Kayıplardan Zafere: Azerbaycan’ın Zafer Günü

8 Kasım, Azerbaycan için tarihi bir öneme sahip olan Zafer Günü’dür. 2020 yılında, 44 gün süren İkinci Karabağ Savaşı’nın ardından, Azerbaycan ordusunun topraklarını yeniden kazanmasıyla birlikte bu gün, ülkenin tarihindeki en büyük zaferlerden biri olarak kaydedilmiştir. 8 Kasım 2020, Azerbaycan halkı için sadece askeri bir başarı değil, aynı zamanda ulusal kimliğin yeniden inşası ve bağımsızlığın pekiştirilmesi açısından da kritik bir dönüm noktasıdır.

Bu zafer, Azerbaycan’ın tarihsel olarak Ermenistan’ın işgali altında kalan topraklarını kurtarmasını simgelemekte ve uluslararası alanda ülkenin haklı davasını güçlendirmektedir. Şimdi ise Zafer Gününe giden yolda devletin geçtiği tarih sayfalarına bakalım.

Birinci Karabağ Savaşı

Sovyetler Birliği’nin çözülmesi ve merkezi otoritenin zayıflamasıyla 1988’de ortaya çıkan etnik ve toprak anlaşmazlıklarının bir sonucu olarak Azerbaycan ve Ermenistan arasında nispeten dengede tutulan çatışmaların açık bir savaşa dönüşmesiyle neticelenmiştir. [“1988-1993-cü illərin daxili siyasi böhranı Qarabağın işğalının əsas səbəbi kimi”] Savaşın başlarında Azerbaycan, askeri anlamda Ermenistan karşısında üstün görünmekteydi. Ancak Ermenistan, Rusya’dan ve diasporasından aldığı desteklerle askeri üstünlüğü ele geçirdi. Savaş boyunca ağır kayıplar yaşandı, Azerbaycan’a ait topraklar Ermeni güçleri tarafından işgal edildi. Bu durum Azerbaycan için büyük bir trajedi anlamına geliyordu.

1994 yılında Rusya’nın aracılığıyla Bişkek’te bir ateşkes imzalandı. [“Bişkek protokolu”nun imzalanmasından 29 il ötür] Ancak bu ateşkes, Karabağ’da nihai bir çözüm sağlamamış, yalnızca geçici bir ateşkes olarak kalmıştır. Aynı zamanda Azerbaycan topraklarının yüzde yirmisi Ermenistan’ın kontrolündeydi. Savaşın yarattığı göç dalgası nedeniyle, yaklaşık bir milyon Azerbaycanlı yerlerinden edilmiş ve mülteci durumuna düşmüştür. Bu durum, Azerbaycan toplumu üzerinde derin sosyal ve ekonomik yaralar açmış, toplumsal hafızada silinmesi zor travmalara yol açmıştır.

Birinci Karabağ Savaşı, Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki ilişkilerin daha da karmaşık bir hale gelmesine neden olmuş, iki ülke arasında çözülemeyen ve uluslararası toplumun da tam olarak çözüm bulamadığı bir sorun olarak günümüze kadar taşınmıştır. Savaşın ardından, Azerbaycan’ın askeri olarak zayıflığı ve siyasi istikrarsızlık, işgal altındaki topraklarını geri alma çabalarını sınırlamıştır. Ayrıca bu savaş, Kafkasya’da güç dengelerinin yeniden şekillenmesine de neden olmuştur. Rusya, bölgedeki etkisini artırmış, Batılı devletler ise bu sorunu çözmek adına çeşitli diplomatik girişimlerde bulunmuşlardır. Ancak tüm bu çabalar, kalıcı bir barış sağlayamamış ve bölgedeki gerilimin uzun yıllar sahnede olması ile kendini göstermiştir.

Birinci Karabağ Savaşından Sonra Azerbaycan’ın Yükseliş Yolu. Birinci Karabağ Savaşı sonrası Azerbaycan, hem ekonomik, hem de siyasi anlamda yeniden yapılanma sürecine girmiş, bu ağır yenilginin ardından kendi gücünü yeniden inşa etme yolunda önemli adımlar atmıştır. Özellikle doğal kaynakların kullanımı, dış politikada çok yönlü stratejiler geliştirilmesi ve ordu gücünün modernizasyonu, Azerbaycan’ın yükselişinde kritik bir rol oynamıştır.

Bu dönemde elde edilen ekonomik gelirler, Azerbaycan’ın kalkınma hedeflerine ulaşmasını sağlarken, modern ordu yapısı da ülkenin güvenliğini sağlamada ve topraklarını geri alma mücadelesinde önemli bir güç olarak ortaya çıkmıştır. Azerbaycan, böylelikle sadece savaşın yaralarını sarmakla kalmamış, aynı zamanda gelecekteki potansiyel çatışmalara hazırlıklı olma yolunda da ilerlemiştir.

Nisan Savaşları

Azerbaycan ve Ermenistan arasında meydana gelen Nisan Savaşları, Bişkek Ateşkes Anlaşması’ndan bu yana yaşanan en ciddi askeri gerilimlerden biri olarak tarihe geçmiştir. 2 Nisan 2016’da başlayan ve dört gün süren bu çatışmalar bölgedeki statükonun kırılganlığını ortaya koymuştur. [Tuncel, “Güney Kafkasya’da 2-5 Nisan 2016’da yaşanan 4 gün savaşı”, s.303-304] Nisan Savaşları, Azerbaycan’ın işgal altındaki topraklarını geri almak adına yürüttüğü kararlı politikanın bir göstergesi olmuş ve çatışma, Azerbaycan toplumunda büyük bir destek bulmuştur.

Nisan Savaşları’nın başlamasında Ermenistan’ın provokatif eylemlerinin ve sınır hattındaki ihlallerin etkisi büyüktür. Ermeni güçlerinin Azerbaycan’ın sivil yerleşim birimlerine yönelik saldırıları, Azerbaycan ordusunun karşılık vermesiyle sonuçlanmış ve çatışmalar hızla tırmanmıştır. Askeri kazanımlar, Azerbaycan’ın ordusuna yaptığı yatırımların savaş kapasitesini artırmış olduğunu ve ordu modernizasyonu süresinin etkili sonuçlarını göstermesi açısından önemli değerlendirilebilir. Bu sayede Azerbaycan, çatışma sırasında stratejik üstünlük sağlamış ve uluslararası kamuoyunun dikkatini işgal altındaki topraklarının geri alınması konusuna çekmiştir.

Azerbaycan’ın bu kararlı duruşu, uluslararası kamuoyunda da yankı bulmuş, birçok ülke ve uluslararası kuruluş Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünü destekleyen açıklamalar yapmış, Azerbaycan toplumunda da güçlü bir birlik ve dayanışma duygusu yaratmıştır.
Sonuç olarak, 2016 Nisan Savaşları, bölgedeki gerginliği arttırmış ancak aynı zamanda Azerbaycan’ın diplomatik ve askeri alandaki kararlılığını da ortaya koymuş, İkinci Karabağ Savaşı’na giden sürecin de önemli bir dönüm noktasını oluşturmuştur.

İkinci Karabağ Savaşı

Azerbaycan ve Ermenistan arasında başlayan ve 44 gün süren bir çatışma süreci olarak, tüm bölge ülkeleri ve uluslararası toplum açısından da kritik öneme sahip bir savaş olarak değerlendirilmiştir. Savaşın başlamasında, Ermenistan’ın Azerbaycan’a yönelik provokatif saldırıları ve işgal altındaki topraklarda yaptığı askeri yığınağın büyük etkisi olmuştur. 27 Eylül 2020’de Ermeni silahlı kuvvetleri ateşkes rejimini ihlal ederek yoğun ateşle Azerbaycan’a karşı yeni bir saldırı eylemi başlattı. Azerbaycan’ın sivil halkına saldırı ve askeri personel arasında kayıplara neden oldu. [2020-ci ilin sentyabrında Ermənistanın Azərbaycana qarşı hücumu və Azərbaycanın əks-hücum əməliyyatı]

Bu Ermeni saldırıları sonucunda, Azerbaycan ordusu karşı saldırı başlatmış, işgal altındaki topraklarını geri almak için kapsamlı bir askeri operasyon yürütmüş ve bu savaş, 1990’lardan bu yana süren işgalin son bulması adına tarihi bir fırsat olarak değerlendirilmiştir. Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in “Topraklarımızı geri alacağız” açıklamasıyla başlayan bu savaş, Azerbaycan halkında ve ordusunda büyük bir moral ve motivasyon yaratmıştır. [İlham Əliyev xalqa müraciət edib]

Azerbaycan ordusu, savaş sürecinde belirli stratejik bölgeleri hedef alarak ilerlemiş ve adım adım Ermeni işgali altındaki toprakları geri almaya başlamıştır. Bu bölgelerin geri alınması, yalnızca askeri bir zafer değil, aynı zamanda Azerbaycan için psikolojik ve sembolik bir başarı anlamına da gelmektedir. Zira, bu topraklar uzun yıllar boyunca Azerbaycan halkı için bir özlem ve milli mücadele sembolü haline gelmiştir. Ardından, savaşın en kritik noktalarından biri, Şuşa şehrinin Azerbaycan tarafından ele geçirilmesi olmuştur. Şuşa, Karabağ’ın kültürel ve stratejik açıdan önemli bir şehri olarak Azerbaycan halkı için özel bir öneme sahiptir. 8 Kasım 2020’de Azerbaycan ordusu, Şuşa’yı kontrol altına alarak Ermeni kuvvetlerine büyük bir darbe vurmuş ve savaşın gidişatını tamamen değiştirmiştir.

Şuşa’nın alınması, Ermeni ordusunun moralini zayıflatmış ve Ermenistan’ı barış görüşmelerine mecbur bırakmıştır. 10 Kasım 2020’de Azerbaycan, Ermenistan ve Rusya arasında bir ateşkes anlaşması imzalanmıştır. Bildirge, Ermenistan ile Azerbaycan arasında yaklaşık otuz yıldır devam eden silahlı çatışmayı sona erdirdi ve Ermeni silahlı kuvvetlerinin işgal altındaki Azerbaycan topraklarından çekilmesini, ülke içinde yerinden edilen nüfusun kendi topraklarına geri dönmesini ve tüm ulaşım bağlantılarının yeniden kurulmasını içeriyordu. Azerbaycan Cumhuriyeti’nin Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti ile arasında barış, güvenlik ve istikrarın sağlanmasına
yönelik iletişimin yeniden tesis edilmesi gibi tedbirlerin uygulanması amaçlandı.

Ayrıca, bölgeye Rus barış güçleri konuşlandırılmıştır. Bu ateşkes, Azerbaycan için önemli Zafer olarak tarihe geçmiştir. [Azərbaycan Respublikasının Prezidenti, Ermənistan Respublikasının baş naziri və Rusiya Federasiyasının Prezidentinin Bəyənatı] İkinci Karabağ Savaşı, Azerbaycan’ın uluslararası alandaki pozisyonunu pekiştirmiştir. Savaş boyunca Türkiye, Pakistan gibi ülkeler Azerbaycan’a açık destek vermiş, bu destek Azerbaycan’ın uluslararası arenadaki imajını güçlendirmiştir. [İkinci Karabağ Savaşı] Azerbaycan’ın toprak bütünlüğü konusundaki tavrı, uluslararası hukuk çerçevesinde haklı bir temele ve BM Güvenlik Konseyi kararlarına dayanmaktadır. İkinci Karabağ Savaşı’nın ardından Azerbaycan, bölgede yeniden inşa çalışmaları ve uzun yıllar süren işgalin ardından bu topraklara dönüş sürecini başlatmış, orada hayatın yeniden kazandırılmasını hedeflemiştir.

Sonuç olarak, İkinci Karabağ Savaşı, Azerbaycan’ın askeri gücünün, diplomatik başarısının ve toprak bütünlüğü konusundaki kararlılığının bir yansıması olarak kendini ispat etmiştir.

Anti-Terör Operasyonu. 19 Eylül’de Azerbaycan’ın Karabağ bölgesindeki Ermeni silahlı kuvvetleri bir dizi geniş çaplı askeri provokasyon ve terör saldırısı gerçekleştirdi. Ahmedbeyli-Fuzuli-Şuşa karayolu üzerinde Ermeni istihbarat-sabotaj timleri tarafından terör amaçlı önceden döşenen mayınların patlaması sonucu İçişleri Bakanlığı İç Birlikleri’ne bağlı siviller ve askeri personel şehit oldu ve yaralandı.

Ayrıca Azerbaycan ordusunun birliklerine çeşitli kalibrelerde havan ve hafif silahlardan ateş açıldı. Aynı gün Azerbaycan’ın Karabağ bölgesinde yasadışı konuşlanan Ermeni silahlı kuvvetlerinin düzenlediği bir başka terör eylemi sonucu, sırasıyla Ağdam ve Şuşa şehirlerinde iki sivil hayatını kaybetti. Azerbaycan Ordusu birimleri tarafından yasadışı Ermeni silahlı birliklerinin muharebe mevzilerini güçlendirerek birliklerini yüksek düzeyde savaşa hazır hale getirdiği tespit edildi. Tüm bu provokasyonların önlenmesi, Üçlü Deklarasyon hükümlerinin uygulanmasının sağlanması ve Azerbaycan Cumhuriyeti’nin anayasal yapısının yeniden tesis edilmesi amacıyla bölgede yerel terörle mücadele tedbirleri başlatıldı.

Ermeni ayrılıkçılar sadece 23 saat 43 dakika boyunca beyaz bayrağı çekmek zorunda kaldılar. Karabağ’ın Ermeni sakinlerinin temsilcilerinin Rus barışı koruma birliği aracılığıyla yaptığı çağrı dikkate alınarak, tam bir ateşkes konusunda anlaşmaya varıldı ve yerel terörle mücadele tedbirleri durduruldu. Anlaşmaya göre, Azerbaycan Cumhuriyeti’nin Karabağ bölgesinde bulunan Ermeni silahlı kuvvetleri ve yasadışı Ermeni silahlı gruplarının birimleri silahlarını bırakmalı, muharebe mevzilerini ve askeri mevzilerini terk ederek tamamen silahsızlandırılmalıdır. [Qarabağda Antiterror əməliyyatı]

Anti-Terör Operasyonu, Azerbaycan’ın sınır güvenliğini sağlamak, sivil halkın güvenliğini korumak ve bölgedeki yasa dışı silahlı grupları etkisiz hale getirmek amacıyla yapılmıştır. Azerbaycan hükümeti, bu operasyonun uluslararası hukuk çerçevesinde, ülkenin egemenlik haklarını koruma amacı taşıdığını sıkça vurgulamaktadır. Azerbaycan’ın anti-terör operasyonu, bölgede istikrar ve barışı sağlama çabaları ile de yakından ilişkilidir. Aynı zamanda, uluslararası toplum tarafından da izlenmiştir. Azerbaycan, bu operasyonda sivil halkın zarar görmemesi için azami özen gösterdiğini ve bu operasyonların meşru savunma hakkı kapsamında değerlendirildiğini belirtmektedir. Özellikle BM ve diğer uluslararası kuruluşlar bunu terörle mücadele bağlamında değerlendirmekte ve Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünü koruma çabalarına destek vermektedir.

Sonuç olarak, Azerbaycan’ın anti-terör operasyonu, Karabağ ve çevresindeki güvenliği sağlama, yasa dışı silahlı grupları etkisiz hale getirme ve ülkenin toprak bütünlüğünü koruma yönündeki kararlı adımların bir yansımasıdır.

Egemenliğin Restorasyonu

1990’larda başlayan ve uzun yıllar süren Ermenistan işgali, Azerbaycan’ın egemenliğine büyük bir darbe vurmuş, ülkenin toprak bütünlüğünü tehdit etmişti. Ancak İkinci Karabağ Savaşı ile Azerbaycan, bu işgal durumunu sona erdirme konusunda büyük bir başarı elde etmiş ve egemenliğini yeniden sağlama yolunda önemli bir adım atmıştır.

Azerbaycan, egemenliğin restorasyonu sürecinde uluslararası hukuka uygun hareket ederek bu süreci meşru bir zeminde yürütmektedir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin aldığı kararlar, Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünü desteklemekte ve Ermenistan’ın işgaline son verilmesi gerektiğini ifade etmektedir. Azerbaycan, bu kararlara dayanarak uluslararası kamuoyunun desteğini almaktadır.

Sonuç olarak, Devlet Egemenliği Günü, Azerbaycan’da her yıl 20 Eylül’de kutlanarak Azerbaycan için önemli tarihi olayları anmakta, başarı ve milli hedef olarak değerlendirilmekte, ülkenin toprak bütünlüğünü ve bağımsızlığını koruma kararlılığının bir ifadesi olarak görülmektedir. Bu özel gün, Azerbaycan’ın attığı adımların bir hatırlatıcısı olarak değer kazanmıştır. Azerbaycan halkı, bağımsızlık ve egemenlik haklarını bu tür özel günlerle hem kutlamakta, hem de gelecek nesillere aktarmaktadır. [Dövlət Suverenliyi Günü – Azərbaycanın mövcudluğunun və institusional davamlılığının əsası]

Ermenistan’la Barış Anlaşmasının İmzalanmaması Sebepleri

Azerbaycan ile Ermenistan arasında uzun süredir devam eden çatışmalar ve Karabağ meselesi, iki ülke arasında kalıcı bir barış sözleşmesinin imzalanamamasının temel nedenlerinden biridir. İkinci Karabağ Savaşı’nın ardından Azerbaycan işgal altındaki bölgelerini büyük oranda geri almış olsa da, taraflar arasında kalıcı bir barış anlaşmasına varılamamıştır. Bu durumun arkasında bir dizi nedenler bulunmaktadır.

Birinci neden, Ermenistan’ın işgal sürecinde izlediği politikaların kalıcı etkileridir. Azerbaycan topraklarının yıllarca işgal altında kalması ve bu süreçte yaşanan insan hakları ihlalleri, iki toplum arasındaki güvensizliği derinleştirmiştir. Azerbaycan halkı, Ermenistan’ın işgal sürecinde yaptığı tahribatlar nedeniyle büyük acılar yaşamış ve bu nedenle Ermenistan’a karşı derin bir güven sorunu oluşmuştur.

İkinci olarak, Ermenistan’ın siyasi ve askeri stratejileri de anlaşma sürecini zorlaştıran bir unsur olarak öne çıkmaktadır. Ermenistan, Karabağ’ın Dağlık kısmının statüsü konusunda Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünü tanımakta isteksiz davranmış ve bu bölgenin bağımsız veya özerk bir yapıda kalmasını savunmuştur. Ancak Azerbaycan, Karabağ’ın Dağlık kısmının ayrılıkçı bir statüye sahip olmasını kabul etmemekte ve bu bölgenin tam anlamıyla Azerbaycan’ın bir parçası olarak tanınmasını istemektedir. Tarafların bu konudaki farklı tutumları, müzakerelerde çözümsüzlük yaratmış ve barış anlaşmasının imzalanmasını engellemiştir.

Üçüncü bir neden olarak, Ermenistan iç siyasetinde yaşanan istikrarsızlıklar, Azerbaycan’la kalıcı bir anlaşmanın yapılmasını zorlaştırmaktadır. Özellikle İkinci Karabağ Savaşı sonrası Ermenistan’da meydana gelen siyasi çalkantılar ve hükümet değişiklikleri, barış sürecini olumsuz etkilemiştir. Savaş sonrası yenilginin Ermenistan’da yarattığı siyasi baskı ve protestolar, hükümetin Azerbaycan ile barış müzakerelerinde esneklik göstermesini zorlaştırmıştır.

Diğer bir neden olarak, uluslararası aktörlerin rolü önemlidir. Moskova yönetimi, her iki ülkeyle de yakın ilişkiler sürdürmektedir ve bölgede bir denge sağlamayı amaçlamaktadır. Ancak, Rusya’nın çıkarları doğrultusunda sürece müdahil olması, kalıcı bir anlaşmanın sağlanmasını zorlaştırmaktadır. Türkiyenin rolüne bakılırsa, Azerbaycan’a güçlü desteği ile bilinirken; İran, Ermenistan ile yakın ilişkiler içerisindedir.

ABD ve Avrupa Birliği gibi Batılı aktörler de, Azerbaycan ile Ermenistan arasındaki barış sürecine ilgi göstermektedir. Ancak, Batı’nın bu süreçteki etkisi de zaman zaman Ermenistan ve Azerbaycan’ın tutumları üzerinde baskı oluşturmakta ve müzakerelerde sorunlara yol açmaktadır.

Azerbaycan’ın zengin enerji kaynakları ve Ermenistan ile sınır bölgelerinden geçmesi planlanan stratejik koridorlar, iki ülke arasında anlaşmazlıkların bir diğer önemli kaynağıdır. Özellikle Azerbaycan’ın enerji yollarını ve Batı ile bağlarını güçlendirmesi, ilaveten, Nahçıvan’a bağlanmak ve Türkiye ile doğrudan kara bağlantısı kurmak için Zengezur Koridoru’nu açmak istemektedir. Ermenistan ise bu koridorun kendi toprak bütünlüğüne zarar vereceği endişesi taşımaktadır. Bu konuda uzlaşma sağlanamaması, barış anlaşmasının imzalanmasını engelliyor.

Son olarak, tüm bu sebeplerin yanında daha önemli olan hükuki prosedür kendini belirgin şekilde gösteriyor. Azerbaycan, Ermenistan’ın barış süreci çerçevesinde Azerbaycan’ın toprak bütünlüğünü tanımasını ve buna yönelik anayasal düzenlemeler yapmasını istemektedir. Barış anlaşmasının Ermenistan Anayasası’na uygun şekilde entegre edilmesi, iki ülke arasındaki kalıcı barış için önemli bir adım olarak görülmektedir. Azerbaycan, Karabağ’ın Azerbaycan’a ait olduğunu ve bu bölgenin Azerbaycan’ın egemenliği altında kalması gerektiğini uluslararası platformlarda sürekli vurgulamaktadır.

Bu doğrultuda Azerbaycan, Ermenistan Anayasası’nda, Karabağ’ı ve ya diğer Azerbaycan topraklarını bağımsız bir varlık olarak tanımlayan veya buna izin veren herhangi bir ifadenin bulunmamasını talep etmektedir. Bundan başka, Ermenistan’da bazı kesimler, Karabağ Ermenileri için özerklik veya belirli haklar talep ederken, Azerbaycan, Karabağ’daki Ermeni nüfusun Azerbaycan’ın egemenliği altında yaşaması gerektiğini belirtip, Ermenistan Anayasası’nda bu nüfusa yönelik ayrılıkçı hak taleplerine veya özel statüye yer verilmemesini istemektedir. Bununla birlikte, Azerbaycan, bu nüfusun kültürel haklarının korunması konusunda uluslararası normlara uygun bir yaklaşım benimsemektedir.

Sonuç olarak, Ermenistan ile Azerbaycan arasında barış anlaşmasının imzalanamaması, tarihsel, siyasi, yasal, ekonomik ve güvenlik boyutlarıyla karmaşık bir yapıya sahiptir. Kalıcı bir barışın sağlanması, her iki tarafın da geçmişteki anlaşmazlıkları bir kenara bırakmasını, karşılıklı güven inşa etmesini ve uluslararası aktörlerin pozitif bir rol oynamasını gerektirmektedir. Ancak, bu zorlu sürecin aşılması için tarafların taviz verme ve barışa yönelik kararlı adımlar atma iradesini göstermesi, güvene dayalı bir diyalog ortamının tesis edilmesi hayati önem taşımaktadır. Bu talepler, uluslararası hukuk çerçevesinde Azerbaycan’ın haklarını ve güvenliğini koruma amacını taşırken, aynı zamanda iki ülke arasındaki barış sürecinin daha sağlam temellere dayandırılmasını hedeflemektedir.

Türkiye-Azerbaycan

Türkiye, Karabağ’ın işgali sürecinde Azerbaycan’ın yanında yer alarak, uluslararası platformlarda Azerbaycan’ın egemenliğini savunmuştur. Azerbaycan’da düzenlenen kültürel etkinlikler, eğitim projeleri ile Azerbaycan halkına destek olması, yaptığı yatırımlar, Türkiye’nin Azerbaycan’daki etkisini artırmış, iki ülke arasındaki kardeşlik bağlarını pekiştirmiştir.

Son yıllarda Türkiye-Azerbaycan ilişkileri daha da derinleşmiştir. İkinci Karabağ Savaşı sırasında Türkiye’nin verdiği siyasi ve askeri destek, Türkiye-Azerbaycan ilişkilerini bir müttefiklik ilişkisi haline getirmiş ve her iki ülkenin stratejik çıkarlarını daha da yakınlaştırmıştır. Bu iş birliği, Azerbaycan’ın güvenlik politikalarında da önemli bir destek sağlamıştır. Türkiye, aynı zamanda, Azerbaycan’ın savaş sonrası yeniden inşasında da aktif bir rol üstlenmektedir.

Sonuç

Sonuç olarak, 8 Kasım Zafer Günü, Azerbaycan halkı için büyük bir gurur kaynağıdır. Bu özel gün, Azerbaycan’ın bağımsızlık mücadelesinin ve ulusal bütünlüğünün yeniden tesis edilmesinin bir göstergesidir. 8 Kasım, sadece askeri bir zaferin kutlanması değil, aynı zamanda geçmişte yaşanan acıların, kayıpların ve mücadelelerin anısını yaşatma günüdür. Bu tarih, Azerbaycan’ın ulusal kimliğinin pekişmesi ve uluslararası platformda haklı davasının tanınması açısından da büyük önem taşımaktadır.

Bugün, Azerbaycan halkı, birlik ve beraberlik içinde, ulusun geleceği için azim ve kararlılıkla hareket etme iradesini göstermektedir. 8 Kasım Zafer Günü, Azerbaycan’ın yeniden doğuşunun, ulusal ruhun ve bağımsızlığın simgesi olarak tarihe geçmiştir ve her yıl coşkuyla kutlanarak, ulusal hafızada canlı tutulacaktır!

Yararlanılan Kaynaklar

  • “Bişkek protokolu”nun imzalanmasından 29 il ötür, son güncelleme 12 Mayıs, 2023, https://respublika news.az/az/news/biskek-protokolunun-imzalanmasindan-29-il-otur
  • 2020-ci ilin sentyabrında Ermənistanın Azərbaycana qarşı hücumu və Azərbaycanın əks-hücum əməliyyatı. Erişim 4 Kasım, 2024. https://mfa.gov.az/files/upload/2.4%20AZ%20PDF%20Offensive%20September%202020.pdf
  • Azərbaycan Respublikasının Prezidenti, Ermənistan Respublikasının baş naziri və Rusiya Federasiyasının Prezidentinin Bəyənatı, son güncelleme 10 Kasım, 2020, https://president.az/az/articles/view/45923
  • Dövlət Suverenliyi Günü – Azərbaycanın mövcudluğunun və institusional davamlılığının əsası, son güncelleme 20 Eylül, 2024, https://azertag.az/xeber/dovlet_suverenliyi_gunu___azerbaycanin_movcudlugunun_ve_institusional_davamliliginin _esasi-3190118
    İkinci Karabağ Savaşı. Erişim 4 Kasım, 2024.
  • https://www.virtualkarabakh.az/tr/post-item/52/2871/ikinci-karabag savasi.html
  • İlham Əliyev xalqa müraciət edib, son güncelleme 9 Ekim, 2020, https://president.az/az/articles/view/42411
  • Karabakh Center. “1988-1993-cü illərin daxili siyasi böhranı Qarabağın işğalının əsas səbəbi kimi”. Erişim 4 Kasım, 2024. https://story.karabakh.center/az/1988-1993-cu-illerin-daxili-siyasi-bohrani
  • Qarabağda Antiterror əməliyyatı. Erişim 4 Kasım, 2024. https://azerbaijan.az/related-information/310
  • Turgut Kerem Tuncel, “Güney Kafkasya’da 2-5 Nisan 2016’da yaşanan 4 gün savaşı”, Ermeni araştırmaları 2016, Sayı 53, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/638586

İndirim Dönemlerinin Ekonomik Yansımaları ve Tüketici Alışkanlıklarının Şekillenmesi

0

İndirim dönemleri, özellikle Black Friday gibi özel alışveriş günleri, sadece tüketicilerin bütçeleri üzerinde değil, aynı zamanda daha geniş ekonomik dinamikler üzerinde de etkili oluyor. Kasım ayı boyunca yaşanan yoğun indirim günleri, ekonomik faaliyetlerin belirgin şekilde arttığı zaman dilimleri olarak öne çıkıyor. Tüketici alışkanlıklarının bu dönemde değişime uğraması, piyasalarda farklı etkiler yaratırken, işletmelerin stratejik planlamalarında da önemli rol oynuyor. Tüketici davranışları, indirim dönemlerinin yoğunluğuna göre değişiklik gösteriyor. Normalde daha ihtiyatlı alışveriş yapan tüketiciler, geniş çaplı kampanyalar ve fırsatlar karşısında harcama eğilimlerini arttırabiliyor. Bu durum, bireylerin ihtiyaçlarını karşılamanın ötesinde bir psikolojik satın alma etkisi yaratıyor. Özellikle teknoloji, giyim ve ev eşyaları gibi sektörlerde yapılan büyük indirimler, birçok tüketici için cazip hale geliyor. Bu alışveriş dönemlerinde ihtiyaçların yanında isteklerin de ön plana çıkması, tüketicilerin bütçe yönetimini yeniden gözden geçirmesine yol açıyor. İndirim dönemleri sadece bireysel harcamaları etkilemekle kalmıyor, aynı zamanda işletmelerin yıl boyunca oluşturduğu stratejik planlarını da dönüştürüyor. Özellikle Kasım ayında gerçekleştirilen büyük indirim kampanyaları, birçok işletme için önemli bir gelir kaynağı oluşturuyor.

Perakende sektöründe faaliyet gösteren firmalar, Black Friday 2024 gibi indirim günlerine özel olarak hazırladıkları stok ve pazarlama stratejileriyle bu talep artışından maksimum faydayı sağlamayı hedefliyor. İşletmeler, tüketicilerin ilgisini çekmek için sadece fiyat indirimleri yapmakla kalmıyor, aynı zamanda kampanyalarını cazip hale getirecek farklı pazarlama teknikleri de kullanıyor. Bu dönemde artan tüketici talebi, kısa vadede işletme gelirlerinde pozitif bir etki yaratıyor. Ancak, bu yoğun alışveriş dönemlerinin ekonomiye katkısı kadar bazı riskleri de mevcut. Tüketici harcamalarının bu dönemde artması, bireylerin daha sonra finansal sıkıntılar yaşamasına neden olabilir. Kredi kartı kullanımının artması ve taksitli ödeme seçeneklerinin cazip hale getirilmesi, tüketicilerin harcama kontrolünü zorlaştırabiliyor. Uzun vadede bu tür harcamaların geri ödemeleri, bireylerin bütçe dengelerini zorlayarak finansal stres yaratabiliyor. Bu indirim dönemleri, ekonomik açıdan hem tüketiciler hem de işletmeler için fırsatlar sunduğu gibi aynı zamanda riskleri de beraberinde getiriyor. Doğru bir bütçe planlaması ve ihtiyaçlara yönelik bilinçli alışveriş, bu dönemlerin ekonomik yansımalarını daha pozitif hale getirebilir. Tüketici alışkanlıklarının indirim dönemlerinde değişmesi, genel ekonomi üzerinde geçici bir canlılık yaratsa da, uzun vadede finansal sağlığı korumak adına kontrollü harcamalar önem taşıyor.

Bütçe Yönetimi ve Fiyat Karşılaştırmasının Önemi

Bütçe yönetimi, özellikle ekonomik dalgalanmaların etkisini hissettiğimiz dönemlerde, bireylerin ve ailelerin finansal sağlığını korumada kritik bir role sahip. Harcamaların dikkatli bir şekilde planlanması, kısa ve uzun vadeli finansal hedeflere ulaşmayı kolaylaştırırken, beklenmedik harcamaların getirdiği mali yükleri de azaltabilir. Bu süreçte bilinçli tüketim alışkanlıklarının geliştirilmesi, bireylerin ihtiyaçlarını karşılamanın ötesinde, tasarruf etmesine de olanak tanır. Bütçe yönetiminde başarılı olmanın yollarından biri, alışveriş öncesinde fiyat karşılaştırması yaparak en uygun seçeneğe ulaşmaktır. Fiyat karşılaştırması, tüketicilerin aynı ürünü daha uygun fiyatla satın almasını sağladığı gibi, indirim dönemlerinde sunulan fırsatları da daha iyi değerlendirme imkânı sunar. Bu tür bir kıyaslama alışkanlığı, bireylerin bütçelerini etkin bir şekilde yönetmesine yardımcı olurken, piyasada farklı ürünlerin fiyatları hakkında da bilgi sahibi olmasını sağlar. Böylece, hangi ürünün gerçek anlamda indirimde olduğunu veya hangi alışverişin daha avantajlı olduğunu değerlendirmek mümkün hale gelir.

