Suriye Rusya İçin Neden Bu Kadar Önemli?

Zengin petrol kaynakları nedeniyle tüm dünya tarafından büyük önem arzeden Ortadoğu’da pek çok rejimi hedef alarak mevcut güç dengesini değiştirme olasılığı bulunan halk ayaklanmaları zincirinin yaşanması tüm dünyanın olduğu gibi Rusya’nın (Rusya Federasyonu) da dikkatini bu bölgeye çevirmesine neden olmuştur. Diğer büyük güçlerin aksine Rusya Ortadoğu petrolüne ihtiyaç duymamakta, aksine bölgede yaşanacak istikrarsızlıkların petrol fiyatlarını artırmasından fayda sağlayacak olan bir ülkedir. Ancak Ortadoğu özellikle Soğuk Savaş yıllarından itibaren Rus dış politikasında önem verilen bir bölge olduğu, ayrıca ABD, AB, Rusya ve Çin gibi önde gelen uluslararası aktörler arasındaki rekabetin yoğunlaştığı alanlardan biri olduğu için Moskova’nın bu gelişmelere kayıtsız kalması beklenemezdi. 2000’li yılların başlarından itibaren Rusya’nın Vladimir Putin’in liderliğinde SSCB’nin dağılmasıyla kaybettiği gücünü yeniden elde etmeye yönelik iddialı bir dış politika izlemesi ve bu politikanın bir parçası olarak Ortadoğu’daki etkinliğini yeniden kazanmaya yönelik bir çaba içerisine girmesi, Arap Baharı ile yakından ilgilenmesini gerekli kılmıştır (Telatar, 2015, 176).

Suriye ve SSCB tarih boyunca yakın ilişkiler yürütmeyi başarmış iki devlet olmuştur. İkinci dünya savaşı sonrasında 17 Nisan 1946’da bağımsızlığını ilan eden Suriye’nin siyasal istikrara kavuşması uzun sürmüştür. 1949-1953 yılları arasında Suriye’de üç defa hükümet darbesi, 21 kabine değişikliği olmuş ve bu esnada iki askeri diktatörlük kurulmuştur. 25 Şubat 1954 askeri darbesinden sonra yönetimin değişmesi ile birlikte Suriye siyasi hayatında Baas Partisi’nin ön plana çıktığını ve bununla birlikte Suriye’nin SSCB açısından önemli bir ülke haline geldiğini söyleyebiliriz. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Ortadoğu’ya nüfuz etmek isteyen Sovyetler ilgisini bu bölgeye yoğunlaştırmış, Suriye’nin bağımsız bir devlet olması ve İsrail’in Filistin topraklarında bağımsız bir devlet kurma fikrini desteklemiştir. Yeni kurulan İsrail devleti ABD ile yakın ilişkiler geliştirince Sovyetler bölgede başka müttefikler aramaya başlamıştır. Suriye’de başa gelen Baas Partisi ideolojik olarak Pan-Arabizim ve Sosyalizm’e dayanıyordu, bu nedenle Baas Partisi Sovyetler ile yakın ilişkiler geliştirmiş ve bu sayede meşruiyetini pekiştirmiştir. SSCB-Suriye ilişkileri 1 Şubat 1946’da imzalanan gizli bir anlaşma ile başlamış ardından 1 Nisan 1950’de imzalanan saldırmazlık paktı ile ilişkiler bir ileri boyuta taşınmıştır. Baas Partisi’nin komünizme sıcak bakması ve propaganda aracı olarak antiemperyalizmi seçmesi Suriye’nin SSCB yanında hareket etmesine neden olmuştur. ABD’nin aksine SSCB’nin Ortadoğu’ya yönelme gerekçesi petrol kaynaklarına ulaşmak değildi, ABD’nin kendisine karşı yürüttüğü “çevreleme politikası”nın etkisini kırmak ve bölgede ABD’nin tek hegemon güç olmasını engellemek istiyordu. Bu nedenle SSCB Ortadoğu’da yaşanan her gelişmenin yakından izleyicisi olmuş ve kendi menfaatlerini ön planda tutarak süreçleri yönlendirmiştir. SSCB ve Suriye arasında seksenlerle birlikte zirve yapan ilişkiler SSCB’nin dağılması ile son bulan Soğuk Savaş’ın ardından yeni bir döneme girmiştir. İki kutuplu sistemin sona ermesiyle birlikte Rusya kendi iç meselelerine dönmüş ve bu durum da ABD’nin özellikle Ortadoğu’da tek taraflı ve baskın politikalar izlemesine imkân sağlamıştır. SSCB’nin yıkılması ile birlikte Suriye pragmatik dış politika anlayışı çerçevesinde 1991’deki Birinci Körfez Savaşı’nda Amerika’nın başını çektiği ittifaka katılarak Irak’a saldırmıştır. SSCB’nin dağılmasıyla birlikte Suriye’nin silah temini sıkıntısı da başlamıştır. 1993’de Rus dış politikası “yakın çevre” doktriniyle eski Sovyet coğrafyasında daha aktif bir politika izlemeye başlamıştır. Rusya’da Yeltsin dönemi boyunca iç politikada ülkeye ekonomik ve siyasi yük getirecek dış politika yükümlülükleri altına girmemeye özen gösterilmiştir. Fakat 1999’da Putin’in başa gelmesiyle birlikte Rus dış politikasında aktif bir döneme girilmiştir. Putin, SSCB zamanında oluğu gibi bölgedeki rejimleri destekleyerek, onlara silah satarak, bazı ülkelerin SSCB zamanından kalan borçlarını silerek ve özellikle enerji alanında olmak üzere yeni iş birlikleri oluşturarak 21. Yüzyılda bölgedeki etkisini yeniden artırmıştır (Yazıcı, 2012, 40-42).

Suriye iç savaşının başlamasıyla birlikte Rusya, Esad rejimine; askeri, teknik ve lojistik alanda destek vermeye başlamış, hatta iç savaşa doğrudan müdahil olmuştur. ABD’nin aksine, bölgede yalnızca Suriye’de üssü bulunan Rusya’nın, rejimin devrilmesinin ardından kendisi için oldukça stratejik bir öneme sahip Tartus limanını kaybedeceği açıktır. Suriye rejimi ile önemli oranda, başta silah ticareti olmak üzere ticari ilişkisinin bulunmasının yanı sıra, ABD’nin Ortadoğu’yu dizayn ederken bunda Rusya’nın da rol oynamak istemesi, rejimi bu denli desteklemesinin başlıca nedenleridir.

Rusya Suriye’ye müdahele etmeden hemen önce ABD ile ikili görüşmeler yapmış ve yüksek ihtimalle bu ikili anlaşmalar neticesinde Rusya’nın muhalefeti zayıflatmak için adım atması kararı alınmıştır. ABD geleneksel bir rekabet yaşansa da ortak amaçlar için Rusya ile danışıklı dövüşü tercih etmiştir. Hem ABD hem de Rusya’nın İslami muhalefeti vurduğu bilinmektedir. Rusya, Suriye’de yüzlerce sivilin katledilmesine neden olan bombardımanlara başlamadan önce Kilise’den Haçlı fetvası almış ve bombardımana giden Rus uçaklarını rahipler yolcu etmiştir. Rusya 5 yıl boyunca kendini halkını katleden Esad rejimini, askeri ve politik açıdan destekleyerek yüzbinlerce insanın ölmesine sebep olmuştur (Şen, 2016, 532).

30 Eylül 2015 tarihinde başlayan hava operasyonlarından 167 gün sonra Putin, “operasyonun hedeflerini gerçekleştirdiğini” ve ana güçlerini Suriye’den çekeceğini açıklasa da bu durum kısmen gerçekleşmiştir ve Rusya’nın Suriye’deki askeri varlığında ciddi bir azalma olmamıştır. Rusya’nın başlattığı operasyon rejime kazanım sağlarken yüzlerce sivilin ölümüne neden oldu ve binlerce kişi de bu hava saldırıları nedeniyle sığınmacı durumuna düştü. Al Jazeera’da çıkan bir habere göre; “Suriyeli muhaliflerin çatı örgütü Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu (SMDK) 5 ay önce başlayan operasyonların ilk üç ayının bilançosunu açıkladı. SMDK’ya göre Rus operasyonlaında ölen bin 730 Suriyeliden 135’i çocuk, 115’i de kadın. Yardım kuruluşlarının verilerine göre İdlib, Halep, Dera ve Lazkiye’de 27 tıbbi merkez, 22 okul ve hastane hava saldırılarının hedefi oldu. Rusya’nın yoğunluklu olarak muhaliflerin denetimindeki sivil yerleşim alanlarını hedef alması sonucunda büyük bir göç meydana geldi. En az 500 bin sivil yerinden oldu (aljazeera.com.tr, 1 Mayıs 2016). IŞİD’i bahane ederek hava operasyonlarına başlayan Rusya’nın, Şen’e göre; “bu hava bombardımanlarının %80’inden fazlası IŞİD’inde kendileriyle savaştığı muhaliflere karşı gerçekleştirilmiştir (Şen, 2016, 534).

Özet olarak Rusya’nın Suriye rejimine bu denli destek vermesi Ortadoğu’daki en yakın müttefiki olan ülkede, kendi karşıtı bir rejim değişikliğinin yaşanmasını istememesidir. Bunun doğuracağı en önemli sonuç, zaten Rusya’nın düşen petrol fiyatlarıyla birlikte daralan ekonomisinin daha da kötüye gitmesidir. Ayrıca ABD gibi Dünya’nın en büyük silah üreticilerinden biri olan Rusya’nın bölgede bir barış ortamı istemesi ütopik bir düşüncedir.

suriye-hava-saldirilari

Mehmet Enes Bağlama

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR


Şen, A., 2016, Yüzyılın En Uzun Tiyatrosu, Tüm Yönleriyle Suriye Devrimi, Yapı-Bozum Yayınları, İstanbul.

Telatar, G., 2015, Rusya ve Arap Baharı: Batı İle Yeni Soğuk Savaş Mı?, AİBÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Bolu.

Yazıcı, A., 2012, Suriye Krizi’nde Bölgesel ve Küresel Aktörler, Rusya’nın Suriye Politikası, Stratejik Düşünce Enstitüsü, Ankara.

Trump’ın Gelişi ve Yeni Dünya Düzeni

Geçtiğimiz günlerde ABD halkı 45. Başkanını seçti. Seçimleri baştan sonra takip etmiş biri olarak söylüyorum, inanılmaz bir seçimdi. Hatta Amerikan tarihine damgasını vuran bir seçimdi. Kendi deyimiyle 17 aydır seçimlere hazırlanan Donald Trump, artık ABD’nin 45. Başkanı oldu. Bekleniyor muydu? Açıkçası hiç sanmıyorum. Tüm dünya Hilary Clinton’ın yanındaydı, ABD’deki devlete yön veren pek çok kurum ve medya da Clinton’ı destekliyordu. Siyahlar, kadınlar, Hispanikler ve Müslümanlar da Clinton’ın yanındaydı. Peki ama neredeyse her söylemi ters olan ve adeta tüm dünyayı karşısına alan Trump, seçimleri nasıl kazanabildi?

