye’de ateşkesin bozulduğunu gösteriyor.

Barade Vadisi Hakkında bilgi

Şam-Zabadani yolunda bulunan, yeşilliği ve soğuk sulu pınarlarıyla bilenen bölge, ayaklanmadan önce Şam sakinleri için sayfiye yeri  olarak biliniyordu. Vadide (Basime, Ayn Hadra, Kefr Zeyt, Hüseyniye ve Ayn Fice) gibi köy ve beldeler yer alıyor, ayrıca Şam’a içme suyu temin eden Ayn Fice su tesisi de burada bulunuyor. Su tesisinin bulunması bölgede muhalifleri Esed rejimine karşı avantajlı bir konuma getirdi. Nitekim muhalif gruplar zaman zaman Şam’a giden suyu keserek Esed rejimine karşı silah olarak kullandılar. Hem su tesisi bulunması hem de bölgenin coğrafyasının dağlık olması muhaliflerin Esed rejimine karşı uzun süre direnmelerine de yardımcı oldu.

Suriye’de ayaklanma başladıktan sonra bölge ahalisi aktif bir şekilde gösterilere katılarak Esed rejimine karşı çıktı. Ayaklanma silahlı mücadeleye dönüşünce vadi ahalisinden oluşturulan muhalif ‘ÖSO’ grupları bölgenin kontrolünü ele geçirdi. Bunun devamında elinden çıkan vadiyi Esed rejimi 1 Şubat 2012 tarihinde kuşatma altına aldı. Hâli hazırda 100 bine yakın bir nüfus Vadi el-Barade bölgesinde yaşıyor, bölgenin yerli sakinlerine ek olarak nüfusun bir kısmı (Darayya, Muadamiyye, Zabadani, gibi) çatışma yaşayan bölgelerden geldi.

Kaynak: StratejikOrtak.com – SuriyeGundemi.com

ABD: “Putin Trump’ın Seçilmesi İçin Siber Müdahalede Bulundu”

ABD’de, 8 Kasım 2016’daki başkanlık seçimlerini Rusya’nın siber saldırı yoluyla etkileyip etkilemediğine ilişkin tartışmalar sürüyor.  Amerikan Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA), Federal Soruşturma Bürosu (FBI) ve Ulusal Güvenlik Ajansı (NSA) koordinasyonunda hazırlanan raporda, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in 2016 ABD başkanlık seçimlerini etkileme emri verdiğini değerlendiriyoruz. Rusya’nın amacı ABD’nin demokratik sürecine olan kamu inancını sarsmak, Clinton’ı kötülemek ve onun muhtemel başkanlık şansına zarar vermekti.” ifadelerine yer verildi.

Trump’a bilgilendirme

Trump, bu konuda istihbarat yetkililerinden ilk kez brifing aldı. Toplantının ardından yaptığı yazılı açıklamada, “verimli ve yapıcı bir görüşme olduğunu” aktaran Trump, Rusya’nın seçimlere herhangi bir etkisinin olmadığına inandığını vurguladı.

Birçok ülkenin ABD’nin bilgisayar altyapısına sızmaya çalıştığını belirten Trump, “Ancak seçim sonuçlarına kesinlikle bir etkisi olmamıştır. Oy kullanma makinelerine de herhangi bir şekilde müdahale olmamıştır.” ifadelerini kullandı.

Son raporda hedef Putin

Trump’ın istihbarat yetkilileriyle görüşmesinden birkaç saat sonra kamuoyuna açıklanan son istihbarat raporunda ise ABD’li yetkililer, açık bir şekilde Moskova yönetimini hedef aldı.

“Son ABD Seçimlerinde Rus Eylemlerini ve Niyetlerini Değerlendirme Arka Planı: Analitik Süreç ve Siber Saldırı Nitelemesi” başlıklı 25 sayfalık raporda, Putin’in siber saldırı emrini bizzat verdiği ve amacın da Demokrat başkan adayı Hillary Clinton’a zarar vermek olduğu öne sürüldü.