Özellikle online platformların yaygınlaşmasıyla birlikte, fiyat karşılaştırma siteleri bu süreçte önemli bir destek sunmaktadır. Akakçe gibi platformlar, tüketicilere aynı ürünün farklı satıcılardaki fiyatlarını göstererek bilinçli alışverişin kapılarını aralıyor. Fiyat karşılaştırması sadece anlık avantaj sağlamaz; aynı zamanda alışveriş alışkanlıklarını olumlu yönde şekillendirir. İhtiyaç duyulan ürünleri rastgele almak yerine araştırarak karar vermek, tüketicilere gereksiz harcamalardan kaçınma fırsatı sunar. Örneğin, yüksek fiyatlı bir ürünü aceleyle almak yerine, farklı satış noktalarında veya platformlarda fiyatını incelemek, uzun vadede ciddi tasarruf sağlamayı mümkün kılabilir. Bu bilinç, tüketicileri bütçelerini aşan veya gereksiz harcamalara sürükleyen tuzaklardan korur. Bütçe yönetimi ve fiyat karşılaştırmasının önemi, sadece bireysel tasarruf sağlamaktan öte, tüketici alışkanlıklarını dönüştürme potansiyeli de taşır. Bilinçli tüketim alışkanlıkları, daha sağlıklı bir finansal gelecek kurmanın temelini oluşturur. Bu nedenle, harcamaları kontrol altında tutmak ve fiyat karşılaştırmalarını alışkanlık haline getirmek, uzun vadeli bir finansal sağlığın vazgeçilmez unsurlarıdır.

Black Friday’in İşletmeler için Stratejik Önemi

Black Friday, dünya genelinde alışveriş sektörünün en yoğun günlerinden biri olarak hem tüketiciler hem de işletmeler için özel bir anlam taşıyor. Özellikle yılın sonuna doğru gerçekleşmesi, Black Friday’i işletmelerin satış hedeflerine ulaşmaları ve stoklarını eritmeleri açısından stratejik bir zaman dilimi haline getiriyor. İşletmeler, bu özel alışveriş gününe aylar öncesinden hazırlık yaparak pazarlama kampanyalarını, stok yönetimini ve müşteri hizmetlerini optimize ediyor. Black Friday’in işletmeler için stratejik önemi, yalnızca satış rakamlarını arttırmakla sınırlı değil; aynı zamanda marka bilinirliği ve müşteri sadakati üzerinde de güçlü bir etki yaratıyor. Bu yoğun alışveriş gününün işletmeler için önemli bir stratejik değer taşımasının temel sebeplerinden biri, markaların kendilerini geniş kitlelere tanıtma fırsatı sunmasıdır. Black Friday sürecinde uygulanan büyük indirimler, birçok tüketici için cazip hale gelirken, işletmelerin daha önce ulaşamadıkları yeni müşterilere erişmesini sağlar. Bu durum, hem online hem de fiziksel mağazalarda artan müşteri trafiğiyle birleşerek marka bilinirliğini arttırır. Yeni müşterilerin ilk kez alışveriş yapma olasılığı bu dönemde yükseldiği için, işletmeler müşterilere kalıcı bir deneyim sunarak onları sadık müşterilere dönüştürme fırsatı yakalar. Ayrıca, Black Friday döneminde yapılan stratejik indirimler ve promosyonlar, işletmelerin stoklarını optimize etmelerine olanak tanır. Özellikle yıl boyunca biriken veya satış hızı yavaşlayan ürünlerin bu dönemde cazip indirimlerle sunulması, hem stok maliyetlerini azaltır hem de yenilenecek ürünler için raflarda yer açar.

Bu durum, işletmelerin yılın son çeyreğinde finansal açıdan daha sağlam bir tablo sergilemelerine yardımcı olur. Black Friday, yüksek talep gören ürünlerin yanı sıra stok fazlası ürünlerin de tüketicilerle buluşması için bir fırsat sunarak işletmelere stok yönetiminde esneklik kazandırır. Black Friday’in işletmeler için stratejik önemi yalnızca kısa vadeli satış artışlarıyla sınırlı kalmaz; uzun vadede müşteri veritabanını genişletme ve pazarlama stratejilerini yeniden değerlendirme fırsatı sunar. Bu alışveriş döneminde işletmeler, müşterilerin alışveriş alışkanlıkları, tercihleri ve ilgi alanları hakkında değerli verilere ulaşır. Elde edilen bu veriler, sonraki kampanyalar ve ürün geliştirme stratejilerinde kullanılmak üzere önemli içgörüler sağlar. İşletmeler, bu bilgileri kullanarak pazarlama mesajlarını daha özelleştirilmiş bir hale getirir, müşteri sadakatini arttıracak stratejiler geliştirir ve bir sonraki Black Friday dönemi için daha güçlü bir hazırlık yapar. Black Friday’in işletmeler için stratejik önemi, rekabet avantajı sağlamasından da kaynaklanır. Her işletme bu dönemde öne çıkmak ve tüketicilerin dikkatini çekmek için farklı kampanyalar ve pazarlama stratejileri geliştirir. Rakiplerin önüne geçebilmek için inovatif kampanyalar hazırlamak, tüketicilere cazip ödeme seçenekleri sunmak ve müşteri deneyimini iyileştirmek, bu dönemde öne çıkan önemli adımlardır. Black Friday, işletmelerin rekabet güçlerini sergilemesi ve rakiplerinden ayrışması için eşsiz bir fırsat sunar.

Güvenlik ve Terörizm bağlamında sığınmacı politikasının Türkiye’ye olası etkileri

2011 yılında Suriye’de baş gösteren iç savaş neticesinde, yaşadıkları yerlerden ayrılan Suriyelilerin güvenli sığınma arayışı, 21.yüzyılın en büyük göç hareketine yol açmıştır. İç savaş ile merkezi yönetimin gücünü kaybetmesi sonucu Suriye; küresel ve bölgesel güç mücadelesine dönüşmüştür. Bu bağlamda Suriye; bölgesel güç unsurların, silahlı unsurların güçlendiği, rejim karşıtlarının yanı sıra terör örgütlerinin de bulundukları bölgelerde kendi çıkarları doğrultusunda davranış gösterdikleri konuma gelmiştir. Bu bağlamda Suriye; başta rejim taraftarları, karşıtları, etnik ve dini motifli terör örgütleri, bölgesel ve küresel güç odaklarının karmaşık ilişkiler kurduğu bir büyük laboratuvara dönüşmüştür.

Yaşanan küresel ekonomik krizle birlikte, başta Türkiye olmak üzere pek çok ülke düzensiz göçe maruz kalmıştır. Türkiye’ye ilk sığınmacı akını 252 kişilik bir grubun 29 Nisan 2011 tarihinde Hatay’ın Yayladağı ilçesindeki Cilvegözü sınır kapısından geçişi ile başlamış ve üzerinden 13 yıl geçmesine karşın halen devam etmektedir. Yaşadıkları yerlerden ayrılan Suriyelileri, uluslararası hukuka uygun olarak “açık kapı” politikası gereğince “geçici koruma” altına alan Türkiye, takip ettiği politikalar ve konumundan ötürü 2011 yılından itibaren dünyanın en çok mülteci bulunduran ülkesine dönüşmüştür. Bu durum Türkiye’yi, başta güvenlik ve terörizm olmak üzere ekonomik, sosyolojik, psikolojik ve kültürel anlamda tehdit etmektedir.

Türkiye, uyguladığı açık kapı politikası sonucunda başta Suriyeli sığınmacılar ekseninde geçen 13 yılda sınırları içerisinde bulunan Suriyelilerin sadece geçici barınma merkezlerinde kalan azınlık kısmı üzerinde tam olarak denetim sağlayabilmiş, geri kalan ve ülkenin neredeyse her köşesine dağılmış kesim ise bugünün ve yarının ülke güvenliği açısından çözüm bekleyen sorunu olarak ortaya çıkmıştır. Günümüze dek ekonomik, sosyal, toplumsal ve siyasal pek çok problem yaratan Suriyeli mülteci krizinin önümüzdeki dönemde de çözümlenmesi gerekecek pek çok potansiyel sorun barındırdığı bilinmektedir.

Başta Suriyeli sığınmacılar olmak üzere Türkiye’nin uyguladığı açık kapı politikası sonucu çatışmalı ve iç savaş yaşayan ülkelerden gelen sığınmacılar ülke içinde yarattığı güvenlik sorunlarının yanı sıra, başta El-Kaide, IŞİD, PKK ve diğer terör örgütleri olmak üzere, birçok etnik ve dini motifli terör örgütü üyesi Suriyeli sığınmacı kimliğinde; Suriye krizini fırsata çevirmiş ve Türkiye’ye karşı terör eksenli güvenlik tehdidi oluşturmuştur.

Bu makale, başta Suriyeli sığınmacılar olmak üzere açık kapı göç politikasını Türkiye’nin güvenlik ve terörizm politikaları açısından ele almayı amaçlamaktadır.

Suriyeli Sığınmacılar Meselesi ve Olası Riskler

Suriye başta olmak üzere Orta Doğu’daki çatışmalı ülkelerden gerçekleşen 21.yüzyılın en büyük göçüyle Türkiye’ye Suriye’nin kuzeyinden nüfus aktarılmıştır. Boşaltılan nüfusun yerine bölücü Kürtçü terör örgütü PKK ve Suriye uzantısı yerleşmiştir. Türkiye’nin, muhacir-ensar anlayışı ile başlatılan bu durum Türkiye cumhuriyeti devletine ve Türk milletine kurulmuş emperyalist bir tuzaktır. Türkiye’ye bu tuzağı hazırlayanlar ve içerideki işbirlikçileri, sığınmacılar içerisinde ülkeye giriş yapan silahlı çatışma deneyimi olanların, olası emperyalist destekli bir iç çatışmanın ana unsurlarını oluşturma açısından önemlidir. Çatışma bölgelerinden Türkiye’ye sığınmacı adı altında fırsatı değerlendirerek giren deneyim kazanmış örgüt mensuplarının, olası bir iç savaş çıkması durumunda Suriye’nin kuzeyinde oluşturulmak istenen de facto yapı ile ilişkisinin olmayacağını düşünmek ancak saflık olacaktır.

Başta Suriye iç savaşı ile başlayan Suriyeli sığınmacı göçü, ülkemiz dışında Lübnan 1,5 milyon, Ürdün 1,4 milyon, Irak 247,568, Mısır 132,281, İsveç 122,087, Almanya 721 Bin ve bunlardan 75,500 Alman vatandaşlığına kabul edilmiştir. AB ülkelerine giden Suriyeli sığınmacı sayısı Türkiye’ye gelenlerden çok az olmasına karşın AB ülkelerinde sığınmacılar konusu ülkelerdeki seçim sonuçlarına ve ülke politikalarına ciddi etki oluşturmuştur. Bu bağlamda AB ve diğer gelişmiş ülkeler Suriye krizinden kaynaklı kitlesel göç hareketine karşı dışlayıcı, yasakçı ve negatif yönde bir tutum sergilemişlerdir. Batı, Suriyeli mültecilerin Avrupa’ya geçişini engellemek için yasal sınırlamalarını katılaştırmış, yeni sınır kontrolleri geliştirmiştir.

Bu durum Türkiye’den Avrupa’ya gitmek isteyen Suriyelileri yasadışı göçe yönlendirerek insanlık dramlarının oluşmasına sebep olmuştur. Şimdilerde başta Almanya olmak üzere pek çok AB ülkesi Şengen dâhil sınırların yeniden kontrolü konusunda yasal düzenlemeler yapmışlar ve Türkiye ile sığınmacılar konusunda yeni anlaşmalar düzenlemektedirler.

-Başta Suriyeli sığınmacılar olmak üzere Türkiye’nin uyguladığı açık kapı göç/göçmen politikasının Türkiye’ye yaratacağı etkileri şu başlıklar altında değerlendirmek mümkündür.
-Türkiye’nin millî kültür ve demografik yapının değişmesi,
-Türkiye’nin eğitim seviye ve kalitesinin bozulması,
-Sığınmacıların, özellikle iç savaş/çatışma bölgelerinden gelenlerin Türk milletinin psikolojik ve yeni nesil güvenlik kaygılarının giderek artış göstermesi,
-Çatışma bölgelerinden gelen sığınmacıların, inanç temelli mezhepsel ayrılıkların Türk toplumunda yaratacağı olumsuz etkiler,
-Devlete olan inancın zayıflayarak, devlet otoritesinin sarsılması,
-Organize suç örgütlerinin artış göstermesi,
-Terör eylemlerinin artış gösterecek olması,
-Ülkenin artan nüfusunun başta gıda olmak üzere içme suyu ve su güvenliğinin yaratacağı riskler,
-Başta Suriye ve diğer Ortadoğu ülkelerinde yaşanacak jeopolitik sarsıntılar sonucu artacak olan istikrarsızlığın Türkiye’ye yansıyacak olması,
-AB’nin, lokomotif güç Almanya’nın ve BM’nin artış gösteren bu riskler karşısında sığınmacılara yönelik finans desteğinin kesilme olasılığı,
-Emperyalist bir projenin Türkiye ayağını oluşturan sığınmacıların iç savaş çıkma olasılığında uluslararası bir askeri gücün müdahil olması gibi olasılıklar kuvvetle muhtemeldir.

Suriye İç Savaşının Türkiye’nin Güvenliği Açısından Terör Eksenli Gelişimi

Bölücü Kürtçü terör örgütü PKK/KCK’nın 2003 yılında kurulan Suriye uzantısı PYD, 2011 Suriye iç savaşına kadar durağan bir süreç izlemiş olsa da yaşanan devlet otoritesi boşluğu sonucu ülkemizin güneyinde etkili bir konuma gelmiş ve Türkiye açısından tehdit oluşturmuştur. PYD ve silahlı kolu YPG bölücü Kürtçü terör örgütünün Suriye uzantısı olmasına karşın bölgede çıkar güden uluslararası sistemin başat güçleri tarafından terör örgütü olarak kabul edilmemiştir. PYD/YPG’nin bırakın terör örgütü olarak kabul edilmesini IŞİD’e karşı yürütülen mücadelede vekil güç olarak kullanılmış olması sonucu Batılı güçler örgütü müttefik olarak kabul etmişlerdir.

Bu dönemde Suriye iç savaşını fırsata dönüştürmek isteyen PYD/YPG, uluslararası sistemin başat güçleri ve yabancı devlet ve aktörlerin siyasi ve lojistik desteğiyle bölgede güç kazanmaya çalışmıştır. Suriye krizi ile birlikte PKK/KCK birçok terörist grubunu PYD’nin silahlı kolu olan YPG’de görevlendirerek Suriye’de etkin olma ve meşruluk kazanmaya çalışmıştır. ABD ve Rusya ile ortak hareket ederek Suriye’nin kuzeyinde devlet dışı silahlı bir aktör olarak güç kazanmaya çalışan bölücü Kürtçü terör örgütünün Suriye uzantısı PYD/YPG; Türkiye’nin bölgede yürüttüğü askeri operasyonlar ile emellerine ulaşamamıştır.

1999 yılında Ebu Musab el-Zerkavi tarafından Afganistan’da, Tevhid ve Cihad Örgütü adıyla kurulan IŞİD, 2001’de Irak’ın kuzeyinde örgütlenmiştir. 2003’te Irak topraklarında ABD ordusuna karşı terör eylemleri gerçekleştiren örgüt 2004 sonrasında Irak El Kaidesi olarak anılmıştır. 15 Ekim 2006’da Bağdat, Anbar, Diyala, Kerkük, Selahaddin ve Ninova kentleri ile Babil’in bir bölümünü de içerisine alan (sözde) İslam Devletinin kurulduğunu ilan etmiştir. 2011’de ABD’nin Irak’tan çekilmesi ile bölgede güçlenen örgüt, 2013 yılında Suriye’nin Rakka şehrini ele geçirerek adını Irak Şam İslam Devleti (DEAŞ) olarak değiştirmiştir. DEAŞ, 2014’te Musul’u ele geçirmiş ve örgütün başındaki Ebubekir el-Bağdadi halifeliğini ilan ederek hilafetin yeniden geldiğini iddia etmiştir.

Türkiye DEAŞ ile mücadele kapsamında oluşturulan uluslararası iş birliğinin önemli bir parçası olmuştur. Suriye’de DEAŞ unsurlarına karşı askeri operasyonlar düzenlenmiş, DEAŞ ile mücadele edecek yerel güçlere eğitim verilmiştir. Suriye ve Irak’ta uluslararası iş birliği ile mücadele edilen DEAŞ ilk başlarda otorite boşluğundan faydalanarak birçok bölgeyi ele geçirmiş ancak yürütülen mücadele sonucu büyük zayiatlar verdirilmiştir.

Göç hareketlerinin yarattığı tehditler ön plana alındığında, yabancı istihbarat teşkilatlarının saha ajanlarının ve yabancı terörist savaşçıların durumdan faydalanarak göçmen/sığınmacı maskesi altında Türkiye’ye sızma girişimleri gerçekleşmiştir. Son yıllarda ülkeleri özellikle Türkiye’yi birinci derecede ilgilendiren konulardan biri de bu durumdan faydalanan teröristlerin sabotaj ve terör eylemi girişimleridir.

Sonuç olarak 2011 Suriye İç savaşıyla beraber Türkiye, Bölücü Kürtçü terör örgütü PKK/KCK ve Suriye uzantısı PYD/YPG ile DEAŞ tehditlerine daha hassas hale gelmiştir. Bu bağlamda etnik ya da dini güdülü/selefi terör örgütlerinin Türkiye’de terör eylemleri gerçekleştirmişlerdir. Bölgedeki otorite boşluğundan faydalanan terör örgütleri hem sınır güvenliğini tehdit etmiş hem de Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde eylemler gerçekleştirmişlerdir.

Türkiye’yi yöneten siyasal karar alıcıların, başta Suriyeliler olmak üzere Afgan, Pakistan, Irak vd. uygulanan “açık kapı” politikası şimdilerde İsrail’in Lübnan’ın güneyinde oluşturduğu güvenli yaşam alanından dolayı ülkemize yönelecek yeni sığınmacı akını dikkate alındığında bu terör örgütü üyelerinin Türkiye’ye giriş yapmalarının hatta silah ve mühimmat sokmalarının kolaylaşmasına neden olmuş/olmaktadır. Bu bağlamda Türkiye İç İşleri Bakanlığının verilerine göre 2014 sonrasında Türkiye’de 14 farklı DEAŞ saldırısında 304 kişi ölmüş, 1.338 kişi yaralanmıştır.

Türkiye’ye, her sığınmacı adı altında girişi yapılan sığınmacılar/kaçaklar güvenlik kontrolü ve kişisel verileri tam sağlanamadığı zaman ülke iç güvenlik tehdidi birinci derecede zarar görecektir. Zira geçmiş dönemlerde yaşanan canlı bomba eylemleri ve terör olayları Türkiye’nin Suriyeli/sığınmacılara yönelik uyguladığı ısrarlı açık kapı politikasının istismar edilmesinden kaynaklanan güvenlik sorunları olarak karşımıza çıkmaktadır.

Sonuç:

Bir ülke, kısa orta ve uzun vadede göç/göçmen ihtiyaç politikasını rasyonel planlama yapmadan açık kapı politikası uygulayamaz. Aksi durum karısında ısrarlı açık kapı politikası ile sadece sınırımızdan değil bölgedeki çatışmalı ülkelerden de yeni sığınmacı ve göç akınlarına kapı aralamak Türkiye’yi bata ekonomik, sosyal, kültürel ve toplumsal olmak üzere güvenlik ve terörizm alanında da krizlere sokacaktır.

Özellikle 2011 Suriye iç savaşının hemen akabinde ülkemize yönelen Suriyeli sığınmacı akınının ardında emperyalist bir senaryo vardır ve Türkiye bu sorunun altından tek başına kalkamayacaktır. Bölgesel ve küresel anlamda en çok sığınmacı ve göçü açık kapı politikası sonucu kabul eden Türkiye, ülkesine yönelik sığınmacı/göç akınını doğru yönetemediği gibi güvenlik ve terörizmle bağlantılı krizlerin de giderilmesinde başarılı olamamıştır.

Bu bağlamda, ısrarlı açık kapı politikasının devamı ve ülkeye yeni sığınmacıların alınması durumunda Türkiye’yi; millî kültür ve demografik yapının değişimi riski tehdit etmektedir. Bu durum Türkiye’nin başta eğitim kalitesini ve seviyesini daha da düşürecektir. Çatışma bölgelerinden gelen sığınmacıların Türk toplumuna uyumu (özellikle Arap milliyetçiliği) söz konusu olamayacağından ötürü Türk toplumunda yıkıcı etkilere sebep olabilecektir. Türkiye için bir başka tehdit ve tehlike kaynağı olarak Mezhep ayrılıkları gelmektedir. Organize suç örgütlerine dönüşen ve terör örgütlerinin kullanışlı aparatı konumuna gelme olasılıkları oldukça yüksektir. Sığınmacıların ülkelerine geri döndürülmesi düşüncesinde “gönüllülük” vurgusu gerçekçi değildir. Bu durumdan yararlanmak isteyen sığınmacılar yakın gelecekte diaspora faaliyetlerine başlayacaklardır. Özellikle Suriye’nin kuzeyinden ülkemize giriş yapan sığınmacıların ileride toprak ve tazminat talebinde bulunabilecek çalışmalar içerisine gireceklerdir. Bu durumu, bölgesel çıkarları olduğunu iddia eden güçlü aktörler Türkiye’ye karşı destekleyerek kullanacaklardır.

İklim değişikliği ve sıcaklıkların artacak olmasıyla özellikle Gıda ve Su Güvenliği riski güney sınır bölgelerimizde artış gösterecektir. Geçmiş dönemlerde gerek Irak gerekse de Suriye yönetimleri, Fırat/Dicle Nehirlerini haksız yere bahane ederek bölücü Kürtçü terör örgütünü ülkemize karşı kullandıkları unutulmamalıdır.

Türkiye’nin, 2018 küresel ekonomik kriz ve 2011 Suriye İç savaşı sonucu ülkemize alınan sığınmacıların oluşturduğu ekonomik yükü kaldıracak ya da akademik anlamda istikrara kavuşturabilmesi rasyonel değildir. Sığınmacıların ülkemize kalmaya devam edecek olmaları ve yeni sığınmacılara kapıların açık olduğunun beyan edilmesi ekonomik sorunların artış gösterecektir. Bu durum Türk milletindeki devlet otoritesine ve kurumlara olan inancın erimesine sebep olacaktır. Son olarak, sığınmacı politikasının devamı halinde başta ekonomik kriz Türkiye’yi daha da yıpratsa da etkisi bununla sınırlı kalmayacaktır. Başta sosyal, kültürel, etnik yapısı temel alındığında Türkiye’nin ulusal güvenliği tehdit altındadır.

Yararlanılan Kaynaklar

Mahmut Hamsici, BBC Türkçe, https://www.bbc.com/turkce/articles/crgdpw9eqj7o , 26 Eylül 2022.

Tarık Dilvani, Independet Türkçe, https://www.indyturk.com/node/655641/d%C3%BCnya/%C3%BCrd%C3%BCndeki-suriyeli-m%C3%BClteciler-bor%C3%A7-ve-tahliye-tehditleriyle-m%C3%BCcadele-ediyor , 18 Ağustos 2023.

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin (UNHCR) 2020 Şubat ayı verisi.

Yasemin Çirkin, Sınırımızdaki Peşaver, s. 9, Mart 2021, 21.yüzyıl Türkiye Enstitüsü yayınları, Ankara.

Yasemin Çirkin, a. g. e., Mart 2021.

DW Türkçe, Alman vatandaşlığı alanların sayısında rekor artış, 23 Mayıs 2024.

Yeşiltaş, M. & Öncel, R. (2017). Yenilgiden Sonra DEAŞ: Yükselişi, Çöküşü ve Geleceği, SETA Yayınları, İstanbul.

T.C. İçişleri Bakanlığı (2017a). Türkiye’nin DEAŞ İle Mücadelesi, Strateji Geliştirme Başkanlığı Yayınları, Ankara.

‘Yeni Dünya Düzeni’nin sorunları

1990’lı yıllarda uluslararası ilişkiler sisteminde çok ciddi değişiklikler gözlendi. SSCB ve onun sosyalist bloğu, o zamana kadar sistemin iç yapısı ve karakteri üzerinde önemli etkisi olan ABD ve Batılı müttefiklerinin güçlenmesi karşısında çok yoğun bir krizle karşı karşıya kaldı. Ekonomik, siyasi ve sosyal hayat, hem SSCB’nin hem de müttefiklerinin kalkınma potansiyelini tüketmiş ve onları Batılı ülkelerle olan rekabette tamamen yenilgiye uğratmıştır.

1990’lı yılların sonunda uluslararası ilişkiler sistemi, karakteri ve doğası bakımından yeni bir aşamaya – yeni bir dünya düzeninin oluşma aşamasına girmiştir. 1945’te başlayan uluslararası ilişkiler sisteminin oluşumu ve gelişmesinin üçüncü dönemi – İkinci Dünya Savaşı’nın sonu ve BM’nin kurulması – ABD ve Batılı müttefiklerinin Soğuk savaşta tam zaferiyle sona erdi. Bununla birlikte dünya siyasetinde ve uluslararası ilişkiler sisteminde yeni bir dünya düzeni başlıyor.

Deneyimler uluslararası ilişkiler ve dünya siyasetinin modern yapısının ve aktörlerinin öyle bir noktaya ulaştığını göstermektedir ki, modern dünya siyasetini ve uluslararası ilişkileri yalnızca resmi devletlerarası ilişkiler ve dış politika dairelerinin faaliyetlerini inceleyerek anlamak pek mümkün değildir. Bu ilişkiler eskiden esas olarak ulusal devletler arasındaki ilişkilere dayanıyordu, ancak artık uluslararası ve bölgesel kuruluşlar, sivil toplum kuruluşları vb. bu sürece dahil oluyor, ve aslında – iç ve dış politika, devlet egemenliği ve ulusal çıkar kavramları giderek yeni bir içerik kazanıyor. [ Həsənov, Müasir beynəlxalq münasibətlər və Azərbaycanın xarici siyasəti, s.101-105]

Şimdi ise yeni dünya düzeninin beraberinde getirdiği sorunlara bakalım.

Tek Kutupluluk ve ABD Hegemonyası

Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra ABD, Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle tek süper güç olarak uluslararası sistemde baskın hale geldi. Bu durum, dünya siyasetinde “tek kutupluluk” olarak tanımlandı. ABD’nin ekonomik, askeri ve kültürel gücü, küresel düzenin büyük ölçüde Amerikan çıkarları ve normları etrafında şekillendiği bir dönemi başlattı. Bu hegemonyanın sonucu olarak, 1990’larda ve 2000’lerin başında ABD, hem doğrudan askeri müdahalelerle hem de uluslararası kurumlar ve ittifaklar aracılığıyla küresel düzeni yönlendirme kapasitesine sahipti. NATO’nun genişlemesi, Birleşmiş Milletler’deki ağırlığı, Dünya Ticaret Örgütü ve IMF gibi küresel kurumlarda lider rol üstlenmesi bu dönemin göstergelerindendir.

Ancak, ABD’nin bu hegemonik pozisyonu zamanla meydan okumalarla karşılaştı. Özellikle, Rusya ve Çin gibi ülkeler, tek kutuplu bir düzenin kendi çıkarlarına zarar verdiğini düşünerek, çok kutuplu bir dünya sistemini savunmaya başladılar. Rusya, NATO’nun doğuya genişlemesini bir tehdit olarak algıladı ve 2008’deki Gürcistan krizi, 2014’teki Kırım’ın ilhakı gibi eylemleriyle küresel düzene meydan okudu. Şimdi de Ukrayna… Çin ise ekonomik ve askeri gücünü artırarak Asya Pasifik bölgesinde ve ötesinde nüfuzunu genişletmeye başladı. ABD’nin hegemonyası, bu meydan okumalara karşı kırılgan hale geldi ve dünya siyaseti daha karmaşık, çok kutuplu bir yapıya doğru evrildi.

Çin’in Yükselişi

Çin, 1978’de başlayan ekonomik reformların ardından dünya ekonomisinde hızla yükselmeye başladı ve 21. yüzyılın başlarından itibaren ABD’nin küresel liderliğine karşı önemli bir rakip haline geldi. Bu ekonomik büyüme, Çin’in askeri gücünü de önemli ölçüde artırmasına olanak tanıdı. Çin’in savunma bütçesi ve ordusunun modernizasyonu, bölgesel ve küresel ölçekte stratejik bir aktör olarak ortaya çıkmasını sağladı.

Çin’in “Bir Kuşak, Bir Yol” girişimi gibi projelerle küresel ticaret yollarında etkisini genişletmesi ve Güney Çin Denizi’ndeki askeri varlığını güçlendirmesi, ABD’nin Asya-Pasifik’teki stratejik çıkarlarını tehdit etti. Çin’in ABD ile olan rekabeti sadece ekonomik ve askeri alanlarla sınırlı kalmadı. Aynı zamanda, telekomünikasyon, yapay zeka, yarı iletkenler ve diğer teknolojik alanlarda da üstünlük elde etmeye çalıştı. Bu durum, iki ülke arasında ciddi bir stratejik rekabet yarattı.

ABD ve Çin arasındaki bu rekabet, 2018’deki ticaret savaşlarıyla somutlaştı. ABD, Çin’e karşı gümrük tarifeleri uygulayarak ekonomik baskı kurmaya çalışırken, Çin de karşılık verdi. Bu ticaret savaşları, küresel ekonomi üzerinde geniş etkiler yarattı.[ ‘Ticaret savaşı’: ABD ek gümrük vergilerini uygulamaya başladı, Çin’den misilleme geldi] Aynı zamanda, Çin’in artan teknolojik kapasitesi, ABD’de ulusal güvenlik endişelerini artırdı. Özellikle yapay zeka ve 5G teknolojilerinde Çin’in yükselişi, Batılı ülkelerde büyük bir kaygı yarattı ve bu teknolojilerin kontrolü üzerine büyük bir küresel yarış başladı. [3 soruda Çinin teknoloji hamlesi]

Bu iki gelişme, günümüzde uluslararası ilişkilerin en önemli dinamiklerinden biri olan ABD-Çin rekabetini şekillendirmekte ve dünya siyasetinin geleceğini belirlemektedir. Çin’in ekonomik büyümesi, küresel gücün Batı’dan Doğu’ya kaydığı bir döneme işaret ederken, ABD bu süreci yavaşlatmak ve hegemonik konumunu korumak için stratejilerini yeniden yapılandırmaktadır.

Küreselleşme ve Eşitsizlik

Küreselleşme, özellikle 20. yüzyılın sonlarından itibaren dünya ekonomisini birbirine bağlayarak mal, hizmet, sermaye ve bilgi akışını hızlandırmıştır. Ancak bu süreç, hem ülkeler arasında hem de ülkelerin kendi içlerinde eşitsizliklerin artmasına neden olmuştur. Küreselleşme, gelişmiş ülkelerde sermaye ve büyük şirketlerin lehine sonuçlar doğururken, gelişmekte olan ülkelerde veya düşük gelirli gruplar üzerinde olumsuz etkiler yaratabilmektedir. [Özerkmen, “Uluslararası Eşitsizliği Derinleştiren Bir Süreç Olarak Ekonomik Küreselleşme”, s.146]

Küreselleşmenin yol açtığı teknolojik ilerlemeler ve dijitalleşme, dünya çapında iş gücü piyasalarında büyük değişimlere neden olmuştur. Özellikle imalat ve hizmet sektörlerinde gelişmekte olan ülkelerdeki ucuz iş gücü, küresel şirketler için cazip hale gelirken, gelişmiş ülkelerde iş kayıpları ve maaşların baskı altında kalmasıyla sonuçlanmıştır. Bu, özellikle Batı’da popülizmin ve küreselleşmeye karşı milliyetçi hareketlerin yükselmesine katkıda bulunmuştur. Öte yandan, gelişmekte olan ülkelerde, küresel sisteme entegrasyon, yoksulluk ve eşitsizlik sorunlarını çözmede beklenenden daha sınırlı kalmıştır.