BREXIT’te yaşadığımız şoku Amerikan Seçimleri‘nde de yaşamamız mümkündü ancak burada farklı olan şey Trump’ın kitleleri ayrıştırıcı söylemleriydi. Kazanması mucizeydi. Kendi partisinden bile, partinin ağır topları ona destek vermeyeceğini açıkladı. Ancak tıpkı Birleşik Krallık’taki seçimin sonucunu etkileyen orta yaş sınıfının oylarıyla iktidara gelmeyi başardı. Trump’ın belki de en büyük artısı, ülkesine yönelik söylemleri, ekonomik vaatleri ve elit ama halkçı bir yapıda tavır sergilemesiydi. Kadınlara hakaret etti, siyahları ezdi, Hispanikler’den nefret ettiğini ve Meksika sınırına duvar çekeceğini, duvarın parasını da Meksika’ya ödeteceğini söyledi. Bu kadar da kendinden emindi. Clinton ise aslında iddia edildiği gibi başarılı bir kadın değil, üstüne skandallarla dolu Cliton ailesinin hasta kadını, derin devletin statükocu adayıydı. Değişen bir şey vadetmiyordu. Bu da Amerikan halkını doyurmaya yetmedi. Trump, taşradaki oyları ve kritik Florida eyaletini alarak noktayı koydu.

abd-eyalet-secim-sonuclari

Peki, Trump vaatlerini gerçekleştirebilecek ve sistemi değiştirebilecek mi? Üstelik 1928’den bu yana Cumhuriyetçiler hem başkan adayını seçtirip, hem de Senato ve Temsilciler Meclisi’nde üstünlüğü sağlayabilmişken. Ancak bu hiç de kolay değil. ABD, her şeyden önce bir sistem devleti. Sıradan bir devlet gibi günlük, birkaç yıllık planlar yapılmıyor orada. ABD, bugünden 20 yıl, 50 yıl sonrasına hedefleyen ve planlamalar koyan bir devlet. Ve kim Başkan olursa olsun bu planları değiştirmesi hiç de kolay değil. Yöntem farklılığına da gitse bu planlar eninde sonunda gerçekleşiyor. Hiç uzağa gitmeyelim, 2008’de Obama seçildiğinde Irak’tan çekileceğini ve bu saldırı anlayışını terk edeceğini söylemişti. Ancak aynı Obama, kabinesini kurarken Bush’un Savunma Bakanı ile yola devam ederek dakika bir gol, gol bir yaparak sistemin kurbanı olduğunu ilk günden kabul etmişti. O yüzden Trump’ın sistemi değiştirebileceği iddialarına pek fazla ihtimal vermiyorum ancak dış politikada yöntem farklılıklarına gideceği kesin.

1928’den bu yana Cumhuriyetçilerin, Kongre’nin her iki kanadında çoğunluğu sağlayıp, üstüne Başkan adaylarını da seçtirmeleri Trump’ın her istediğini yapabileceği anlamına gelmiyor. Yapacağını ifade edenler Amerikan sistemini bilmiyor demektir. Senato ve Temsilciler Meclisi’nde bulunan Cumhuriyetçilerin, Trump’ı aynı partiden diye destekleme gibi bir zorunluluğu yok. Milletvekillerini Trump belirlemediği için ve parti içi disiplin olayı olmadığı için vekiller Başkan’dan ayrı düşebilir. Ayrıca şu an Cumhuriyetçi Parti vekili olup da Trump’a net olumsuz tavır gösteren birçok ismin olduğu da biliniyor. Yani Trump’ın işi sanıldığı kadar kolay değil.

Trump’ın Türkiye ile ilişkileri de Ortadoğu’nun kaderi için çok önemli. Trump’ın Ortadoğu’da güçlü liderlerden yana olduğu biliniyor. Bu liderler diktatör bile olsa Trump için önemli değil çünkü bir keresinde, Saddam ve Kaddafi’nin yaşadığı bir Ortadoğu’nun daha huzurlu olduğunu söylemişti. Dolayısıyla ben Türkiye ile ilişkilerinin güçlü ve olumlu olacağını düşünüyorum. Türkiye’de son yıllarda yine artış gösteren Amerikan karşıtlığı bu dönemde yumuşayabilir. Erdoğan’ın bölgesindeki en güçlü lider olduğu göz önüne alınırsa Trump’ın Erdoğan’la ikili ilişkilere önem vereceği anlamı çıkarılabilir.

Trump’ın Ortadoğu’da en fazla önem vereceği konu IŞİD olacak. Trump, IŞİD’in Obama’nın hataları sonucunda kurulduğunu söylüyor ve haklı da. Bu yüzden öncelikli hedefli IŞİD’i temizlemek. Rusya ile işbirliğinden yana bir tavır alacağını da biliyoruz. Dolayısıyla Suriye konusunda Rusya ile uzlaşma ihtimali de yüksek. Türkiye ile PYD konusunda anlaşabilmesi için bence IŞİD sorununun çözülmesi gerekiyor çünkü Trump da IŞİD’e karşı savaşan PYD’ye büyük saygı duyuyor. IŞİD, 2017 itibariyle her anlamda çok büyük darbe yiyeceği için PYD’nin de sonu hemen onun akabinde gelebilir. IŞİD bitirse Türkiye, yanına Rusya’yı da alarak PYD’yi temizleyecek ve ABD’den de destek isteyecek. Trump’ın bu konudaki tavrı bence Obama’dan daha farklı olacaktır. Irak’ta ise en çok merak edilen Musul’un geleceği. Savaş sonrası herkes Musul’un geleceğinde söz sahibi olmak için birbiriyle yarışıyor. Trump’ın burada da Türkiye ile birlikte hareket etmesi muhtemel gözüküyor çünkü gittikçe İran’ın kontrolüne giren Irak’a güvendiğini düşünmüyorum. İran’ı ”Ortadoğu’daki çıban başı” olarak tanımlayan Trump, onun kontrolündeki bir devlete Musul’u ne ölçüde verir, göreceğiz. Ayrıca İran ile yapılan P5+1 Antlaşması‘nın iptal edilmesi de gündemde. ABD ile İran yeni dönemde yine karşı karşıya gelebilir.

P5+1 görüşmelerinden
P5+1 görüşmelerinden

Trump’ın Ortadoğu’dan Pasifik’e doğru kayma eğilimi dikkatlice incelenmelidir. Burayı daha iyi çözümlemek için haziran ayına dönmek istiyorum. Hatırlayacağınız gibi 23 Haziran’da Birleşik Krallık’ta AB’den ayrılmaya yönelik bir referandum yapıldı ve Britanyalılar %52 ile şok bir karar alarak AB’den ayrılmayı seçti. Neredeyse tüm anketler yanılmıştı. Referandumdan hemen sonra Kraliçe Elizabeth’in sözleri basına servis edildi. Kraliçe, bir akşam yemeğinde konuklarından ”AB’de kalmak için bir sebep” istemişti. Büyük bir tiyatro ortaya kondu ve düne kadar AB karşıtlığı yapan iktidar partisi, yeterli tavizleri aldığını düşürek, AB propagandası yapmaya başladı. Hatta ana muhalefet İşçi Partisi de kalmaktan yanaydı. Hükümet ve muhalefet böyle derken, İngiliz derin devleti ise ayrılmaktan yanaydı. Seçimlerden hemen önce Kraliçe’nin ağzından bu itiraf duyulmuştu. Trump’ın ”Make America Great Again” sloganının Birleşik Krallık versiyonu da aynıydı. AB’den ayrıldıktan sonra yeni düzeni kuracaklardı.

Trump’ın seçilmesi halinde Birleşik Krallık’ın kapısını, Trump’a kapatmanın anlamı neydi? Burada da bir tiyatro dönüyor olabilir. Yine hükümet, devlet eliyle Trump karşıtlığına zorlanıyor; devlet ise derin güçleriyle Trump’ın gelmesini bekliyordu. Trump’ın Ortadoğu’dan Pasifik’e kayış eğilimi işte tam da bu noktada dikkatle incelenmeyi hak ediyor. Birleşik Krallık’ın halihazırdaki durumuyla, Çin ile mücadele edebilecek bir kapasitesi bulunmuyor. Dolayısıyla Çin ile mücadele edip, Japonya ve Güney Kore’yi koruyacak kapasitesi ise hiç yok. Bu yüzden Yeni Dünya Düzeni’nde ABD’nin yeri Pasifik olarak belirlenmiş durumda. Peki Ortadoğu Rusya’ya mı bırakılacak? Elbette hayır. İsrail’in bölgede işleri tek başına halletmesi mümkün değil. Yine bir abiye ihtiyaç duyuyor. Bu da Ortadoğu’nun 100 yıl önceki babasının geri döneceği anlamına geliyor. Birleşik Krallık alışık olduğu bu bölgede güçlenip yeniden süper güç olmayı planlıyor. Aslında bakılırsa süper güç kavramı da, günümüzde ne şekilde tanımlanıyor, incelemk lazım. Eğer Rusya hala süper güç ise Birleşik Krallık’ın da ondan aşağı kalır yanı yok.

Birleşik Krallık‘ın siyasi kontrolünü bırakmaya hazırlandığı Avrupa’nın geleceği ne olacak dersiniz? Hali hazırda 70 yıldır ABD’nin kontrolündeki Almanya, kıtada sağladığı ekonomik kontrolü, siyasi kontrolle taçlandırılabilecek mi? ABD’ye karşı gururlu ve kendinden emin duruşuyla eski günlerine dönmenin özlemini çeken ve aşırı sağın hızla güçlendiği Fransa, Avrupa’da ne hedefliyor? Fransa da AB’den ayrıldığı takdirde Avrupa Birliği’nin sonu gelmiş olacak. Almanya, tek başına birliğin yükünü çekemeyeceği için birlik dağılacak. Avrupa’da barışı sağlayan bu birlik bozulur ve Avrupa’da huzursuzluk artarsa bakmamız gereken ilk şey Fransa ve Almanya arasındaki ilişki olacak.

Dünya hızla yeni bir felakete doğru sürükleniyor. Avrupa’da hızla yükselen milliyetçilik ve İslamafobi, Ortadoğu’da sürekli akan kan, Pasifik’te kaynayan sular ve ABD’nin geçirdiği bu değişim hiç ama hiç iyi sonuçlar getireceğe benzemiyor. Türkiye için en önemli nokta, bu süreçte nerede duracağını iyi saptamaktan geçiyor. Belki senaryoyu büyük devletler yazıyor ama Türkiye senaryoyu kurgu masasına götürebilir!

IŞİD Saddam’ın Mirasıdır

1958 yılında Irak’ta Baas Partisi, kralı devirerek iktidarı devralmıştı. 1979 yılında ise Saddam Hüseyin artık cumhurbaşkanlığına gelmişti ve 2003 yılına kadar ülkenin en güçlü adamı olacaktı. Aslında Saddam Hüseyin cumhurbaşkanı olmasa da zaten 1979’dan öncede perde arkasından ülkesini yönetiyordu. Saddam Hüseyin’in mensubu olduğu Baas hareketinin temel ideolojileri “Baas Partisi’nin İdeolojisi ve Tarihi” isimli yazımda da belirttiğim gibi Sosyalizm, Laiklik ve Arap Milliyetçiliği üzerine kuruludur. Saddam Hüseyin de bu ideolojisinin hakkını uzun yıllar vermiştir. Ta ki İran İslam Devrimi gerçekleşene dek.