Amerikan Merkezi İstihbarat Teşkilatı (CIA), Federal Soruşturma Bürosu (FBI) ve Ulusal Güvenlik Ajansı (NSA) koordinasyonunda hazırlanan raporda, “Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in 2016 ABD başkanlık seçimlerini etkileme emri verdiğini değerlendiriyoruz. Rusya’nın amacı ABD’nin demokratik sürecine olan kamu inancını sarsmak, Clinton‘ı kötülemek ve onun muhtemel başkanlık şansına zarar vermekti.” ifadelerine yer verildi.

Moskova’nın, Trump’ın kazanmasını tercih ettiği belirtilen raporda konuyla ilgili istihbarat kurumlarının ayrıntılı bilgi ve analizleri bulunmuyor. Raporda saldırının başarılı olup olmadığına dair bir açıklama yok.

7 Ekim’de Rusya resmen suçlandı

İlk kez geçen Temmuz ayında Demokrat Parti tarafından gündeme getirilen “Rusya bağlantılı siber saldırı” iddiaları kamuoyunda uzunca süre tartışılmıştı. ABD İç Güvenlik Bakanlığı ile Ulusal İstihbarat Direktörlüğü, Demokrat Parti kurumlarının ve seçim kampanyalarının siber saldırıya uğramasıyla ilgili olarak 7 Ekim 2016’da Rusya’yı resmen suçlayan bir açıklama yapmıştı.

ABD Başkanı Barack Obama, konuyla ilgili soruşturmanın 20 Ocak’a kadar tamamlanması talimatını vermiş, Trump da iddiaların gerçeği yansıtmadığını ve “kendi başarısına gölge düşürülmeye çalışıldığını” savunmuştu.

Kaynak: AA

Geçtiğimiz 10 Günde Dünyada Neler Oldu?

– Trump, Obama tarafından atanan tüm büyükelçilerin, başkanlığa başlayacağı 20 Ocak’ta görevden alınması talimatı verdi. (NYT)​​

– Rusya Savunma Bakanlığı, Suriye’deki askeri kuvvetini azaltmaya başladığını ve tek askeri uçak gemisini çekeceğini duyurdu

– Türkiye ile AB arasındaki sığınmacı anlaşmasından sonra 2016’da Yunanistan’a geçen sığınmacı sayısı yüzde 80 azaldı.​

– Keşmir’de El Bedir direnişçi grubu liderlerinden Muzaffer Ahmed, Hindistan güvenlik güçleriyle çıkan çatışmada hayatını kaybetti.​​

FETÖ ile uluslararası alanda mücadele devam ediyor. Fas, ülkedeki FETÖ okul ve kurumlarını kapatma kararı aldığını bildirildi.​​

– PKK’nın Şengal(Sincar)’dan çekilmesi konusunda PKK ile Peşmergenin anlaştığı, bölgede YPJ ve YPŞ’nin ise kalacağı belirtildi. (Rudaw)​​

– Türkiye’nin eğittiği Ninova Muhafızları’nın lideri eski Musul valisi Esil Nuceyfi, Şii Haşdi Şabi örgütüne katıldıklarını resmen açıkladı.​​

– ABD Kara Kuvvetlerinde yapılan yeni bir düzenlemeyle dini nedenlerle sakal bırakmak, türban veya başörtüsü takmak artık serbest oldu.​​

– Ukrayna Savunma Bakanı Stepan Poltorak, “Donbas bölgesinde Rusya’dan gelen 40 bin ayrılıkçı var, bunların 5 bini Rus Ordusu’nda asker” dedi.​

– Suriye’nin kuzeyinde Haseke’de, YPG’nin bazı karargahlarının milliyeti bilinmeyen helikopterler tarafından bombaladığı belirtildi.

– ABD, son iki ayda Körfez ülkeleri olan Kuveyt, Katar, Suudi Arabistan ve BAE’ye 40,8 milyar dolarlık silah satışında bulunduğunu açıkladı.

– Rus Rosneft şirketi, Almanya’daki bazı petrol şirketlerinden hisse alarak Almanya petrol pazarının yüzde 12’sini ele geçirdi.

– Rus savaş gemileri, iyi niyet ziyareti çerçevesinde Duterte liderliğindeki Filipinler’in başkenti Manila’daki limana ulaştı.