Uluslararası Kurumların Aşınması

Birleşmiş Milletler (BM), Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) ve Uluslararası Para Fonu (IMF) gibi uluslararası kurumlar, küresel yönetişim ve işbirliğinin temel taşları olarak kurulmuşlardır. Ancak son yıllarda bu kurumlar, uluslararası sistemdeki değişen güç dengeleri ve artan milliyetçilik, popülizm ve güvensizlik ortamında zayıflamışlardır.
Popülist ve milliyetçi liderler, bu uluslararası kurumları ulusal egemenliği zayıflatan yapılar olarak eleştirirken, küresel işbirliği ve çok taraflılık yerine daha fazla bağımsızlık ve ulusal çıkar odaklı politikalara yönelmişlerdir. Bu durum, özellikle küresel krizler karşısında koordinasyonun zorlaştığı bir dünya düzenine işaret etmektedir.

İklim Değişikliği ve Çevresel Sorunlar

İklim değişikliği, yeni dünya düzeninin en büyük tehditlerinden biri haline gelmiştir. Yükselen deniz seviyeleri, aşırı hava olayları, orman yangınları, kuraklık ve su kıtlığı gibi sorunlar, yalnızca çevresel değil, aynı zamanda jeopolitik ve ekonomik boyutları olan bir kriz olarak ortaya çıkmaktadır. [Beşballı, “Çevre Sorunları Çerçevesinde Küresel İklim Değişikliği”, s.501]

Özellikle gelişmekte olan ülkeler, iklim değişikliğinin etkilerine karşı daha savunmasız durumda olup, tarım, su kaynakları ve altyapı açısından büyük zorluklarla karşı karşıya kalmaktadırlar. İklim değişikliğinin yarattığı bu tehditler, küresel ekonomik ve siyasi istikrarı da etkilemektedir. Kaynak kıtlığı, göç akınları, gıda güvenliği ve enerji güvenliği gibi konular, uluslararası güvenlik açısından giderek daha önemli hale gelmektedir. Örneğin, su kıtlığı veya tarım üretimindeki azalma, bazı bölgelerde sosyal huzursuzluk ve çatışmalara yol açabilir. Bu sorunların çözümü için küresel işbirliği büyük önem taşımaktadır, ancak uluslararası toplumun bu konuda yeterli ve etkili bir yanıt verdiği söylenemez.

İklim değişikliğine yönelik küresel koordinasyon eksikliği ve alınan önlemlerin yetersizliği, bu sorunun çözülmesinin önündeki en büyük engellerden biridir. Dünya genelinde daha güçlü ve uyumlu bir çaba gösterilmediği takdirde, iklim değişikliği, küresel güvenlik ve istikrarı tehdit eden en önemli faktörlerden biri olmaya devam edecektir.

Siber Güvenlik ve Bilgi Savaşları

Dijital çağın getirdiği büyük dönüşümler, uluslararası ilişkilerin dinamiklerini de köklü bir şekilde değiştirmiştir. Siber güvenlik, 21. yüzyılda uluslararası güvenliğin merkezine oturmuş, devletler ve kurumlar arasında siber saldırılar, dijital casusluk, bilgi hırsızlığı gibi tehditler giderek yaygınlaşmıştır. Özellikle devletlerin ve büyük şirketlerin dijital altyapılarına yönelik saldırılar, ekonomik ve stratejik dengeleri etkileyen faktörler haline gelmiştir. Siber saldırılar, kritik altyapılara zarar verebilir, bankacılık sistemlerini bozabilir, enerji şebekelerini devre dışı bırakabilir ve askeri sistemlere müdahale edebilir. Bu tehditler, siber güvenliğin ulusal güvenliğin ayrılmaz bir parçası olmasını zorunlu kılmıştır.

Sosyal medya ve dijital platformlar üzerinden yayılan yanıltıcı bilgiler ve manipülasyonlar, “bilgi savaşları”nın yeni bir boyutunu oluşturmuştur. Sosyal medyanın siyasi propaganda, dezenformasyon ve dış müdahale aracı olarak kullanılması, demokratik sistemlere olan güveni ciddi şekilde sarsmaktadır. Özellikle seçim dönemlerinde, bazı ülkeler dezenformasyon kampanyaları ile kamuoyunu manipüle etmeye çalışmakta, bu da ülkeler arasındaki gerilimleri artırmaktadır. [Köseoğlu ve Al, Bir Siyasal Propaganda Aracı Olarak Sosyal Medya, s. 103]

Devlet Dışı Aktörler ve Terörizm

Terör örgütleri, çok uluslu şirketler, sivil toplum kuruluşları ve diğer devlet dışı aktörler, uluslararası politikaları etkileyen önemli aktörler haline gelmiştir. IŞİD, El Kaide gibi örgütler, sadece bölgesel güvenlik değil, küresel güvenlik açısından da tehdit oluşturmaktadır. Terörizm, devletlerin egemenlik alanlarını ihlal eden, asimetrik bir güvenlik tehdidi olarak tanımlanmakta ve uluslararası terörle mücadele stratejileri küresel işbirliğini zorunlu kılmaktadır. Devlet dışı aktörlerin sadece terörizmle sınırlı olmadığı da unutulmamalıdır. Çok uluslu şirketler, küresel ekonomideki rollerini artırarak devletler üzerinde ekonomik baskı kurabilmekte ve uluslararası ilişkileri
şekillendirmektedir. [Kamacı ve Turan, Küreselleşme sürecinde çok uluslu şirketlerin ekonomik açıdan değerlendirilmesi, s.82]

Özellikle teknoloji devleri, dünya çapında milyarlarca kullanıcıya sahip olup, hükümetlerle karşı karşıya gelmekte ve veri gizliliği, düzenleyici çerçeveler gibi konularda siyasi baskı yaratmaktadır. Aynı şekilde, küresel STK’lar da çevresel, sosyal ve insan hakları konularında uluslararası politikalar üzerinde etkili olabilmektedir. Devlet dışı aktörlerin yükselişi, uluslararası sistemi daha karmaşık hale getirmiş ve geleneksel diplomasi anlayışını zorlamıştır.

Nükleer Yayılma ve Silah Kontrolü

Nükleer silahların yayılması ve büyük silah kontrol anlaşmalarının aşınması, uluslararası güvenlik için ciddi tehditler oluşturmuştur. Nükleer silahların varlığı, Soğuk Savaş boyunca büyük devletler arasında “caydırıcılık” ilkesine dayalı olarak bir denge unsuru olmuşken, bu silahların yayılma riski, küresel güvenlik ortamını daha belirsiz ve tehlikeli hale getirmektedir. Özellikle İran’ın nükleer programı uluslararası toplumda büyük endişelere yol açmış ve bölgesel bir nükleer silahlanma yarışı riskini doğurmuştur. [Şahin ve Uysal, Nükleer silahlarin yayilmasi ve silahsizlanma sürecinin gelişmesi, s.467-470]

Nükleer silahların yayılması sadece yeni oyuncularla sınırlı değildir. Mevcut nükleer güçler de cephanelerini modernize etmekte ve nükleer kapasitelerini artırmaya çalışmaktadır. [SIPRI: Ufukta nükleersiz bir dünya görünmüyor]. Soğuk Savaş döneminde imzalanan birçok silah kontrol antlaşması, günümüzde ya geçerliliğini yitirmiş ya da taraflar arasında güven sorunu nedeniyle ihlal edilmiştir. Örneğin, 2019’da ABD’nin Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler (INF) Antlaşması’ndan çekilmesi nükleer silahların yeniden kontrolsüz bir şekilde yayılma riskini artırmıştır. [INF – NATO: ABD’nin Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Anlaşması’ndan çekilmesinden Rusya sorumlu]

Nükleer silahların yanı sıra, hipersonik füzeler gibi yeni nesil silah teknolojilerinin geliştirilmesi de küresel güvenlik açısından yeni zorluklar yaratmaktadır. Nükleer silahların ve gelişmiş silah sistemlerinin yayılması, daha istikrarsız ve öngörülemez bir güvenlik ortamı oluştururken, uluslararası toplumun bu konuda işbirliğini artırması büyük bir gereklilik olarak öne çıkmaktadır.

İnsani Krizler ve Göç

Üçüncü binyılın gündemini meşgul eden en acil konulardan biri göç krizidir. Şu anda farklı ülkelerde bu sorunla ilgili birçok çalışma yapılıyor ve bilimsel çalışmalar yayınlanıyor. Şu anda memleketlerinden göç etmek zorunda kalan insanlara yönelik tutum da belirsiz. Çoğu durumda geldikleri ülkelerde ayrımcılığa maruz kalıyorlar, etnik ve dini kimlik ön plana çıkıyor. Bu açıdan bakıldığında modern göç süreçlerine farklı medeniyet taşıyıcılarının çatışması ve çok kültürlü bir kriz eşlik etmektedir.

Göç birçok nedenle ortaya çıkabilir. Hızlandırıcı faktörler: eğitim, iş eksikliği, yetersiz tıbbi bakım, az fırsat, ilkel koşullar, siyasi korku, işkence ve kötü muamele korkusu, dini ayrımcılık, servet kaybı, doğal afetler, şiddet, adil yargılanma şansının düşük olması. Çekici faktörler: iş fırsatları, eğlence, eğitim, daha iyi tıbbi bakım, güvenlik, aile bağları, düşük suç, yüksek adil yargılanma şansı.

Son dönemde Güney, Güneydoğu ve Doğu Asya’ya göçlerin arttığını, eğitim amaçlı, nitelikli personelin ve teknolojik gelişmeler nedeniyle oraya gidenlerin sayısının yeterli olduğunu söyleyebiliriz. [Müasir dövr miqrasiya proseslərinin pərdəarxası]

Demokrasiye Yönelik Tehditler

Demokrasi kavramı, toplumun siyasi örgütlenme biçimi olarak halkın iktidarın kaynağı kabul edilmesi, devlet işlerinin çözümüne katılma hakkına sahip olunması ve vatandaşlara geniş haklar ve özgürlükler tanınması esasına dayanır. Demokrasi, vatandaşların temsilci devlet organlarına seçme ve seçilme haklarını, söz, basın, toplantı, miting ve gösteri özgürlüklerini, vatandaşların hukuki eşitliğini, kişi ve konut dokunulmazlığını kapsar.

Demokrasinin temeli, bireyin özgürlük hakkı ve kişinin kişiliğine saygı ile sağlanır. Demokrasi, deri rengi, cinsiyet, dil, din, sosyal durum, mülkiyet ya da sınıftan bağımsız olarak tüm vatandaşların eşitliğini esas alır. Ancak unutulmaması gereken bir diğer önemli nokta, bir bireyin özgürlüğünün başkalarının da özgür olmasına engel olmaması gerektiğidir.

Elbette, gerçek hayatta bu eşitlik idealinin bazı eksiklikleri vardır. Çok gelişmiş demokrasiye sahip olan devletlerde bile tüm vatandaşların kendi özgürlüklerinden yararlanma hakları eşit değildir. Birçok bölgede demokratik sistemler otoriterliğin yükselişi, hukuk devletinin zayıflaması ve medya özgürlüğüne yönelik saldırılar nedeniyle tehdit altındadır. [Demokratiya nədir?]

Aile Kavramının Kaybolması

Yeni dünya düzeninin en temel sorunlarından biri de aile kavramının kaybolmasıdır. Bunun bilinçli olarak yapıldığı oldukça aşikârdır. Aile kavramının kaybolması LGBT bireylerinin artışı, evlenenlere kıyasla boşanmaların artması ve aile içi sorunların çoğalması gibi birçok faktörde kendini göstermektedir. Elbette birçok başka neden daha var. Bu konunun aniden gündeme gelmesi tesadüf değil. Bildiğimiz gibi nüfus önlenemez bir şekilde artmaya devam ediyor. Her ne kadar salgın hastalıklar, savaşlar ve doğal ölümler nedeniyle bu sayı azalsa da artış oranı o kadar yüksek ki, düzenlenmesi mümkün değil. Bunu aile kavramını kaybederek düzenlemek daha doğru olur. Çünkü aynı zamanda birçok yönde ilerleme de sağlanmış olduğundan, 10-15 yıl içinde çok büyük bir azalma görülecektir.

LGBT bireylerinin sayısındaki artış ile bu kişilerin evlilik sayıları da artmaktadır. Ancak biyolojik açıdan bu evliliklerde çocuk sahibi olmak mümkün değildir. Bu nedenle, bu tür evliliklerin artışı göz önünde bulundurulduğunda, insan nüfusunun azalacağı öngörülmektedir. Normal ailelere baktığımızda da çeşitli sorunların azımsanmayacak kadar fazla olduğunu görebiliriz. Doğal ve kalıtsal etkilerden kaynaklanan kısırlık oranları yükselmektedir. Aynı zamanda ekonomik zorlukların yarattığı problemler nedeniyle aileler çocuk sahibi olma fikrinden geri çekilmektedir. Kısa süreli evliliklerin arttığı bir dönemde, aile kavramının kaybolduğunu gözlemleyebiliriz ve bu durum, gençler arasında evliliğe olan güvenin sarsıldığını göstermektedir. [GZT]

Sonuç

Yeni dünya düzeninin karşı karşıya olduğu sorunlar oldukça çeşitlidir ve bu sorunların önüne geçmek amacıyla alınan tedbirler her zaman kalıcı ve etkili sonuçlar vermemektedir. Ekonomik eşitsizlikten çevresel felaketlere, siyasi istikrarsızlıklardan toplumsal ayrışmalara kadar uzanan bu sorunlar, hızla değişen ve gelişen dünyada kaçınılmaz bir şekilde kendini göstermektedir. 8 milyar insanın ihtiyaçları, çıkarları ve beklentileri göz önünde bulundurulduğunda, bu sorunların tümüne köklü ve kalıcı çözümler bulmak oldukça zor görünmektedir. Hatta, mevcut sorunların çözüme kavuşturulması durumunda bile, kısa süre içinde yeni problemler ortaya çıkacaktır.

Öyleyse birçok sorunun çözümü için uluslararası işbirliği gerektirmektedir. Ancak her ülkenin kendi öncelikleri ve çıkarları olduğu için bu işbirliği çoğu zaman sınırlı kalmakta ve sorunlar daha da derinleşmektedir. Bu nedenle, sorunların çözümüne yönelik çabalar ne kadar büyük olursa olsun, köklü ve kalıcı çözümler bulmak zor olmaya devam edecektir. Burada önemli olan, bu sorunların farkına varılması ve olası krizleri önlemek ya da hafifletmek için sürekli bir çaba gösterilmesidir. Nihai çözüm yerine, sürdürülebilir politikalarla düzenin korunması ve iyileştirilmesi amaçlanmalıdır.

Yararlanılan Kaynaklar

3 soruda Çinin teknoloji hamlesi, son güncelleme 19 mayıs, 2023, https://www.aa.com.tr/tr/analiz/3-soruda-cinin teknoloji-hamlesi-ve-2030-hedefleri/2901062

Ahmet Kamacı ve Maruf Turan, “Küreselleşme Sürecinde Çok Uluslu Şirketlerin Ekonomik Açıdan Değerlendirilmesi”, Yönetim, Ekonomi, Edebiyat, İslami ve Politik Bilimler Dergisi,3(2): 81-92, 2018, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/614709

Demokratiya nədir?; son güncelleme 8 Şubat, 2021, https://demokratik.az/xeberler/siyaset/26768-demokratiya nedir-insan-shexsiyyetine-hrmetdir.html

Güngör Şahin ve Serhat Uysal, “NÜKLEER SİLAHLARIN YAYILMASI VE SİLAHSIZLANMA SÜRECİNİN GELİŞMESİ”, ULUSLARARASI KRİZ VE SİYASET ARAŞTIRMALARI DERGİSİ, Aralık 2023 7(2), 466-492, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/3105007

GZT

Həsənov Əli, Müasir beynəlxalq münasibətlər və Azərbaycanın xarici siyasəti, Bakı, Azərbaycan nəşriyyatı, 2005.

INF – NATO: ABD’nin Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Anlaşması’ndan çekilmesinden Rusya sorumlu, son güncelleme 2 Ağustos, 2019,https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-49201329

Müasir dövr miqrasiya proseslərinin pərdəarxası; son güncelleme 27 Ekim, 2018, https://525.az/news/108861- muasir-dovr-miqrasiya-proseslerinin-perdearxasi

Necmettin Özerkmen, “Uluslararası Eşitsizliği Derinleştiren Bir Süreç Olarak Ekonomik Küreselleşme”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi 44,1 (2004) 135-148

https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/2153247

Sinem Gözde Beşballı, “Çevre Sorunları Çerçevesinde Küresel İklim Değişikliği”, Artvin Çoruh Üniversitesi Uluslararası Sosyal Bilimler Dergisi 2023, 9(2), 500-521, https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/3526192

SIPRI: Ufukta nükleersiz bir dünya görünmüyor, son güncelleme 17 haziran, 2019, https://www.dw.com/tr/sipri ufukta-n%C3%BCkleersiz-bir-d%C3%BCnya-g%C3%B6r%C3%BCnm%C3%BCyor/a-49234470
‘Ticaret savaşı’: ABD ek gümrük vergilerini uygulamaya başladı, Çin’den misilleme geldi, son güncelleme 24 Eylül, 2018, https://tr.euronews.com/business/2018/09/24/ticaret-savasi-abd-ek-gumruk-vergilerini-uygulamaya-basladi-cin-den misilleme-geldi

Yakup Köseoğlu ve Hamza AL, “Bir Siyasal Propaganda Aracı Olarak Sosyal Medya”, Akademik İncelemeler Dergisi Cilt: 8, Sayı: 3, Yıl: 2013, (erişim 06.10.2024) https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/17706

 

 

İran’daki ayrılıkçı kürtçülük ve bölücü silahlı faaliyetleri: Bölgesel çıkarlar uğruna taşeron olarak kullanılan kürtçülük hareketi

Bölücü Kürtçü Terör Örgütü(BKTÖ) PKK ve uzantılarına değişik alanlarda destek sağlayan ülkeleri iki ana grupta değerlendirmek mümkündür. Birinci grupta bulunan ülkeler; terör örgütün ekimi zaman açık veya gizli silah, askeri malzeme, eğitim kampları ve finans gibi destekleri sağlayan ülkelerdir. Zaman içinde ilişkilerin gelişmesine bağlı olarak göreceli olarak değişse de bu devletler; Suriye, Yunanistan, GKRY, Rusya Federasyonu, İran, Ermenistan, Irak, Lübnan ve Libya idi. Bu ülkeler; eğitim kampları tahsis etme, sahte kimlik sağlama, finansman temin etme, örgüt evi tahsis etme, havayolu ile geçişlerde kolaylık, tedavi, silah ve mühimmat yardımı gibi aktif destekler sağlamışlardır.

İkinci grupta bulunan ülkeler ise, PKK’yı terörist olarak nitelemekle birlikte örgütün paravan kuruluşlarına geniş müsamaha göstererek özellikle kendi ülkelerinde varlıklarını sürdürmelerine ve faaliyetlerine destek veren ülkelerdir. Bu ülkeler; Almanya, Fransa, İngiltere, Avusturya, ABD, Finlandiya, Norveç, Danimarka, İsveç, Hollanda, Belçika, İsviçre, İspanya, İtalya, Bulgaristan ve Romanya şeklinde sıralamak mümkündür. İkinci grupta yer alan ülkeler aynı zamanda BKTÖ’ye siyasal, propaganda, lojistik, eleman kazandırma ve uluslararası kamuoyu sağlama noktasında da destek veren ülkelerdir.

BKTÖ’nün varlığını sürdürmesine, pek çok konuda örtülü kimi zaman da açık destek veren ülkelerden biri de İran’dır. İran ve Türkiye, 1623-1639 Osmanlı-Safevî Savaşını sona erdiren ve bugünkü Türkiye-İran sınırını büyük ölçüde belirleyen “Kasrı Şirin Antlaşması’ndan günümüze savaşmamaktadır. Ancak Tahran yönetimleri uzunca bir süredir Ankara ile olan bölgesel çıkar çatışmalarında Türkiye’ye karşı BKTÖ ve uzantılarını pek çok konuda destekleyerek taşeron olarak kullanmıştır. Bunun dışında İran’daki ayrılıkçı/bölücü Kürtçü hareketleri ve silahlı yapılarını destekleyen ülkeler de vardır.

Bunlardan birincisi; İran’a karşı ayrılıkçı/bölücü Kürtçü politikalarında Amerika ve Almanya’nın başını çektiği ikili, (buna Fransa’yı da eklemek mümkün) ikincisi ise; Türkiye’ye karşı bölücü Kürtçü projede yer alan Amerika ve Rusya ikilisidir. Rusya, bölgesel çıkarları gereği bölücü Kürtçü terör örgütünü Türkiye’ye ve bölge ülkelerine karşı destekleyerek kullanmakta ABD-Almanya ise BKTÖ üzerinden hem Türkiye’ye karşı siyasal anlamda üstünlük kurmak istemiş kimi zamanda örgütün dileklerini Ankara’ya dayatmıştır.

Dikkat ederseniz her iki grupta da ABD başrolde ve ortada bir siyasal Kürtçülük oyunu oynanmaktadır. Zira İran, özellikle2000’lerin ikinci yarısından itibaren Batı’nın ‘’Kürt Milisler’’ ya da ‘’Özgürlük Savaşçıları’’ olarak adlandırdıkları ancak özünde bir terör örgütü olan Türkiye’de PKK, Suriye’de YPG ve İran’da ki PJAK olarak adlandırılan etnik-ayrılıkçı-bölücü Kürtçü terör örgütü tarafından silahlı eylemlerin sıkça yaşandığı bir döneme girmiştir. 2016 yılında İran’ın genelinde yaşanan silahlı eylemleri gerçekleştirenlerin peşmergeye bağlı oldukları ve kullandıkları silahların Alman menşeili oluşu, eğitimlerinin de Amerikalılar tarafından verildiği bilinen bir realitedir.

ABD’nin, BKTÖ’nün İran’da ki kolu olan PJAK’ın askeri eğitimini CIA ajanlarının verdiği birçok makaleye konu olmuştur. Bunlardan en dikkat çekeni ise Asia Times’ın “PJAK terör örgütünün üyeleri ABD istihbarat servisleri tarafından, Irak topraklarında eğitim görmektedirler’’ açıklamasıdır. Yayınlanan yazıda, eski ABD istihbarat subayı Mark Smith’in de bunu doğruladığı belirtilmiştir. Bunun yanı sıra, Washington’un gizli bir şekilde İran karşıtı rejim muhalifleri oluşturması ve bununla ilgili ciddi askeri tatbikatlarda bulunduğuna dair bilgiler ortaya çıkmaktadır.

‘’Tek hedefimiz İran İslam Cumhuriyetidir’’ açıklamasını yapan İran’da ki Kürt Hareketinin lideri (KDPI) Mustafa Hijri’nin, “PJAK”ın İran’a ait askeri birimlere silahlı saldırısı sonucunda 20 kadar İranlı asker ölmüştür. Bütün bunların yanı sıra İran Kürtlerinin lideri Mustafa Hijri’nin ABD’de Senatoyla yapmış olduğu resmi görüşmeleri hatırlamakta fayda vardır. Mustafa Hijri ABD senatosun da yapmış olduğu açıklama da “Biz – Kürt milleti İran İslam Cumhuriyeti’ne karşı savaşıyoruz. Bizi, Amerikalı olarak bu yolda yalnız bırakmamalısınız, desteğinize ihtiyacımız var.” demiştir.

İran Kürt Hareketi IKD-P ya da KDP-İ’nin lideri Mustafa Hijri, ABD’ye gitmeden önce Almanya’ya da bir resmi ziyarette bulunmuş ve Kürtler Kuzey Irak’ta eğitim aldıktan sonra ABD ve Almanya tarafından İran’a karşı kullanılmaktadırlar, bunu Kürtlerin kendileri de itiraf etmektedirler. Ayrıca sadece ABD ve Almanya ziyaretleriyle kalmamış, başta Brüksel olmak üzere Fransa parlamentosunda da temaslarda bulunmuştur.

Hiç şüphesiz terör örgütü PKK’nın gerek Suriye gerekse İran kolları olan örgütlerin silahlanması ve eğitilmesi sözde İŞİD’e karşı mücadele adı altında Irak’ta yürütülmüştür. Ulaşılan bilgilere göre askeri eğitim alan örgütlerin içinde ilk sırayı alan örgütün PAK (Kurdistan Freedom Party) olduğudur ve ne gariptir ki PAK’ın katılımı ile 2016 yılında İran’ın genelinde 8’e yakın terör eylemi gerçekleşmiştir. Almanya ve ABD istihbarat servisleri peşmergeye eğit-donat adı altında PAK üyelerini de İran’a karşı eğitmişlerdir. PAK sözcüsü Hüseyin Yazdanpana, Batı (Almanya-Fransa-Brüksel) ve ABD’li ortaklarından daha da ciddi destek beklediklerini ifade etmiştir. Ayrıca unutulmaması gereken bir diğer önemli bağ ise hiç şüphesiz PAK sözcüsü Yazdanpana’nın KDP-İ lideri Mustafa Hijri ile 2016’da fikir/eylem birliği yapmış olmalarıdır.

PAK-PJAK sadece ABD ve Almanya tarafından mı silahlandırılmaktadır. Elbette, hayır. Malumunuz ABD’nin, BKTÖ’nün Suriye’de uzantısı YPG’ye binlerce tır silah yardımda bulunduğu ulusal ve uluslararası medyada yer almıştır. Ancak PAK ve PJAK’ın silahlandırılması her ne kadar ABD ve Almanya’nın tekeliyle sınırlı kalmadığı gibi bu silahlanmanın yanı sıra askeri eğitimin de diğer AB ülkeleri İtalya, İngiltere, Hollanda, Finlandiya, Norveç, Macaristan ve İsveç gibi ülkelerin askeri uzmanları tarafından da sağlanmıştır.

Türkiye’nin yer aldığı coğrafyada jeo-politik, enerji ve enerji kaynaklarının ele geçirilmesi, kontrol altına alınması bağlamında ABD ve Almanya’nın başta Türkiye olmak üzere, Irak, Suriye ve İran’da jeo-stratejik olarak ayrılıkçı/bölücü Kürtleri kullandığı ve bundan sonra da kullanacağı çok açıktır. İran’da silahlı eylemlerini yürüten bu terör örgütü İran’ın askeri birliklerini hedef aldıklarını ve saldırılar gerçekleştirdikleri bilinmektedir.

İran’ın Bölücü Kürtçü Terör Örgütü PKK ile Stratejik İlişkileri

Türkiye ve İran hem birbirinin komşuları hem de birbirleriyle rekabet içinde olan ülkelerdir . Osmanlı Devleti ile İran arasında birçok savaş yapılmış ve sonunda Kasrı Şirin Antlaşması ile iki ülke arasındaki savaşlar sonlanmıştır. İran,1979 Devrimden sonra birçok değişim geçirmiştir. Bu devrimden sonra, büyük İslam imparatorluğu kurma düşüncesine kapılmıştır. İstenilen bu imparatorluğu kurmanın temellerini etraflarındaki İslam toplumları ile gerçekleştireceği sohbetlerle atabileceğini düşünmüştür. Türkiye’deki düzenin İslami bir düzen olmadığını ileri sürerek, diğer İslam ülkelerinin Türkiye’ye karşı düşman olması için çabalamıştır. İran, ülkemizi birçok yönden zarara uğratmaya çabalamış ve ülkemize karşı terör örgütlerini kışkırtmıştır. BKTÖ’nün gerçekleştirdiği eylemlerin zirve yaptığı 1990’larda, örgütün giderek etkin hale gelmeye başlamasında İran’ın payı oldukça yüksektir.

Türkiye’nin, 40 yılı aşkın süredir mücadele verdiği BKTÖ, Irak ve Suriye ile bağlantı kurduktan sonra İran ile de ilişki kurmuştur. Örgütün İran ile kurduğu ilişkilerinin temelinde, ülkenin topraklarından faydalanıp, TSK’nın daha büyük bir alana yayılmasıyla beraber denetim alanının zorlaştırılması yatmaktadır. İran’ın ülkemize sızmaya çalışan teröristleri engellememesi, örgütün Türkiye içine girmesini kolaylaştırmıştır. BKTÖ, İran’dan birçok kez maddi yardım almıştır. İran’ın, BKTÖ’ye sağladığı askeri, eğitim kamp alanı ve diğer yardımları uluslararası makalelere de konu olmuştur. İngiltere’nin önemli dergilerinden Jane’s İnteligence Review, ABD’nin Ruslara karşı savaşmakta olan Afgan mücahitlerine verdiği füzelerin bir bölümünün BKTÖ’nün eline ulaştığını ifade etmiştir. Bu dergi, BKTÖ’nün, füzeleri İran’dan aldığı iddiasında bulunmuştur.

1999’da örgüt liderinin yakalanmasının ardından örgüt ülkede pek çok eylem organize etmiştir. Akabinde İran, örgüte karşı operasyonlar düzenlemiş ve teröristlerin gerçekleştirdiği eylemlere müdahale etmiştir. BKTÖ, 11 Eylül 2001’de ABD’de World Tren Center’a gerçekleştirilen saldırının hemen ardından, İran’da PJAK isimli “Kürdistan Özgür Yaşam Partisi’ni kurmuştur. PKK ve PJAK örgütleri arasında düşünce açısından pek çok fark bulunmaktadır. PKK bağımsız bir devlet kurmayı hedeflerken, PJAK bir düzen değişimini amaçlamaktadır. ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra örgüt, İran’daki kolu olan PJAK tarafından gerçekleştirilenterör eylemleri artmıştır.

Bu eylemler 2006 yılında pik yapmıştır. 2010-2011 yıllarında İran ve Türkiye, bölücü Kürtçü terör örgütü PKK’yı yok etmek üzerine karar almışlar ve teröristlerin yaşadıkları kamplara hava ve kara saldırıları gerçekleştirmişlerdir. Sözde “Arap Baharı” olaylarının Suriye’ye kadar uzamasıyla beraber bu ülkenin de çatışma sürecine dâhil olmasıyla İran, terör örgütü PJAK ile ateşkes yapmayı tercih etmiştir. İran rejimi, özellikle ‘İkinci Karabağ Savaş’ı öncesi ve sonrasında Zengezur Koridorunun açılmaması için Karabağ Savaşında PKK/YPG ile 2019’da kurulan ve tamamı Ermenilerden oluşan Nubar Ozanyan Tugayı Terör Örgütüne destek vermiştir. Ayrıca İran rejimi, Afganistan üzerinden Türkiye’ye gelen göç akınında da husumetli davranmaya devam etmektedir.

İran’daki Ayrılıkçı/Bölücü Kürtçü Yapılar ve Silahlı Örgütler

İran’daki Kürt muhalif gruplar uzun zamandır Irak’ın kuzeyini İran’a karşı terör eylemleri için bir üs olarak kullanıyor. İran’daki sözde muhalif ayrılıkçı/bölücü Kürtçü yapıların en önde gelenleri arasında 1945’ten beri Mustafa Hicri liderliğindeki “İran Kürdistan Demokratik Partisi” (KDPI) ve 1969’dan beri Abdullah Mohtadi liderliğindeki “İran Kürdistanı Komala Partisi” (KSZK) yer almaktadır. Diğer sözde muhalif ayrılıkçı/bölücü partiler arasında “İran Kürdistan Mücadelesi Örgütü” (Khabat), “Kürdistan Özgür Yaşam Partisi” (PJAK) ve “Kürdistan Özgürlük Partisi” (PAK) yer alıyor. Bu gruplar, tarihsel olarak İran’daki Kürtler için daha fazla özerklik aramış ve sıklıkla Irak’ı kendilerine karşı harekete geçmeye zorlayan İran hükümetinin sert baskılarıyla karşılaşmışlardır.