1979’un hemen başında İran İslam Devrimi gerçekleştiğinde o yıl benzer girişimlere başka İslam ülkelerinde de şahit olunuyordu. Özellikle Şii nüfusun mutlak çoğunluk olduğu Irak ve Bahreyn gibi ülkeler de isyanlar başlamıştı bile. Bu domino etkisinin bütün Müslüman ülkeleri etkisi altına alması kesinlikle dünyanın büyük bir çoğunluğu için istenmeyecek bir durumdu. Bu yüzden İran da ki yeni yönetimin diğer Dünya Müslümanlarına örnek bir ülke olmadan hemen yok edilmesi gerekiyordu. Özellikle Saddam için bu çok önemliydi. Çünkü; kendi ülkesinde ki Şiiler bu devrimden en yakın etkilenecek kesimdi. Tıpkı İran da ki Şah Rıza Pehlevi gibi iktidardan indirilme düşüncesi onun için en büyük kabustu.

İran hali hazırda berbat bir durumdaydı. 1978’de başlayan olayların ve 1979 devriminin üstünden geçen bir yıllık süreç ülkeyi çok yıpratmıştı. Kamu kurumları çökmüş ve büyük bir değişim sürecinin içine girmişti. Devrimi gerçekleştiren molla takımının ülke yönetmek konusunda zerre tecrübeleri olmadığı gibi taraftarları da ülkenin durumundan ziyade kendileri gibi düşünmeyen insanları avlamakla meşgullerdi. Bu avcılık, sapkın olarak gördükleri inanç ve ideolojilere yada haram olduğunu söyledikleri meslek gruplarına yönelik bir temizlik harekatıydı. Hatta bu temizlik yüzünden İran’ın güvenilmez bir ülke olduğunu daha önce “İran Rejiminin Büyük İhaneti” adlı yazımda da anlatmaya çalışmıştım.

İran’ın böylesine karmaşık ve çökmüş durumu yeni cumhurbaşkanı olmuş Saddam Hüseyin’in İran’ı kolayca alt edilebileceğini düşünmesine yada bu yönde gaza getirilmesine neden olmuştu. İran’ın nüfusu Irak’tan 3 kat fazlaydı ama Irak Ordusu dünyanın en güçlü beşinci ordusu olarak gösteriliyordu ve bir milyon kişiden oluşuyordu. Üstelik İran da ki nüfusun laik olduğu ve İslam devrimini benimsemediği düşüncesi vardı. Bu laik olma mevzusu doğruydu ama İran bir yılda zaten laik grupların önderlerini imha etmişti bile.

Humeyni’nin öğrencisi olan Ali Ekber Muhteşami, Hafız Esad’ın anlattığı bir görüşmeden bahseder. Bu görüşmede o dönem Suriye Devlet Başkanı olan Hafız Esad’ı bir Arap ülkesinin lideri aramış ve “İran da ki rejim bir haftaya düşecek, Irak kuvvetleri Tahrana girecek ve her şey bitecek.” demiş ve bunu söylerken de kahkahalar atıyormuş. Tabi Hafız Esad bu liderin kim olduğunu söyleyip isim vermek istememiş. Belki de Saddam değil Saddamla anlaşmış yada onun bu çılgınlığını bilen başka bir Arap liderde olabilir. Bunu bilemiyoruz. Hafız Esad ise sinirlenerek “Yanlış yapıyorsunuz, bugün gülüyorsunuz ama yarın ağlayacaksınız. Henüz yeni ABD ve İsrail safından çıkmış 40 milyonluk bir ülkeyi İsrail’le savaşmaktan alı koyuyorsunuz. Bu Filistin davasına ihanettir” demiş. Bu ve bunun gibi diyaloglar Saddam’ın kafa yapısını yada nasıl gaza getirildiğini özetliyor aslında.

Zaten Suriye savaş sırasında İran’ı destekleyen tek ülke olmuştu ve İran da bugün Suriye’ye borcunu ödüyor. Savaş sırasında Irak adeta onlarca ülkeyi arkasına almıştı ve bu Saddam’ın cesaretini arttırıyordu kuşkusuz. Özellikle ABD’den kimyasal silahlar alıyor ve bu silahları hem kendi ülkesinde ki Şii ve Kürt isyancılara hemde İranlılara karşı kullanıyordu. ABD ise 2003 yılında Irak’ı kitle imha silahları üretildiğini söyleyerek işgal edecekti. Halbuki bu silahları ve teknolojiyi 20-25 yıl önce onlara kendisi vermişti.

esed-ahmedinejat

Saddam’ın İran-Irak savaşında(1980-1988) beklemediği şey ise gençlerin devrime sahip çıkması oldu. Mollalar devlet yönetmek konusunda tecrübesizlerdi ama gençler şehit olmak konusunda hevesliydiler. İşte bunu hiç kimse beklemiyordu. İran halkı sanıldığı gibi devrime düşman değilmiş yada öylesine korkutulmuşlardı ki yeni rejime karşı gıklarını çıkarmaya cesaret edemiyorlardı. İran, Irak’ın 2 katından daha fazla insan kaybetti ama yinede savaşı başladığı gibi bitirmeyi ve toprak bütünlüğünü muhafaza etmeyi başardı.

Şimdi gelelim asıl konumuza. Saddam’ın Baasçı düşünce yapısı savaş sırasında yeni özellikler kazandığı gibi aşırıcılığa da kayma gösteriyordu. Savaş boyunca ülkede Kürt ve Şii isyanlarına karşı dünyaca meşhur katliamlar yaparken, bir Arap milliyetçi olmasına rağmen Şii Arap halkına güvenini kaybedecek ve milliyetçiliği yerini mezhepçiliğe bırakacaktı. Çünkü Saddam psikopat olduğu gibi paranoyak biriydi. Kimselere artık kolay kolay güvenemiyordu. Nüfusun beşte biri bile etmeyen Sünni Arap toplumuyla bile bağları zayıflamıştı ama elinde de bir onlar kalmıştı. Güvenlik teşkilatından memurlara kadar yakın çevresi artık Sünni Araplarla doluydu. Çünkü; milliyetçiliğinin verdiği Kürt düşmanlığının yanı sıra artık Şiilere de güvenmediği için mezhepçiliğe kayıyordu artık. Her an bir devrim olabilir ve Şiiler tahtını yerle bir edip öldürülebilirdi. Bu yüzden Şiileri mümkün olduğunca güçten uzak tutmak gerekliydi.

1991 yılında körfez savaşının ardından Irak’a yönelik uygulanan ambargo ve yeni Kürt isyanı sonucu kuzeyin elden çıkması artık ülkeyi ekonomik açıdan dar boğaza soktuğu gibi Kürtlerin kendi yönetimlerinin oluşumuyla beraber artık Saddam ve taifesi Şii Araplarla baş başa kalmıştı. Saddam artık daha da paranoyak oluyordu. Çünkü iyice köşeye sıkışmış ve korkuları artıyordu. Saddamla ilgili bu sonuçların ortaya çıkarılması onun 1991-2006 yıllarında davranışlarında ki ve hareketlerinde ki anlamlardan kolaylıkla çıkartılıyor.

Baas Partisinin Irak’ta iktidardan düşüşüyle beraber artık Irak Ordusu dağılmış ve Baas Partisi merkezleri basılmıştı. Eski ordu personelleri ve Baas Partisi üyeleri artık Şii çoğunluklu toplumun, ABD askerleriyle birlikte açık hedefi haline geldiler. Bir zamanlar ülkenin kaymağını yiyen üst tabaka, artık alıştıkları hayatlarını kaybetmiş ve toplumun en alt tabakasına düşerek daha önce hiç tatmadıkları sefaleti tatmaya başlamışlardı. Savaş sırasında yaşadıkları bu süreç onlar için hiç kolay değildi tabi ki, ama hak etmediklerini de söyleyemeyiz. Bu dönemde eski dağılmış ordunun mensupları ve parti üyeleri o dönem El-Kaidenin Irak kolu olan günümüz IŞİD‘ine akın akın katılıyorlardı. Bugün bile IŞİD’in Irakta ki yerli militanlarının çoğunluğunu eski Baas Partisi mensupları ve Saddam’ın ordusunda görev almış tecrübeli askerler oluşturuyor. Bu durumu Şiilerin intikam hedefi haline gelen şahısların kendilerini korumak adına yaptıkları bir hamle olarak görmek gerekli.

Aslında sadece parti üyeleri ve askerler için değil aşiretler içinde benzer şeyleri düşünebiliriz. Çünkü; zamanında Saddam sayesinde birçok toprak ve güç avantajı elde etmiş aşiret reislerinin artık Şii politikacıların ilk seçimlerin ardından görevlerine başlamasıyla beraber bu avantajlarını kaybettikleri malumumuz. Hatta Musul Operasyonu sırasında aşiret liderlerinin oluşturduğu bir grubun ortak yaptığı açıklama ile beraber Musul operasyonuna karşı çıkmaları ve saldırı durumunda direneceklerini belirtmeleri aşiretlerin IŞİD yanlısı tutumunu ortaya koyuyor. Ha belki bu ortak açıklamayı IŞİD’in tehdidi ve baskısı altında da yapmış olabilirler. İşte bunu bilemiyoruz.

“Neden o kadar örgüt varken IŞİD?” diye soruyorsanız cevap basit. Çünkü; o zamanlar IŞİD El-Kaide’ye bağlıydı ve El-Kaide dönemin en popüleri idi. Günümüzde de El-Nusra’nın El-Kaidenin Suriye kolu olarak faaliyet yürüttüğü esnada tıpkı IŞİD gibi yeterli gördüğü büyüklüğe ulaştığında artık bağımsızlığını ilan edip biat etmeyi bıraktığını görüyoruz. Bu cihatçı örgütlerde sık görülen bir durumdur. IŞİD 1999 yılında kurulmuş ve 2004 yılında El-Kaide’ye biat etmiştir. Büyük örgütlerin ismini kullanarak pek çok ufak örgüt büyümüş adam olmuşlardır. El-Nusra da bu konuda yeni bir örnek olarak karşımıza çıkıyor. Zaten bir çok uzmanda El-Nusra’nın yakın bir gelecekte yeni IŞİD vakası olarak karşımıza çıkacağını dillendiriyor. IŞİD’de, bu sene El-Nusra’nın yaptığı gibi 3 yıl önce büyüyüp El-Kaide ile bağlarını kopardı ve artık El-Kaide’den daha fazla alt kolu var.

Daha önce “Verdiği Silahı Kendine Yöneltenler” adlı yazımda Suriye’nin ülkesinde ki Sünni cihatçıların Irak’a gitmelerini sağlayarak ABD için Irak savaşının bir bunalıma dönüşmesine sebep olduğunu ve bu cihatçıların daha sonra geri döndüklerinde Suriye ile savaştığını aktarmıştım. İşte bu hamle IŞİD ve onun kafa dengi grupların Suriye ile de bağlantı kurmasına sebep olduğu gibi Irak ve Suriye de ki Sünni/Selefi örgütlerin birbirleriyle rahat rahat cihatçı transferi yapmasına yol açtığı için stratejik bir fiyasko olmuştur.

IŞİD’in bazı propaganda videoları sürekli olarak Saddam’ın intikamının alınması yönünde söylemler içeriyor. Bazılarında ufacık başarılar Saddam’ın intikamı alındı denilerek lanse ediliyor. Bu propagandalar IŞİD’in halen Saddam taraftarlarını yanına çekme gayretinin bir göstergesi olduğu gibi aynı zamanda IŞİD içinde etkin olan Saddam’ın eski sadık asker ve üyelerinin, o eski güzel günlerine özlem duyduğunu ve o dönemlere dönüp tekrar ülkenin kaymağının yeneceği zamanları arzuladıkları fikrini ortaya çıkarıyor.