– Romanya’da başbakanlığı veto edilen Müslüman Tatar Türkü Sevil Shhaideh, yeni kabinede Başbakan Yardımcısı ve Kalkınma Bakanı oldu.

– 19 Ocak’ta sona erecek olan OHAL 3 ay daha uzatıldı.

– Etiyopya’da kuraklıktan etkilenen ve yardıma muhtaç kişi sayısı 10.2 milyondan 5.6 milyona gerilemiş. Unutulan Afrika için güzel rakam.

– Filipinler lideri Duterte, “Bazı kuzenlerim IŞİD’in, bazıları ise hükümetle anlaşan ve özerk olacak olan Moro Cephesi’nin içerisinde” dedi.

– Hamas ve Fetih’inde aralarında bulunduğu 8 Filistinli grup 15-17 Ocak’ta Moskova’da görüşecek. 2011’de de benzer bir görüşme gerçekleşmişti.

– Belçika hükümeti, Ortaköy’deki Reina saldırısı sonrası sosyal medyada atılan nefret mesajları cezalandırma kararı aldı.

– Kazakistan, 2017-2018 yıl döneminde BM Güvenlik Konseyi geçici üyesi göreviyle BMGK üyesi ilk Orta Asya ülkesi oldu.

– Bugün İran, Irak’a biriken borcundan dolayı verdiği elektriği keserken; Türkmenistan’da İran’a gönderdiği gazı bugün sabah itibariyle kesti.

– Başbakan Binali Yıldırım, cumartesi ve pazar günü Irak’ı ziyaret etme kararı aldı.

– Rus ve Türk savaş uçaklarının IŞİD hedeflerini vurduğu bildirildi. (AA)

– Almanya’da bu yıl şubatta Cumhurbaşkanlığı, eylülde ise genel seçimler var. Cumhurbaşkanlığına Dışişleri Bakanı Steinmeier düşünülüyor.

– BM Güvenlik Konseyi, Rusya ve Türkiye’nin Suriye’deki ateşkes kararını kabul etti.

– İngiltere’deki Brexit ve Türkiye’deki olaylardan rahatsız olan Seferad Yahudilerinin Portekiz’e vatandaşlık başvuruları %80 arttı.

– Rusya dün IŞİD’i El Bab’da vurdu. Çavuşoğlu ise bugün ABD’nin(koalisyon) uzun bir aradan sonra El Bab’da operasyon düzenlediğini açıkladı.

– Hindistan’ın yeni bir uzun mesafeli nükleer güdümlü füze denediği bildirildi.

– AGİT’in dönem başkanlığını bu sene Avrupa’nın en faşist ülkesi Avusturya Almanya’dan devraldı.

– Antonio Guterres, BM Genel Sekreterliği görevine resmen başladı.

Kaynak: StratejikOrtak.com – DNO

Türkiye-Irak İlişkileri Nereden Nereye?

Başbakan Binali Yıldırım’ın 2017’nin ilk yurtdışı teması olarak Irak’a yaptığı ziyaret, Türkiye-Irak ilişkilerinde yeni bir sayfa açacak gibi görünüyor. Bunun sinyalleri Yıldırım’ın ziyareti öncesinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Irak Başbakanı Haydar El-Abadi’yle yaptığı telefon görüşmesi sonrası karşılıklı iyi niyeti gösteren açıklamalarla verildi. Haydar El-Abadi’nin, Başbakan Yıldırım’ın ziyareti öncesinde yaptığı son haftalık basın toplantısında, ziyaretin ikili ilişkilerin ve karşılıklı ziyaretlerin güçlendirilmesi kapsamında olacağını belirtmesi, iki ülke arasındaki üst düzey ziyaretlerin devam edeceğinin göstergesi. Hatta Abadi, PKK’nın Irak topraklarını kullanarak Türkiye’yi tehdit etmesine izin vermeyeceklerini ve PKK’nın Irak topraklarını terk etmesi gerektiğini ifade etti. Bu açıklama, Binali Yıldırım’ın ziyareti öncesinde, Irak’ın Türkiye’nin hassasiyetlerini anladığı ve işbirliğine açık olduğu mesajını vermesi açısından son derece önemli.