İranlı Kürt muhalif gruplarla İran hükümeti arasındaki müzakereler çoğu zaman örgütün düzenlediği eylemlerin akabinde askeri operasyonlar sonrasında durdu. Diğer yandan; Irak’ın kuzeyindeki de facto yapının güç ile jeopolitiği dengelemek için Kürt muhalif gruplara olan ihtiyacı daha da bir ön plana çıktı.

PJAK, BKTÖ’nün İran’daki uzantısı ve çoğunlukla Kürtlerin yaşadığı bölgelerde faaliyet gösteriyor. Bölgesel ve uluslararası politika bağlamında siyasal Kürtçülüğün dinamiklerini anlamak için PJAK’ın ve bağlantılı siyasi grupların, İran rejimine karşı yürüttükleri siyasi stratejilerini iyi bilmek gerekiyor. Bunlardan “Kürdistan Demokrat Partisi” (KDP-I): 1945 yılında kurulmuş ve İran’ın batısında özerklik ve kültürel haklar için mücadele etmektedir. KDP-I, Irak’taki Kürt gruplarıyla da ilişkileri oldukça kuvvetli ve Barzani ailesine yakınlığı söz konusudur.

Diğer bir yapı “Kürtçe Demokratik Partisi” (KDP-Iran). 2006 yılında kurulan bu yapı, İran’daki Kürtlerin siyasi ve kültürel haklarını savunduğunu ve İran rejimine karşı silahlı mücadele yürüttüklerini ifade etmektedirler. Bir diğeri ise sözde “Kürdistan İşçi Partisi” (PKK) olarak öne çıkan BKTÖ ise İran’daki Kürt gruplarıyla da güçlü bağları mevcuttur. BKTÖ, İran’daki Kürt hareketlerine destek vermekte ve bölgedeki silahlı eylemlerini desteklemektedir. Hatta bu desteğini İran rejimine karşı pazarlık unsuru olarak da kullanmaktadır.

İran’daki bir diğer ayrılıkçı/bölücü yapı “Kürt Özgürlükçü Partisi” (PJAK): 2004 yılında PKK tarafından kuruldu. PJAK, İran’ın Kürt bölgelerinde bağımsızlık ve özerklik talep eden bir örgüt. Özellikle sınır bölgelerinde çatışmalara girmiştir. PKK bağlantılı PJAK, İran’da askeri ve sivil hedeflere karşı silahlı eylemler yapan örgüt, 2003 yılında Hacı Ahmedi adlı kişi tarafından kuruldu. Örgüt ideolojisini, federal demokrasi ve Kürt milliyetçiliği olarak deklare etti.

Kandil’den inen teröristler İran’da özerklik ilan etmek istedikleri bölgelerde eylemlerde bulundu. İran ordusu, PJAK’ın terör eylemlerine şiddetli karşılık verdi. İran resmi haber ajansı İRNA’nın haberine göre, 12 Ocak 2009’da İran’ın baskılarına daha fazla direnemeyen PJAK, “Türkiye, İran, Suriye ve Irak’a yönelik bölücü faaliyetlerine son verdiğini” bildirdi. Bu açıklamadan sonra PKK’nın İran’daki uzantısı olarak bilinen PJAK, İran’da strateji değişikliğine gitti.

KODAR – Doğu Özgürlük Örgütü

PJAK ile doğrudan bağlantılı olan bu örgüt, yaptığı genel kurul sonrası bundan sonra siyasi alanda mücadele vereceklerini ve bu amaçla Doğu Özgürlük Örgütü (KODAR) isimli yeni bir oluşum kurduğunu duyurdu. KODAR’ın kuruluşu, PJAK yöneticileri tarafından Kandil Dağı’nda düzenlenen basın toplantısıyla açıklandı. Batılı gazetecilerin katıldığı toplantıda yeni oluşumun, PKK/KCK sistemi örnek alınarak kurulduğu belirtildi. PJAK’ın kaldığı yerden, “Doğu Kürdistan Savunma Güçleri YRK”, İran Kürtlerinin bağımsızlık hareketi, silahlı mücadeleye devam etmektedir.

Bu yapı/gruplara yönelik İran rejiminin askeri operasyonları sürmekle birlikte bu terör örgütlerinin İran’daki iç çatışmalarda ve bölgesel politikada önemli rol oynadıkları söylenebilir.

İran, PKK Kampları

Bölücü Kürtçü Terör Örgütü PKK’nın,Türkiye İran sınır hattında üç önemli kampı vardır. Bunlardan Dole-Koge Kampı; Irak’ın kuzeyiyle İran sınır hattında yer alıyor ve daha çok örgütün ideolojik karargâhı durumundadır. BKTÖ’nün,sözde siyasal çalışmaları kapsamında verilen eğitimler bu kampta sürdürülmektedir. Dole-Koge Kampı, terör eylemlerinde ya da çıkan çatışmalarda yaralanan teröristlerin tedavileri için, ABD-AB (Almanya-Fransa) tarafından finanse edilen kurulu hastane olarak hizmet vermektedir. Bazı iddialara göre hastane, okul ve elektrik santralinin bulunduğu bu kampın, kışları boş tutulduğu ifade edilmektedir.

BKTÖ ve uzantılarının yer aldığı bir diğer konuşlanma üssü Lolan Kampı; İran sınırına yakın Hakurk Vadisi yakınlarında, Lolan deresinin kıyısında yer alıyor. Bu kampta özellikle örgüte yeni katılan militanların kaldığı ifade ediliyor. Kelereş Kampı ise Van Başkale’nin karşısında, İran-Irak sınırına yakın.

Terörün bumerang etkisini deneyimleyen İran, bir süredir PKK’nın Türkiye’ye yönelik saldırılarda bulunmasını önlüyor. Çünkü kendisi de etnik Kürt terör gruplarının eylemlerinden mustarip. Bu kapsamda Irak ve Türkiye ile ayrı ayrı ikili anlaşmalarla güvenlik sorununu çözme çabasında.

İran’ın Bağdat ve Erbil ile Sürdürdüğü Güvenlik Anlaşması

Tahran ile Bağdat hükümeti arasında Mart 2023’te varılan bir güvenlik anlaşmasında, Bağdat, Irak’ın kuzeyindeki de facto yapıda İran ile olan uzun doğu sınırını güvence altına almayı taahhüt ederken, aynı zamanda bölgede konuşlu İranlı-Kürt muhalif grupların silahsızlandırılmasını ve başka yerlere yerleştirilmesini kabul etti. 19 Eylül 2023’te Irak Savunma Bakanı Thabet Muhammad Saeed Redha Al-Abbasi, İranlı Kürt muhalefetinin, ülkesindeki varlığının 5 kampla sınırlı olduğunu açıklamıştı.

İran rejimi ve Bağdat yönetimi arasındaki anlaşma sonrası, İran Demokrat Partisi (KDPI), PJAK, PAK, Komala, İran Kürdistanı Mücadele Örgütünden oluşan Kürt muhalif gruplar Tahran’ın tehditlerini ve silahsızlanmayı reddettiklerini açıkladılar.

İran, uzun zamandır Irak’ın kuzeyindeki de facto yapıyı, Tahran’ın terörist örgütler olarak nitelediği Komala adı altındaki grupları barındırmakla suçluyor. İran Devrim Muhafızları Ordusu (İDMO), bu grupların ülkenin güvenliğine tehdit oluşturduğunu iddia ederek üslerine sık sık saldırılar düzenliyor.

Terör Örgütlerinin Stratejik Kamp Değişikliği

İran rejimi, Haziran 2024’te hem IKDP hem de Irak merkezi hükümetine aylarca uyguladığı baskıların ardından üç terör örgütü, Irak’ta ulaşılması daha düşük bir kampa taşındı. Örgütünhaber sitelerinde yer alan iddialara göre, yeni yerin İran sınırına daha yakın ancak daha az erişilebilir bir konumda olduğu ileri sürülüyor. İddialara göre örgüt, Zargoiz/ Zarjozleh’deki bir kamptan, 70 km kuzeyde Süleymaniye yakınlarındaki Surdash’taki bir bölgeye geçmiş. KDP kontrolündeki “Azadi” kampı ve Koisanjaq’taki “Zouehespi” kampının tamamen boşaltıldığı ifade edilmektedir.

Komala ve PKK’nın İran kolu olan PJAK terör örgütü, Süleymaniye’nin Zargwiz bölgesindeki Balisan ve Surdash kamplarına konuşlandırılarak 25 km’lik İran sınırı, terör örgütlerinden şimdilik arındırılmış oluyor. İran rejim karşıtı olduklarını ifade eden ancak özünde özerklik talebinde bulunan ayrılıkçı Kürtçü partiler, Irak’ta Süleymaniye ve Erbil şehirleri yakınındaki kamplarda bulunuyor. Bu karargâhların İran topraklarından ve İran üslerinden uzaklığı iki ila üç kilometre kadardır, “iki taraf” da birbirlerinin hareketlerini çıplak gözle gözlemleyebilmektedir. Erbil’deki Gardechal kampı tamamen boşaltıldı. Öte yandan KDP ve Erbil güvenlik biriminin talebi üzerine, İKDP kontrolünde olan Erbil’deki “Jajnekan” kampının yarısınında boşaltıldığı diğer yarısının ise önümüzdeki günlerde tahliye edilmesinin planlandığı ileri sürülüyor.

İran Yargı Erki yetkilisi Kazım Garibabadi, 13 Temmuz 2024’de yaptığı açıklamada, “Kendilerini asi Kürt olarak tanıtan yaklaşık 120 teröristin yer aldığı bir liste, iade edilmek üzere Irak’a gönderildi ve yakında yargılanacaklar” demişti. Bu grupların çoğu silahlıydı, bazıları İran içinde özerklik talep ediyor, diğerleri ise İran İslam Cumhuriyeti’nden ayrılmak için savaşıyordu. Kürtler, İran’ın yaklaşık 88 milyonluk nüfusunun yaklaşık yüzde 10’unu oluşturuyor ve esas olarak ülkenin batısında, Irak sınırında yaşıyorlar.

Irak Ulusal Güvenlik Danışmanı, Qasim al-Araji, on gün kadar önce Irak yetkililerinin, İran ve Irak’ın kuzeyindeki de facto yönetim arasındaki sınırda bulunan yaklaşık 80 İran Kürt muhalefet partisinin merkezlerini kapattığını duyurdu. Ayrıca bu partilerin elindeki ağır silahların Peşmerge güçlerine teslim edildiğini de açıkladı. Yanı sıra Bağdat yönetiminin, Irak’ın kuzeyindeki bulunan İranlı muhalifleri üçüncü bir ülkeye nakletme ve yerleştirme girişiminde bulunduğunu duyurdu.

Sonuç yerine

İran’ın Suriye üzerinde de etkisinin açık olduğunu görmek lazım. Hatırlayacaksınız Türkiye-Suriye “normalleşme” yani iki ülke arasında imzalanan Adana Mutabakatı Anlaşmasına dönme girişimleri sürecinde Dışişleri bakanı Hakan Fidan’ın katıldığı toplantıda, Suriye dışişleri bakanlığını temsil eden heyet Hakan Fidan konuşması sırasında salonu terk ettiler. Bu durum bizlere Suriye dışişlerinin İran yanlısı olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte, bir önceki Suriye dışişleri bakanına ne olduğu ile ilgili bilgi yoktur.

Tahıl, petrol gibi ana konularda bölücü Kürtçü terörün eline bakan bir Suriye rejimi ile elbette eskiye dönüş gerçekleştirilmelidir. Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik, sığınmacı/kaçak, sosyolojik, psikolojik ve siyasal pek çok neden ana önceliğimizdir. Ancak Suriye ile olan normalleşme adı altında eskiye dönüş olarak yürütülen görüşmelerde İran’ın Suriye üzerindeki etkisinin kırılması gerekmektedir.

İran’daki Kürt gruplarının Irak’taki kamplarının boşaltılması, Türkiye açısından birkaç farklı perspektiften değerlendirilebilir. Kısaca söz edecek olursak öncelikle güvenlik ve terörle mücadele açısından Türkiye, PKK ve diğer terörist gruplara karşı mücadelesinde sonuç alabilir. Kampların boşaltılması, Türkiye İran ilişkilerinde bir denge unsuru olarak değerlendirmek de mümkündür. Türkiye, İran ile bir araya gelmek için bu tür performansını olumlu karşılayacaktır.

Rejim karşıtı yapılara ait kampların Irak tarafından boşaltılması ve bu grupların üçüncü bir ülkeye gönderileceği iddiaları hem siyasi hem de diplomatik açıdan karmaşık bir durum oluşturmuş olsa da bu grupların gönderilebileceği muhtemel üçüncü ülkeler, genellikle aşağıdaki faktörlere dayanarak değerlendirilmektedir. İlki: bu grupların, İran’ın nüfuzunun/etkisinin daha az olduğu ve güvenli kabul edilen bir ülkeye gönderilmesi. Bu ülkenin de siyasi sığınma ya da geçici koruma statüsü sağlayabilecek bir ülke olabileceği ifade edilmektedir.

İkincisi; Batı Ülkeleri olarak başta ABD, İngiltere, Kanada, Almanya, Fransa ve İsveç gibi ülkeler, tarihsel olarak İran rejim karşıtı gruplara sığınma ya da destek sağlamışlardır. Bu nedenle, bu grupların Batı ülkelerine gönderilme olasılığı da yüksektir.

Üçüncüsü; Bölge ülkeleri olarak Ürdün, Azerbaycan, Ermenistan veya Gürcistan gibi, nispeten tarafsız veya Kürt gruplarına sempati besleyen bölge ülkeleri de alternatif olabilir. Ancak İran’ın bu ülkelere yönelik nüfuzu ve etkisi daha baskın şekilde gelişerek, bu ülkelerde de bir risk faktörü oluşturabileceği muhtemeldir.

Dördüncü olasılık olarak; Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) gibi uluslararası kuruluşlar aracılığıyla üçüncü ülkeye yerleştirme programları da söz konusu alternatifler arasında değerlendirilmektedir. Ancak siyasi ilişkiler ve güvenlik göz önüne alındığında Batı ülkeleri veya uluslararası koruma programları en olası seçenekler olarak öne çıkmaktadır. Çünkü uluslararası terör örgütleri her zaman Batının himayesini görür.

Yararlanılan Kaynaklar
  • https://www.iranintl.com/en/202409060646
  • https://www.bbc.com/persian/articles/czx6ez272qlo
  • https://mdeast.news/2024/09/11/ عراق-مخالفان-ایرانی-را-به-یک-کشور-ثالث-م/
  • https://www.genocidewatch.com/single-post/iran-orders-iraq-to-extradite-kurdish-leaders
  • https://www.rferl.org/a/iran-asks-un-security-council-close-headquarters-kurds-iraq/32147128.html
  • https://amwaj.media/article/iran-iraq-deal-on-iranian-kurds-puts-iraqi-kurds-between-rock-and-hard-place
  • https://fr.irna.ir/news/84952069/L-Iran-exige-la-mise-en-%C5%93uvre-des-accords-sur-la-fermeture-des
  • https://www.washingtoninstitute.org/ar/policy-analysis/anqadh-syadt-alraq-mn-brathn-ayran-wtrkya-walbld-almtsd
  • https://turkish.aawsat.com/d%C3%BCnya/5059778-rak’ın-i̇ranlı-kürt-muhalif-grupları-üçüncü-bir-ülkeye-yerleştirme-planı
  • https://www.radiofarda.com/a/many-hq-of-kurdish-opposition-parties-in-kurdistan-region-evacuated/32604463.html
  • https://shafaq.com/en/Iraq/Iraq-closes-80-bases-of-Iranian-Kurdish-opposition-parties-hands-over-heavy-weapons-to-Peshmerga
  • https://www.alarabiya.net/arab-and-world/iraq/2023/09/19/العراق-لدينا-طرق-دبلوماسية-وسياسية-لحل-المشكلات-مع-ايران-وتركيا

Türk Devletleri Teşkilatı’nın stratejik rolü ve askeri iş birliği potansiyeli

Türk Milletinin köklü tarihi, dünyanın dört bir yanına yayılmış ancak aynı etnik, kültürel ve dilsek köklerden gelen toplumların birbirlerine olan bağlılığını hiç yitirmediğini göstermektedir. Türk Devletlerinin zaman içerisinde birbirleri ile olan siyasi, ekonomik ve askeri ilişkiler geliştirmesi bu derin ve güçlü bağların yansımasıdır. Günümüzde Türk Dünyası’nın daha güçlü ve sürdürülebilir bir birlik içinde hareket etme isteği, bölgesel ve küresel dinamikler doğrultusunda önem kazanmaktadır. Türk Devletleri arasındaki bu tarihi ve kültürel bağlar, son yıllarda artan siyasi ve ekonomik iş birliği ile daha da güçlenmiştir.

Özellikle 21. yüzyılın başından itibaren hız kazanan küreselleşme, bölgesel iş birliğini zorunlu kılarken, Türk Dünyası da bu yeni düzen içinde daha güçlü bir aktör olma potansiyeline sahiptir. Bugün, Türk Devletleri Teşkilatı gibi platformlar, ortak projeler ve stratejiler geliştirerek bu bağları modern dünyanın ihtiyaçlarına göre yeniden şekillendirmektedir. Ancak sadece ekonomik ve siyasi iş birlikleri yeterli değildir. Ortak bir güvenlik politikası, bölgesel istikrarın korunması ve Türk halklarının geleceğinin güvence altına alınması adına önemli bir gereklilik haline gelmiştir.

Güvenlik tehditleri, sınır ötesi çatışmalar, terörizm, siber saldırılar ve bölgesel hegemonya arayışları gibi unsurlar Türk Devletleri’nin güvenliğini tehdit eden faktörler arasında yer alıyor. Bu bağlamda, Türk Devletlerinin NATO benzeri bir askeri ittifak oluşturması, hem bölgesel hem de küresel güvenlik dengeleri açısından kritik bir adım olacaktır. Böyle bir birliktelik, sadece savunma kapasitesini artırmakla kalmayacak, aynı zamanda Türk Dünyası’nın kendi çıkarlarını daha bağımsız bir şekilde koruyabilmesine de olanak tanıyacaktır.

Askeri iş birliği ve ortak güvenlik stratejileri, Türk milletlerinin sadece savunma alanında değil, teknoloji transferi, askeri eğitim ve tatbikatlar gibi alanlarda da birbirlerine destek olmasını sağlayacaktır. Üye ülkeler arasında yapılacak olan ortak tatbikatlar ve savunma sanayii projeleri, Türk Devletleri’nin askeri kapasitesini daha da ileriye taşıyabilir ve olası tehditler karşısında caydırıcı bir güç oluşturabilir. Bunun yanı sıra, böyle bir ittifakın kurulması, dış tehditlere karşı ortak bir duruş sergilenmesine olanak sağlayarak, Türk Dünyası’nın dış politika ve güvenlik alanındaki etkisini artıracaktır.

Elbette, böyle bir askeri ittifakın kurulması, Türk Devletleri arasında derin bir koordinasyon ve stratejik uyumu gerektirir. Bu süreçte, her ülkenin ulusal güvenlik politikaları ve dış ilişkileri göz önünde bulundurularak, ortak bir anlayış geliştirilmelidir. Ancak mevcut durum göz önüne alındığında, Türk milletlerinin tarih boyunca süregelen dayanışma kültürü, bu tür bir birliğin başarıyla hayata geçirilmesi için güçlü bir temel sunmaktadır.

Bilindiği üzere, Türk Dünyasının entegrasyon süreci, ortak tarih, dil, kültür ve kimlik bağları üzerine inşa edilmiştir. Türk halklarının geçmişten günümüze kadar süregelen bir araya gelme arzusu, siyasi ve ekonomik dinamiklerle desteklenerek güçlü bir birliktelik hayalini canlı tutmuştur. Türk Birliği fikri, bu tarihsel bağların modern dünyada daha da pekiştirilmesi ve uluslararası arenada ortak bir duruş sergilenmesi açısından kritik bir öneme sahiptir. Ancak bu entegrasyonun sürdürülebilir ve somut hale gelmesi için sağlam bir kurumsal zemine ihtiyaç vardır. İşte bu noktada, Türk Devletleri Teşkilatı devreye girmektedir.

Türk Devletleri Teşkilatı, Türk Devletleri arasında mevcut olan tarihsel ve kültürel bağları, modern uluslararası sistemin ihtiyaçlarına göre uyarlayarak, bu bağların siyasi, ekonomik ve güvenlik alanlarında somut iş birliklerine dönüşmesini sağlamaktadır. Türk Dünyası’nın entegrasyonunu daha ileriye taşımak ve küresel sistemde etkili bir aktör haline getirmek için Türk Devletleri Teşkilatı, bölgesel iş birliği platformu olarak kritik bir rol üstlenmektedir.

Uluslararası sistemde devletler, güçlerini yalnızca ekonomik kalkınma ve diplomatik ilişkilerle değil, aynı zamanda güvenlik ve savunma alanlarında da iş birliği yaparak pekiştirebilirler. TDT’nin sağladığı iş birliği mekanizmaları, Türk Devletlerinin ortak bir dış politika vizyonu ve bölgesel güvenlik anlayışı geliştirmesine katkı sağlamaktadır. Bu doğrultuda, Türk Birliği’nin siyasi ve ekonomik temelleri üzerine inşa edilen Türk Devletleri Teşkilatı, Türk Dünyası’nın uluslararası sistemde etkin bir şekilde varlık göstermesi için stratejik bir platform görevi görmektedir.

Türk Devletleri Teşkilatı (eski adıyla Türk Dili Konuşan Ülkeler İşbirliği Konseyi – Türk Konseyi), Türk Devletleri arasında kapsamlı işbirliğini teşvik etmek amacı ile uluslararası bir örgüt olarak 2009 yılında kurulmuştur. Teşkilatın kurucu üyeleri Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan ve Türkiye`dir. Ekim 2019’da Bakü’de gerçekleştirilen 7. Zirve sırasında Özbekistan Teşkilata tam üye olarak katılmıştır. Macaristan ise Eylül 2018’de Kırgızistan’ın Cholpon-Ata şehrinde düzenlenen 6. Zirve sırasında, Türkmenistan Kasım 2021’de İstanbul’da düzenlenen 8. Zirvede, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Semerkant’ta düzenlenen 9. Zirvede ve Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (EİT) 2023 yılında Astana’da düzenlenen 10. Zirve sırasında Teşkilat nezdinde gözlemci statüsü kazanmıştır (turkicstates.org) Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte uluslararası ilişkilerde köklü değişiklikler meydana gelmiştir.

Özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılması, Türkistan bölgesini bu değişimlerden en çok etkilenen alanlardan biri haline getirmiştir. Bu süreçte, eski Sovyet topraklarında yer alan Türk Cumhuriyetleri, birer birer bağımsızlıklarını ilan ederek kendi bağımsız dış politikalarını oluşturmaya başlamışlardır. Uzun yıllar Sovyet egemenliği altında kalan bu ülkeler, ulus devlet inşası sürecine girmiştir. Türkiye ise, Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle bağımsızlıklarını kazanan Türk Devletleriyle hızlıca iyi ilişkiler kurma çabası içerisine girmiştir.

Tarihçi Armaoğlu’na göre, Türk Devletleri, Türk dış politikasının geleceği açısından büyük bir potansiyel taşımaktadır. Türkiye, bu potansiyeli en verimli şekilde değerlendirmek için kültürel bağları güçlendirmeli ve ulaşım, iletişim olanaklarını geliştirmelidir. Bu görüş, Türkiye’nin Türkistan ile olan ilişkilerini daha iyi kavrayabilmek için önemli bir bakış açısı sunmaktadır. Türkiye ve Türkistan bölge ülkeleri arasındaki ilişkiler, ortak kimlik ve tarih unsurlarına dayanan kimlik temelli dış politika çerçevesinde değerlendirilebilir(M. Akçapa, 2023: s.475).

Bu bağlamda, sosyal inşacı kuramın sunduğu yaklaşımlar, Türkiye ile Türk Dünyası arasındaki ilişkileri açıklamakta faydalı olabilir. Sosyal inşacı kuram, devletler arasındaki ilişkilerde normlar, ortak kültürel değerler, tarih ve dil gibi unsurların önemini vurgular.

Jeopolitik açıdan bakıldığında Türk Dünyası, Rusya, Çin ve ABD gibi küresel güçlerin stratejik çevresinde yer almaktadır. Bu bağlamda, Türk Dünyası’ndaki aktörlerin etkili bir şekilde hareket etmesi oldukça kritiktir. Ebulfez Elçibey, Türklerin 20 farklı ülkede yaşadığını ve Arap Birliği gibi bir yapı altında birleşmelerinin önemini vurgulamıştır. Elçibey’e göre, bu dayanışma Türk halklarını, dış baskılara karşı daha dirençli hale getirecektir. Nitekim günümüzde Türk Devletleri Teşkilatı çerçevesinde derinleşen iş birliği, küresel ve bölgesel alanlarda Türklerin gücünü artırmaktadır.

Ancak sosyal inşacı kuramın kimlik açısından sunduğu açıklamalar önemli olsa da, her Türk Devleti’nin kendi ulusal çıkarlarını gözettiği gerçeği unutulmamalıdır. Bu nedenle Türk Dünyası’ndaki entegrasyonu daha iyi anlayabilmek için neofonksiyonalist yaklaşım da dikkate alınmalıdır. Neofonksiyonalistlere göre, farklı alanlarda başlayan birliktelikler, politik bütünleşmenin önünü açabilir. Avrupa Birliği örneğinde olduğu gibi, ekonomik temelli başarılar, zamanla diğer alanlarda da iş birliği doğurabilir. Bu etki, birlik üyelerinin beklentilerini ve siyasal faaliyetlerini birliğin merkezine yöneltmesini sağlar. Sonuç olarak, bir alanda başlayan iş birliği, daha geniş politik birlikteliklerin oluşmasını tetikleyebilir(M. Akçapa, 2023: s.475).

Türklerin NATO’su: Bir Askeri Birlik İhtiyacı ve Uluslararası Sistemdeki Rolü

Türk Dünyası’nın ekonomik, kültürel ve siyasi bağları, son yıllarda giderek güçlenirken, bölgesel güvenlik ve askeri iş birliğinin eksikliği de dikkat çekmektedir. Türklerin ortak tarih ve kültürel kimlikleri, çeşitli alanlarda iş birliği oluşturma konusunda güçlü bir zemin sunmasına rağmen, güvenlik alanındaki entegrasyon henüz yeterince gelişmiş değildir. Oysa, günümüz dünyasında bölgesel güçlerin etkinliği, büyük ölçüde güvenlik ve savunma alanlarındaki iş birliğine dayanmaktadır. Bu bağlamda, Türk Devletlerinin NATO benzeri bir askeri birlik oluşturması, Türk Dünyası’nın uluslararası arenada daha etkin bir rol üstlenmesi açısından hayati öneme sahiptir.

Askeri Birliğin Gerekliliği ve Önemi

Türk Devletleri, farklı coğrafi konumlarda bulunmalarına rağmen benzer güvenlik tehditleri ile karşı karşıyadır. Terörizm, sınır güvenliği, siber saldırılar ve bölgesel istikrarsızlık gibi tehditler, Türk Dünyası için ortak bir savunma stratejisini zorunlu kılmaktadır. Bu tehditlerle başa çıkabilmek için, Türk Devletlerinin ortak bir savunma yapısına sahip olmaları, caydırıcılık açısından büyük bir önem taşımaktadır. Bir Türk askeri ittifakı, üye devletler arasında güçlü bir güvenlik iş birliği sağlayarak, her bir devletin ulusal savunma kapasitesini artırabilir. Ayrıca, böyle bir birlik, askeri teknolojinin paylaşımı, ortak tatbikatlar ve savunma sanayi projeleri gibi alanlarda da büyük kazanımlar sağlayabilir. Türklerin askeri birliği, sadece savunma mekanizmasını güçlendirmekle kalmaz, aynı zamanda küresel güvenlik dengesinde de Türk Dünyası’nın etkisini artırır. NATO benzeri bir yapıya sahip olan bu birlik, üye ülkelerin dış tehditlere karşı tek bir vücut olarak hareket etmesini mümkün kılacaktır.

Uluslararası Sistemdeki Rolü

Türklerin NATO’su, yalnızca bölgesel bir güç olmanın ötesine geçip, küresel bir aktör olarak Türk Dünyası’nın uluslararası sistemdeki rolünü de dönüştürecektir. Bir askeri ittifakın varlığı, üye devletlerin uluslararası müzakerelerde ve kriz durumlarında daha etkin ve güçlü bir duruş sergilemelerine olanak tanıyacaktır. Özellikle Orta Asya, Kafkaslar ve Akdeniz gibi stratejik bölgelerde yer alan Türk Devletleri, böyle bir birlik sayesinde küresel güç dengelerini etkileyebilecek bir aktör haline gelebilirler.

Ayrıca, Rusya, Çin ve ABD gibi büyük güçlerin arasında yer alan Türk Devletlerinin, kendi savunma kapasitelerini birleştirerek daha bağımsız bir güvenlik politikası izlemeleri, bu güçlerin bölgedeki etkisini dengeleyecektir. NATO’nun Batı eksenli güvenlik yapısına karşı, Türk Dünyası’nın kendi güvenlik yapısını kurması, küresel çok kutupluluğa katkı sağlayacak ve Türk Devletlerinin kendi çıkarlarını daha güçlü bir şekilde savunabilmelerine olanak tanıyacaktır.

Bu tür bir askeri ittifakın kurulması, birçok faktöre bağlıdır. İlk olarak, Türk Devletleri arasında siyasi uyumun sağlanması ve her bir devletin savunma stratejilerinin uyumlaştırılması gerekmektedir. İkinci olarak, bu birliğin NATO, Birleşmiş Milletler ve benzeri uluslararası kuruluşlarla nasıl bir ilişki kuracağı netleştirilmelidir. Ancak, Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) gibi mevcut yapılar, bu ittifakın kurulması için gerekli siyasi ve diplomatik zemini hazırlamaktadır. TDT’nin şu anki işlevi, üye devletler arasında askeri iş birliği ve güvenlik konularında ortak adımlar atılmasına zemin oluşturabilir.

Sonuç olarak, Türk Dünyası’nın NATO benzeri bir askeri birlik kurma süreci, stratejik bir gereklilik olduğu kadar, bölgesel ve küresel güvenlik dengelerini yeniden şekillendirecek bir hamle olacaktır. Gelecekte bu birlik, Türk Devletlerinin uluslararası sistemde daha etkili bir aktör olarak konumlanmasına ve Türk Dünyası’nın ortak çıkarlarının korunmasına önemli katkılar sağlayacaktır.

                                                                               Ahmet ALAN

Yararlanılan Kaynaklar

Akçapa, Mevlüt. 2023. Türk Devletleri Teşkilatı’nın Tarihsel Gelişimi: Teşkilatın Dünü, Bugünü ve Yarını. Avrasya Uluslararası Araştırmalar Dergisi, 11(34), 473-491.

Türk Devletleri Teşkilatı | Türk Devletleri Teşkilatı (turkicstates.org)[erişim tarihi: 19.09.2024]

Alman Dış Politikası ve Alman İstihbarat Teşkilatının İleri Karakolları Alman Vakıflarının Türkiye Faaliyetleri

Bu makalenin amacı; Uluslar üstü birlik içinde bazı yetki ve işlevleri doğrudan kullanma yetkisine sahip, gücünü askeri alandan ziyade iktisadi alanda gösteren Almanya’ya; Yumuşak Güç kullanımı bakımından Alman dış politikasına yön veren ve Alman istihbarat teşkilatının ileri karakolları görevini üstlenen Alman Vakıflarını ve Türkiye’deki faaliyetlerini incelemektedir.

Uluslararası politikada güç; sert ve yumuşak güç olarak ikiye ayrılmaktadır. Askeri müdahale veya ekonomik baskı/yardım şeklinde uygulanan politikalara sert güç denir. Yumuşak güç ise, bir ülkenin dış politikada ulaşmak istediği hedeflere diğer ülkelerüzerinde baskı uygulamadan onları ikna ederek ulaşabilmesi olarak tanımlanmaktadır.

“Bir şey yapabilme, diğerlerini kontrol etme ve onlara yapmak istemedikleri bir şeyi yaptırma kabiliyeti olarak ifade edilebilecek olan güç kelimesi, uluslararası hukukta önceleri belirli kaynaklara sahip olmakla ilişkilendirilerek nüfusa, toprağa, doğal kaynaklara, ekonomik büyüklüğe, askeri güce ve siyasi istikrara sahip olmak” olarak tanımlanmaktaydı. Bu çerçevede, ülkeler arasında çoğunlukla gizli yürütülen geleneksel diplomasinin kapsamına ülkeler arasındaki savaş, barış, sınır ihtilafları, uluslararası ticaret kurallarının belirlenmesi ve uluslararası taşımacılık giriyordu.