Tabi bu hayallerine ulaşmaları artık zor. Artık Amerikan işgalinin ardından yeniden oluşturulan tecrübesiz, eğitimsiz ve zayıf silahlı Irak Ordusu yok. Artık Irak Ordusundan bile daha güçlü Haşdi Şabi var. Musul’u IŞİD’in almasının ardından yapılan cihat çağrısıyla beraber İran ve Iraklı gençlerin akın etmesiyle oluşan Haşdi Şabi(bunlarında IŞİD’den farkı yok o ayrı bir konu) kuruldu ve her ne kadar eksikleri olsa da Irak Ordusu artık 2 senedir koalisyonun hava desteğine sahip(Irak bu işi kendi başına halledebilseydi daha güzel olurdu tabi). Ramadi, Tikrit, Felluce hepsi son birkaç ay içinde tekrar özgürleştirildi ve sıra artık Musul ve Telafer de. Bu yüzden bizlerin artık bu hayalperest Selefistlere ve onların Baasçıyım diye geçinen mezhepçilerine “çok beklersiniz” demekten başka bir sözümüz kalmıyor.

Muhammed Ali Çalışkan

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Fidel Castro Kübası

1 Ocak 1959 tarihinde Küba da değişim gerçekleşiyordu. Artık 26 Temmuz Hareketi arzuladığı devrimi gerçekleştirmişti. Bu harekete adını verende mücadelelerine başladıkları tarihti. 26 temmuz 1953’de başlattıkları mücadele 5,5 yıl sürecek ve 5000 civarında kayıpla sonuçlanacaktı.

Devrimin iki büyük ikonu vardı. Ernesto Che Guevara ve Fidel Castro. Che, henüz 39 yaşındayken hayatını yine bir devrim amacı uğruna Bolivya da kaybedecekti. Zaten bunun öncesinde de Kongo da devrim için çabalıyordu. Kendisi doktordu ve bu vesileyle Latin Amerikanın pek çok bölgesini dolaştığı için bölgede ki yoksulluğu ve bir takım grupların kayıtsızlığını görüp çözümün devrimde yattığı sonucuna varmıştı. Küba da devrim başarılı olduktan sonra Che sağlık bakanı oldu ama yine yerinde duramayıp Kongo’ya ve Bolivya’ya gidecekti. Che devrim ihracına yönelik mücadele yürütürken Fidel’in ise kendi halkı ile devrimi tamamlaması gerekiyordu.

Fidel Castro önderliğinde ki Küba devriminin önemi çok büyüktür. Ülkenin küçük oluşu ve ABD gibi kapitalizmin kalesinin dibinde oluşu bu devrimi daha da sihirli bir hale getiriyor. Ancak hepsinden daha önemli olanı ise bu devrimin insanlara verdiği ilhamdır. Amerika kıtasın da ki ilk komünist devrim olması Latin Amerika için büyük bir sinyal olmuştur. İşte Küba devrimini önemli kılan unsurlar bunlardır. Ama hepsinden daha önemli olanı ise Che Guevara ve Castro gibi şahısların adanmışlığı ve fedakarlığıdır. Çünkü bu insanlar doktorluk ve avukatlık gibi mevcut mesleklerini ve rahat olabilecek yaşamlarını bırakıp ölüm tehlikesi olan büyük bir yola çıkmışlardır. Özellikle de Che adeta intihara girişir gibi bir devrimden diğerine koşarak takipçilerinin gözünde cesaret ve adanmışlığın sembolü haline gelmiştir. İşte bu yüzden onun yüzü gençlerin tişörtlerinin üzerinde.

che-castrou

Castro ise bir avukattı ve tıpkı Che gibi oda mesleği gereği toplumun analizini çıkarabilmişti. Klasik bir Latin Amerika ülkesi olarak Küba, zengin-fakir uçurumunun zirvede olduğu bir ülkeydi. Ayrıca zaten ufacık olan ülkenin toprakları, büyük toprak sahiplerince kontrol edildiği için toprak reformuna ihtiyaç vardı. Castro da iktidara gelir gelmez ilk bu mesele ile uğraşacak ve büyük toprak sahiplerinin topraklarını topraksız çiftçilerle paylaştırarak kırsal eşitsizliği ortadan kaldıracaktı. Fakat bu adım büyük toprak sahiplerinin isyanına sebep olduğu gibi 6 yıllık bir isyan veya karşı devrim tehlikesini doğuracaktı. Ama bu isyan başarılı olmadı ve bastırıldı. Tıpkı Sovyetler Birliği döneminde yaşanan kolektivizasyon dönemi isyanı gibi.

Küba devrim öncesinde ABD için bir numaralı tatil merkeziydi. Amerikalılar için Küba kumar ve fuhuş adası idi. Castro ise iktidara gelir gelmez ülkeyi küçük düşüren bütün genelev ve kumarhaneleri kapatacaktı ve bu turizmi kötü etkileyecekti(zaten böyle turizm insan onuruna da aykırı). Zaten ambargo sebebiyle turizm her durumda zarar görecekti de. Bunun dışında bütün ekonomik fonksiyonlar millileştirilecek ve bu ABD’li şirketler için büyük bir zarara sebep olacaktı. Zaten ABD’nin öfkesinde ki en büyük etkende bu olmuştu.

Altmışlı yıllar zor yıllardı. Büyük toprak babalarının çıkardığı isyan neyse de, asıl sıkıntı ABD kaynaklı problemlerdi. Castro ABD işgalini düşünerek ülke güvenliği için Sovyetler Birliğini sigorta olarak gördü ve bu bağlamda Sovyet füzelerinin Küba’ya monte edilmesine izin verdi ama bu adım şu meşhur 1962 Füze Krizine neden olduğu gibi dünyanın az daha nükleer savaşa ve kıyamete girmesine neden olacaktı.

1962kubakrizi

ABD kaynaklı bir diğer sıkıntı ise ABD’de yaşayan sürgünde ki Kübalılardan oluşturulan karşı devrimci bir ordu ile Küba’yı tekrar sermaye iktidarına dahil etme projesi olmuştu. Rezaletle sonuçlanacak olan domuzlar körfezi harekatı sonucu Küba ordusu çok kayıp verecek ama başarılı bir şekilde isyanı bastırarak isyancıları teslim alacaktı.

ABD ambargosuna, küçük ada ve nüfusa, sınırlı kaynaklara ve dağlık arazi yapısına rağmen Küba her türlü olumsuzluğu aşacak ve Sovyet desteği sayesinde yetmişli ve seksenli yıllarda refaha erecekti.

Güçlü bir sosyal yardım ağı kurarak ve devletçi ekonomik modeli takip ederek refahı genele yayacaklardı. Ayrıca doğurganlığı yüksek olan ülkede aile planlamasına giderek doğurganlık oranını düşürecek ve böylece bağıl nüfusu da azaltacaklardı. Eğitim alanında da herkese ulaşarak okuma-yazma oranını %100’e ulaştıracaklardı.

Sporda da Latin Amerika’nın birincisi olarak olimpiyatlarda şimdiye kadar en çok madalya alan ülke Kübadır. Küba olimpiyat tarihinde 209 madalya(79 altın, 67 gümüş, 63 bronz) aldı. Bunun sadece 12 tanesi devrimden önceydi. Kendisinden 20 kat kalabalık olan Brezilya’dan(108 madalya) daha fazla olimpiyat madalyası bulundurduğu gibi dünyanın pek çok farklı ülkesi için mücadele veren Kübalı sporcular da vardır. Bu Küba adasının nasıl bir sporcu fabrikası olduğunu gösteriyor, tıpkı sanatta da olduğu gibi.

Asıl devrim ise sağlıkta yaşanıyordu. Ortalama ömür büyük bir sıçrama yapmış ve bugün bile ABD’den uzun hale gelmiştir. Aynı gelir seviyesinde ki ülkelere göre Küba ortalama ömürde ilk sıradadır(80 yıl) ve ABD’den bile öndedir. Ayrıca Küba dışında ki 70.000 Kübalı doktor dünyanın farklı coğrafyalarında, özellikle de Afrika ve Latin Amerika da hastalıkla savaşmaya devam ediyor. Küba yıllardır Latin Amerika da bir sağlık merkezi olarak şanını koruyor. Geçtiğimiz yıl Kübalı doktorlar bir ilke de imza atarak AIDS hastalığına çözüm bulamasalar da bu hastalığın anneden bebeğe geçişini engellediklerini duyurdular.

Küba Ordusu yetmişli ve seksenli yıllarda Sovyet desteği sayesinde Amerika kıtasının en büyük ikinci ordusunu(Birincisi ABD) oluşturmuşlardı ve bu ordu Etiyopya, Angola, Cezayir, Suriye, Grenada ve Namibya gibi pek çok ülkede faaliyet yürütecekti. Özellikle de Angola da devrimci hükumetin iktidara gelmesini sağlayacak ve Namibya’nın, Güney Afrika’nın ırkçı Apartheid yönetiminden kurtulmasını sağlayacaktır. Farklı aralıklarla 300 bin Küba askeri Angola da görev yapmış ve çatışmaların zirvede olduğu dönemde 50 bin kadar asker bulundurmuştu. Che’nin düzensiz ordularla yapamadığını Castro düzenli ordularla yapıyordu artık.

Eski Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez
Eski Venezuela Devlet Başkanı Hugo Chavez

55 yıllık ambargoya rağmen ülke halen kişi başına düşen yaklaşık 10 bin $ ile bu alanda Orta Amerikanın birincisidir. Yani Türkiye ile hemen hemen aynı düzeyde. Gini katsayısından da anlayacağımız üzre Zengin-fakir uçurumu minimize olmuş durumda ki; bu gelir seviyesinde bir ülke için bu çok iyi bir düzey. İnsani gelişmişlik endeksi de yeşil kategoride olarak çok yüksek olarak değerlendiriliyor.

Böylesine kaynaklardan yoksun, ambargo altında, ABD tehdidi yüzünden silahlanmak zorunda kalmış, iç ve dış sabotajlara uğramış, küçük toprak ve nüfus gibi her türlü olumsuzluğa rağmen Küba büyük mucizeler gerçekleştirerek Latin Amerika ülkeleri için bir alternatifin olduğunu gösterdi ve onlarda bu alternatifi görerek aynı denemelere giriştiler.

Küba zamanında uğruna ABD ve İspanya’nın birbirleriyle savaştığı ufacık bir ada. Bu 11,5 milyonluk(yarıya yakını siyah ve beyaz karışımı mulatto melezi, %40’a yakını beyaz, kalanı da siyahi, biraz da Çinli var) ülke günümüzde ise Latin Amerika da ki zengin ve fakir kavgasının sembolü. Ayrıca küreselleşmenin yakıp yıktığı yeni dünya düzeninin de son yıkılmamış kalelerinden biri olarak direnmeye çalışıyor.

25 Kasım gecesi Fidel Castro öldü ama onun taşıdığı semboller daha uzun yıllar yaşayacak gibi. Başka bir yazımda Küba devriminin Latin Amerika da oluşturduğu umut, ilham ve cesaretin ne gibi değişimlere yol açtığını anlatacağım.