Peki özellikle Başika krizinden sonra gerginliğin üst seviyeye tırmandığı, hatta Irak’ın, Türkiye’nin Başika’daki askeri varlığını “savaş suçu” sayacağına yönelik açıklamalar dahi yaptığı bir ortamdan kısa süre içerisinde ilişkilerin yumuşadığı bir döneme nasıl gelindi?

Bunu anlayabilmek için hem ikili ilişkilerin geçmişine, hem Türk dış politikasının seyrine, hem de Ortadoğu’da yaşanan son gelişmelere bakmakta fayda var.

IŞİD sonrası süreçte İran’ın Şii milis gruplar üzerinden Irak’taki etkisini arttırdığı bir gerçek. 2016’nın yaz aylarında Rusya, İran, Suriye ve Irak’ın Bağdat’ta terörle mücadele amacıyla bir ortak operasyon merkezi kurduğu da biliniyor. Rusya ve İran’ın ana aktör olarak Irak’ta da etkili olduğu düşünüldüğünde, Türkiye’nin Rusya ve İran’la uzlaşmasının da Irak’a yansıdığını söylemek mümkün.


2003’ten bugüne: Dört farklı dönem

2003 sonrası Türkiye-Irak ilişkilerinde dönemsel olarak inişler ve çıkışlar sürekli yaşandı. Bu durum iki ülkenin tehdit ve çıkar algılamalarının yanı sıra bölgesel ve uluslararası politik dinamiklerin etkisine de maruz kaldı. Bu nedenle iki ülkenin ilişkilerinde olağan bir dalgalanmadan bahsetmek mümkün. 2017 yılına kadar Türkiye-Irak ilişkilerini zamansal olarak dönemlere ayıracak olursa karşımıza aşağıdaki gibi bir tablo çıkıyor.

Düşük yoğunluklu politik dönem: 2003-2005

– Merkez ağırlıklı politik dönem: 2005-2009

– Yerel ağırlıklı politik dönem: 2010-2014

– Dalgalı-durağan dönem: 2014-2016

2003’ten başlarsak, ABD’nin Türkiye toprakları üzerinden Irak’a geçmesini öngören ve 1 Mart Tezkeresi olarak anılan tezkerenin TBMM Genel Kurulu’nda kabul edilememesiyle birlikte, Türkiye’nin ABD’nin işgali sonrası Irak’taki etkisi sınırlı kaldı ve 2005’e kadar Irak’la ilişkiler düşük bir profilde seyretti.

Ancak Sünnilerin yeniden siyasi sürece entegre edilmesi konusunda Türkiye’nin yardımına ihtiyaç duyulması ve bölgesel gelişmeler Türkiye’yi tekrar denklemin içine soktu. Bu süreç içerisinde PKK’nın tekrar eylem yapmaya başlaması, Irak’ın kuzeyinden lojistik destek sağlayarak, burayı bir üs gibi kullanarak eylemlerini gerçekleştirmesi ve Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin (IKBY) Türkiye’nin Irak politikası ile çelişir bir siyasi tutum izlemesi nedeniyle Türkiye daha çok Irak merkezi hükümeti ile iyi ilişkiler geliştirdi.

2009’a kadar oldukça üst seviyeye çıkan Türkiye-Irak ilişkileri, iki ülke arasında 2008’de “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi”nin kurulması ve 2009 yazında güvenlikten enerjiye, eğitimden ulaştırmaya, bayındırlıktan sağlığa 48 mutabakat muhtırasının imzalanmasıyla zirve yaptı.

48 mutabakattan sorunlara

Ancak 2010 itibariyle yeni bir seçim sürecine giren Irak’ta, Türkiye’nin yakın ilişkileri olan grupların bir araya gelerek Iyad Allavi başkanlığında oluşturdukları Irakiye Listesi’nin 7 Mart 2010’da yapılan seçimlerden birinci parti olarak çıkması, ikinci bir dönem daha başbakanlığı hedefleyen, İran’a yakınlığıyla bilinen Nuri El-Maliki’yi rahatsız etti. Böylece Türkiye ve Irak merkezi hükümeti arasındaki ilişkiler gerginleşmeye başladı. Irak’taki Şii grupların bir araya gelerek oluşturduğu Ulusal İttifak’ın yeniden Nuri El-Maliki’yi başbakan olarak seçtirmesinden sonra kötüleşmeye başlayan ilişkiler, 2011’de Suriye’de patlak veren olaylar sonrası Türkiye ve Irak’ın farklı pozisyonlar almasıyla da giderek gerginleşti.