Ancak, küreselleşen ve teknoloji ve iletişim ağlarıyla örülen dünyada artık teknoloji, eğitim, ekonomik kalkınma uluslararası gücü tarif ettiği için askeri güç, nüfus, toprakların büyüklüğü veya doğal kaynaklar göreceli olarak geri planda kaldı. Geleneksel diplomasi, yerini, ülkelerin dış politika amaçlarını barışçıl bir şekilde elde etmek için uluslararası kamuoyu oluşturmak amacıyla sivil toplum örgütleri (STÖ) ve çok uluslu şirketlerin de dâhil olduğu tüm aktörleri kendi çıkarları için kullanma becerisini ve tüm iletişim kanallarını içeren strateji ve faaliyetlerini kapsayan kamu diplomasisine bıraktı. Kamu diplomasisi yeni bir kavram olmayıp, propaganda, ulus markalama ve imaj oluşturulması bakımından antik çağlara kadar gitmekte; Antik Yunan ve Bizans İmparatorluğunda yürütüldüğü anlaşılmakta, hatta İncil’de bile geçtiği ifade edilir.

İkinci Dünya Savaşı sırasında radyonun propaganda amacıyla kullanılması; Soğuk Savaş sırasında ise ABD’nin gelişmekte olan ülkelere kendi yaşam tarzını sızdırmak için kullanarak başarılı olması örnek olarak verilebilir. Bir diğer örnek ise Almanya’nın, savaştan sonra yeniden yapılanması ve iktisadi olarak büyümesi ve ürettiklerini satacak yeni pazar arayışlarında ilişkide olduğu ülkelere yönelik Vakıflar üzerinden etkili olması verilebilir.

Günümüzde ülkelerin evrensel kültür, ülke değerleri ve uluslararası kuruluşlar gibi araçlarla güç elde etmesi mümkün olduğundan, artık doğal kaynaklara değil bilgiye ilk sahip olanlar güce de sahip olmaktadır. Hızla gelişen teknoloji ve iletişim araçları da tüm dünyayı birbirine bağlamakta, bilgiye hızlı ve anında erişmeye imkân sağlamaktadır. Diğer taraftan, günümüzde artık ülkeler ticari, güvenlik veya finansal açılardan birbirlerine bağlıdır ve bir ülke kendisiyle ticari ilişkileri bulunan veya aynı bölgede bulunan diğer ülkelerin ekonomik ve siyasi açıdan istikrarlı ve güvenli olmasını tercih etmektedir.

Ayrıca, büyük/güçlü ülkeler askeri güç kullanmanın maliyetine ve uluslararası toplumun tepkilerine maruz kalmamak için çok uluslu şirketleri, küçük/zayıf devletleri, kamu diplomasi ve istihbaratını yürüten vakıflarını ve terör örgütlerini de kullanarak amaçlarına ulaşmayı tercih etmektedirler. Bu bağlamda, yumuşak güce sahip ülkeler diğer ülkelerle arasındaki ekonomik bağımlılığı, uluslararası şirketlerinin faaliyetlerini, zayıf ülkelerdeki etnik veya milliyetçi duyguları, dolayısıyla teknolojinin yaygınlaşmasını da kullanmakta ve gerektiği zaman uluslararası gündemi ustalıkla değiştirmektedir.

Almanya’nın Yumuşak Güç Kullanımı ve Kamu Politikası Uygulamaları

Berlin Duvarının yıkılmasından sonra ortaya çıkan birleşik ve güçlü Almanya’nın Birliğin doğal ve gayri resmi lideri olabilme potansiyeli söz konusu ülkenin kötü geçmişi düşünüldüğünde özellikle diğer büyük ülkeler Fransa ve İngiltere’yi korkutmuştur . İkinci Dünya Savaşı sonrasında kendini Batılı sistem içinde sivil bir güç olarak konumlandıran Almanya, bütünleşme süreci boyunca, kurumsal yapının ve işbirliğinin insan haklarından silahsızlanmaya kadar geniş bir yelpazedeki alanında Avrupa’nın lokomotifi olarak hareket etmiştir. Her iki dünya savaşının yarattığı kötü ve olumsuz sonuçları silahlanma ve güç kullanımından bahsetmek yerine özellikle “insan hakları, demokrasi ve düşünce özgürlüğü ”kavram setini gündeme taşıyarak diğer ülkelerin nezdindeki olumsuz imajını düzeltmeyi amaçlamıştır. Bu bağlamda Alman dış politikası yumuşak gücün kullanımına son derece uygun örnek olarak karşımıza çıkmıştır.

Almanya, eğitime ve teknik gelişmeye ciddi anlamda önem vererek tüm dünyaya yayılmış çok sayıdaki Alman okulunun pedagojik ve akademik etkileri ile ülkeleri etkilemeye çalışmıştır. Ayrıca Alman vakıfları söz konusu ülkelerin siyasi elitleri, iş dünyası, medya, dini kuruluşlar, dernekler, akademik kurumları ve okulları ile hem işbirliğini hem eğitimi ve demokrasinin gelişmesini destekleyerek ülke karar verici mekanizmaları etkilemiştir. Bu çerçeveden bakıldığında Alman dış politikasına yön veren ve BND’nin ileri karakolları olarak görevlendirilen Alman Vakıflarının faaliyetleri ile Almanya; Türkiye’de hükümetleri/siyasalı etkileyerek kendi çıkar politikalarını ve uygulamalarını benimsetmeyi başarmıştır.

Alman İstihbarat Teşkilatı BND ve Alman İstihbaratçıları

Aralık 2002’de “faili meçhul” bir cinayete kurban giden gerçek Türk aydını merhum Necip Hablemitoğlu; Alman istihbaratçısını şu cümlelerle tanımlamıştır. “Türkiye’de her türlü etnik, dinsel-mezhepsel ajitasyon faaliyeti gerçekleştiren; toplumsal-siyasal-ekonomik ve hatta genetik alanlarda hazırlattığı projelerle her türlü espiyonaj faaliyeti sürdüren; yerel basında, yerel yönetimlerde, üniversitelerde, sendikalarda, kamu kurum ve kuruluşlarında, kısaca stratejik öneme sahip birimlerde “etki ajanı” ve “Alman sempatizanı” yetiştiren; şeriatçı yapılanmalardan çevreci örgütlere, bölücü yapılanmalardan terör örgütlerine, yasal derneklerden siyasal partilere uzanan çizgide Türkiye’ye, Atatürk ilke ve devrimleri ile Cumhuriyet’in tüm değerlerine karşı olan, ulus devletin parçalanmasını isteyen tüm rejim karşıtlarına lojistik destek vererek bu ülkeyi alttan oyan –deyim uygunsa– bir avuç Alman.”

Elbette Türk istihbarat birimleri, Almanya’nın ülkemiz içinde ya da Türkiye ile çıkar çatışmasına girdiği bölge/ülke ve coğrafyalardaki “Beşinci Kol” faaliyetlerinin farkındaydılar. Ancak ne var ki, gerek bürokrasideki zayıflık ya da “bu iş benim boyumu aşar” mantığı, üst siyasal baskılar, siyasetçilere olan güvensizlikle birlikte mevcut istihbarat kuruluşları arasında olumsuz rekabet ve koordinasyonsuzluk gibi pek çok nedenlerle önleyici stratejiler devreye sokul(a)mamıştır. Merhum Hablemitoğlu bu durumu; “Türk istihbarat birimleri arasında yıllardır var olduğu bilinen “Çerkezci”, “Gürcücü”, “Arnavutçu” vb. kadrolaşma hareketi, 12 Eylül 1980 sonrasında Fethullahçılar’ın ve Nakşibendiler’in de devreye girmesiyle daha da sakil bir çeşitlilik kazanmıştır” şeklinde ifade etmiştir . Hablemitoğlu; “Türkiye’de yürütülen Alman ve ABD orijinli espiyonaj faaliyetlerinin üzerine gidilmemesi de, istihbarat birimlerindeki bu etnik ve dinsel zafiyetin bir sonucudur” ifadesine yer vermiştir.

Kısaca Alman İstihbarat teşkilatları; Almanya’nın birbirleriyle koordinasyonlu biçimde faaliyet gösteren, genel emniyet hizmet sınıfından ayrı üç grupta kümelenen farklı istihbarat örgütleridir. Başbakanlığa bağlı Federal İstihbarat Servisi (Bundesnachrichtendienst-BND); İçişleri Bakanlığı’na bağlı Federal Anayasayı Koruma Teşkilâtı (Bundesamt für Verfassungsschutz-BfV) ile 16 ayrı Anayasayı Koruma Eyalet Teşkilâtı (Landesamt für Verfassungsschutz-LfV) ile ayrıca Enformasyon Teknolojisi Güvenliği Federal Teşkilâtı (Bundesamt für Sicherheit in der Informationstechnik-BSI); Savunma Bakanlığı’na bağlı Federal Silahlı Kuvvetler İstihbarat Teşkilâtı (Amt für Nachrichtenwesen der Bundeswehr-ANBw), Federal Silahlı Kuvvetler Radyo İzleme Teşkilâtı (Amt für Fernmeldwesen Bundeswehr-AFMBw), Askeri Güvenlik Servisi (Militaerischer Abschirmdienst-MAD) olarak sıralanmaktadır.

Federal Hükûmet tarafından yayımlanan 27 Haziran 1973 tarihli İşbirliği Tüzüğü ile tüm bu istihbarat örgütlerinin işbirliği esasları belirlenmiş olup, bir de yetkili koordinatörlük tesis edilmiştir. Almanya’nın Federal İstihbarat Servisi olan BND (Bundesnachrichtendienst), doğrudan Başbakanlık’a bağlıdır ve Almanya dışı Espiyonaj, K/Espiyonaj faaliyetlerini yürütmekle yükümlüdür . BND, Almanya’nın dışarıda güvenliğini, refahının ve özgürlüğünün devamı/düzene sokulmasında ülkenin çıkarlarına paralel bilinen/bilinmeyen dış tehlikeler konusunda çalışan erken uyarı ve ön alma sistemidir.

Yanı sıra BND için şu tanımlamayı da yapabiliriz. BND: yayılmacı Alman emperyalizminin pan-germanist hedefler doğrultusunda belirlediği bölge/coğrafya ve hedef ülkelerde Alman Vakıflarını ileri karakol olarak kullanarak Alman devlet çıkarlarını gerçekleştirme noktasında son derece aktif ve başarılı bir organizmadır. Yayılmacı Alman dış politikasının temelinde yerel kültürlerin yaşatılması adı altında etnik kimliklerin azınlık olarak değerlendirilip birer büyük sorun haline dönüştürülmesi fikri yatmaktadır ve Alman Vakıflarınca devşirilmiş siyasiler bu politikaların hayata geçirilmesinde etkin rol oynamaktadırlar. Bu bağlamda Alman devleti, Lozan Antlaşması’nın ilgili maddelerine aykırı hareket etmektedir. BND için hedef ülkede etki ajanı bulmak hele hele Türkiye’de zor değildir.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında C.I.A. tarafından yeniden yapılandırılan BND, özellikle Sovyetler Birliği ve Doğu Almanya’ya karşı faaliyet gösterdiği “Soğuk Savaş” döneminde çok sayıda çalışana sahip olmakla birlikte aynı zamanda anti-komünist karakterde fakat Almanya’nın kısmen müttefik işgali altında bulunması nedeniyle bağımlı bir yapıya sahiptir. A.B.D. tarafından Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı üyelerine yönelik casusluk-kışkırtma-propaganda amacıyla Alman topraklarında konuşlandırılan “Hür Avrupa Radyosu”, “Özgürlük Radyosu”, “Sovyetler Birliği’ni Öğrenme Enstitüsü” gibi kuruluşlar, BND için deneyim kazanılan “staj yerleri” olarak önem taşımıştır. On personelinden biri askeri istihbaratçılardan oluşan BND, günümüzde personel açığı yaşamakla birlikte özellikle Ukrayna ve bazı ülkelerin teknolojik, askeri, ekonomik gelişmelerini takip etmekte son derece zayıf olduğu ileri sürülmektedir.

Son teknolojik araçlara sahip BND’nin, ülke dışında 1500 kadrolu personeli mevcuttur. Batılı istihbarat servislerinin yanı sıra ve onlardan farklı olarak, İran, Irak, Libya ve Çin Halk Cumhuriyeti istihbarat servisleri ile de ikili istihbarat antlaşmalarına (eğitim ve bilgi değişimi dâhil) taraf olarak büyük güç ve etkinlik kazanan BND, dünyanın hemen her tarafındaki istasyonlarından gelen durum raporlarını, son durum değerlendirmesi ile birlikte, günde iki sefer Başbakanlık, Dışişleri, İçişleri ve diğer ilgili kurumlara iletmekle yükümlüdür. BND, Sovyetler Birliği dağılıncaya kadar, gerek bu ülkede ve gerekse Doğu Almanya’da, Romanya’da, Yugoslavya’da, Polonya’da, Türkiye’de ağırlıklı casusluk faaliyetleri gösterirken; Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra faaliyetlerini küresel boyuta taşımış; yanı sıra bölgesel faaliyetlere de özel bir önem vermiştir. Doğu Almanya’nın koparılması ve iki Almanya’nın birleştirilmesi; Slovenya’nın ve Hırvatistan’ın bağımsızlığını ilân etmesi; Arnavutluk, Bosna ve Kosova’daki gelişmeler, Türkiye’deki etnik ve dinsel ayrılıkların derinleştirilmesi, BND’nin deyim yerindeyse rüştünü ispat ettiği bölgesel faaliyetler kapsamında yer alır . BND’nin rüştünü ispat ettiği bölgesel faaliyetler arasında ifşa olan silah sevkiyatları ve diğer faaliyetleri şu şekildedir.

BND: 1966-69 yıllarında kurulan büyük koalisyon döneminde, meşhur Reinhard Gehlen’den sonra BND’nin başkanlığını yapan Gerhard Wesel’in anılarından elde edilen bilgiler doğrultusunda; BND’nin Merex şirketi üzerinden yaptığı silah sevkiyatları ve Alman çıkarlarının o dönemde nereleri ve neleri kapsadığını şu şekilde öğreniyoruz. 1967-1970 Kanlı Biafra İç Savaşı 2 milyon insanın öldüğü dönemde her iki tarafa Alman ordusunun G-3 tüfeklerinin ve cephanelerinin sevkiyatının gerçekleştirilmesi; 1966 yılı BM’de Rodezya’ya yani şimdiki Zimbabve her türlü ambargonun olduğu dönemde, Ian Smith yönetimindeki azınlık hükümetine araç ve silah sevkiyatı; Güney Afrika beyaz ırkçı hükümetine yapılan silah sevkiyatı; 1948 İsrail devletinin kuruluşundan itibaren Ürdün’e silah sevkiyatı; Çin’e atom bombası yapımında yardımcı olmak adına 20 ton uranyum örneklerinin gönderilmesi; Yunanistan’da askeri cuntanın hâkim olduğu dönem boyunca silah sevkiyatı; 1975-76’da Irak Emniyet Genel Müdürü ve İstihbarat Başkanı Fadıl el Berrak ile temasın ardından Telemit Elektronik GmbH üzerinden silah teçhizatın sevkiyatı ile 1978 verilerine göre Irak, Japonya’dan sonra ilk dış ticaret ortağı haline gelmesindeki rolü; Telemit Elektronik GmbH üzerinden 1980-83 arası Irak’a teslimatı yapılan silah teçhizatın 24 milyon markı bulduğu; Aynı yıllarda BND’nin Ortadoğu uzmanı Dr. Peter Roell yönetiminde, yukarı Bavyera’da yer alan Haarsee şehrindeki tesislerde Iraklı istihbarat subaylarının eğitimlerinin verildiği; Arnavutluk lideri Enver Hoca’nın 1985’de ölümünden sonra, 1987-88’de önce Bavyera başbakanı Franz Josef Straus, ardından dış işleri bakanı Hans Dietrich Gencher’in Arnavutluk ziyareti ve iki BND subayının Tiran’a SIGURMI’yi SHIK’e dönüştürme çalışmaları; BND ve MAD (askeri istihbarat) 1991’de, Tiran’a muharebe, dinleme ve operasyon teknikleri için ekipmanların gönderildiği; Tiran BND bürosuna kayıtlı 20 MIG-21 savaş uçağı motorlarının olduğu askeri teknolojik sevkiyatları sıralamak gerekmektedir.

Bunun yanı sıra 1992’de Alman Anayasayı Koruma Teşkilatı tarafından terör ve cinayet örgütü olarak yasaklı terör listesine alınan UÇK’yı desteklendiği, pek çok UÇK komutanının eğitimini üstlendikleri bir gerçektir. BND, 1992-95 arasında Yugoslavya’nın dağılma sürecinde özellikle Bosna Hersek’te yaşanan iç savaşta Hırvatlara destek vermiştir. Bununla beraber ABD’li bakan Colin Powel’in 5 Şubat 2003’te BM Genel Kuruluna sunduğu Irak’ın Kitle İmha Silahlarına sahip olduğu bilgisi BND tarafından servis edilmiştir. BND’nin 1996’dan itibaren Mısır, İsrail, Ürdün ve Filistin üzerinde yoğunlaştığı; Türkiye, Suriye, Irak arasındaki sözde haksız su politikalarında çalışmalar yürüttüğü; Türkiye, İran, Irak ve Suriye’ye özel ilgi ve çalışmalar yürüttüğü bilinmektedir. BND’in Suriye İç Savaşı başlamasından CIA ile koordineli şekilde çalıştığını ve ayrıntılı operasyonlar gerçekleştirmişlerdir.

Alman diplomatların yanı sıra, Federal Hükümet’ten maaş alarak yurt dışında görevlendirilen görevlilerin tümü, BND “hizmet içi akademisinde” gidecekleri ülke ile ilgili eğitime tabi tutulur. Ayrıca, Almanya’nın yurt dışındaki sefaretlerinde görev yapan genellikle ikinci, üçüncü ve dördüncü sekreterlerin, ataşelerin ve müsteşarların tamamının, hedef ülkelerde ise Büyükelçilerin de BND’nin kadrolu bağlantılı elemanları arasından atanmaktadır. Özellikle 1970’li yıllardan günümüze Türkiye’de görev yapan Alman Büyükelçilerinin tamamının bağlantılı BND elemanı oldukları; Türkiye’de görev yapan Alman gazetecilerin ise doğrudan sözleşmeli BND elemanı oldukları kaydedilmektedir. BND, kuruluşu ve kadrosu itibariyle ırkçı eski/yeni Nazilerden oluşur.

Dönemin Başbakanı Konrad Adenauer’in, BND’nin başına, Hitler’in Doğu Cephesi İstihbarat Şefi General Reinhard Gehlen’i getirmesi ile başlayan ırkçı gelenek, bugün de ödünsüz sürdürülmektedir. Örneğin 2000 yılında göreve atanan Alman Büyükelçi Dr. Rudolf Schmidt, dönemin Türk Dışişleri Bakanı İsmail Cem’i ziyaret bile etmeden, 21 Mart’ta Barzani’nin temsilcisi tarafından Ankara’da verilen resepsiyona katılmıştır. Bu minvalde bir başka örnek ise 1990’lı yıllarda pek çok Alman siyasetçi hatta bunların yanında devleti temsil eden görevliler, henüz daha Türk dış işleri bakanlığına gitmeden önce ya Diyarbakır ya da doğu illerinden birinde belediye başkanı ziyaretlerinde bulunmuşlardır. Kürtçülüğün silahlı kolu bölücü terör örgütü mensupları ve sözde siyasi kolu olan DEP, DEHAP, HADEP, YEŞİL-SOL ve DEM’lilerle görüşmeler gerçekleştirmişlerdir.

Bir başka benzer örnek Alman Cumhurbaşkanı tarafından gerçekleştirilmiştir. 8 Nisan 2000’de dönemin Cumhurbaşkanı Johannes Rau, Türk devlet yetkililerinden önce gerçekleştirdiği bir dizi görüşme ve basın açıklaması dönemin gazetelerinde şu şekilde yer almıştır: “Alman Cumhurbaşkanı Johannes Rau, dün insan hakları örgütleri ile bir toplantı yaptı. Toplantıya, Mazlum-Der Genel Başkanı Yılmaz Ensaroğlu, İHD Genel Başkanı Hüsnü Öndül, TİHV Genel Başkanı Yavuz Önen, ÇHD Gn. Başkanı Ali Ersin Gür, TİHAK Başkanı Nevzat Helvacı, Avukat Yusuf Alataş ve İnsan Hakları Eğitimi Ulusal Komitesi Başkanı Prof.Dr. İonna Kuçuradi katıldı. Türkiye’deki insan hakları, düşünce özgürlüğü, idam cezasının kaldırılması, demokratikleşme, yargı reformu ve işkence konularının gündeme geldiği toplantıda Alman Cumhurbaşkanı Rau, insan haklarından sorumlu Devlet Bakanı M. Ali İrtemçelik’in geçtiğimiz yıl Kasım ayında NGO’larla yaptığı toplantının devamının gelip gelmediğini sordu.

Türkiye’de NGO’larla siyasi irade arasında bir kopukluk olduğu ve NGO’ların düşüncelerinin kaale alınmadığı tespitini yapan Rau’nun, ‘siyasi iradenin NGO’ların düşüncelerini dikkate alması gerekir’ dediği belirtildi. Türkiye’deki insan hakları sorunlarının çözümlenmesinde asıl görevin Türkiye’nin iç kamuoyuna düştüğünü belirten Mazlum-Der Genel Başkanı Yılmaz Ensaroğlu, bu bağlamda DIŞ DİNAMİKLERİN de önemli olduğunu kaydetti. Ensaroğlu, AB üyesi ülkelerin, Türkiye’nin insan hakları ihlallerine ilkeli ve KUŞATICI yaklaşmalarını, seçici davranmamalarını, insan haklarının uluslararası çıkarlara feda edilmemesini istedi. İnsan hakları alanındaki adımlarda ulusal ve uluslararası demokratik kamuoyuna güvendiklerini belirten İHD Genel Başkanı Hüsnü Öndül ise, bu faktörün insan hakları standardının gelişmesinin önünü açacağını ifade etti.”

Türkiye’deki Alman devletinin temsilcileri, gerçekte BND mensubu olup, bir kısmı diplomatik dokunulmazlık kapsamında, bir kısmı gazeteci, akademisyen (arkeolog, dilbilimci, Türkolog, siyaset bilimci, çevre bilimci, ekonomist, sosyolog, etnolog ve ilahiyatçı ağırlıklı), araştırmacı, sendikacı kimliğinde ve diğerleri de vakıf temsilcisi olarak kesintisiz faaliyet göstermektedirler. Özellikle 1950 yılından itibaren BND görevlilerinin Türkiye’ye uzman, danışman, tekniker, diplomat, din adamı, gazeteci, büyükelçilik/konsolosluk elemanı, arkeolog, STK üyesi olarak giriş yaptıkları gözlenmiştir. BND’nin, arkeologlarını yetiştirdiği Tübingen Üniversitesi ile Türkiye’deki Üniversitelerin arkeoloji bölümleri ve arkeologları arasındaki ilişkiler ve son olarak Göbekli Tepe çalışmalarında ne derece takip edilmekte ve kontrol altındadır?

Alman Vakıflarınca ülkemizde kullanılan kişiler genellikle akademisyen, araştırmacı, sendika ve sendikacılar, jeoloji ve maden mühendisleri olarak farklı meslek gruplarından ve gazetecilerden oluşan geniş bir ağa sahiptirler.

BND’nin İleri Karakolları Alman Vakıfları ve Türkiye Faaliyetleri

Almanların, Türkiye özellikle pan-german düşüncesinin İstanbul’a olan ilgisi ve tabiki petrolün keşfi ile birlikte Ortadoğu’ya olan ilginin köklerinin 1840’lı yıllara dayanır. Alman devletinin bu yıllarda İstanbul’a olan ilgisini ise Alman Hastanesi, Alman Lisesi, Goethe Enstitüsü ve Alman Kilisesinin yapılmasıyla başladığı bilinir . Alman siyasi partilerine bağlı vakıflar genellikle 5 tanesi bilinmekle birlikte esasen BND tarafından yönlendirilen toplamda 57 aktif vakıf bulunmaktadır. Bunun dışında sözde akademik ve bilimsel araştırmalar, raporlar hazırlayan SWP Berlin ve saha araştırmaları konusunda oldukça dikkat çeken Rawest de öne çıkanlar arasındadır.

Almanya’da her siyasi partinin kendine bağlı daha doğru ifadeyle Alman devletinin çıkarlarına yönelik fonlanarak çalışan vakıfları vardır. Bunların en önemlileri olarak Hristiyan Demokratlar (CDU) Konrad Adanauer Vakfı, Sosyal Demokratlar (SPD) Friedrich Ebert Vakfı, Liberaller (FDP) Friedrich Neuman Vakfı, Yeşiller (Die Grüne) Heinrich Böll Vakfı öne çıkar. Yanı sıra Körber Vakfı, Alexander von Humboldt Vakfı, Hans Seidel Vakfı ile Alman Orient Enstitüsü, Goethe Enstitüsü, Alman Kültür Merkezi, Georg Eckert Enstitüsü, Fian Örgütü, SWP Berlin ve Rawest kuruluşu da mutlaka izlenmesi gereken Alman Vakıfları ve merkezleri arasındadır.

Alman “derin devletini” en iyi tanıyan Türk akademisyenlerinden Dr. Yavuz Dedegil, BND ve Alman vakıfları arasındaki organik ilişkiyi şu cümlelerle değerlendirir: “Eyaletler ve özellikle federal düzeyde ise, kamuoyunu yönlendirme daha büyük boyutlardadır. Prof.Dr. Schmith-Eenboom, Undercover isimli kitabında, bütün Alman medyası ile devlet istihbarat teşkilâtı arasındaki geniş ilişkileri sıralamıştır. Alman İstihbarat Teşkilâtı (BND), medya içinde doğrudan elemanlara sahip olduğu gibi, ‘DPA’ veya ‘Reuters’ gibi enternasyonal çalışan haber ajansları ile organik bağlar içindedir. İstihbarat teşkilâtı kendi içinde ‘haber fabrikaları’ kurmuştur ve istediği haberleri değiştirmekte veya kendisi üretmektedir. Bu meyanda Alman siyasi partilerinin ‘kendi vakıflarının’ da, birinci derecede federal yönetim tarafından finanse edildiği ve devletin ‘sivil toplum örgütlerini’ oluşturdukları da bilinmelidir”.

Merhum Dr. Necip Hablemitoğlu, “Etki Ajanları-Nüfuz Casusları ve Fethullahçılar Raporu” isimli çalışmasında Türkiye’deki yabancı Vakıflar ile ilgili şu değerlendirmelerde bulunur: “Türkiye, Vakıflar mevzuatının kesinlikle izin vermemesine rağmen, gelmiş geçmiş hükûmetlerin siyasal irade ve kararlılık gösterememeleri nedeniyle, Alman vakıflarının casusluk ve kışkırtma faaliyetlerine göz yummak konumundadır. Aynı şekilde, Alman ya da ABD vakıf ya da resmi kurumları ile birebir parasal ilişki ve işbirliği içinde olan Türk dernek ve vakıflarının da yerine getirmeleri gereken zorunlu prosedürlere uymadıkları bilinmektedir. Siyasal irade ve kararlılık yokluğu, yabancı istihbaratçıları ve yerli işbirlikçilerini giderek pervasızlaştırmaktadır: Tam bağımsızlık kavramının içi boşaltılırken, ulusal egemenlik ilkesi ise, giderek Berlin’e veya Washington’a ya da Brüksel’e koşulsuz teslimiyet ilkesine dönüştürülmektedir. Yabancı vakıfların ve yerli işbirlikçileri küreselleşmeci NGO’ların yarattığı bu rahatsızlık, 8. Beş Yıllık Plan’da da ifadesini bulmuştur; ancak nedense gereği bir türlü yapılmamaktadır.”

Türkiye’de faaliyet gösteren Alman vakıfları ve enstitüleri, gerçekte Alman İstihbarat Servisi BND’nin kontrolünde çalışan, tüm masrafları Federal Bütçeden karşılanan ‘taşeron’ NGO’lardır. İşin ilginç tarafı, hemen her vakıf (ırkçı CSU ve solcu PDS dışında) rejimle sorunsuz mevcut siyasal partilerin birer yan kuruluşudur. Alman Parlamentosu’nda grubu bulunan partilerin bünyesi içindeki bu vakıfların tamamı, iktidar-muhalefet ayrımı yapılmaksızın Federal Hükümetin ‘Politik Eğitim Fonu’ndan finanse edilmektedir. Bu vakıfların yurtdışı faaliyet giderleri tamamı Federal Hükümet tarafından karşılanır. Resmen Alman Hükümeti’nden yardım alan söz konusu vakıflar, dış ülkelere “Hükümet Dışı Sivil Toplum Örgütleri” yani NGO olarak takdim edilir. İşte bu vakıflar, 1984’ten itibaren Türkiye’ye gelerek ve de yasal boşluklardan yararlanarak, her biri birer “taşeronun taşeronu” yasal Türk NGO’sunun tabelası ardında faaliyetlerini sürdürmektedirler.

Alman vakıflarının yıkıcı-bölücü ve casusluk faaliyetlerine karşı ilk kez Türk kamuoyunu bilgilendirerek uyaran Türkiye’nin tek Doğu bilimcisi Tamer Bacınoğlu, söz konusu vakıflarla ilgili şu çok önemli değerlendirmeyi yapmaktadır:“… Alman parti vakıfları, devlet finansmanlı çok özel NGO’lardır ve Alman dış politikasının önemli bir aracı durumuna gelmişlerdir. Alman Dışişleri Bakanlığı’nın…Yayınında, ülkelerin içişlerine sorun yaratmadan karışabilmek için ne tür ‘gizleme projeleri’ kullanabileceği üzerine bir dizi ‘pratik örnek’ verilmektedir. Politik Vakıfların bu bağlamda ‘diyalog programları ile yapıcı bir rol oynayacakları’ en yetkili ağızlardan itiraf edilmektedir.

Ankara ve İstanbul’da şubeleri bulunan tüm Alman parti vakıflarının programları kabaca şu üç maddeden oluşur: Birinci maddedeki etkinlikler, Kemalizm’in iflas ettiğini ve sorunun geçici bir hükûmet sorunu değil, ‘yapay ve uyduruk Türk ulusunu tepeden inme yöntemlerle yaşatmaya çalışan Türk devleti’ olduğunu kanıtlamayı amaçlar. Bu çerçevede üçlü bir strateji izlenir: A- ‘Toplumun değişik katmanlarını Kürt sorunu üzerine tartışmaya ve çözüm üretmeye alıştırmak’ ve buna paralel olarak ‘Kürtçü gruplar’ ile Almanya arasında köprü kurmak. B- ‘Toplumun değişik katmanları ile siyasal İslamcıları bir araya getirmek’ ve buna paralel olarak İslâmcılar ile Alman devleti arasında köprü kurmak. C- ‘Alevilerin aşırı İslam’a karşı oluşlarını dikkate alarak, Aleviler ile özel görüşmek ve konuyu gerektiğinde Kürt sorununa kaydırmak’. İkinci maddedeki etkinlikler, ‘Türkiye’de yerel yönetimlere işlerlik kazandırmak’ amacıyla Almanya’da adı var, kendi yok federal sistemi Türkiye’ye tanıtmayı hedefler. FDP’nin Friedrich Naumann Vakfı, federalizmi tanıtma’ çabalarını genelde Batı Anadolu’da yürütürken, Yeşillerin Heinrich Böll Vakfı federal yönetimin nimetlerini Doğu Anadolu konusunda gündeme getirmektedir.