Muhammed Ali Çalışkan

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Halep Kuşatması | Halep’te Son Durum Haritası

Suriye’nin en önemli vilayetlerinden, iç savaşın başladığı günden bugüne savaşın en sert geçtiği, silahların susmadığı Halep‘te her gün farklı bir haber geliyor. Geçtiğimiz temmuz ayında rejim güçleri muhaliflerin İdlip’e bağlandığı yol olan Halep’in kuzeyindeki Kastillo yolunu ele geçirmesiyle şehir kuşatma altında girmişti. Ardından muhalifler kuşatmayı kırmak amaçlı güneyden operasyon başlattı ve topçu okulu başta olmak üzere Ramuse bölgesini de ele geçirerek Halep kuşatmasını kırmıştı.

Tam bir ay geçti ki rejim güçleri şehri tekrar kuşatmaya almak için başta özel kuvvetleri olmak üzere (Rus Özel Kuvvetleri askerlerinin de şehirde görüntüleri yayınlandı) birçok profesyonel askeriyle bu bölgeye operasyon düzenledi ve Halep tekrar kuşatılmış oldu.

Halep Kuşatması ve Güncel Halep Son Durum Haritası

22 Aralık 2016: Halep tamamen Rejim güçlerinin eline geçti.

HALEP VE ÇEVRESİ

17 Aralık 2016: Halep’te tahliye yolu ve son durum haritası

Halep tahliye yolu ve son durum haritası (17 Aralık 2016)

13 Aralık 2016: Muhaliflerin Halep’te kontrol ettiği bölge bu kadar kaldı.

12 Aralık 2016: Muhalifler Halep’in güneyindeki Şeyh Said mahallesini de kaybetti. Toplam muhalifler kontrol ettiği ibölgelerin %98’ini kaybetti. Halep şehir merkezinin yakın haritası:

Halep’te muhaliflerin kontrol ettiği bölge (yeşil)

Halep’te 15 Kasım’dan bugüne muhaliflerin kaybettiği bölgeler:

Halep’te muhaliflerin kaybettiği bölgeler

12 Aralık 2016 sabah saatlerinde:

12 Aralık 2016 Halep haritası

15 Kasım-9 Aralık 2016: Rejim güçlerinin 15 Kasım’dan bugüne ele geçirdiği bölgeler..

Kaynak: AA
Kaynak: AA

7 Aralık 2016: Suriye İnsan Hakları Gözlemevi, rejim güçlerinin Halep’in tarihi eski şehir bölgesini muhaliflerden aldığını duyurdu. Muhalifler ise bölgede çatışmaların sürdüğünü ifade etti. Gözlemevi’ne göre muhalifler son birkaç haftada Halep’in doğusunda kontrol ettikleri alanın üçte ikisini rejime kaptırdı.

7 Aralık 2016 Halep son durum haritası
7 Aralık 2016 Halep son durum haritası

Çizgili alanı rejim güçleri son 2 günde alırken, sarı çizgili alan muhaliflerin toplamda (çizgili alan dışındaki) kaybettiği bölge.

muhaliflerin-kaybettigi-bolgeler-halep

5 Aralık 2016: Rejim güçleri Halep topraklarının yüzde 52’sinden fazlası üzerinde kendi kontrolünü sağladıklarını açıkladı.

5 Aralık 2016 Halep'te son durum haritası
5 Aralık 2016 Halep’te son durum haritası

Uydudan görünüş:

halep-muhalifler

Eylül ortalarından – 1 Aralık 2016: Muhaliflerin kontrolündeki Halep’in doğusu ve kuzeyinde rejim ve Rus hava saldırıları ve karadan yoğun taarruzları sonucu muhalifler birçok bölgeyi kaybetti. Aylardır süren rejim saldırılarında muhalifler kontrol ettiği bölgelerin yüzde 30’u şehir yerleşimi olmak üzere kırsalla birlikte yüzde 60‘ını kaybetti.

Sarı çizgiler: Rejimin eylül ayında başlattığı Halep operasyonundan 1 Aralık 2016 tarihine kadar olan zaman zarfında muhaliflerin kaybettiği bölgeler
Sarı çizgi: Rejimin Eylül ayında başlattığı Halep operasyonundan 1 Aralık 2016 tarihine kadar olan zaman zarfında muhaliflerin kaybettiği bölgeler

29 Kasım 2016: Kuşatma altındaki Halep resim saldırılarıyla iki ayrılarak, iki farklı alanda kuşatmaya girdi. Daha sonradan bazı ÖSO gruplarının SDG/YPG ile ittifak yapması ve geri çekilmeler sonucu muhalif kontrolündeki Halep şehrinin kuzeyi rejim kontrolüne geçti.

29 Kasım 2016 Halep Son Durum haritası
29 Kasım 2016 Halep Son Durum haritası

Halep’in muhalif yönetimindeki kuzey bölgesini ele geçiren rejim güçleri ve YPG’nin kontrolü paylaştığı iddia edilen bölgeler.. (29 Kasım 2016)

Halep'in kuzeyi YPG - Rejim ve ÖSO
Halep’in kuzeyi YPG – Rejim ve ÖSO

1 Ekim 2016: Rejim güçlerinin Halep’te muhaliflerden ele geçirdiği bölgeler ve Halep’te son durum..

1 Ekim 2016 Halep Son Durum Haritası ve rejimin ele geçirdiği bölgeler (kırmızı çizgili)
1 Ekim 2016 Halep Son Durum Haritası ve rejimin ele geçirdiği bölgeler (kırmızı çizgili)

15 Eylül 2016:

Kısa ÖZET: 17 Temmuz‘da rejim muhalif kontrolündeki Halep’te yaşayanlar için tek ikmal hattı olan Kastillo yolunu ele geçirdi ve Halep kuşatmaya alındı. Ağustos ayının başlarında güneyden kuşatmayı kıran muhaliflere rejimin yaklaşık bir ay sonra saldırısı başladı ve 8 Eylül‘de Halep rejim güçlerince (güneyden) kuşatmaya alındı. ABD ve Rusya’nın ateşkesi 12 Eylül‘de yürürlüğe koymasıyla şehirde çatışma yaşanmadı. Halep’in muhalif kontrolündeki bölge ateşkese rejim kuşatması altında girdi.

15 Eylül 2016 Halep'te Son Durum Haritası
15 Eylül 2016 Halep’te Son Durum Haritası

8 Eylül 2016:

Halep’in güneyindeki Rus hava desteğiyle rejimin aldığı kuşatma alanı git gide genişletiyor.

Halep Kuşatması Son Durum (8 Eylül 2016)
Halep Kuşatması Son Durum (8 Eylül 2016)

Halep’in güneyine yakın bakış, ayrıntılı harita (Mor renk çatışma yaşanan alanlar):

Halep'in Güneyi Yakın Harita (8 Eylül 2016)
Halep’in Güneyi Yakın Harita (8 Eylül 2016)

Savaşın en sert geçtiği Halep’teki haritanın değişimi (GIF):

halep-harita

4 Eylül 2016:

4 Eylül 2016 Halep Kuşatması (Kırmızı: Rejim güçleri – Yeşil: Muhalifler – Sarı: YPG)

Kuşatmanın alındığı Halep’in güneyinin ayrıntılı haritası:

04 Eylül 2016 – Halep Kuşatması – Halep Son Durum Haritası | @A7_Mirza

Yüksek Çözünürlük (MediaFire)

Halep kuşatması kırıldı mı sorusunun cevabı ise Eylül itibariyle hayır. Halep düştü mü?

Kaynak: StratejikOrtak.com

ABD’de Oylar Tekrar Sayılacak: Trump’ın Başkanlığı Tehlikede mi?

BBC’nin haberine göre Wisconsin Eyaleti Seçim Komisyonu, ABD Yeşiller Partisi başkan adayı Jill Stein’ın yeniden sayım talebini kabul etti. Oylar bir hafta içinde yeniden sayılacak.

Stein, diğer iki kritik eyalet Michigan ve Pennsylvania‘da da yeniden sayım başvurularını yapmak için gereken parayı topluyor. 7 milyon dolarlık hedefin 5.3 milyon dolarına ulaşılması sayesinde şimdiden, Wisconsin‘in yanısıra Pennsylvania’da da yeniden sayım yapılacağı öngörülüyor.

Wisconsin, Michigan ve Pennsylvania
Wisconsin, Michigan ve Pennsylvania

Pennsylvania’da yeniden sayım başvurusu için son gün pazartesi, Michigan’da ise Çarşamba. Michigan’da resmi sonuçlar da henüz ilan edilmiş değil, bu eyalette kazanan aday, yapılan projeksiyonlar sonucu medya tarafından ilan edilmişti.

Yeşiller Partisi adayı Stein bu üç kritik eyalette yeniden sayım için aktif kampanya yürütse de, Clinton ve Trump cepheleri şimdilik sessiz. Seçilmiş ABD başkanı bugüne kadar yeniden sayım sonucu hiç değişmedi.

Habere dair kesin bilgi ise şöyle:

ABD seçim sonuçlarına göre Clinton 232 delege elde ederken, Trump 306 delegeyle devlet başkanlığını kazandı. Oylamanın kesin tekrar sayılacağı Wisconsin 10; tekrar sayılması için başvuru yapılan Michigan ve Pennsylvania eyaletleri ise sırayla 16 ve 20 delege çıkarıyor.

Wisconsin eyaletindeki seçim sonuçları tekrar sayıldıktan sonra Clinton kazanırsa 10 delege kazanmış olacak. Trump’tan 10 delege eksililince sonuçlar şöyle oluyor;

Trump: 296
Clinton: 233

Fakat diğer iki eyalet olan Michigan ve Pennsylvania’da oylar tekrar sayılırsa ve Clinton buraları kazanırsa 36 delege kazanmış olacak. 3 eyalet adaylara 46 delege kazandırıyor. Üçünün de Clinton kazanırsa;

Trump: 260
Clinton: 278

Yani özetle şuan sadece bir eyalette oylama tekrar sayılacak. Diğer iki eyaletteki sayımlarda kesinleşir ve 3 eyaletin tamamını da Clinton kazanırsa Hillary Clinton ABD’nin yeni başkanı olacak. Şuan için durum bu.

abd-eyalet-secim-sonuclari
Kaynak: BBC – StratejikOrtak.com


Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİO) ve Türkiye

Şanghay İşbirliği Örgütü, kuruluşunun üzerinden geçen 20 yılda, Batı merkezli tek kutuplu dünyayı dengeleme potansiyeline kavuşan önemli bir uluslararası örgüt halini aldı. Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ın 1996’da kurduğu örgüt, 2001’de ‘Şanghay Beşlisine’ Özbekistan’ın da katılmasıyla 6 üyeye yükseldi. Dünya ekonomisinin %20’sine sahip olan ŞİÖ’ye 2017’de Hindistan ile Pakistan’da katılarak üye sayısı 8’e çıkacak.

Türkiye’nin diyalog ortağı olduğu örgütte, Şangay İşbirliği Örgütü Enerji Kulübü’nün 2017 dönem başkanlığını üstlendi. Böylece Şanghay’da ilk kez ana üyeler dışında bir ülkeye başkanlık verilmiş oldu.Kaynak: Anadolu Ajansı

Kaynak: Anadolu Ajansı

ABD’nin 4 ülkedeki ‘Terörle Mücadelesi’

11 Eylül saldırılarından sonra ABD ‘terörle mücadele operasyonlarına başladı. Bu çerçevede Ortadoğu ve Asya’daki bazı ülkelerde istilalar ve askeri operasyonlar düzenledi. Afganistan, Irak, Suriye ve Libya‘da ABD’nin düzenlediği saldırılara dikkat çekilen infografik, ABD’nin Clinton’dan Obama’ya kadar olan dönemi kapsıyor.