Türkiye bu süreçte özellikle IKBY ile iyi ilişkiler kurdu ve genel dış politika konseptini ekonomi ve güvenlik ağırlıklı temellendirdi. Bu süreçte IKBY ile enerji ve ticaret alanında yapılan anlaşmalar nedeniyle Irak merkezi hükümeti ile ilişkiler de neredeyse kopma noktasına geldi.

Irak’ta 2014 seçimlerinin ardından Nuri El-Maliki’nin ısrarından vazgeçerek üçüncü dönem başbakanlıktan çekilmesi ve Haydar El-Abadi’nin yeni hükümeti kurmasının ardından Irak merkezi hükümeti ile ilişkilerin düzelmesi konusunda yeni umutlar belirmiş olsa da, Irak’ta IŞİD’in ortaya çıkması sonrası yaşanan süreç, ilişkilerdeki gerginliğin azaltılmasının önüne geçti. Hatta bu gerginlik Başika kriziyle bir üst seviyeye taşınarak, Türkiye ve Irak’ı askeri olarak karşı karşıya getirme riskini de ortaya çıkardı.

Başika krizinin yanı sıra, Irak’ın 17 Ekim’de başlattığı Musul operasyonu öncesinde, Türkiye’nin, sınır güvenliğini sağlamak için Irak sınırına asker yığması, Irak tarafından tehdit olarak algılandı. Ancak operasyonun başlamasının hemen ardından Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Ümit Yalçın’ın başkanlığındaki bir heyetin Irak’ı ziyaret etmesi ve Türkiye’nin pozisyonunun Irak’a iletilmesi sonrasında gerginliğin azaldığı görülüyor.

Nitekim bu ziyaretle Başika krizinde çözüme yaklaşıldığı gibi, Musul operasyonunda yaşananlar Irak’ın da Türkiye’nin hassasiyetlerini dikkate aldığını gösterir nitelikte. Yine de bu ziyaretin tek başına Türkiye-Irak ilişkilerindeki yumuşamayı sağladığını söylemek zor. Detaylara bakıldığında Türk dış politikasının genel dinamikleri ve özellikle Suriye konusunda yaşanan bölgesel denklemin önemli payı olduğu ortaya çıkıyor.

Türk dış politikasında normalleşme ve Ortadoğu’da değişen dinamikler

Türkiye’nin Irak’la ilişkilerindeki yumuşama eğilimi, doğrudan Ankara’nın dış politika konseptinin değişimiyle alakalı görünüyor. Türkiye, 2016’nın Haziran ayı içerisinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın onayı ile yedi aydır kriz yaşadığı Rusya ve beş yıldır diplomatik ilişki içinde olmadığı İsrail’le barışmak için eş zamanlı bir girişim başlatarak, dış politikadaki dönüşümün sinyallerini verdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Yıldırım’ın bu gelişmeleri “dış politikada normalleşme” ve “dostları artıran, düşmanları azaltan bir dış politika” olarak ifade etmesi, dış politikadaki dönüşümün diğer sorunlu ülke ve alanlara da yansıyacağının işaret oldu.

Türkiye ve Rusya’nın ikili ilişkilerini yumuşatıp, Suriye konusunda da işbirliğine yönelik adımlar atması, Türkiye’nin Ortadoğu politikasında elini güçlendirdi ve rahatlattı. Nitekim Halep’teki tahliye süreci ve daha sonrasında Moskova’da bir araya gelen Rusya, Türkiye ve İran’ın, Suriye’deki ateşkes ve siyasi süreç üzerinde anlaşması, Türkiye’ye politik hamle alanı açtı.