Yeşiller’in bu vakfı şu sıralar, Türkiye’nin etnik çetelesini tutmakla meşgul ve hem Alman Dışişleri Bakanı ile hem de aynı bakanlığa bağlı Alman resmi ‘araştırma’ enstitüleri ile ortak çalışmakta. SPD’nin Friedrich Ebert Vakfı da, daha ‘dünya çapında’ bir yaklaşımla ‘Türkiye’de sivil toplum kurulabilmesi’ için çaba gösterirken, daha çok ‘ekonomi ağırlıklı diyalog arayışında olduğu izlenimini vermek istiyor. Türkiye’de ‘İslâm’ı demokrasiyle barıştırmak’ yolunda en kapsamlı projeler ise CDU’nun Konrad Adenauer Vakfı’nca yaşama geçiriliyor. Vakıf ajandasının üçüncü maddesi, ‘yerli köprübaşları oluşturmayı’ öngörür.

Almanya’ya davet edilen Türk akademisyenleri, aydınlar, burs verilen doktora öğrencileri, vakıf şubelerine alınan Türk elemanlar için ödenen Alman ‘kalkındırma yardımı’, bazı duyumlara göre yıldan yıla katlanarak artırılmaktadır. Etkinlik alanlarının farklılığı, parti programlarının farklılığından değil, aralarındaki görev dağılımından kaynaklanır…. Almanya kökenli vakıflar, ‘biz NGO’yuz’ diyor. Ancak ‘sivil toplum’, ‘küresel ekonomi’ ve ‘insan hakları’ için uğraşı verdiklerini iddia ederken, ‘Türk devletinin varlığı sorundur, Türk ulusu uyduruk bir yapıdır’ da diyebiliyorlar. Hepsi de ‘dost ve müttefik Almanya’ hesabına çalışıyor. Söylev’deki ‘Her tarafta ecnebi zabit ve memurları ve hususi adamları faaliyette…” Sözleri son derece uyarıcı nitelikte ve asla unutulmaması gereken konudur.

Federal Alman İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Bakanlığı tarafından hazırlanan ve Aralık 2000’de yayınlanan “Yeni Türkiye Konsepti”, Alman vakıflarına, rutin faaliyetlerinin yanında –özellikle casusluk ağırlıklı- yeni görevler yüklemiştir. Raporda bahsedilen yeni Türkiye Konseptinde özetle: “Lider sultası altındaki partilerle Türkiye’de sivil toplum inşa edilemez. Örgütlenme tabandan başlatılmalı; yerel düzlemde örgütlenmelere gidilmeli, özellikle köylü hareketlerine öncelik tanınmalıdır. Türk halkı bu konularda tecrübesiz olduğu için, Alman NGO’lar teorik, parasal ve lojistik yardım sunmalıdırlar”.

Heinrich Böll Vakfı Türkiye’deki İlişkileri ve Faaliyetleri

Alman Yeşiller Partisi’ne bağlı Heinrich Böll Vakfı, BND’nin Türkiye’deki espiyonaj faaliyetleri kapsamında en çok kullandığı ileri karakol olarak dikkat çekmektedir. Türkiye’de en aşırı sağdan en aşırı soluna, ikinci cumhuriyetçilerden etnik bölücü Kürtçülere uzanan çizgide, ortak paydası Türkiye Cumhuriyeti düşmanlığı olan tüm birey ve örgütleri bir araya getirme, ortak platformlar oluşturma çabası içindedir. 1988’de Berlin’de kurulan Heinrich Böll Vakfı’nın, tıpkı diğer vakıflar gibi, Alman iç politikasına karışması yasaktır. Hükûmetin öngördüğü sınırlar içinde, misyonunun gereğini yerine getirmede, tıpkı diğer vakıflar gibi, oldukça özgürdür. Vakfın Almanya faaliyetleri, iki bölümden oluşmaktadır:

Gerçek Almanlara yönelik faaliyetler; “yabancılar”a (Burada yabancılardankasıt yüksek oranda Türklerdir) yönelik faaliyetler. Birinci bölüme yönelik faaliyetler, apolitik çevre projelerinden ibarettir. İkinci bölümdeki faaliyetlerin ağırlık noktasını ise Türkler oluşturmaktadır. Böll Vakfı, bu kapsamda, Türkiye karşıtı tüm etnik, ideolojik ve dinsel yapılanmaların (PKK, Ermeniler, Süryaniler, Pontusçular, Keldaniler, Yezidiler, Milli Görüşçüler, Kaplancılar, Fethullahçılar, Süleymancılar, Nizam-ı Âlemciler, DHKP-C, Tikkocular, Bölücü Kürtçü Terör Örgütü ve şemsiyesi altındaki ayrılıkçı/bölücü oluşumlar) yanı sıra, Federal Anayasa’yı Koruma Teşkilâtı, İçişleri ve Dışişleri Bakanlığı, Protestan ve Katolik Kilise Akademileriyle yine bunlara bağlı haber ajansları ve diğer medya kuruluşları ile koordineli organik ilişki içindedir. Vakfın Almanya faaliyetlerinin finansmanı, İçişleri Bakanlığı’nın “global fonları” ve değişik bakanlıkların proje güdümlü kaynaklarından karşılanmaktadır.

Heinrich Böll Vakfı, Türkiye’de uzmanlaştığı başlıca üç konuda faaliyet göstermektedir: Birincisi, “insan hakları” konusu ki, en yoğun işbirliği yaptıkları Türk sivil toplum kuruluşları arasında İstanbul Barosu, Diyarbakır Barosu, İnsan Hakları Derneği, Helsinki Yurttaşlar Derneği, KOMKAR, Düşünce Suçuna Karşı Girişim, Alternatif Toplum Merkezi, Mazlum-Der, Türkiye İnsan Hakları Vakfı vd. bulunmaktadır. Bu kuruluşlarla müşterek panel, sempozyum, atölye çalışmaları ve benzeri etkinliklerde, Yücel Sayman, Hüsnü Öndül, Hasip Kaplan, Murat Bozlak, Şanar Yurtapan gibi isimlerin yanı sıra, Claudia Roth, Angelika Graf, Jonathan Sugden gibi Türkiye karşıtı olarak tanınan Avrupalı parlamenterlere, gazetecilere rastlamak mümkündür.

İstanbul Barosu İnsan Hakları Merkezi Azınlık Hakları Çalışma Grubu’nun Heinrich Böll Vakfı işbirliğiyle 8-9 Haziran 2001’de İstanbul’da gerçekleştirdiği etkinliklerden biri olan “Ulusal, Ulusal-üstü ve Uluslararası Hukukta AZINLIK HAKLARI (Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, Avrupa Konseyi, Lozan Antlaşması)” konulu sempozyum, gerek zamanlama, gerek katılımcılar ve gerekse tebliğ konuları itibariyle oldukça dikkat çekicidir. Vakfın işbirliği içinde olduğu diğer dış kuruluşlar arasında, Uluslararası Af Örgütü’nün (Amnesty International) İstanbul Ofisi ve özellikle de Almanya Şubesi 27, İstanbul Orient Enstitüsü, Konrad Adenauer Vakfı ve diğerleri (Kurdish Human Right Projects, PKK-ERNK, International Comittee of the Red Cross, International Centre for Human Rights and Democratic Development) başı çekmektedir.

Vakfın ikinci faaliyet konusu, “çevre sorunları” üzerinedir. Vakfın bu konudaki hedefi, Türkiye’de sanayileşmenin, madenciliğin ve enerji kapsamında hidroelektrik santrallerin karşısında, bilimsel ve akılcı bir çevrecilik yerine; salt tepkisel ve duygusal boyutlarda bir çevrecilik hareketine dinamizm kazandırmak ve oluşturulan bu dinamik güçleri, Almanya’nın çıkarları lehinde, Türkiye’ye karşı koz olarak kullanılması vardır. Böll Vakfı, Almanya’nın ekonomik çıkarları doğrultusunda faaliyet gösteren sözde çevreci FIAN örgütü ile de ilişkilidir. Vakfın üçüncü uzmanlık konusu ise, Türkiye’deki sivil toplum kuruluşlarını, süratle küreselleşmeci NGO çizgisine çekmektir.

Yeşillerin fonladığı Heinrich Böll Vakfı, üniversite protestoları, küçük çaplı ayaklanmalar, LGBT organizasyonları, medya, sinema ve kısa film yarışmaları ile medya özgürlüğü, etnik kimlikler/halklar, haklar ve özgürlükler gibi konularda oldukça aktiftirler. Heinrich Böll Vakfı İstanbul şubesinin resmi sayfasına girdiğinizde LGBT çalışmaları ile ilgili şu etkinliği görmek mümkündür. “LGBT: How LGBT + İndividuals were criminalized with the withdrausal of the İstanbul Convention?”, ve “The Boğaziçi Resistence: The Matter Circles Back to Queers” adında 24 Haziran 2022 tarihli çalışmasını görebilirsiniz.

Açık kaynaklardan elde edilen bilgiler doğrultusunda Heinrich Böll Vakfı’nın 2021’de fonladığı ve saha araştırmasını Rawest’e yaptırdığı “Kürtlerde Değerler ve Tutumlar Araştırması” isimli rapor önemli ayrıntılar içermektedir.Rawest ’in, resmi sayfasında işlenen raporun tanıtımında: “Heinrich Böll Stiftung/Vakfı’nın Türkiye Temsilciliği’nin iş birliği ve Rawest Araştırma’nın saha desteğiyle yürütülen çalışma; Türkiye’deki 11 şehirde, 18 yaş üzeri Kürtlerin değer yargılarını ve tutumlarını daha yakından anlamayı, birbirleri ve Türkiye toplumu ile aralarındaki benzerlik ve farklılıkları görmeyi ve göstermeyi amaçlıyor” ifadelerine yer verilmiştir.

Türkiye’yi Iraklaştırmak, Suriyeleştirmek, “Kolektif terör-terörizme” maruz bırakmak için büyük çaba vardır. Rapordan anladığımız Türkiye’nin “Daha Türkiyeli bir Kürtlük inşası” ile Avrupa’nın kontrolünde bir federalleşmeye götürülmesidir.

German Marshall Vakfı

Heinrich Böll Vakfı, özellikle Türkiye’deki etnik kimliklerle ilgili ciddi çalışmaları olan esasında German Marshall ile de ilişkilidir. Özellikle bu ilişkinin Ukrayna’daki “maydan” olaylarında, Ukrayna devlet başkanı Zelensky ve Kiew Belediye başkanı Almanya adına yıllarca profesyonel boks yapan Wladimir Kliçko her iki vakfın ortaklaşa çalışmalarından biridir. German Marshall Vakfı her ne kadar ağırlığını ABD’de sürdürse de ABD-Almanya ortak çıkarlarına hizmet eden vakıflar olarak öne çıkmaktadır. Bu haliyle GMF, tüm vakıfların üzerinde şemsiye konumundadır.

Siyasi parti ve siyasilerle olan ilişkiler, muhalif kanatlarla ve uç kesimlerle özellikle ayrılıkçı Kürtçü bölücü terör örgütünün sözde siyasi uzantılarla gerçekleştirdikleri dirsek teması oldukça yakın/sıkı şekilde bu vakıflar aracılığıyla yürütülür. GMF’un çeşitli fonları alarak gerçekleştirdiği bir dizi etkinlikleri şu şekilde sıralamak mümkündür: “Balkan Demokrasisi”, “Karadeniz İş Birliği”, “Tematik Grup Desteleri”, “Almanya Programları”, “Göç ve Entegrasyon”, Stratejik desteklerdir. Özellikle NATO’ya bağlılığı kanıtlanmış siyasetçiler ve gruplara yönelik maddi yardımlarda bulunur. GMF’un en öne çıkan maddesi“bireysel girişimcilik için destek, antidemokratik ülkelerdeki milli aparatlara zarar gelmemesi için Alman bankalarında açılan hesaplardan ödeneklerin yapılması” diyebiliriz. Fonlanacak kişilerde aranan temel özelliklerden en önemlisi Rusya-Çin karşıtı NATO ABD sempatizanı olmaktır. Bunlara ayrılan aylık fon bütçe miktarının 150 Bin € üzerinde olduğu belirtiliyor.

Türkiye’de Dini Vakıflar, sokak hareketleri, medya kuruluşları, muhalif parti hareketleri, yeni parti oluşumları ile ilgilenmek yerine doğrudan “yeni ve farklı” üzerinden gider. Bütçesinin çoğu kez Alman üniversiteleri üzerinden proje ve düşünce toplantıları destekleriyle kullandırılmaktadır. Almanya Bochum Üniversitesi bu alanda Dini Vakıflar ve özellikle FETÖ ile iltisaklı akademisyenler için uygun eğitim kurumlarındandır. Diğer üniversitelerinden Bielefeld, Wuppertal, Berlin Hür üniversiteleri etnik siyasi kimlikler üzerinde de çalışırlar.
Heinrich Böll Vakfının bir diğer birlikte çalıştığı vakıf ise “German Motion Picture Fund” yani Alman Film Vakfıdır. Özellikle “Göçmenler, LGBT, Kadın ve Feminizm Hareketleri” gibi alanlarda oldukça etkin olmakla beraber toplumsal farkındalık çalışmalarını da önemle sürdürürler. Özellikle kısa metrajlı filmler için ayrılan yıllık ödeneğin 30 milyon € üzerindedir.Her yıl 100 kısa film için %10 destek verilmektedir.

Friedrich Ebert Vakfı Türkiye’deki İlişkileri ve Faaliyetleri

BND’nin ileri karakollarından olan Alman vakıflarından bir diğeri de SDP’ye bağlı, merkezi Bonn’da bulunan Friedrich Ebert Vakfı’dır. Vakfın asli görevlerinden biri, Almanya’daki Türklerin arasında yürütülen çalışmaların yanı sıra, Türkiye’deki faaliyetlerin bilimsel sonuçlarının rapor halinde Alman Hükümeti’ne sunulmasıdır. Bu raporlar okunduğunda Ebert Vakfı’nın Alman emperyalizmine hizmet ettiği açıkça ortadadır. Friedrich Ebert Vakfının Türkiye’deki ağırlıklı olarak faaliyet alanları: çalışma ekonomisi ve sendikalar üzerinedir. Türkiye’de iç/dış göç, işçiler, sendikalar, toplumsal ve ekonomik değişim, sendikalarda kadın eğitimi, sendikal eğitim teknikleri, endüstri ilişkileri, işsizlik ve eksik işgücü sorunları, üniversiteler ve sendikalar arasındaki ilişkiler, sosyal demokrat istihdam politikaları gibi konu başlıklarını içeren çok sayıda bilimsel toplantı düzenlenmiştir.

Bu Alman Vakfı, Sosyal Demokratlardan oluşan muhalif kanat siyasi partiler ve siyasilerle ilişkilidir. Türkiye’de bu kanadı CHP ve türevleri temsil ederler. Konrad Adanauer, Körber Stiftung, Alexander von Humboldt, Friedrich Neuman, Heinrich Böll, Hans Seidel ve Rosa Luxemburg vakıfları sözde bilimsel çalışma, araştırma ve raporlarla öne çıkıyor gibi görünseler de politik destek veren çalışmalar yaptıkları raporlarından son derece bellidir. Özellikle Alman SWP Berlin Enstitüsü, Türkiye karşıtlığı ile öne çıkmakta ve göç, sığınmacı, göçmen konularında çalışmalar yapmış ve Türkiye’nin bu konularda maddi olarak daha çok desteklenmesi ve Türkiye’de göç, göçmen, sığınmacı karşıtlarını ele alan raporlar hazırlamışlardır.

Friedrich Ebert Vakfı’nın yıllık bütçesi 2023 verilerine göre 200 Milyon avrodur. Yıllık 2262 eğitim adı altında etkinlik düzenler. Bu vakfın sayfasına girdiğinizde karşınıza Türkiye’den fonlanan kişi, kuruluş ve yapılar çıkmaktadır. Bunların öne çıkanları: TESEV – SODEV = Gezi tutukluları ve hak ihlalleri konularında etkinlikler düzenlenmiştir. KÜYEREL = Cengiz Çandar& Jonathan Powell-Teröristlerle Konuşmak kitabının yazarı, çözüm süreci ile ilgili etkinlikler düzenlenmiştir. CHP & TÜSES ile birlikte Selin Sayek Böke, ekonomi programları düzenlenmiştir.

Friedrich Ebert Vakfının organize ettiği ve fonladığı bazı faaliyetler: Büyükçekmece Belediyesi ve Friedrich Ebert Vakfı katkılarıyla “Göç, Göçmenlik ve Yerel Yönetimler Hizmet İçi Eğitim Semineri” Konuşmacı: A. Ünal Çeviköz, Moderatör: Dr. Hasan Akgün. Bakınız 20 Eylül 2022, Arbeit und Leben Hessen Delegasyonu Alman Sendikalar Birliği (DGB), İlke Gökdemir ve Yasemin Ahi, Türkiye-AB-Almanya Göç İlişkisi. Bir diğer etkinlik: Selahattin Demirtaş tutuklanmadan önce Friedrich Ebert Vakfı organizesinde konuşmacı ise Middle East İnstitue. Bir başka etkinlik: We are Hırıng- Friedrich Ebert Vakfı “Media and Public Relations Menager”, Fes Mena Regional Project; Traf-de Unions, Peace and Security Political Femminizm Migration, Climate and Energy, Ekonomic Policy.

Bakınız: Friedrich Ebert Vakfı& Barış Vakfı, Ayşe Betül Çelik, Evren Balta, Mehmet Gürses, KONDA Kamuoyu araştırma şirketi “Kürt Sorununa Toplumsal Bakış” (2010-2022) Raporu. Son olarak bkz: Blicwechsel Contemporary Turkey Studies Türkei A Programe by Stiftung Mercator “Anatomy of a Political Regime” olarak sıralamak mümkündür.

Friedrich Neuman Vakfı ve Türkiye Faaliyetleri

Türkiye’yi etnik ve dinsel açıdan federal bir yapılanmaya götürecek stratejinin taşeronluğunu üstlenmiştir. Yerel yönetimlerin merkezi hükûmet aleyhine güçlendirilmesi, merkezden kopmak isteyen halkların (!) kendi kaderlerini tayin hakkının ifadesi olarak yerel yönetimleri kullanması, ormancılık, KOBİ’ler, çalışan çocuklar, demokratikleşme, insan hakları gibi konular, Naumann Vakfı’nın etkinlik konuları arasında yer alır.Gerek Almanya’daki ve gerekse Türkiye’deki etnik bölücü Kürtçü yapılanmalara Alman Devleti’nin tüm olanaklarını dolaylı olarak sunan bir başka merkez ise, “Tehdit Altındaki Halklar Derneği”dir.

Türkiye’de misyonerlik faaliyeti yürüten Alman merkezleri de mevcuttur. Örneğin, BND kadrolu rahiplerin en ünlüsü olan Wolfgang Jungheim’in temsilciliğini yaptığı Uluslararası Katolik Barış Hareketi, Alman Protestan Kilisesi Konseyi ise, ülke sınırları içinde PKK ile özdeşleştirilen Türk ve Türkiye düşmanı Alevilik hareketinin yanı sıra, başta Süleymancılar, Fethullahçılar ve milli görüşçüler olmak üzere, “Alman İslâmı” yaratma projesi doğrultusunda tüm Sünnî ve Şafiî yapılanmalara lojistik destek sağlar.

Bu vakfın faaliyetleri arasında hem Almanya hem de Türkiye’deki Yahova Şahitleri gelmektedir. Ayrıca, Türkiye’de askere gitmeyenlerin ve askerlik görevini ifa etmek istemeyenlerin büyük bölümünün bu vakfın himaye ve kontrolünde Yahova Şahitleriyle bağlantılıdır. Yapılacak kısa bir araştırma sonucunda 1990-2010 yılları arasında Türkiye’de hareket eden Yahovacıların neredeyse hepsi Alman olduğu ortaya çıkacaktır. Özellikle 2017 Anayasa Referandumunda Friedrich Neuman Vakfı müdahil olmuştur. Referandum öncesi düzenlenen “Demokrasi İçin Hayır” kampanyası bir Alman Friedrich Neuman Vakfı organizasyonudur.

Friedrich Neuman Vakfı faaliyetleri arasında: “3. İnsan Haklarının Korunması ve Geliştirilmesi – İleri Suriye Kursu” 3 Eylül – 22 Ekim, İnsan Hakları Akademisi örnek verilebilir. Bir diğer örnek: Friedrich Neuman Foundation “Pandemi Gölgesinde İfade Özgürlüğü Fotoğraf Sergisi ve Panel” etkinliği; bir diğeri ise “Kırılgan Grupların İnsan hakları” tematik kursu, İnsan Hakları Akademisi ile Friedrich Neuman birlikte düzenlemişlerdir. Buradaki Kırılgan Gruplardan kasıt Ortadoğu ülkelerinden gelenlerdir.

Körber Vakfı ve Georg Ecker Enstitüsü

Türkiye’deki 47 ayrı etnik halk söylemini yaşama geçirmeye yönelik olarak etnik farklılıkların ortaya çıkarılması ve mevcut farkların derinleştirilmesine yönelik faaliyetlerde bulunmaktadırlar. Özellikle Tarih Vakfı’nın projelerine verilen desteğin yanı sıra, Türkiye’de kimlik ve normların değişimi konusu, özellikle Körber Vakfı’nın ilgi alanına girmektedir. Körber Vakfı, Türk-Alman ilişkilerinin geliştirilmesi yolunda, Türkiye’de lise düzeyinden itibaren Alman sempatizanı bir nesil yaratmak gibi geniş vizyonlu bir misyona da sahiptir.

Konrad Adanauer Vakfı ve Türkiye Faaliyetleri

Türkiye’nin zaaf boyutlarındaki etnik-dinsel-ekonomik-siyasal ve toplumsal sorunlarını çok iyi bilen BND’nin atadıkları tarafından yönetilen Konrad Adanauer Vakfı, 1984’den bu yana ülkemizde faaliyet göstermektedir. Vakıf, faaliyetlerini, Türk yasaları izin vermediğinden dolayı, Türk Demokrasi Vakfı’nın işbirliği çerçevesinde örtmeye çalışır. Özellikle Artvin, Ardahan ve Rize illerine olan özel ilgisinin geçmişi 1960’lı yıllara dayanmaktadır.

Wolfgang Feurstein adlı bir istihbaratçı akademisyen (halkbilimci) bu yıllarda bölgede çalışmış ve sonuçta “kaybolan Laz ulusunu kurtarmak” misyonu adına, özel bir alfabe (Lazuri Alfabe) yaratmıştır. Almanların bölgedeki etnik çalışmaları, daha sonra giderek yoğunlaşmıştır. Türkiye’de 47 ayrı etnik halk söyleminden yola çıkan Alman istihbaratçı akademisyenleri, kendi ülkelerinde iki Laz örgütünün yanı sıra, üniversitelerde kürsüler oluşturmuşlardır . Vakıf, 29-30 Haziran 2000’de düzenlediği “Türkiye’de Anayasa Reformu Prensipler ve Sonuçlar” adını taşıyan kongre düzenlemiştir. Bu kongreye, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Yargıtay Başkanı Sami Selçuk gibi kamuoyunun yakından takip ettiği isimler katılmıştır. Kongrede, BND danışmanlarından Prof.Dr. Kay Hailbronner, Türkiye açısından en kritik konulardan biri “AB Üyesi Olarak, Egemenlik Haklarının Devri Sorunu” üzerine katılımcıları Almanya’dan edinilen deneyimler (!) çerçevesinde bilgilendirmiştir.

Konrad Adenauer Vakfı Türkiye Temsilciliği, her yıl çok sayıda konferans, seminer, atölye çalışması ve sempozyum düzenlemektedir. Vakfın Türkiye’de düzenlediği kongrelerden bazıları: “Turkey on Her Way to EU-Membership”, “Türkiye’de Okul Reformu Sonrasında Yabancı Dil Dersi Reformu”, “Küreselleşme ve Modernleşme Sürecinde Kültürel Kimlik”, “Türkiye’de Anayasa Reformu-İlkeler ve Sonuçlar”, “Karadeniz/Ereğli’de Bölgesel Gelişme”, “Alman Okullarında İslâm Din Dersi”, “Türkiye ve AB-Ulusal Egemenlik Haklarının Devri”, “Türkiye’de Yerel Yönetimlerin Sınır Ötesi İşbirliği-Strateji ve Projeleri.”

Vakıf, sadece etkinlik alanını Türkiye ile sınırlandırmamış Almanya ve Belçika’ya da taşımıştır. ‘Helsinki’den Sonra Almanya-Türkiye İlişkileri İçin Gelecek Perspektifleri: Gelişmeler ve Şartlar’ konulu uzman toplantısı; Köln’de ‘Yapısal Dönüşüm İçerisinde Bulunan Orta Ölçekli İşletmeler” konusunda Alman/Türk ekonomi toplantısı ve Brüksel’de ‘Türkiye ve AB’ konulu uluslararası sempozyumdur. Konrad Adanauer Vakfının katkıda bulunduğu bu etkinlikte Almanya, Belçika ve Türkiye’den gelen siyasetçiler ve karar organları da hazır bulunmuşlardır. KAV, Türkiye’nin de içinde bulunduğu Karadeniz Ekonomik İşbirliği Sekretaryasına sponsor olarak da destek vermektedir.

31 Mayıs 1 Haziran 2001’de İstanbul’da Konrad Adenauer Vakfı’nın öncülüğünde gerçekleştirilen “Almanya ve Türkiye’de Devlet, Vatandaş ve Sivil Toplum Kuruluşları” konulu Uluslararası Kongre’nin davetiyesinde, açılışta söz alacak konuşmacılar arasında Dr. Wulf Schönbohm’un yanı sıraBND’nin İstanbul’daki “Kürt ve Arap” uzmanı kadrolu elemanı Gottfried Plagemann ile BND’nin Türkiye etnik ve dinsel azınlıklar uzmanı Dr. Günter Seufert de konuşmacı olarak katılmıştır. Konrad Adanauer Vakfı’nın en çok temas ettiği siyasi parti dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz yönetimindeki ANAP ve içerideki siyasiler olmuştur.

Alman kiliseleri, gerek Almanya’daki Türk Toplumu ve gerekse Türkiye’ye yönelik devlet politikalarının oluşturulmasında ve yaşama geçirilmesinde aktif biçimde rol oynamaktadırlar. Almanya’daki haber ajanslarının % 50’si kiliselerin malı olup, diğer haber ajanslarından ucuz oldukları için, hemen bütün Alman medyasınca kullanılır”. Amaç, Türk Toplumunu ulusal kimlikten koparmak ve Türkiye’yi parçalamak olduğunda, kiliseler hiçbir ayrım yapmamaktadırlar. Kaplancılardan Süleymancılara, Nakşibendilerden Fethullahçılara ve Kürtçü bölücü terör örgütüne dek uzanan tüm Türkiye karşıtlarına kadar tüm köktendinci yapılanmalara lojistik destek sağlamaktadırlar. Örneğin, Uluslararası Katolik Barış Hareketi Almanya Sorumlusu Rahip Wolfgang Jungheim, TCK 312. maddeye göre bir yıllık hapis cezası kesinleşen Necmettin Erbakan, yanı sıra Akın Birdal, Leyla Zana ve İsmail Beşikçi’ye özgürlük talebinde bulunmuşlardır.

BND ve Alman Kiliseler Birliği, Fethullahçılara lojistik destek vermişlerdir. Fethullahçıların Almanya ve AB sınırları içinde örgütlenmelerine, himmet adı altında para toplamalarına, şirketleşmelerine ve okul açmalarına izin verilecek; karşılığında da Fethullahçılar, Balkanlar’da, Türkiye’de, Kafkasya’da ve Orta Asya’da “Türk Okulları” adı altında Alman dilinde eğitim veren okullar açacaklar; Almanya’da da din derslerinin Fethullahçılara verilmesi noktasında görüş birliğine varmışlardır.

Sonuç yerine

Almanya, 1840’ların başından itibaren hedefinde olduğu İstanbul merkezli Türkiye’ye karşı hiç de dostane olmayan politikalar gütmüş/yürütmüştür. Bu düşmanca politikaların temelinde hiç kuşkusuz en az 150 yıllık Türkiye – Almanya çıkar çatışması yatmaktadır. Bu çatışma sadece ekonomik, siyasi değil istihbarı anlamda da sürmektedir. Bu çıkar çatışmalarının merkezinde Türkiye ve Türkiye’nin tarihsel, kültürel, ekonomik, sosyolojik derinliği olan bölgelerde de devam etmektedir. Her iki dünya savaşının kaybedeni olarak Almanya, ağırlığını yeniden silahlanma ya da askeri bir güç olmak yerine ki, bu yapılan antlaşmalarla zaten mümkün değildi- ekonomik büyüme ve teknik gelişmelere yönelmiştir. Bu yönelme kendisine hem AB içinde hem de özelinde ayrıcalık kazandırmıştır.

Almanya’nın Türkiye ile ilişkileri Osmanlı döneminde başlamış olsa da ikili ilişkiler çoğunlukta hep Alman devlet çıkarları noktasında gelişmiştir. İki ülkenin başlattığı silah kardeşliği, özellikle iki devletin çıkarlarının çatıştığı bölge/ülke ve coğrafyalarda Alman devletinin derinden düşmanca davranış ve kararlarına dönüşmüştür. Alman istihbarat teşkilatı BND kontrolünde, Alman devletinin yüksek çıkarlarına hizmet eden ileri karakolları Alman Vakıfları ile Türkiye merkezli bölge çıkarlarını elde etmeyi sürdürmüş ve bunda çoğu zaman ne yazık ki, başarılı olmuştur. Özellikle 2016 yılından itibaren Almanya Türkiye ilişkileri, Alman Parlamentosunda alınan siyasi Türkiye karşıtı sözde soykırım kararı ile Türkiye’yi derinden yaralamıştır.

Günümüzde Alman devleti, sadece kendi içinde terör örgütünün dinlenme ve geri çekilme alanı olarak kalmamakta; Türkiye’nin gelişmesini ve bölgesel güç olmasını da gerek Kürtçü bölücü terörle gerekse de ileri karakolları olan vakıflarıyla engellemektedir. Ne var ki, ülkemizin başta istihbarat birimleri, bürokrasisi, çoğu siyasi parti/siyasileri, medya-basın, sendika, akademisyenlere ülkedeki yasal STK’lar üzerinden siyasi, ekonomik ve diğer pek çok konuda baskılar kurarak siyasi ve ekonomik üstünlük sağlamıştır. Tüm bu gelişmeler ve verilen somut kaynaklı örnekler doğrultusunda Almanya, Türkiye’ye karşı pek çok nedenden dolayı gizli bir kolektif saldırının mimarıdır.

Yararlanılan Kaynaklar

Uluslararası Güvenlik, Terörizm ve İstihbarat Çalışanı, oemerkalayci34@gmail.com , Bağımsız Araştırmacı Yazar.

ŞENER, Bülent (2014), “Dış Politikada Yumuşak Güç Olgusu”, Politik-Sosyal-Kültürel Araştırmalar Merkezi, 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, http: http://www.21yyte.org/tr/arastirma/politik-sosyal-kulturel-arastirmalarmerkezi/2014/02/10/7423/dis-politikada-yumusak-guc-olgusu , Erişim Tarihi 1.08.2024.

NYE, Joseph S. (1990), “SoftPower”. Foreign Policy, No. 80, Twentieth Anniversary (Autumn, 1990), pp. 153-171, Washingtonpost.Newsweek Interactive, LLC.

MELİSSEN, Jan (2005), “The New Public Diplomacy: BetweenTheory and Practise”, The New Public Diplomacy: SoftPower in International Relations, Editör Jan Melissen, Studies in Diplomacy and International Relations, Palgrave, http://ebookcentral.proquest.com.ezproxy.bu.edu/lib/bu/reader.action?docID=28 5636, Erişim Tarihi 01 Ağustos 2024.

KIRATLI, Osman Sabri (2016), “Avrupa Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası ve Üç Büyükler: Almanya, Fransa ve İngiltere”, Akademik İncelemeler Dergisi, Cilt:11, Sayı:1, Yıl:2016 (207-224)

A. g. e. s: 214.

Geniş bilgi için lütfen bkz. Zübeyir Kındıra, Fethullah’ın Copları (İstanbul: Su Yayını, 2000).

Geniş bilgi için bkz. Dr. Necip Hablemitoglu, “Türkiye (M.İ.T) ve Almanya (B.N.D/BfV) Arasındaki Yüzyıllık Güç Kavgası”, http://www.neciphablemitoglu.cjb.net/

Kalaycı Ömer, Türkiye-AB İlişkileri Bağlamında Almanya’nın Kürt ve PKK Politikası, Çıkrık yayınları, İstanbul, 2019, S. 192.