ABD, Afganistan ve Irak’ta askerlerini çekme kararı aldıktan sonra saldırılarını çok daha fazla arttırırken; Libya ve Suriye’de IŞİD bahanesiyle operasyonlara giriştiği izlenimi ortaya çıkmaktadır.

abd-terorle-mucadele

Kaynak: Sputnik

İkinci Dünya Savaşında En Çok Kayıp Veren Ülkeler

İkinci Dünya Savaşı tarihin en kanlı savaşı olmuştur ve 75 milyona(o zaman ki dünya nüfusunun kırkta birine yakın) yakın insan hayatını kaybetmiştir. Ancak bu savaşta en çok kayıp veren ülkeler bizlere tarih kitaplarında baş aktör olarak sunulan ülkelerden farklıdır. “Buda mı savaşmış?” diyeceğiniz pek çok ülke baş aktör olarak düşünülen ülkelerden kat kat daha fazla kayıp vermişlerdir. Hatta listemde olmasını beklediğiniz ülkeleri göremeyeceksiniz diye düşünüyorum. Bunun sebebi aslında onların savaşta sanıldığı kadar aktif olmadığının ve zaferin verdiği gururu başka ülkelerden çaldıklarının göstergesidir. Evet doğru ABD ve İngiliz İmparatorluğundan bahsediyorum.

İşte o bahtsız ülkeler;

1- Sovyetler Birliği (27.000.000)

27 milyon insanın 9 milyonu askerken 18 milyonu sivildi. Stalin 1946 yılında ülkenin kaybını 7 milyon olarak açıkladıysa da aslında bu rakamın sonradan daha fazla olduğu ortaya çıktı. Çünkü hem ölü sayıları kestirilemiyor hemde yiğitliğimize halel gelmesin diyerekten rakamlar küçültülüyordu.

stalin-sovyetler-birligi

Sovyetler Birliği’nin savaşa girerken nüfusu 168 milyondan fazlaydı. Bu nüfusun yaşadığı topraklar savaş sonrasında genişlediği için 1941 yılında, sonradan elde ettiği topraklarla düşündüğümüz zaman 180 milyondan fazla insanın yaşadığı bir bölgeden bahsediyoruz. Bu nüfusu göz önüne alınca yaklaşık olarak nüfusun yedide birinin hayatını kaybettiğini anlıyoruz. Bu rakam size biraz fazla geldiyse “İkinci Dünya Savaşında Türkler” isimli yazımda da belirttiğim gibi Sovyetler Birliği’nin sadece Mihver koalisyonla değil aynı zamanda kendi içinde de bir iç savaş durumu yaşadığını hatırlatmak isterim. Yani bu kadar insanın hepsi Naziler ve onlara katılan diğer gönüllü Avrupalılar tarafından öldürülmedi. Pek çok zamanda pek çok farklı sebepten ötürü kendi insanlarıyla da karşı karşıya geldiler. Ama her şeye rağmen partizanların da desteği ile bütün Doğu Avrupayı özgürleştirdikleri gibi Nazileri de yıktılar. Daha sonra da Japonya’ya taarruz ederek Japonların pes etmesini sağladılar. “Japonların pes etmesini ABD’nin atom bombaları sağlamamış mıydı?” diye soruyorsanız “İkinci Dünya Savaşını ABD Bitirmedi” adlı yazımı okumanızı ve Japonların asıl pes etme sebebine bakmanızı tavsiye ederim.

2- Çin Halk Cumhuriyeti (20.000.000)

20 milyon kaybın sadece 4 milyonu askerdi ve geri kalan 16 milyon ise sivildi. 1937 yılında Japonlar Çin’e saldırdığında ülkenin nüfusu 500 milyondan oldukça fazlaydı ve bu rakam o dönem ki toplam dünya nüfusunun dörtte birinden fazlaydı(1800’de 300-400 milyonluk Çin’in nüfusu 1 milyarlık dünya nüfusunun üçte birinden fazlaydı, günümüzde ise etnik Çinli nüfusu dünyanın beşte biri kadar). Japonlar işgal ettikleri bütün ülkeler de soykırım politikası uyguluyorlardı. Her halde soykırım uygulamanın en zor olduğu ülke Çin olsa gerek. Bir Japon generalin bu konu ile ilgili “Biz bu ülkeyi nasıl yeneceğiz, mermimizden daha fazla Çinli var” dediğinden bahsederler, tabi bu bir espri mi yoksa gerçek mi bilmiyorum.

Çin zaten oldukça kanlı olan bir iç savaş içindeydi. Ancak Japonların işgali ile beraber milliyetçiler ve komünistler birbirleriyle savaşmaya ara vererek Japonlara karşı birleştiler. Daha sonra Japonların çekilmesiyle tekrar kaldıkları yerden savaşmaya devam ettiler. Savaş sırasında milliyetçiler uyanıklık yapıp komünistlerin daha fazla kayıp vermesi için çoğu zaman pasif davrandılar ve bu Japonların işini kolaylaştırıyordu. Tabi daha sonra milliyetçiler yaptıklarına pişman oldu. Çünkü komünistler savaştıkça halkın gözünde büyüyor ve insan topluyorlardı. En sonunda savaş bittiğinde komünistler milliyetçilerden daha güçsüz olmaları gerekirken daha güçlenmiş olarak çıktılar ve 1949 yılında komünistler ülkenin tamamında kontrolü sağlamış oldular(Tayvan adası hariç).

3. Almanya (7.500.000)

6 milyonu asker olmak üzre 7,5 milyon insan yitiren Almanya 1,5 milyona yakında sivil kaybetti. Bu siviller genellikle İngiliz ve Amerikan hava saldırıları sonucu öldüler. Askerlerin ise büyük kısmı Fransa, İngiltere veya ABD ile savaşırken değil, doğu cephesinde komünizmle savaşırken ölmüştü.

hitler

Almanların görece az insan yitirmesinin sebebi ise kendileriyle savaşan pek çok destekçinin var olmasıydı. Doğu cephesinde Anti-Slav ülkelerle birlikte komünist hareketlerle savaşıyorlardı. alman ordusuna en büyük destek ise Avrupa genelinde topladıkları aşırı sağcı gönüllülerden geliyordu. Romanya, Macaristan, Finlandiya, İspanya, Hırvatistan ve Slovakya gibi ülkeler Nazilere destek amaçlı tümenler gönderirken Almanlar bunun dışında ki ülkelerden savaş boyunca Anti-Komünist gönüllülerden oluşan ordular kurdular. Bu aşırı sağcı gönüllüler ordusunu Anti-Komünizm, Yahudi karşıtlığı, fakirlik, korku ve güce hayranlık gibi unsurlar kalabalık hale getirmişti. Bunda Nazilerin başarılı propagandaları çok etkili olmuştu. Öyle ki SS birliklerinde Almanlardan çok Alman olmayan gönüllüler vardı ve bu birlikler müttefikler açısından en korkulan askerlerdi. Zaten eğer her şeyi Almanya kendi yapmaya kalksaydı savaş daha erken biteceği gibi Almanlar çok daha fazla kayıp verirlerdi.




Günümüz Almanya sınırlarında savaş öncesinde nüfus 69 milyon kadardı. Ama Almanlar Polonya’ya girip savaşı başlatmadan önce Avusturya ve Çekoslovakya’ya da sahiptiler. Böylece Nazi toprakları savaş öncesinde 92 milyon ediyordu. Polonya, Avusturya, Çekoslovakya gibi ülkeler büyük bir Alman nüfusu barındırıyorlardı ve bu yüzden ırksal temizlik yapılması daha kolaydı. Bu yüzden önce Avusturya sonra Çekoslovakya tercih edildi. En sonunda da Polonya’ya girilmesiyle batılılar, Hitler’in toprağa doymayacağını anladılar ve sonunda savaş ilan ettiler.

4. Polonya (6.000.000)

Polonya’nın kısa bir sahil şeridi vardı ve bu sahil onlara kuruluş aşamasında iken denize sınırları olsun diye verilmişti. Ancak bu şerit Alman topraklarını bölüyordu. Almanlar hem Doğu Prusya ile kara bağlantısını sağlamak hemde kalabalık bir Alman nüfusun olduğu Polonya’yı ele geçirerek, Almanları tek çatıda toplama adımını tamamlamak üzre oluyordu. Almanlar bu yüzden Polonya’ya saldırarak yeni dünya savaşını başlattılar.

polonya-2-dunya-savasi

Sovyetler Birliği ise Polonya’nın doğusuna saldırdı. Hem Almanlara daha az toprak kalsın istiyor, ayrıca Polonya’nın geçmişte yaptığı bir ihanetin intikamını hissettiriyorlardı. Polonya’ya Bolşevik devrimden sonra Lenin’in onayı ile bağımsızlık kendilerine hediye oldu. Ancak Polonya Rusya da ki iç savaşı fırsat bilerek daha fazla toprak kazanmanın peşine düştü. Böyle bir hainlik Bolşevikler de hayal kırıklığına sebep olduğu gibi iki Slav ülkenin birbirine öfkesini arttırmıştı.

Nüfusuna oranla en çok insanın öldüğü ülke Polonya’dır. Polonya da 3 milyona yakını Yahudi olmak üzere 6 milyon insan öldü ve bunun çok azı askerdi. Avrupa da en çok Yahudi Polonya da yaşıyordu. Bu yüzden en meşhur toplama kamplarının yeri burası idi. Almanya da Hepi topu 160 bin Yahudi katledilirken Polonya da ki ölümlere bakınca aslında Yahudileri öldürme fikrinin Nazilerde savaş sırasında oluştuğunu anlıyoruz. Savaş öncesinde Yahudileri sürgün ederek Almanya’yı temizlemeye çalışan Naziler savaş başlayınca öldürme yoluna gidiyorlardı. Çünkü; artık topraklar genişliyordu ve kontrolün kolaylaşması için etnik temizliği hızlandırmak gerekliydi.

5. Endonezya (4.000.000)

Endonezya ile ilgili bilgi elde etmek gerçekten çok zor bu yüzden savaşta nasıl bir direniş gösterdiklerini bilemiyoruz. Ancak Japonlar 1942’de işgal ettikleri bu ülkede 3 yıl boyunca 4 milyon sivil katletmişler. Görünen o ki pek ciddi bir direnişte görmemişler. Japonlar her işgal ettikleri ülke gibi burada da büyük soykırımlara imza atmışlar.

endonezya-2dunyasavasi

Japonlar bölgeden çekilirken çok sayıda silah bırakıyorlar ve böylece Endonezya halkına Hollanda ile mücadele edebilmesi için bir fırsat veriyorlar. Bir nevi Japonlar Endonezya için “bana yar olmadı beyazlara da olmasın” diyorlar. Ancak Hollanda’ya karşı verilen bağımsızlık mücadelesinde 4 yılda 100 bin kişi öldü. Buda 3 yılda 4 milyon kişiyi öldüren Japonların soykırım konusunda Hollandalılara göre oldukça yetenekli olduklarını gösteriyor.