İran etkisi

Bu durum, Türkiye-Irak ilişkilerine de doğrudan yansımış görünüyor. Zira IŞİD sonrası süreçte İran’ın Şii milis gruplar üzerinden Irak’taki etkisini arttırdığı bir gerçek. Öte yandan 2016’nın yaz aylarında Rusya, İran, Suriye ve Irak’ın Bağdat’ta terörle mücadele amacıyla bir ortak operasyon merkezi kurduğu biliniyor. Rusya ve İran’ın ana aktör olarak Irak’ta da etkili olduğu düşünüldüğünde, Türkiye’nin Rusya ve İran’la uzlaşmasının da Irak’a yansıdığını söylemek mümkün.

Öte yandan ABD’nin tutumunun da Türkiye ve Irak arasındaki yakınlaşmada payını görmezden gelmek mümkün değil. Özellikle Musul operasyonu konusunda ABD’nin inisiyatif alması önemli bir adım oldu. Musul operasyonu konusunda ABD’nin Erbil ve Bağdat’ın yakınlaşmasını ve ortak operasyon yapmalarını sağlaması, Haşdi Şaabi ve Şii milisler konusunda Türkiye ile paralel olarak katı bir duruş sergileyip, bu grupların en azından şehir merkezlerine yapılacak operasyonlara katılmasının önüne geçmesi ve son olarak Başika krizi konusunda “arabulucu” rolü oynaması da Türkiye ve Irak’ın ortak bir noktaya ulaşmasındaki en önemli etkenlerden biri oldu.

Bununla birlikte Irak içerisindeki gelişmeler de Irak’ın özellikle IŞİD sonrası süreçte Türkiye’nin desteğine ihtiyacı olacağını bir kez daha ortaya koydu. Bu noktada IŞİD’e ve terörizme karşı ortak mücadele edilmesi gerekliliğinin yanı sıra, IŞİD sonrası süreçte Irak’taki sosyal ve siyasal dengenin sağlanması, Sünnilerin siyasi sürece entegre edilmesi, IŞİD’den alınan bölgelerin rehabilitasyonu, mülteci sorunu gibi konularda Türkiye’nin önemli rol oynayacağı da Irak tarafından anlaşılmış görünüyor.

Nihayetinde Türkiye ve Irak’ın iç ve dış politikalarında kısa sürede yaşanan gelişmelerin iki ülkenin yakınlaşmasını beraberinde getirdiği görülüyor. Özellikle güvenlik ve ekonomi eksenli olarak başta Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi’nin yeniden aktifleştirilmesi olmak üzere farklı konularda atılacak eş zamanlı ve işbirliğine yönelik hamlelerle Türkiye ve Irak arasında sağlanan bu ivme, hızlı ve çabuk adımlarla daha da ilerleyecek gibi görünüyor. Ancak bu noktada Türkiye’nin denge unsuruna dikkat ederek, Erbil ve Bağdat’ı birbirinin alternatifi değil, tamamlayıcısı olarak değerlendireceğini söylemek mümkün. Binali Yıldırım’ın Bağdat’la birlikte Erbil’i de ziyaret edecek olması, bunun en önemli göstergesi.

Kaynak: Bilgay Duman, Al Jazeera

Suriye Haritası’nda 2016 ve 2017’deki Büyük Değişim

0

2016’da ABD desteğiyle birçok toprağı kontrolü altına alan PYD/YPG Rakka operasyonu çerçevesinde hakimiyet alanını genişletti. Türkiye destekli muhalifler Türkiye sınırında 2000 kilometre karelik bir alanı IŞİD ve PYD’den ele geçirirken, Esad rejimine bağlı güçler Halep’teki muhalif kontrolündeki bölgeyi tamamen kontrolü altına aldı. Rejim güçleri kuşatma altında tuttuğu alanlarda da bazı kazanımlar elde etti.

2016’da IŞİD hiç yeni toprak ele geçirmezken, binlerce kilometre karelik alanı kaybetti. Muhalifler ise Hama’nın kuzeyi dışında bir kazanım elde edemedi. Genel olarak 2016 yılının YPG ve Esad rejiminin yılı olduğu söylenebilir.

1 Ocak 2016 ile 1 Ocak 2017 tarihlerindeki Suriye savaş haritalarının değişimi:

Suriye haritası: 1 Ocak 2016 – 1 Ocak 2017