Geniş bilgi için bkz. Dr. Necip Hablemitoglu, “Türkiye (M.İ.T) ve Almanya (B.N.D/BfV) Arasındaki Yüzyıllık Güç Kavgası”, http://www.neciphablemitoglu.cjb.net/

Ömer Kalaycı, Türkiye-AB İlişkileri Bağlamında Almanya’nın Kürt ve PKK Politikası, Çıkrık Yayınları, İstanbul, 2019, s. 98-106.

Geniş bilgi için bkz. Kalaycı Ömer, Türkiye-AB İlişkileri Bağlamında Almanya’nın Kürt ve PKK Politikası, Çıkrık yayınları, 2019, İstanbul, s: 165.

Geniş bilgi için bkz. Dilek Zaptçıoğlu, Kayzer’in Hazine Avcıları & Alman Arkeologların Doğuyu Yağmalaması.

Kalaycı Ömer, Türkiye-AB İlişkileri bağlamında Almanya’nın Kürt ve PKK Politikası, 2019, İstanbul, çıkrık yayınları, s: 193.

Dr. Dedegil’in Ankara’da 16-17 Aralık 2000’de gerçekleştirilen “AB ve Türkiye Sempozyumu’na sunduğu “Almanya’da Kamuoyu Oluşumu ve Yabancılaşma” başlıklı tebliğinden aktarılmıştır.

Dr. Necip Hablemitoğlu, “Etki Ajanları-Nüfuz Casusları ve Fethullahçılar Raporu”, Yeni Hayat, 6:70, Ağustos 2000, s. 13-29.

Geniş bilgi için bkz. Tamer Bacınoğlu, “Türkiye’de Alman Vakıflarının Marifetleri”, Cumhuriyet, 6 Temmuz 1999.

Argun Erbay, “Alman NGO’larının 2001 Türkiye Programı”, Aydınlık, 21 Ocak 2001.

“Kürtlerde Değerler ve Tutumlar Araştırması” 2021 raporu için bkz: https://rawest.com.tr/kurtlerde-degerler-ve-tutumlar21-arastirmasi/ , 26 Mart 2022.

Bkz. Ali İhsan Aksamaz, Dil-Tarih-Kültür-Gelenekleriyle Lazlar. (İstanbul: Sorun Yayını, 2000).

Türkiye’de Anayasa Reformu Prensipler ve Sonuçlar. (Ankara: Konrad Adenauer Vakfı Yayını, 2001), s.57-70.

Dr. Yavuz Dedegil, “Almanya’da Kamuoyu Oluşumu ve Yabancılaşma”, Teori, Ocak 2001, s. 73-76.

Terörün Dinlenme ve Geri Çekilme Alanı Almanya ve Terörizm

Almanya ve terörizm kelimeleri yan yana geldiğinde akıllara ilk önce RAF-Alman Kızıl Ordu, Baader-Meinhof Örgütü, Devrimci Hücreler ve Alman Anayasa Koruma Dairesi’nin tanımlamasına göre “en güçlü yabancı aşırılıkçı örgüt” olarak bölücü terör örgütü PKK gelmektedir.

Bunlardan bölücü terör örgütü PKK dışındaki örgütler, özellikle 1960 ve 70’li yıllardaki terörist eylemler (uçak kaçırma, adam öldürme,) uluslararası toplumun terör suçlarına dikkatini çekmesine neden oldu.1960 yılı ile birlikte işçi açığını kapatmak amacıyla Almanya’ya gidenlerin özellikle 1970’lerin sonundan itibaren politize olarak ayrılıkçı Kürtçülük çalışmaları içerisine girdiği bilinmektedir. 1980 Askeri Darbe öncesi Almanya’ya siyasi ilticada bulunan Sol terör örgütlerine mensup militan ve liderlerin ve askeri darbe sonrası da ayrılıkçı Kürtçülük yapılanmaları dolayısıyla diaspora faaliyetleri Bölücü Terör Örgütünün kontrolü ve etkisi altına girmiştir. 1990-2000’li yıllar ise Avrupa genelinde Almanya özelinde önce bölücü terör örgütünün sonrasında da dini ideolojik terör örgütlerinin eylemlerine sahne oldu.

11 Eylül 2001’den sonra Almanya’da 600 polisin katıldığı en büyük askeri soruşturma başlatıldı. Bu soruşturmalarda “İslamcı” oldukları iddiasıyla çok sayıda kişi tutuklandı. 2000 yılında Frankfurt şehrinde ele geçirilen bir hücre evde yapılan araştırmalarda ele geçirilen belgelerde; “11 Eylül saldırılarının planlarının 1999’a kadar gittiği” keşfedildi. Almanya İkinci Dünya savaşından sonra özellikle dini/ideolojik görünümlü derneklere verilen özgürlüklerden “terörist olarak gördükleri derneklerin” yararlanamaması için bir dizi önlemler aldı.

Bu önlemlerin başında, Alman halkının zihninde uzun zaman önce kötü bir geçmişe sahip olan polisle işbirliği yaparak şüpheli görülen kişileri ihbar etmeleri için bazı ek düzenlemeler yapıldı. Örneğin; Parmak izleri kimlik belgelerinin üzerine işlendi, vize başvurusunda bulunanların sesleri kaydedildi, özellikle terörizmin finans geliri ile mücadelede para transfer işlemleri daha sıkı kontrol edilmeye başlandı, şiddeti teşvik eden vaazlarda bulunan dini grupların cezalandırılmasının önü açıldı. Tüm bunları yürürlüğe koymak Almanya için zor değildi zira Nazi Almanya’sı tecrübesi yaşamış bir ülkeye göre vatandaşlarını korumaya dönük önemli adımlardı bunlar.

Almanya, dini/ideolojik görünümlü derneklere verilen özgürlüklerden “terörist olarak gördükleri derneklerin” yararlanamaması için bir dizi önlemler alırken, “en güçlü yabancı aşırılıkçı örgüt” olarak tanımladıkları bölücü terör örgütünü ise “PKK’yı uzun yıllardır gözlemliyoruz” açıklaması yapıyordu. 1993 yılında Alman Anayasayı tehdit ettiği gerekçesiyle faaliyetlerini yasaklanan, 2002 yılından itibaren de terör örgütü listesinde yer alan ve Almanya’yı “dinlenme ve geri çekilme alanı” olarak tanımlayan örgüte ev sahipliği yapan Almanya’da, BTÖ her geçen gün militan sayısını artırmakta ve bağış adı altında örgüte para toplamaya devam etmektedir.

Almanya İçişleri Bakanı Nancy Faeser ve Anayasayı Koruma Teşkilatı (BfV) Başkanı Thomas Haldenwang tarafından başkent Berlin’de ortak basın toplantısıyla kamuoyuna açıklanan 2023 Terörizm ve Durum Raporunda, BTÖ’nün geçen yıla oranla militan sayısını artırdığını ve sözde bağış kampanyalarıyla örgüte 16-17 milyon Avro para toplandığını da pişkinlikle açıklayabiliyordu. İçişleri Bakanı Nancy Faeser, (BfV) Başkanı Thomas Haldenwang ile birlikte yaptığı açıklamada; “PKK’nın Avrupa’da büyük ölçüde şiddetten uzak bir görüntü sergilemeye çalışırken Türkiye’de terör saldırılarına devam ettiğini” vurguladı. İfade edilen bir diğer bilgide ise “2013 Haziran ayından bu yana 300’den fazla kişinin Almanya’dan terör örgütü PKK’ya katılmak üzere ayrıldığı ve gidenlerden 41’nin öldüğü, 160’nın da tekrar geri döndüğü” ifade edilmektedir.

Almanya Anayasayı Koruma Teşkilatının raporunda 2023’te aşırı sağcıların sayısının 40 bin 600’e yükseldiğine işaret edilerek, aşırı sağcıların işlediği suçların yüzde 22,4 arttığı belirtildi. 2022’de 20 bin 967 olan bu suçların 25 bin 660’a çıktığı aktarılan raporda, şiddet olaylarının da 2023’te bir önceki yıla göre yüzde 13 artışla 1148’e yükseldiği kaydedildi. Reichsbürger (İmparatorluk Vatandaşları) olarak adlandırılan aşırı sağcı grubun sayısının 2 bin 500 artarak 25 bine ulaştığı ve bunlardan 2 bin 500’ünün de “şiddet eğilimli” olarak sınıflandırıldığı bildirildi .Sebebi çok net olmasına karşın, İçişleri bakanı ve Anayasayı Koruma Dairesi Başkanının yapmış olduğu açıklamalarda nedense Nasyonal Sosyalist Yeraltı Terör Örgütü (NSU) ile ilgili bilgi verilmedi. Verilemezdi çünkü bazı eyaletlerde 120 yıllığına davaya erişim yasağı getirilmişti.

Bu makale Almanya’nın, 1960’lardan günümüze terörizmle ve terör örgütleriyle olan süreci ele almakta ve yarınlara bir nebze ışık tutmayı amaçlamaktadır.

RAF (Alman Kızıl Ordusu)

Andreas Baader ve Ulrike Meinhof tarafından 1968 yılında kurulan ve adını iki büyük süper marketi yakarak duyuran örgütün ilk etaptaki militan sayısı 20-30 civarındaydı. Liderleri Barbara Mayer, İngeViett, Sigrid Sternbeck, Thomas Simón, Wolfrang Grams, Horst Meyer, Birgit Hogefeld, Silke Majerwitt, Susanne Albrecht’den oluşmaktaydı. RAF, 10 yıl süre boyunca Baader-Meinhof adıyla anılmıştır. Örgütün merkezi ve eylem alanı Almanya’ydı. Örgüt sanayici ve işadamlarına yönelik eylemleriyle adını duyurdu. Sahte kimlik temini için resmi binaları basan örgütün eylem sloganı “seni yok eden şeyi yok et”. Büyük destekçileri olmayan örgütün diğer adları şöyleydi: Baader-Meinhof Gang, Baader Meinhof Grubu, Rote Armee Fraktion.

Kısaca RAF terör örgütü, dünya genelinde Marksist devrimin yerleşmesine yardımcı olarak, terörizm yoluyla Batı kapitalizmini yok etmeyi ve özellikle Batı Almanya’daki Amerikan ordusuna saldırarak Federal Almanya-ABD dayanışmasını ortadan kaldırmak için terörizmi kullanmayı politik hedef edinmiştir. Hapisteki RAF üyelerinin bırakılması için terör yoluyla yetkilileri zorlayan örgütün kısaca geçmişi aşağıdaki gibidir. RAF, 1960’larda öğrenci anti-savaş hareketinin bir parçası olarak kurulmuştur.

RAF’ın şimdiki ideolojisi, Marksist-Leninist ideolojidir. Liderlerinin çoğu tıp, hukuk ve teknik gibi alanlarda iyi eğitim görmüşlerdir. 1970’lerde birçok üyesi, Ortadoğu’daki özellikle Filistin’deki teröristlerin eğitildiği kamplarda terörist eğitim alan örgütün, İrlanda, İtalya, İspanya ve Latin Amerika’daki terör örgütleriyle de eylem birlikteliği gerçekleştirmiştir.

RAF terör örgütü, sadece Almanya özelinde örgütlenmemiş yanı sıra “Fransız Doğrudan Eylem” ve Belçika’daki “Savaşçı Komünist Hücreler” ile “Anti Emperyalist Silahlı Cepheyi”de kurarak Avrupa geneline yayılmayı amaçlamıştır. RAF’ınaynı zamanda “Militan Kara Panter Teyzeler”, “2 Haziran Hareketi” ve “Kızıl Zorba” gibi kolları bulunuyordu. RAF’ın temel hedefleri doğrultusundaki eylemleri arasında Batı Alman politikacıları, endüstriyel ekonomik etkinlik alanları ile Batı Almanya’daki ABD askeri varlığı ilk sırada yer almaktaydı. Makineli tüfek, el bombası, RPG-7 roketatar ve el bombalarıyla donanmış militan güce sahipti. Ayrıca, gelişmiş patlayıcı madde yapımında uzman militanları vardı. Özellikle 1970’li yıllarda 20 militanın yakalanmasıyla büyük darbe yiyen RAF’ın önemli eylemleri şunlardır:

  • Mayıs 1972: Almanya’nın çeşitli şehirlerinde meydana gelen bombalamalarda 4 kişi öldü, 19 kişi yaralandı.
  • Kasım 1974: Alman Yüksek Mahkeme Başkanı Guenther Von Drenkmann öldürüldü. Andreas Baader’in hapisten kaçmasıyla eylemlerine hız veren RAF, 1976’da Filistinli gerillalarla birlikte yolcularının çoğu İsrailli olan bir yolcu uçağını, Uganda’nın Entebbe Havaalanı’na kaçırdı. Eylem, İsrailli komandoların, uçağa düzenledikleri baskınla teröristleri öldürüp yolcuları kurtarmasıyla sonuçlandı. Bu olaydan bir süre sonra Ulrike Meinhof hapishanedeki hücresinde kendini asmış olarak bulundu. Baader ise yeniden yakalandı.
  • Nisan 1977: Başsavcı Siagfriede Buback ile şoförü ve koruma polisi öldürüldü. 1977 yılında örgüt bir Lufthansa uçağını Somali’nin başkenti Mogadişu’ya kaçırdı. Burada yapılan operasyonda Alman Sınır Koruma Grubu-9 (GSG-9, Grenzschutzgruppe9) uçağa girerek teröristleri öldürdü. Alman Sınır Koruma Grubu-9, 1972 yılında Alman Başbakanı Helmut Schmidt tarafından kurulmuş ve Mossad tarafından eğitilmiştir. Olaydan bir gün sonra Andreas Baader ile iki arkadaşı hapishanedeki hücrelerinde kendilerini asmış olarak bulundu.
  • Eylül 1977: Şoförü ve üç koruma polisi öldürülen Batı Alman işadamı Hanns-Martin Schleyer kaçırıldı. Filistin’in Kurtuluşu için Halk Cephesi ile ortak yapılan eylemden sonra RAF, Schleyer’i öldürdü.
  • 1979: Belçika’nın Obourg şehrinin girişindeki bir köprünün altına yerleştirilen uzaktan kumandalı bombayla NATO komutanı General Alexander Haig’a suikast düzenlendi. Bomba, Haig’in arabası ile eskortunun arasında patlayınca Haig ölümden kurtuldu. Patlamada iki koruma yaralandı.
  • Eylül 1981: ABD Avrupa Ordu Komutanı General Kroessen’in arabasına RPG-7 roketatarla saldırıldı. Saldırıda general ve karısı yaralandı.
  • Temmuz 1986: Uzaktan kumandalı bir bombayla, Siemens Elektronik Şirketi Araştırma Bölümü Başkanı Kari HeinzBeckuıt ile şoförü öldürüldü.
  • Ekim 1986: Dışişleri Bakanlığında görevli GeroldVonBraunmuehl Bonn’daki evinin önünde öldürüldü.

1977 yılında, lider kadrosu cezaevinde topluca ölü bulunan RAF’ın, 1971 yılında yayınlanan “Batı Avrupa’da Silahlı Mücadele” (Kollektiv RAF ÜberBewaffnetenKampf in Westeuropa) isimli kitapta, büyük şehirlerde devrimci mücadele yöntemi olarak şehir gerillacılığını benimsediği açıklanıyor. Örgüt üyelerinden Barbara Mayer eşiyle birlikte 1985 yılında evini bastıkları havacılık şirketi MTU’nun Başkanı Ernst Zimmerman’ı öldürdü. ABD Başkanı Reagan’ın Uzay Savaşları projesine katılan SIEMENS şirketinin yöneticilerinden fizikçi Kari HeinzBeckurt’u da öldürenler yakalanamamıştı.

Cezaevlerinde ölü bulunan RAF üyelerinin birçoğunun yakalanmasının akabinde ortaya “ikinci kuşak” RAF doğdu. İkinci Kuşak RAF’ın temeli ise, tutukluların içinde bulunduğu koşulları protesto etmek için kurulan “Kızıl Yardım” adlı grubun genç elemanlarıydı. Ulrike cezaevindeki hücresinde asılmış olarak bulununca, örgüt misilleme olarak Federal Genel Savcı’yı öldürdü. RAF komandoları, arkadaşlarının serbest bırakılması için bir dizi eylem planladılar. Bunlardan biri de Dresdner Bank’ın başkanı Jurgen Ponto idi. Örgüt üyelerinden Susanne Albrecht’in Ponto ailesiyle yakın ilişkisi vardı. Ponto, militanlar tarafından evinde öldürüldü. Daha sonra İşverenler Derneği ve Alman Sanayii Federasyon Başkanı Dr. Hanns-Martin Schleyer, kaçırıldıktan 43 gün sonra öldürüldü.

Aynı sabah erken saatlerde RAF’ın önderlerinden Gudrun Ensslin, Andreas Baader ve diğer Baader-Meinhoff üyeleri hücrelerinde ölü bulunmuştu. Örgüt, 1989 Kasım ayı sonunda yeniden sahneye çıktı. Federal Almanya’nın en büyük bankası Deutsche Bank’ın Başkanı Alfred Herrhausen, arabasına yerleştirilen bir bombanın patlaması sonucu parçalanarak öldü. RAF’ın yıllarca aranan ve saklanmayı başaran 8 azılı militanı, 1990 Haziranında Doğu Almanya’da yakalandı. Temmuz ayının son haftasında ise RAF üyeleri, Federal Almanya’nın milli güvenlik ve polisten sorumlu İçişleri Bakan Yardımcısı HansNevsel’e bombalı saldırıda bulundu. Nevvsel’in hafif yaralandığı olay yerine bırakılan mektupta saldırının, “JOSE MANUEL SEVİLLANO KOMANDO GRUBU” tarafından gerçekleştirildiği belirtildi.

1991 Şubat ayında Bonn’daki ABD Büyükelçiliği’ni kurşunlayan RAF üyeleri, eski Doğu Almanya’daki işletmelerin tasfiyesinden sorumlu olan Ekonomist Devlev Rohwedder’i 3 Nisan 1991 günü Dusseldorf’daki evinde öldürdüler. Alman Kızıl Ordu Fraksiyonu tarafından Fransız Haber Ajansı AFP’nin Bonn’daki bürosuna 12 Nisan 1992 günü açılan telefonda okunan bildiride “RAF, ekonomik hedeflere ve devletin üst düzey yetkililerine yönelik saldırılarına geçici olarak ara vermiştir” denildi.

RAF’la ilgili önemli bir dava ise 5 Kasım 1992’de sonuçlandı. Örgüt elemanlarından Christian Klar ile Peter Jurgan Boock, adam kaçırma, cinayet ve soygun suçlarından yargılandıkları mahkemede, ömür boyu hapse mahkûm edildiler. Uzun süre ülkelerinde terörist faaliyetlerle karşılaşmayan Alman antiterör timi GSG-9 elemanları, 27 Haziran 1993 günü acemice gerçekleştirdikleri bir operasyon sonucu İçişleri Bakanının başını yediler! Almanya’nın Mecklenburg-Vorpommem Eyaleti’nin Bad Kleinen kasabasında çıkan çatışmada, Alman Kızıl Ordusu (RAF) üyesi bir kişi ile bir antiterör tim görevlisi öldü. Polisin uzun süredir peşinde olduğu RAF üyesi Wolfrang Grams’ın başına çok yakın mesafeden ateş edildiği, operasyonda ölen polisin ise arkadaşlarının silahından çıkan kurşunla vurulduğu ortaya çıktı.

Birgit Hogefeld adlı kadın teröristin de sağ olarak yakalandığı operasyon sonrası, Wolfrang Grams’ın aile avukatının otopsi raporunu açıklamasıyla ülke karıştı. Otopsi raporunda Alman teröristin ölümüne yol açan yaranın, Grams’ın sağ şakağına dayanan bir tabancadan ateş edilmesi, ya da sağ şakağına çok yakın mesafeden ateş açılmasıyla meydana geldiği belirtilmişti. Bunun üzerine Rudolf Seiters bütün sorumluluğu üzerine alarak istifa etti.

RAF’ın aranan militanlarından Freiderike Krobbe, 1977’den beri yakalanamadı. Krobbe, sanayici Hanns-Martin Schleyer dâhil üç kişiyi öldürmekle suçlanıyor. Irak veya Lübnan’da yaşadığı sanılıyor. Andrea Klump ise, 1989’da bir ABD’li askerin öldürülmesi, iki kişinin öldüğü 16 kişinin yaralandığı BAD üssünün bombalanması ve 1988’de Rota kentinde ABD’li askerlerin devam ettiği bir diskoteği bombalayarak İspanyol askerleriyle çatışmaya girilmesi eylemlerinden sorumlu tutuluyordu. Yakalandıktan sonra Almanya’nın Stuttgart kentinde yargılanan Klump, 16 Mayıs 2001’de 9 yıl hapis cezasına çarptırıldı.

Baader Meinhoff

Alman Kızılordu Fraksiyonu’nun (RAF) bir hücresi niteliğinde olan Baader Meinhoff, Alman kadın gazeteci Ulrike Meinhoff tarafından kuruldu. RAF ‘Doğrudan Eylem’i savunan bir örgüttür. Bu örgütün üyelerinden İngeViett eski bir anaokulu öğretmeniydi. İngeViett “2 Haziran” terör örgütünü kurdu. 10 yıl hapse mahkûm olduktan sonra cezaevinden kaçtı. Filistin’in Kurtuluşu İçin Halk Cephesi ile yakın ilişki içerisindeydi. Batı Alman sanayici Hans Martin Schleyer ile Başsavcı Siegfriede Buback’ın öldürülmesi eylemlerine karıştı.

Kızıl Zora

Kızıl Zora, RAF örgütünün bir kolu olmakla birlikte militanlarının tamamı feminist kadınlardan oluşmaktaydı. Kızıl Zora’nın en ses getiren eylemlerinden birisi, 1981 yılında 60 yaşındaki politikacı Heinz Karry’nin evinde uyurken öldürülmesidir. 1983’de çok sayıda evlilik bürosunu bombaladılar. (Bu bürolar Alman erkeklerine Tayland’a bir balayı tatili yapma reklamı yapıyordu) Bonn’daki Filipin elçiliğini bombalayıp, Güney Kore’de yapılan giysileri satan 11 mağazayı ateşe veren RAF’ın kolu Kızıl Zora, 1980’li yıllarda toplam 250 eylem gerçekleştirdiler. Kızıl Zora’nın liderlerinin çoğu 1987’de yakalandı. 1988’de ise 2 Vietnamlı denizciyi öldürdüler. RAF’ın eylem kollarından birisi de‘2 Haziran Hareketi’dir. Örgüt birçok silahlı saldırıyı üstlenmiştir. Örgütün liderliğini Bommi Gudrun aldı RAF militanı yapmıştır.

Neo-Naziler

1990’lı yıllarda Almanya’da 76 ırkçı dernek bulunuyordu. 1993 yılında Türklere yönelik cinayetle sonuçlanan saldırıların yanında 1992 yılının ilk 10 ayında 15 yabancı, ırkçılar tarafından öldürüldü. 1990 yılından itibaren düzenli olarak mülteci merkezlerine saldırılarda bulundular. 1985’te 9 Neo-Nazi, Yahudilere ait binalara saldırmak üzere Avusturya’ya gönderildi. 1991’de bölge seçimlerinde aşırı sağcı Özgürlük Partisi oy oranını üçe katlayarak ülkenin ana muhalefet partisi haline geldi. 1992’de ise ülkede 2 mülteci merkezi bombalandı.

Belçika’da ise 1987’de Burmalı bir mülteci bıçaklanarak öldürüldü. Faşist partilerden biri mültecilerin ülkelerine gönderilmesine yönelik bir kampanya başlattı ve 1991 Kasımında Faşist Parti Anvers’in en büyük partisi oldu. İtalya’da ise Nazi-Dazlakları diye adlandırılan örgütün 1000 üyesi olduğu sanılıyor. İtalya’da Nazi yanlısı tek olay, 1992 sonunda Yahudi mezarlığı ile San Remo’da bir sinagogun duvarına Irkçı sloganların yazılmasıdır. Fransa’daki ırkçı saldırılarda, 1980-1990 arasında 200’den fazla Kuzey Afrikalı öldürüldü. 1990 yılında Rennes’de bir cami bombalandı. İsviçre’de 1989’da 4 Tamilli mülteci öldürüldü.

1990’da da bazı Yahudi mezarlıklarına saldırıldığı öne sürüldü.’ İngiltere’de ise 1992’de 4 Asyalı ve 2 mülteci ırkçılar tarafından öldürüldü. Yüzlerce Asyalı ırkçıların saldırısına uğradı. Otobüs durağında bekleyen bir Asyalı kadının giysileri ateşe verildi ve Londra’da, Birmingham ile Manchester’de mültecilerin evlerine yangın bombaları atıldı. Bununla birlikte Milli Cephe (National Front) adlı kuruluşa bağlı İngilizler, Brüksel’de kanlı olaylara neden oldu. Alman dazlakları örnek alan bu örgüt, özellikle milli maçlarda taraftar görünümde sokak çarpışmalarına girişiyor.

Alman Neo-Nazileri eski ve yeni olarak birkaç gruptan oluşmaktadır. Amaç, Faşizmi yani Nazizmi yeniden kurmaktır. İki Almanya’nın birleşmesinden önce Federal Alman yönetimini düşman olarak hedefleyen gruplar, ülkedeki bütün yabancıların kendi ülkelerine dönmesini isteyerek ırkçı görüşü savundular. Taktikleri, bombalı eylemler ve silahlı saldırıdır. Münih’te Oktoberfest bombalı saldırısında 19 kişi ölmüştü. Zaman zaman Almanya’daki Türklere karşı acımasızca saldıran Neo-Naziler, eylemlerini Türk okullarını, dernek ve ibadethaneleri basmaya kadar götürmüştü. Ufuk Şahin adlı Türk genci “Yabancı düşmanı” Almanlar tarafından Mayıs 1989’da Batı Berlin’de bıçaklanarak öldürüldü.

Fransa’da aşırı sağcı ULUSAL CEPHE ırkçı faaliyetlerine hız verirken, Alman ırkçılığının Türkler üzerindeki baskısı 1992 ortalarına doğru arttı. Saasen Harz’da Türk evleri ateşe verildi. Pek çok gösteri düzenlendi. Hatta bir ırkçılığı protesto mitinginde (1992 Kasım) ırkçılar, Alman Cumhurbaşkanı’na çürük yumurta ile saldırdılar.

Mölln Faciası ve Avrupa’ya Yayılışı

Eski Doğu Almanya sınırındaki Lübeck’e bağlı Mölln kasabasında Türklerin oturduğu bir apartmana 22 Kasım 1992 gecesi yangın bombaları ile saldıran Naziler, 60 yaşındaki Vahide Arslan, 10 yaşındaki Yeliz Arslan ve 15 yaşındaki Ayşe Yılmaz’ı diri diri yaktılar. Türklere ait evlerin tamamen yandığı saldırıda, 9 Türk de ağır yaralandı.

16 Temmuz 1995 gecesi Solingen faciasının yaşandığı evden 15 km. mesafedeki Ali Balden adlı Türke ait dört katlı bina kundaklandı. Olayda 13 Türk dumandan zehirlendi. Almanya’da Türk ailelere karşı düzenlenen ırkçı saldırılar 2000 yılında da tekrarlandı. Kasım ayında düzenlenen saldırıda bir kişi hayatını kaybetti. İngiltere’de ise, 2001 yılında Asyalıların oturdukları semtlere ırkçı İngilizler tarafından saldırılar düzenlendi. Çatışmalarda birçok işyeri tahrip oldu. Çok sayıda kişi yaralandı. Özellikle 8 Temmuz 2001 ‘de Bradford’a meydana gelen olaylarda 120 polis yaralandı. Olaylardan Mark Cerr adlı İngiliz iş adamı sorumlu tutuluyordu. Belçika polisi iki yıl sürdürdüğü istihbarat çalışması sonucunda terör saldırıları planlayan Neo Nazi grubunu 2006 Eylül ayında ortaya çıkardı.

Flamanca konuşan Flamanlar ile Fransız dilini kullanan Valonların kavgalarına sahne olan Belçika’da ortaya çıkarılan “kan-vatan-onur-sadakat Flaman” isimli grubun liderinin Thomas B. adlı bir subay olduğu, yakalanılan askerler arasında on yüksek rütbeli subayda bulunuyordu. Belçika silahlı kuvvetlerinden çalındığı belirlenen çok sayıda silahla yakalanan bu grubun, Hollanda’daki Ulusal Birlik adlı Neo Nazi grubuyla işbirliği yaptığı belirlendi.

Almanya’da Nazi Vahşetinin Adresi Solingen

Almanya’da yaşları 15-23 arasında değişen ve dazlaklar olarak adlandırılan gençlik çetelerinin yabancılara karşı giriştikleri eylem 28 Mayıs 1993 günü beklenmedik bir boyuta ulaşır ve Solingen şehrinde Türklerin yaşadığı bir ev kundaklanır. Gece yarısından sonra gelişen olay sırasında çıkan yangın, kısa sürede büyüyerek tüm binayı sarar. Türklerden 3’ü ağır 15 kişi yaralı olarak kurtulmayı başarırken 5 kişi de hayatını kaybeder. 5 yaşındaki Saime Genç, 9 yaşındaki Hülya Genç, 18 yaşındaki Hatice Genç, 27 yaşındaki Gülsüm İnce ile Gülistan Yüksel’in can verdiği yangından sonra Almanya’da olaylar başlar.

Türkler, saldırıları kınamak için günlerce gösteri düzenler. Alman polisinin sert tutumu yüzünden zaman zaman çatışmalar çıkar. Olay, Avrupa’nın hemen hemen bütün ülkelerinde tepkiyle karşılanır. Türkiye, Almanya’dan daha ciddi tedbirler almasını ister. Bu saldırıda hayatlarını kaybedenlerin cenazeleri, büyük bir törenle Türkiye’de toprağa verildi. Alman polisi, olayla ilgili yaptığı çalışma sonucu, saldırıyı gerçekleştirdikleri ileri sürülen 16 yaşındaki Christian Riha ile 3 arkadaşını yakalar. Saldırgan gençlerin, katledilen Türklerin komşusu olduğu ortaya çıkar.

Alman gençliğinin içinde bulunan ırkçılık duygusu bu olaydan sonra tamamen ortaya çıkar. Türklere yönelik saldırılar Haziran-Temmuz ayları boyunca devam eder. Bu saldırılardan Türkler dışındaki yabancılar da nasiplerini aldı. Türklerin gösterileri de devam edince, yüzlerce kişi yaralandı, yüzlerce Türk gösterici Alman polisi tarafından tutuklandı.

Solingen Faciası sonrası Türklere yönelik eylemlerin bazıları şöyle: 5 Haziranda, Hattingen’de Türklerin yaşadığı iki katlı bir evi ateşe veren ırkçılar, Konstanz’da da Türklere ait bir lokantayı yaktılar. Olaylarda şans eseri can kaybı olmadı.

  • 6 Haziranda, Sandhavsen’de bir Türk’e ait bakkal dükkânı Molotof kokteyli ile yakıldı.
  • BadOldesloe, Roderkirehen ve Konstanz’da ise Türklere ait üç ev kundaklandı.
  • Köln yakınlarındaki BergischGladbach kentinde Türklerin yaşadığı bir ev kundaklandı.
  • 8 Haziranda, Frankfurt, Wülfrath, Oberhausen-Rheinhausen, Bremen ve Mönchenglahdbach’da Türklere ait ev ve işyerleri eş zamanlı olarak kundaklandı.
  • 9 Haziranda birçok şehirde Türklere ait ev, işyeri ve otomobillere gamalı haç çizildi.
  • 11 Haziranda, Darmstadt’ta bir sığınma yurdu, Stuttgart’ta ise bir Türk evi yakıldı. Olay sırasında, dumandan 6 aylık bir Türk bebeği zehirlendi.
    12 Haziranda, Bavyeıa Eyaleti Steinfeld kasabasında Türklerin yaşadığı bir çiftlik evi kundaklandı.
  • 15 Haziranda, Essen Katernbemg’de bir Türke ait otomobil ateşe verildi. Bonn yakınlarında, Türklerin de yaşadığı belediyeye ait bir ev kundaklandı. Yangında 4 yabancı hayatını kaybetti.
  • 28 Haziranda ise bu defa İsviçre’de yaşayan Türkler hedef alındı. Basel kentinde 2 Türk ailesinin oturduğu ev kimlikleri belirsiz kişilerce kundaklandı. Yangında biri ağır olmak üzere 5 kişi yaralandı.
  • 30 Haziranda Köln ve Erbendof’da iki Türk evi kundaklandı. Ludwingshafen-Edikheim’de bir Türke ait market ile Enberg’de bir Türk lokantası gece çıkartılan yangında tamamen yandı. Saldırılarda şans eseri can kaybı olmadı.
  • Almanya’nın Göttingen şehrinde bir Türk ailesinin evi 20 Nisan 1994 gecesi ateşe verildi. Olayda Döndü Aykanat ile oğlu Muhammed ağır olmak üzere 3 Türk dumandan zehirlendi. Bielefeld kentinde ise 14 Türk ve bir Yugoslav işçinin oturduğu bina Nazilerce yakıldı.
  • 1 Ağustos 1994’de Köln yakınlarında bir Türkü beyzbol sopası ile öldüren Neo-Naziler, gencin cesedini daha sonra yakarak nehre attılar. Ceset nehirde bulundu. Görgü şahitleri, cinayetin yabancı düşmanı gençler tarafından işlendiğini ileri sürdüler. Saldırılar 2011 yılında da Türklere ait evlerin yakılmasıyla devam etti.