6. Japonya (2.680.000)

Japonlar 3 milyona yakın insan yitirdiler. Bunun 2,1 milyonu askerlerdendi. Geri kalan siviller ise ABD bombardımanından dolayı ölüyorlardı. Japonların yaşadığı ana karalarda nüfus 80 milyona varıyordu. Bunların içinde oldukça yüksek sayıda Koreli köleler vardı. Dikkatinizi çekmişse Japonya’nın da tıpkı Almanya gibi sivillerden ziyade askerini yitirdiğini fark etmiş olmalısınız. Bu ülkeler oldukça kalabalık ordular halinde başka ülkeleri işgal ettiği için savaşın büyük kısmını kendi toprakları dışında yürüttüler bu yüzden sivil kayıpları görece daha az oldu.

japonya-sdunyasavasi

ABD ve İngilizlerin, Japonlar ve yerel müttefikleri karşısında ki kayıpları ikisininde 100 bin civarında asker olmuştu. Özellikle İngilizlerin en büyük ordusunun bulunduğu Singapur’da ki kuvvetlerinin Japonlara teslim oluşu büyük bir utanç kaynağı olmuştur.

Japonlar en çok kaybı ise 1945 yılında verdiler. o yıl Japon adaları artık ABD uçaklarının menziline girmişti ve çok rahat bomba yağmuruna tutulabilir oldular. Bu bombardımanlar halkın savaşı daha yakından hissetmesine neden oluyordu. Ayrıca o yıl Mançurya da ki 700 bin kişilik Japon ordusu 1,5 milyonluk kızıl ordunun taarruzuna uğrayıp tamamen yok oldu. Ayrıca bu taarruz Japonların yakın topraklarını sırayla kaybetmesine neden olduğu için Japonlar teslim olup ellerinde ki mevcut adaları kurtarma yoluna gittiler. Bu taarruz sırasında ABD atom bombaları attığı için teslimiyet atom bombasının marifeti haline geldi ve övgüler kızıl orduya gitmesi gerekirken ABD’ye gitmiş oldu.

7. Hindistan (1.600.000)

O dönemde Japonya uzak doğu da pek çok Avrupa kolonisini kendi kolonisi haline getiriyordu. İngiliz İmparatorluğunun incisi olan bu bölgede Hindistan Bağımsızlık Hareketi Japonları bir kurtarıcı olarak görmüştü. Bu düşünce sadece onların değil bütün Asya kolonilerinde dile getirilen bir düşünceydi.

hindistan-2dunya-savasi

Özellikle Japonların Burma da yer edinmeye başlaması Hindistan Bağımsız Hareketi için umutları iyice arttırdı ve böylece Hindistan da kitlesel eylemler ve silahlı direniş patlaması hızlandıkça hızlandı. Ancak İngiltere için Hindistan gibi bir ülkeden vazgeçilemeyeceği için İngilizler son derece sert bir şekilde bütün kalkışmaları bastırıyordu. Başbakan Winston Churchill İngiliz İmparatorluğunun bölünmesine izin vermeyeceğim diyordu ama daha sonra Churchill’den iktidarı devralan sosyalistlerin lideri Clement Attlee birçok sömürgeye bağımsızlık verecekti.

O dönem 380 milyona yakın insanın yaşadığı günümüz Hindistan topraklarında ezici çoğunluğu sivil olmak üzre 1,6 milyon insan yaşamını yitirdi. Hintlilerin daha sonra Japonlar tarafından kurtarılma ümidi tükense de İngiliz siyasetinde yaşanan değişim onların bağımsız olmasını sağlayacaktı zaten.

8. Yugoslavya (1.027.000)

Yugoslavya da tam bir iç savaş durumu hakimdi. Sadece Almanlarla değil onlarla ittifak içinde olan pek çok tarafla mücadele söz konusuydu. Yugoslavya savaşın başlarında tarafsız kalmaya çalışsa da başarılı olamadı ve kızıl ordunun gelişine kadar amansız bir savaşın içine girdi.

yugoslavya-2dunyasavasi

Nazilerin sıkı müttefiki olan Çetnikler, Ustaşalar ve Boşnaklar karşısında komünist partizanlar bulunuyordu. Bu partizanlar ancak Sovyet yardımının ulaşmasıyla kazanabilecek idiler. Alman işgali sonrası Macarlara, Bulgarlara ve İtalyanlara biraz pay bırakıldı. Kalan bölgelerin batısında yani Hırvat ve Boşnak bölgelerde kukla bir Ustaşa rejimi kuruldu. Ustaşalar Çingenelere Yahudilere ve Sırplara yönelik büyük bir soykırım gerçekleştirdiler. Doğuda yani Sırp bölgelerinde ise yine kukla bir Çetnik rejimi kuruldu. Buralarda komünist gerillalar ve Çetnikler mücadele halindeydiler. En sonunda kızıl ordunun gelişiyle beraber bütün topraklar tek tek kurtarıldı ve ilk seçimin ardından Tito liderliğinde revizyonist bir komünist ülke ortaya çıktı.

9. Hindiçin (1.000.000)

Japonya günümüzde Vietnam, Laos ve Kamboçya’nın yer aldığı bu koloniyi Fransızlardan almıştı. Yerel halklar ise henüz Japonları tanımadıkları için onların gelişini memnuniyetle karşıladılar. Tıpkı diğer Japon işgal bölgelerinde olduğu gibi buralarda da çok iyi karşılandılar. Tabi sonradan diğerlerinde de olduğu gibi Japonların daha da beter olduğunu anlayacaklardı.

hindicin-haritasi

25 milyonluk bölgede 1 milyon sivil katledildi. Japon İmparatorluğu her yerde olduğu gibi burada da soykırım hobisini icra ediyordu. Fakat ilginçtir ki tıpkı diğer kolonilerinde yaptıkları gibi çekilirken silahlarını bölge halklarına dağıtacaklardı. Böylelikle insanların bu seferde Avrupalılarla savaşması sağlanacaktı. Yani Avrupa’dan intikam almak veya savaşın başka kişilerce devam ettirilmesi arzulanıyordu.

Japonların bu politikaları işe yaramıştı. Endonezya’nın Hollanda’dan bağımsız olması gibi Hindiçin de Fransa’dan kurtulacak ama bu direniş daha sonra meşhur Vietnam savaşına yol açacaktı. Vietnam savaşında hem Vietnam hem Laos hemde Kamboçya ikinci dünya savaşına kıyasla çok daha fazla kan kaybedecek ve savaşta ki toplam bombaların daha fazlasını görecekti ama yinede komünizm burada kazanacaktı.

10. Romanya (833.000)

Romanya’nın Nazilerin yanında yer almak için önemli sebepleri vardı. Bu sebepler Anti-Komünizm veya Anti-Slav olmanın dışında savaşı Nazilerin kazanacağı düşüncesinin oluşturduğu bir korkuda vardı. Özellikle Avrupa da pek çok ülke Naziler tarafından büyük şiddete maruz kalmamak için gönüllü kölelik pozisyonuna geçebiliyordu.

Romanya özellikle Rusya’nın işgalinde Nazi ordularına çok fazla destek kuvvet gönderiyordu. Zaten savaş öncesinde Sovyetler Birliği ile derin gerilimler yaşamıştı. Bu yüzden komünizmin devre dışı kalmasını önemsiyorlardı. Kızıl ordunun Romanya’yı kurtarmasıyla beraber artık Sovyetler Birliğine yakın bir ülke kurulacaktı.

11. Macaristan (580.000)

Tıpkı Romanya da olduğu gibi Macarlarda da Anti-Komünizm ve Anti-Slavlık düşüncesi yer edinmişti ama Yahudi ve Çingene karşıtlığı sadece Nazilerin baskısı yüzünden vardı. Bu ülkeler zaten Nazilerden korkarak hareket ettikleri için onlara yaranmak adına her tavsiyeyi emir olarak tatbik ediyorlardı.

macaristan-2dunyasavasi

Bu yüzden 200 bin Yahudi ve Çingene infaz edildi. O dönem 10 milyona yakın insan yaşayan bu ülke de sivil ölüm oranı yine savaşa göre azdı. Çünkü ülke birçok askerini komünizmle mücadele için Rusya’ya göndermişti. 300 bin asker hem taarruzda hemde ülke işgal edildiğinde öldü. Macar sivil kaybı ise 80 bin kadardı. Görüldüğü gibi mihver devletler yine sivilden çok asker kaybetmişti.

12. Fransa (567.600)

Fransızlar, Nazilere karşı şaşkınlık içerecek şekilde 6 haftada yenildiler ve Paris düştü. Bundan sonra Fransa da yeni bir hükumet kuruldu ve Almanya’nın kuklası haline geldi. Ne zaman ki ABD, İngiltere ve Kanada Normandiya çıkarmasından sonra Paris’i ele geçirdi, işte o zaman Fransa tekrar Almanya ile savaşmaya başladı ama zaten savaş bitmek üzereydi.

fransa-2dunyasavasi

Fransa da işgal sırasında insanlar çalıştırılmak için Almanya’ya götürülüyor ve pek çoğu geri gelmiyordu. Fransa da işgal yıllarında işgali tanımayanlar ise çalışmayı reddedip ormanlara kaçan partizanlar olmuştu. Bu komünist gerillalar Nazilerle ve kukla askerlerle savaşmaya çalışıyorlardı. Ancak çıkarma gerçekleşene kadar pek hasar verememişlerdi.

13. İtalya (454.500)

İtalya savaş boyunca 300 bin asker kaybetti. Özellikle Nazi bünyesinde Rusya’ya gönderdiği askerler içinde çok sayıda soğuktan ölenler oluyordu. Bunun dışında Doğu ve Kuzey Afrika da da müttefik kuvvetler ve yerel destekçileriyle savaşarak mücadelenin Afrika’da da azda olsa var olmasını sağlamışlardı. Ancak İtalya’nın savaşta hasar verme yönünden pekte faal olmadığını söylemek gerek.

İtalya’nın askeri kaybı sivil kaybından 2 kat fazla. Bu klasik mihver devleti özelliklerinden bir diğeri. Asıl ilginç olansa Macaristan ve Romanya gibi kendisinden daha fazla kayıp veren mihver güçler olmasına rağmen İtalya’nın adının tarih kitaplarında daha çok zikredilmesi. Bu sanırsam İtalya’nın savaş sırasında değil savaş öncesinde de gönüllü mihver olmasından kaynaklanan bir durum.

ÖZET

Görüldüğü gibi 2. Dünya Savaşı tarih kitaplarında anlatıldığı gibi liberal dünya ile faşizmin değil tamamen komünizmle faşizmin mücadelesidir. Maalesef çoğu komünizme ait olan zaferleri, pasif ülkeler aktif ülkelerden çalmışlardır.

Muhammed Ali Çalışkan

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Devrim ve Darbe Arasındaki Fark

Bazı Devrimler bazı kesimler tarafından darbenin sivil hali denilerek kestirilip atılabiliyor ama devrim ve darbenin aslına bakarsanız uzaktan yakından alakaları yoktur. Yine de insanlarda benzerlik algısı yaratmalarını doğal karşılıyorum.

En temel haliyle anlatmak gerekirse devrimde sistem komple değişirken; darbe de ise sistemi elinde tutan değişir ama sistem değişmez, belki sonradan değiştirebilirler.

Devrimin kelime manası aynı zamanda da İhtilal ve İnkılaptır. Ancak inkılap daha çok çeşitli resmi değişim ve düzenlemeler için kullanılır iken İhtilal ise yasal ve resmi görünen değişimin komple gerçekleştiği durumlar için daha çok telaffuz ediliyor. Aslında farklı durumlar için ayrı zamanlarda kullanılsalar da hem devrim hem ihtilal hem de inkılap aynı manaya gelirler.

Devrim(Revolution) kelimesinin kökeni ise Evrimden(Evolution) gelmektedir. Evrim aynı zamanda değişim sürecini ifade ettiği için devrimin sürecin hızlanmış veya gerçekleşmiş hali olarak düşünebiliriz.

Darbe de ise toplumun yaşamında önemli yer tutan kurumları ellerinde tutanlar değişir. Ancak bu kurumlar genelde mevcut işleyiş biçimini sürdürebilir iken devrimde bu kurumların işleyişinde köklü ve niteliksel değişim gerçekleşir.

Darbenin illa ki askerler tarafından yapılması gerekmez. Zaten son bir kaç yılda gördüklerimiz buna çok iyi örnek oluyor.

Daha bu yıl gerçekleşen Brezilya da ki darbeye hukuki veya anayasal darbe denildiği gibi Ukrayna’da da 2014 yılında yaşanan darbeye sivil darbe denmektedir. Çünkü; her ikisinde de seçilmiş hükumetlere karşı başkaldırı vardır. Toplumun seçimle iş başına getirdiği yöneticiler asker devrede olmadan görevden uzaklaştırılmıştır.

Genel olarak şöyle bir özet çıkarabiliriz;

1- Darbe aniden meydana gelirken, devrim kısmen daha uzun solukludur.

2- Darbe genelde içeriden gelirken, devrim ise genelde dışarıdan gelir.

3- Darbe küçük bir kesimin hareketiyken, devrim geniş bir kesimin hareketlenmesidir.

4- Darbe sessizdir, devrim ise bağırır.

5- Darbelerde çoğu zaman devrime kıyasla daha az kan dökülür, hatta bazen hiç dökülmez(Buna da post-modern darbe deniyor) ama başarılı olması halinde daha çok insan mutsuz olur, devrimde ise çoğu zaman daha fazla kan dökülse de başarıya ulaşılması halinde daha çok insan mutlu olur.

6- Devrim için gençler kendi hayatlarını seve seve feda ederlerken, darbede zaten yaşını başını almış olan insanlar gençlerin hayatlarını seve seve harcarlar.

Ortak yönü ise sadece yöneten kişilerin değişimidir.

Muhammed Ali Çalışkan

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Geçen Hafta Ne Oldu?

1

Geçtiğimiz hafta dünyada neler oldu? Gerçekleşen askeri ve diplomatik gelişmeleri şöyle sıraladık:

14 Kasım – 17 Kasım

– Rusya Liberal Demokrat Partisi Başkanı Jirinovski, “Osmanlıdan dolayı Türkiye’nin Irak ve Suriye’nin kuzeyinde tarihi hakkı var” dedi.

– Obama’ya sayısız kez küfür eden Filipinler Devlet Başkanı Duterte, “Rusya ile Çin yeni bir dünya düzeni kurarsa ilk biz katılacağız.” dedi.

– ABD 4 ayda 3. kez YPG çekildi açıklaması yaptı. Daha sonra ÖSO bayraklı PYD’ye bağlı ve çoğu YPG’lilerden oluşan ‘Menbiç Koalisyonu’ Menbiç’in batısında IŞİD’den 8 köyü aldı.

– İran’ın nükleer programındaki anlaşmaya rağmen, ABD Kongresi İran’ın enerji sanayisine 10 yıl daha yaptırım uygulama kararı aldı.

– Ermenistan ile Rusya’nın anlaştığı ve kuracakları ortak ordunun Rusya ve Ermenistan’ın sınırlarını koruyacağı bildirildi.

– Halep kent merkezi ile çevresindeki beldeye düzenlenen hava saldırılarında en az 70 kişi öldü, 148 kişi de yaralandı.

– Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun telefonlarını açmadığı Alman Dışişleri Bakanı Steinmeier, Çavuşoğlu ile görüşmeye Türkiye’ye geldi.

– Avrupa Birliği’nin en önemli ülkelerinden İtalya’da Başbakan Renzi, basın toplantısında AB bayrağını kaldırttı. Bu sembolikte olsa önemli bir ayrıntı, çünkü AB ile İtalya’nın sıkıntıları var.

azerbaycan-ozel-kuvvetleri

12 Kasım – 14 Kasım

– Avrupa’nın en büyük Alevi örgütlenmesi AABK, Almanya’daki yürüyüşünde PKK flaması açan DGB ile ilişkilerini dondurma kararı aldı.

– Türkiye’nin eğittiği çoğu yerel Musullulardan oluşan ‘Ninova Muhafızları’ şehir merkezine 7 KM mesafede şehir savaşı için bekletiliyor.

– Trump, “Ülkedeki siyahilerle Müslümanlar başkanlığımdan tedirgin olmasın, bu korkuya medya sebep oluyor” dedi.

– ÖSO bünyesindeki Şam cephesi El Şamiye grubu ile Sultan Murat Tümeni arasında Azez’deki sınır kapısının kontrolü nedeniyle çatışma çıktı.

– Moldova ve Bulgaristan’da, Batı-Rusya arasındaki rekabette, cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanan iki isimde Rus yanlısı adaylar oldu.

– İngiltere Dışişleri Bakanı Johnson, “Türkiye çok ciddi bir darbe girişimiyle karşılaştı. Bunun içinde aşırı bir tepki vermemeliyiz.” dedi.

– KDP Sincar Askeri Sorumlusu Lezgin, “PKK’nın Sincar’da toplamda konuşlanan militan sayısının 2 bin 500 olduğu tahmin ediliyor.” dedi.

1

10 Kasım – 12 Kasım

– Azerbaycan; 60 bin asker, 50’den fazla uçak&helikopter, 150’den fazla tank ve 700’e yakın füze ve top sistemi ile tatbikat yapmaya başladı.

– PYD ile ortak hareket eden Arap Devrimciler Tugayı, PYD’nin onlara verdiği taahhütleri tutmadığı için Rakka operasyonundan çekildiklerini duyurdu.

– Yapılan bir araştırmaya göre, Irak ve Afganistan işgali sonrası ABD’nin maliyeti 4.7 trilyon doları buldu.

– Rus ordusu, askeri alanların güvenli hale getirebilen ve uzaktan kumandayla yönetilen bir ‘insansız savunma sistemi’ kurdu.

– Birleşmiş Milletler (BM), Suriye’deki iç savaşın 5 yıllık maliyetini en az 259 milyar dolar olarak açıkladı.

– Kırgızistan Cumhurbaşkanı Almazbek Atambayev, eski koruma müdürünü(Ulan İsrailov) İçişleri Bakanı olarak atadı.

– Japonya’nın Hindistan’a nükleer ve askeri teknoloji sattığı ve iki ülkenin Çin’e karşı ortak eylem planı hazırladığı bildirildi.

– İran Genelkurmay Başkanı Tümgeneral Muhammed Hüseyin Bakiri, Suriye’nin Halep kentinde füze fabrikası kurduklarını açıkladı.

– Siyonizmin kurucusu Theodor Herzl Ödülü takdim edilen ABD Başkan yardımcısı Joe Biden, Siyonist olduğunu söyledi.

Suriye Son Durum Haritası (Kasım 2016)

Suriye’de Taraflar
Esad Rejimi  – Hizbullah, Rusya, İran ve Şii Milisler
Muhalifler – Ahrar uş-Şam, Şam’ın Fethi Cephesi, ÖSO vb.
PYD/YPG  – SDG çatısı altındaki küçük gruplar ve PKK
IŞİD – Örgüte biat eden yerel milis güçler ve aşiretler

15 Kasım 2016: 

Suriye Son Durum Haritası - 15 Kasım 2016
Suriye Savaş Haritası – 15 Kasım 2016

ARALIK 2016 GÜNCEL HARİTA

Suriye’de son bir ayda (15 Ekim-15 Kasım) toprak kazananlar-kaybedenler ve kim ne kadarlık bir alanı kontrol ediyor?

Türkiye destekli ÖSO güçleri IŞİD’den 330 km2 alanda kontrol sağlarken; SDG çatısındaki YPG’de Rakka’da 14 km2, Mare’nin güneyinde de 6 köyü IŞİD’in elinden aldı. Esad rejimi Doğu Guta’da 3 yerleşim birimini, Halep’te ise stratejik bazı bölgeleri muhaliflerden ele geçirdi.

suriyede-orgutler

Suriye Son Durum Haritası - 3 Kasım 2016
Suriye Son Durum Haritası – 3 Kasım 2016 (suriyegundemi.com)

Suriye’de genel durum: Hama‘da muhaliflerin kazandığı bölgeleri rejim güçlerine bir bir kaybederken, Halep‘te muhalifler operasyona başladı. Lazkiye’nin kuzeyinde Türkmen Dağı bölgesinde yer yer rejim saldırıları olurken, ABD Rakka operasyonu için hazırlanıyoruz açıklaması yaptı. Türkiye destekli ÖSO güçlerinin ilerleyişi sürerken, YPG’de Afrin’in doğusundan El Bab yönünde bazı köyleri ele geçirerek topraklarını genişletti.

Suriye ile ilgili geçen ayın bazı önemli başlıkları:

– Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Zaharova, Suriye’de federasyon kurulmasına(PYD’yi kast ederek) karşı olduklarını söyledi.

– Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov, “ABD, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye ile birlikte Suriye krizini çözmek için çabalıyoruz.” dedi.

– Resmi rakamlara göre İran’ın Suriye’de 2013’ten bu yana öldürülen general sayısı 15’e çıktı.

– Türkiye destekli ÖSO güçlerinin IŞİD’den temizlediği Cerablus’ta nüfus 10 kat arttı. Bölgeye yeni çadır kentler kurulmaya devam ediyor.

– Suriye’de muhalifler Halep kuşatmasını kırmak için büyük bir operasyon başlattı.

– Suriye’de muhaliflerin kontrolündeki İdlip’te 3 okul bölgesi Rus uçakları tarafından bombalandı: 20 çocuk, toplam 31 kişi hayatını kaybetti.

– PYD lideri Salih Müslim, “Türkiye Afrin’in doğusunda bizi ABD ve Rusya’nın izniyle vuruyor.” dedi.

– Esad rejiminin yönettiği Suriye hükümeti ile darbeci Sisi’nin yönetimindeki Mısır istihbarat ve güvenlik anlaşması imzaladı.

– Rusya’nın Suriye’de düzenlediği hava saldırılarıbıb %90’dan fazlasının muhalif bölgelere düzenlendiği açıklandı.

– ABD, Rusya, Suudi Arabistan ve Türkiye 15 Ekim cumartesi günü Suriye’deki krizi görüşmek üzere biraraya gelecek.

– Rusya, Suriye’ye askeri sevkiyatını 2 kat arttırırken, Suudiler muhalif gruplara çok sayıda uçaksavar ve ağır silah gönderiyor. [Reuters]

– Irak ve Suriye’de etkili çalışmalar yapan IHS, IŞİD’in Suriye ve Irak’ta 9 ayda 12 bin 500 kilometrekare kaybettiğini açıkladı.

– Hatay’ın karşısında Suriye Atme mülteci kampının yakınlarındaki IŞİD’in canlı bomba saldırısında 38 ÖSO savaşçısı hayatını kaybetti.

– ABD savaş uçakları, IŞİD’i kuşatmaya almaya çalışan Mare ve Dabık arasındaki Türkiye destekli ÖSO güçlerini ‘yanlışlıkla’ vurdu.

– Esad rejimi, YPG ile yer yer çatışma yaşadıkları Kamışlı’ya 1500 Hizbullah militanını konuşlandırdı. (Zaman’ül Vasl)