1993 Temmuz ayında, ABD’nin Los Angeles şehrinde Nazi sempatizanları oldukları belirtilen 8 kişi, silah ve dokümanlarıyla birlikte yakalandı. DÖRDÜNCÜ REICH DAZLAKLARI adı verilen bu kişilerin, 1992 yılında Los Angeles’da zencilerin isyanına yol açan Rodney King ve Public Enemy adlı siyasi grupları ortadan kaldırmayı ve bir zenci kilisesini havaya uçurmayı planladıkları ortaya çıktı. Yaşları 17 ile 42 arasında değişen dazlakların evlerinde FBI tarafından yapılan aramalarda, Nazi üniformaları, bayrakları ve otomatik silahlar ile patlayıcılar ele geçirildi. ABD yetkililerinin yaptığı açıklamaya göre, örgüt lideri Long Beach, bir hahama da bombalı mektup göndermeyi planlıyordu.

ÇELİK ÇEKİRDEK

Almanya’da cami ve Müslümanlara suikast hazırlığındaki aşırı sağcı Çelik Çekirdek adlı bir grup 15 Şubat 2020 tarihinde güvenlik güçlerince yakalandı. Almanya’da belirli hedeflere saldırılar düzenleyerek ülkedeki siyasi düzeni bozmak istediklerinden şüphelenilen 12 kişi haklarında çıkarılan gözaltı kararı sonrası tutuklandı.12 kişiden dördü Eylül ayında aşırı sağcı terör örgütü kurma geri kalanı ise mali destek sağlama şüphesiyle tutuklandı. Federal savcılar ve Alman medyası söz konusu kişilerin camilere, Müslümanlara ve göçmen kökenlilere yönelik saldırı hazırlığında olduklarını aktardı. Kendilerini “Der HarteKern” (Çelik Çekirdek) olarak tanımlayan ve yaşları 20 ila 50 arasında değişen grup üyelerine altı farklı eyalette operasyon düzenlendi. Zanlıların evlerine yapılan baskınlar sırasında bomba yapımında kullanılabilecek malzemeler ele geçirildi ve kısa süre sonra 9 kişinin öldüğü bir başka katliam gerçekleşti.

19 Şubat 2020 gecesi aşırı sağcı terörün adresi bu kez Hessen eyaletinin Hanau kenti oldu. 43 yaşındaki terörist Tobias Rathjen, Türklerin de yoğun olduğu Heumarkt bölgesinde iki nargile kafe ile bir büfede katliam yaptı. Saldırıda 4’ü Türk 9 kişi öldü. Terörist ilk olarak saat 22.00 sularında Midnight isimli nargile kafeyi silahla bastı. Burada Sedat Gürbüz ve Fatih Saraçoğlu’nu öldüren Rathjen, daha sonra Türk asıllı Kemal Koçak’a ait bir büfeye girerek burada yemek yiyen Gökhan Gültekin (37) ve Ferhat Ünvar’ı (22) yaylım ateşine tuttu. Saldırgan daha sonra Türklerin sıklıkla gittiği Arena Bar &Cafe isimli mekânda üçüncü bir saldırı gerçekleştirdi. Ölenler arasında, 35 yaşındaki iki çocuk annesi hamile bir kadın da bulunuyordu. Kanlı terör saldırılarının ardından evine giden terörist, 72 yaşındaki annesini öldürdükten sonra intihar etti.

WSG (WEBR SPORT GRUPPE HOFFMAN) NEO-NAZİ Silahlı Grubu

Federal Almanya’nın Nürnberg yakınlarındaki Haroldberg kasabasında gerçekleştirilen bir baskında, ortaya çıkan silahlarla ismi duyulan WSG’nin üç kamyon dolusu otomatik tüfek ve cephanesi ele geçti. Örgütün lideri olduğu bilinen Karl Heinz, silahların yakalanmasından sonra tutuklandı. 1980 yılının Eylül ayında Münih’te Oktoberfest’in (Bayram yeri) yapıldığı yerde bombalı bir eyleme girişen WSG, burada 12 kişinin ölümüne 140 kişinin de yaralanmasına sebep oldu. Bu olaydan sonra, Hitler hayranı WSG’nin 24 üyesi tutuklandı. Webrsportgruppe Hoffman adlı WSG’nin bütün çalışmaları, terör faaliyetlerinden dolayı 30 Ocak 1980 tarihinde yasaklandı. Ancak, yasadışı olarak faaliyetlerini sürdüren aşırı sağcı bu örgüt, çok sayıda bombalama olayını gerçekleştirdi. Almanya’da Hitler benzeri bir rejim kurmayı amaçlayan, bunun için de HİTLERCİ GENÇLİK TEŞKİLATI kurarak, bu gençlere askeri üniformalarla eğitimler yaptıran örgütün liderlerinden Huffman, 1963 yılında Türkiye’ye silah kaçırmak istediği sırada yakalanmıştır.

NPD (SOSYALİST REİCH PARTİSİ)

Almanya’da ”Sosyalistiche Reichs Partei’nin 1952 yılında yasaklanması üzerine 1964 yılında NPD kuruldu. Partinin (1988 Kasım) Liderliğini bir dönem Avukat Martin Muszgnun yapmaktaydı. NPD’nin 15 bine yakın üyesi olduğu sanılıyor.

NDP – NSU (ALMAN MİLLİ PARTİSİ)

NDP federal meclise giremedi. Ancak daha sonra eyalet meclisine girmeyi başardı. Daha sonra Willy Brandt’ın “Yeni Doğu Bloku” politikası sonucu Eyalet meclisinden atıldılar. NDP, Türklere karşı yürüttüğü kampanyalarla da dikkati çekiyor. Nasyonal Sosyalist Alman örgütlerinin Alman gizli servisince yönlendirildiği, hatta yargılanan militanlarına mahkemelerde taraflı davranıldığı iddia ediliyor. NSU’nun kurbanları arasında 9 Türk’ün yanı sıra, Türk olduğu zannedilerek öldürülen bir Yunanlı ile bir Alman polisi de bulunuyor.

FAP (HÜR İŞÇİ PARTİSİ)

Almanya’daki Neo-Nazi’lerin gözünde lider olarak geniş yer tutan Michael Kühnen tarafından yönetilen Hür İşçi Partisi’nin kısa adı FAP’tır. 12 yıldır Neo-Nazi’lerin başında olan Kühnen, iki defa yargılandı ve cezaevinde yattı. FAP’ın 1000 üyesi olduğu biliniyor.

NS (MİLLİ BİRLİK)

Neo Nazilerin “Nationale Sammlung (NS-Milli Birlik)” kanadı ise, bilhassa Federal Almanya’nın Hessen eyaletinde faaliyet gösteriyor.

DİE EPUBLİKANER (CUMHURİYETÇİLER)

Berlin seçimlerinde Türklere karşı başlattıkları kampanyalarla dikkate çekti. Berlin senatosuna giren Cumhuriyetçi Partisi’nin lideri Schönhuber, eski bir Nazi subayı olarak tanınıyor. Sağda 69 örgüt bulunan Fedaral Almanya’da, kendisini Neo-Nazi kabul eden 20 teşkilatın 1380 üyesi bulunuyor. Yukarıda bahsedilenler dışındaki diğer önemli örgütler: “Die Bewegung (Hareket), HNG, NG, NS DAPAO, DBİ, DVU, DDF ve GFBAEU.

SOS (SOSYALİST ALMAN ÖĞRENCİ BİRLİĞİ)

Sozialistischer Deutscher Studentenbund (Sosyalist Alman Öğrenci Birliği) 1946 yılında kuruldu. Federal Almanya’da 1960-1970 yılları arasında meydana gelen öğrenci olaylarında büyük rol oynadı. Sol eğilimli olan örgüt, 1970 yılında kendini feshetti.

DEVRİMCİ HÜCRELER (RZ)

Örgüt Federal Almanya’daki kapitalist düzeni yıkarak Marksist- Leninist bir rejim kurmayı (Şehir gerillacılığı yürüterek) hedeflemiştir. Panik ve korku yaratan terörist saldırılarla, Batı Almanya’daki Amerikan kuvvetlerine baskı uygulamayı amaçlayan Devrimci Hücreler 1973’de burjuva zorbalığı ve faşizme karşı ayaklanma amacıyla Wielfried Böse tarafından kuruldu. Devrimci Hücreler örgütsel amaçlarını, 1986 yılında yaptıkları bir eylem sonrasında basın yoluyla şu cümlelerde özetliyorlar: “Silahlı soygunlar, bombalı saldırılar ve uçak kaçırma gibi eylemlere tereddütsüz devam edeceğiz. Bütün iktidar sınıfının kendilerini güvenlikte hissetmemelerini sağlayacağız.”

RAF, IRA, INLA ve Filistin terör örgütleriyle bağlantısı olan Devrimci Hücrelerin çalışma sistemi, diğer örgütlerde olduğu gibi hücre esasına dayanır. 100 civarında militana sahip olduğu tahmin edilen Devrimci Hücrelerin her hücresinde 10 militan bulunur. Hücrelerin birbiriyle bağlantısı olmaz. Böylece yarı bağımsız çalışan hücre elemanları çabuk ve hiçbir destek almadan eylem yapar.

Wielfried Böse, Rudolf Raabc, SonjaSudcr, Christian Gugcr, Rudolf Schindler ve Sabina Eckle’nin lider kadrosunu oluşturduğu Devrimci Hücreler, üyelerini 1970’li yılların başında küçük radikal gruplardan toplamıştır. “Reuolutionaere Zom (Devrimci Öfke)” isimli bir yayın organı olan Devrimci Hücreler, bu dergi vasıtasıyla silahlı mücadelelerinin işçilerin, gençlerin ve kadınların mücadelesi olduğu imajını vermeye çalıştı. Örgütün “Rote Zora” isimli feminist görüşlere sahip bir kadınlar fraksiyonu vardı.

Terör konusunda son derece uzmanlaşmış militanlarıyla, geliştirdikleri patlayıcılarla bombalama eylemleri düzenleyen örgütün en çok kullandığı yöntem, saatli bomba ile saldırılardır. Berlin ve Frankfurt yakınlarındaki ormanlık bölgelerdeki sığınaklarının bulunduğu tahmin edilen Devrimci Hücreler, Amerika’nın Batı Almanya’daki askeri varlığına karşı çıkmak için ABD tesislerini de hedef almıştır. Örgüt 1986 ve 1987 yıllarında Batı Almanya’nın göçmen politikasını protesto için yaptığı bir dizi bombalamalarla, birçok kişinin yaralanmasına ve çok büyük maddi hasara yol açtı.

1976 Haziranında Frankfurt’taki ABD 5. Kolordu Komutanlığını bombalayan Devrimci Hücreler, 16 kişinin yaralanmasına sebep oldu. Birçok ABD ve NATO tesisini bombalayan Devrimci Hücreler, Lufthansa Hava Yolları şirket binasının yanı sıra, 1984 yılının Şubat ayında Köln’deki Türk Konsolosluğu’nu da bombaladı. 1981 yılında Hessen Eyaleti Ekonomi Bakanı HeinzKarry’i öldüren Devrimci Hücrelerin suikasttan sonra yaptıkları açıklama ilginçti: “Aslında ölmesini istememiştik. Ama bir kaza oldu. Planımız onu öldürmek değil, bacaklarından vurup yatağa çivilemekti.”

Almanya’nın Kurumsal Irkçı Örgütü NSU ve Cinayetleri

Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU) örgütü, ilk olarak 2000-2007 yılları arasında 8’i Türk toplamda 10 kişinin öldürülmesinin yanı sıra 2 bombalı saldırı ve 15 banka soygunu ile gündeme gelmiştir. Bu dönem arasında meydana gelen cinayetler Alman basınında ve kamuoyunda basite indirgenip bir alacak-verecek meselesi olarak lanse edilmiş ve “dönerci cinayetleri” olarak değerlendirilmiştir.

Ancak daha sonra söz konusu cinayetlerin aşırı sağcı/ırkçı bir yapıya sahip olduğu ortaya çıkmıştır. NSU cinayetlerinin aşırı sağcı bir motivasyona sahip olması, NSU örgütü, Alman siyasiler ile Alman istihbaratı arasındaki bağlantıların ortaya çıkmasıyla birlikte Alman devlet kurumlarına olan güven ve bu yapılarla olan mücadele de sorgulanmaktadır. Bu cinayetler aynı zamanda Almanya’da kurumsal ırkçılığın varlığı tartışmalarını da gündeme getirmiştir.

1950’den sonra Alman tarihinin en büyük ikinci davası olan Nazi cinayetleri davası tam 5 yıl sürdü, toplamda 438 celse görüldü ve Temmuz 2018’de Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU) terör örgütüne yönelik dava sonuçlandı. Bu süre zarfında neredeyse tüm deliller temizlendi, şahitler yok edildi. Adeta Almanya’da NSU tarafından hiçbir eylem gerçekleşmemiş, NSU örgütünün devlet, istihbarat, emniyet ve yargı ayağında hiçbir ilişki saptanamamış gibi kala kala örgütün tek üyesi baş fail Beate Zschäpe’ye müebbet, destekçi diğer üç sanık için bir kaç yıllık ceza ve bir tahliye ile dosya kapatıldı. Pek çok husus karanlıkta kaldı. Oysa dönemin Şansölyesi Angela Merkel, NSU cinayetleri ve davası için “ucu nereye varacaksa varsın asla peşini bırakmayacağız” açıklamasında bulunmuştu.

NSU örgütünün cinayetlerine dahli olanların da gizemli bir şekilde ölen diğer iki tetikçi teröristin tam incelenmeyen dosyası, tanıkların birer birer şüpheli biçimde ölümü, karartılmış yok edilmiş deliller, hatta asıl katillerin hâlâ korunuyor olması NSU yer altı terör örgünün kurumsal bağlamda korunduğunu ve davanın üstünün örtülmesini sağladı. Bununla beraber pek çok soru ardında birçok gizemi bırakacak şekilde örtüldü. NSU örgütünün işlediği ve devletin ana kurumlarıyla ilişkili olduğu gerçeğini davanın seyrinde üç ana konunun üzerine gidilmemesi ile somutlaştı.

Buna göre; NSU örgütünün yapılanması incelenmedi, mahkeme sadece üç üye ile örgütü çete yapılanması olarak göstermeye çalıştı. İkincisi; NSU ile devlet kurumlarının bağlantısının, cinayetlerin devlet kurumlarınca azledilmesinin, istihbarat ve emniyet yapılanmasındaki boyutunu asla incelemedi. Üçüncüsü ise; İç istihbaratın NSU içine sızdırdığı ancak daha sonra deşifre olan 40 muhbirle ilgili durumun araştırılmadı. NSU terör örgütü ile bağlantılı 24 tanığın dinlendiği duruşmalarda, en az 28 kişinin NSU örgütü ile bağlantısının olduğu bilindiği halde, seri cinayetleri sadece “üç üyeli” bir terör hücresinin organize ettiği tezinin benimsenmesi dahi mahkemenin eğilimi ve inandırıcılığı hakkında yeterince bilgi veriyor.

Kendini hukuk devleti olarak tanımlayan Almanya, ırkçı terör örgütü NSU ile ilişkisine rağmen ırkçı cinayetleri engelleyememiş olamaz. Dava sürecince birçok ifade vermesi gereken tanıkların mahkemeye çağırılmadan kısa süre önce şüpheli ölümleri Alman devletinin kurumsal olarak Irkçı Yeraltı terör örgütü NSU’yu koruduğunu ortaya koymaktadır. Bununla beraber emniyet, iç istihbarat veya yargı makamlarında delillerin ve dosyaların karartılması çok netken bir kamu çalışanının dahi hakkında soruşturma açılmayışı ve disiplin cezasına çarptırılmamıştır. 438 celse görüşülen davanın hemen sonrasında, Hessen Eyaleti istihbarat servisinin Halit Yozgat dosyasına 120 yıl boyunca gizlilik kararı getirmesi, Alman devletinin “kendi elemanı olan katilleri” koruyor sorusunu gündeme getirmiştir.

Sonuç Olarak

Günümüzde Alman İstihbarat Teşkilatı BND, başta Ukrayna-Rusya cephe hattındaki çatışmaları gerçek boyutuyla takip edemediği için iç kamuoyunda oldukça eleştirilmektedir. Bunun yanı sıra, özellikle Çin, Hindistan, Rusya ve İran gibi ülkeleri eskisi gibi istihbari anlamda yeterli şekilde takip edemediği de bir gerçektir. Alman devletinin teknik anlamda silahları olmuş olsa da bunları kullanacak seviyede yetişmiş askeri personel açığının olduğu da ifade edilmektedir. Alman ordusunun neredeyse yarısının AFD yanlısı olduğu gerçeğini de görmezden gelemeyiz. Özellikle NSU cinayetleri ile kurumsal anlamda Alman devletinin Irkçı cinayetlere alan açtığını ve desteklediğini söylemek de yanlış olmayacaktır.

Günümüzde Almanya, başta bölücü terör örgütü ve şemsiyesi altında faaliyetlerde bulunan DHKP-C ve diğer sol terör örgütlerinin geri çekilme ve dinlenme alanı bir Avrupa merkez ülke konumundadır. Her geçen yıla oranla bölücü terör örgütü militan sayısının arttığı ve örgüte bağış adı altında toplanan paraların yarısının Kandil’e aktarıldığı geri kalanın da Kandil tarafından atanan Almanya ve Avrupa liderlerinin kontrolünde, örgütün Almanya başta olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinde legal/illegal ticaret yapılması için bırakılmaktadır.

Günümüzde Almanya, hem ülkesinde Irkçı eğilimleri giderek artan bir genç nüfusa sahip olmakla birlikte, devletin kurumlarında çöreklenmiş AFD ve Dördüncü Reich Dazlakları bulunmaktadır. Yanı sıra “en güçlü yabancı aşırılıkçı terör örgütü” olarak gördüğü PKK’nın 1993 yılında yasaklanmasına karşın faaliyetlerine göz yumarak; PKK’yı pek çok alanda doğrudan ya da dolaylı destekleyerek Alman Yayılmacılığının temel hedefleri noktasında dış politikasının bir aparatı olarak kullanmaktadır.

Yararlanılan Kaynaklar
  • “Uluslararası terörizm terörizm ve avrupa s17, sayı 56 Aralık 2002, Paris, Institutd’Etude de Securité UE, ThérèseDelpech”
  • Almanya’da aşırı sağcı ve terör örgütü PKK’lı sayısında artış, https://www.aa.com.tr/tr/dunya/almanyada-asiri-sagci-ve-teror-orgutu-pkkli-sayisinda-artis/3252632 , 18 Haziran 2024.
  • A. g. Haber, 18 Haziran 2024.
  • Alman Anayasayı Koruma Teşkilatı, 2023 Terörizm Durum Raporu, Verfassungsschutzbericht 2023, https://www.verfassungsschutz.de/SharedDocs/publikationen/DE/verfassungsschutzberichte/2024-06-18-verfassungsschutzbericht-2023.html , Temmuz 2024.
  • Geniş bilgi için bkz. Alman Kızılordu Fraksiyonu RAF.
  • Geniş bilgi için Bkz. RAF’ın kollarından Kızıl Zora.
  • Gönül Kenter, NSU cinayetleri ve kurumsal ırkçılık, 14 Temmuz 2018.
  • AA, https://www.aa.com.tr/tr/dunya/almanya-da-nsu-davasinda-karar-gunu/1199851 , 11 Temmuz 2018.
  • Ömer Kalaycı, Uluslararası Güvenlik-Terörizm ve İstihbarat Çalışanı, oemerkalayci34@gmail.com

 

Terörizme Destek Veren Ülke: Yunanistan

Terörizmin dış destek boyutu oldukça önemlidir. Terörün ve terörizmin artış göstermesinde ve uluslararası boyut kazanmasında dış desteğini esirgemeyen ülkelerin siyasi, ekonomik ve tarihsel amaç ve hedeflerinin bilinmesi de son derece önemlidir. Bu bağlamda terörizm, emperyalist devletlerin tarihsel süreçte ve günümüzde de (ülke içi, bölgesel ve uluslararası siyasetlerinin gereği olarak görülüp) doğrudan veya dolaylı olarak kullandığı ve halen daha kullanmakta olduğu bir dış politika aracı veya vekâlet savaşlarında birer aparat haline getirilmiştir. Şüphesiz bunda terörizmi destekleyen ülkelerin payı büyüktür. Terörizme destek veren ülkelerin bu tutumuyla terör örgütlerinin hem bölgesel çapta büyümesi hem doğrudan ya da dolaylı olarak sağlanan dış destekle terör örgütlerinin siyasallaşmasına da zemin hazırladığı bir gerçektir.

Terör örgütlerine ve terörizme destek sağlayan ülkelerin başında da hem NATO ülkesi hem de Avrupa Birliği ülkesi olan Yunanistan ve sonradan uluslararası hukuka aykırı bir şekilde AB’ne alınan Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) gelmektedir. Pek çoğunuzun aklına Yunanistan’ın Bölücü Terör Örgütü ile olan ilişkisi gelecektir. Bu doğrudur ancak sadece bununla sınırlı kalmamıştır. Bu makale, terörizme destek sağlayan, terör örgütlerini kendi çıkarları noktasında dış politikasının bir aracı olarak kullanan Yunanistan’ın; tarihsel ve siyasal bağlamda kurduğu, desteklediği ve ilişki içerisine girdiği örgütleri ele almaktadır. Kısacası Yunanistan; “Kolektif terör ve terörizmin” ana unsuru ülkelerden birisidir. Yunanistan’ın kurulmadan önce de pek çok ayaklanmayı ve bu isyanlarda ön plana çıkan örgütlerle işbirliği içinde olduğu tarihsel kayıtlarla sabittir.

Philiki – Eterya

1829 Edirne Antlaşmasına kadar Yunanlılar, Osmanlı devletinin Balkanlarda zayıflamasına ve parçalanmasında son derece etkin olmuşlardır. Yanı sıra 1829 Edirne Antlaşması ile Sırplar da özerklik kazanmışlardır. 1829 Edirne Antlaşması ile Yunanistan fiilen ve hukuken bağımsızlık elde etmişlerdir. Osmanlı Devletine karşı ayaklanan Yunan örgütü Philiki Eterya, 1796 yılında Viyana’da Rigas Feraios tarafından kurulmuştur. Philiki Eterya örgütü Türklere karşı, Hıristiyan âlemini tümüyle kardeş ilan eden dini temelli bir örgüttür. Örgüt, “Hellas Haritası” adı verilen hayali bir devlet taslağı da hazırlamıştır.

1798 yılında Avusturya polisi tarafından yakalanan Rigas, Osmanlı hükümetine teslim edilerek idam edilmiştir. Daha sonra 1809 yılında Fransa’da, ELLİNİKİS DESMOS ALİTHOS (Gerçek Yunan Arkadaşlığı Bağı ) adlı örgüt kurulmuştur. İlerleyen yıllarda Fransızların da yardımıyla PHONİX (Anka Kuşu) kurulmuştur. Philiki Eterya veya Eteryatan Filikan denilen Dostlar Derneği, Yunan ve Bulgar tüccarları tarafından 1829 yılında kurulmuştur.

Philiki Eterya örgütü Ukrayna’nın Odesa şehrinde kurulmuştu. (Rus etkisi) Bu örgüt, masonik esaslara göre yapılanmıştı. Örgüt, Mora’da bağımsız bir devlet kurmayı amaçlamış, İstanbul’u da işgal ederek bütün Türkleri imha etmeyi hedeflemekteydi. Örgüt, Helenizm ve Grek milli bilincinin de yayılmasında etkili olmuş, Rus ve Avrupa ülkelerinin desteğiyle yandaşlarına silah dağıtmıştır. 1821 yılında başlattığı silahlı ayaklanma hareketleriyle Yunanistan’ın bağımsızlık yolunu açmıştır.

WMRO – Makedonya’nın Bağımsızlığı İçin Devrimci Örgüt

Bu örgüt, Gotse Delçev adlı bir öğretmen tarafından 1893’de Makedonya’nın bağımsızlığı için kurulmuştur. WMRO, Bulgaristan ve İtalya tarafından desteklenerek, Osmanlı askerlerine ve Müslüman halka karşı eylemlerde bulunmuştur.

USTAŞA – Hırvat Direniş Hareketi

Ante Paleviç adlı bir Hırvat avukat tarafından kuruldu. O dönemde İtalya ve Macaristan tarafından desteklenen örgüt 1934’de Fransa’da, Yugoslav hükümdarı Sırp Birinci Aleksander’ın öldürülmesinden sorumlu tutulmuştur. Örgüt, Bulgar ve Sırp ayrılıkçılarının da desteğini almıştır.

Ermeni Terörü ve Yunanistan

Yunanistan deyince çoğunuzun ilk aklına gelen; Yunanistan’ın bölücü terör örgütü ile olan ilişkisi ve desteği gelir. Bu doğru olmakla birlikte Yunanistan’ın teröre ve terörizme verdiği destek konusunda çok az şey bilinmektedir. Örneğin Ermeni terörüne verdiği destek pek bilinmediği gibi bunun üzerinde kapsamlı bir akademik çalışma da yoktur.
Yunanistan’ın, bölücü terör örgütü PKK ile olan ilişkisi 5 Şubat 1988’de başlamakla beraber 1990’lı yıllar ile deyim yerindeyse pik seviyesine ulaşmıştır. Ancak Yunanistan’ın terörizme destek veren ülke olarak çok az bilinen bir diğer ilişkisi ise henüz daha BTÖ ile olan ilişkisi başlamadan önce, kendisine rakip/hasım gördüğü ülke Türkiye’ye karşı 1973 yılında başlatılan Ermeni terörüne verdiği destek gelmektedir.

1973 yılında başlatılan Ermeni terörü, özellikle 1974 Kıbrıs Barış Harekâtından sonra hızlandırılmıştır. Bu hızlandırmada etkili olan ülkelerden biri Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi olmuştur. ASALA (Ermenistan’ın Kurtuluşu için Ermeni Gizli Ordusu), JCAG (Ermeni Adalet Komandoları), ARA (Ermeni Devrimci Ordusu) adlı Ermeni Terör Örgütlerinin başını çektiği teröristler 1973 – 1984 yılları arasında gerçekleştirdikleri terör saldırıları sonucunda 58’i Türk vatandaşı olmak üzere (31’i diplomat ve aile mensubu) 77 kişi hayatını kaybetmiş ve çok sayıda kişi yaralanmıştır . Ermeni terörü 1984 yılında kesilmişse de yerini 1973’te ismi, amaç ve hedefleri belirlenen, 1978’de eylemlerine başlayan ve 12 Eylül 1980’den sadece dokuz ay kadar önce Suriye’nin başkenti Şam’a konuşlanan bölücü terör örgütü PKK’ya devretmişti.

Özellikle 1990’lı yıllarda Suriye’nin terörizme verdiği destek konusunda zorlandığı zamanlarda Yunanistan ve GKRK’nin yardıma koştuğu gözlenmiştir.Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi, Suriye’nin terörizme verdiği destek ve uyuşturucu kaçakçılığında oldukça önemli bir yere sahip olmuştur. Yunanistan Kamu Düzeni Bakanlığı’nın 1990 yılında hazırladığı, Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad’ın kardeşi Rıfat Esad’ın Ege Denizi’ndeki adaları uyuşturucu madde kaçakçılığı üssü, olarak kullandığına dair rapor gerçeğin ta kendisidir. Bahsi geçen rapordan anlaşılan Suriye’nin terörizm ve uyuşturucu kaçakçılığı için oluşturduğu Yunanistan ve GKRK hattı, çok yönlü amaçlar doğrultusunda pek çok sefer terör örgütlerine de açıldığı ve kullanılmasına imkân tanıdığı yönündedir.

Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi’nin Ermeni terörü ASALA, bölücü terör örgütü PKK ve diğer terör örgüt ve yapılanmalarına verdiği desteği, özellikle kendine düşman gördüğü Türkiye’ye karşı tavrını anlayabilmek için; Yunanistan ve Yunan Gizli Servisi’nin ilişkide oldukları terör örgütleri ve bunları destekleyen ülkelerle olan ilişkilerine bakmak gerekmektedir. Bu örgütlerden özellikle 17 Kasım Terör Örgütü büyük önem arz etmektedir.

17 Kasım Terör Örgütü

22 Kasım 1975’de ortaya çıkan 17 Kasım Terör Örgütü, adını 17 Kasım 1973’de Albaylar Cuntasının Atina’da Politeknik Yüksek Okulu’nda öğrencilerin başlattığı ayaklanmayı (bu ayaklanma Fransız gizli servisi tarafından organize edilmiştir) tanklarla bastırdığı günden almıştır.

Lider kadrosu ve destekçileri hakkında çok net ve sağlıklı bilgiler olmasa da 17 Kasım Terör Örgütü için şu bilgileri vermek gerekir. 17 Kasım Terör Örgütü Yunan Gizli Servisi’nin (EYP) vurucu gücüdür. Bu vurucu güç “Gizli imha Hücresi” olarak isimlendirilmiş ve EYP’nin kirli işlerinde kullanılmıştır. Bir diğer bilgi ise, 17 Kasım Terör Örgütünün PASOK’un bir parçası olduğu şeklindedir. Buna göre, Papandreou’nun, 1967-74 yılları arasında Yunanistan’da iktidarda bulunan Albaylar Cuntasına karşı yurt dışında kurduğu gizli PAK örgütü daha sonra PASOK Partisi haline dönüştürülmüştür.

PAK’ın bir parçası da 17 Kasım Terör Örgütüdür. 1975 yılında CIA Atina İstasyon Şefi Richard Welch’i öldürerek sesini duyuran 17 Kasım, Avrupa’nın en kanlı, en acımasız ve en akıllı terör örgütlerinden biri olduğu ileri sürülmektedir. 26 Eylül 1989 günü Yunan koalisyon hükümetinin büyük ortağı Yeni Demokrasi Partisi’nin (YDP) lideri Konstantin Mitostakisi aynı partideki milletvekili damadı Pavlas Bakoyannis’e pusu kuran 3 kişi tarafından kurşun yağmuruna tutularak öldürüldü. Suikastı üstlenen 17 Kasım Terör Örgütü, yayınladığı bildiride Bakoyannis’i Koskotas Skandalına karıştığı ve halk düşmanı olduğu gerekçesiyle cezalandırdıklarını belirtirler. Eski Başbakan Papandreou’nun Banker Koskotas skandalı dolayısıyla Yüce Divan’a sevk edilmesi konusunun ele alınacağı meclis toplantısına birkaç saat kala gerçekleştirilen suikasttan sonra Atina sokakları YDP ve PASOK taraftarları arasındaki çatışmalara sahne olur.

Tüm Yunan basını PASOK lideri Andreas Papandreou’yu suikastın sorumlusu ilan edip, “17 Kasım sadece Bakoyannis’i öldürmedi. Bütün Yunan politikacıları tehdit etmeye başladı. Benzer cinayetlerin işadamları ve politikacılar arasında da sürmesi bekleniyor” görüşüne yer verdiler. Politikacı ve ünlü kompozitör Mikis Theodorakis, 17 Kasım Terör Örgütünün Yunan Gizli Servisi’nin (EYP) vurucu gücü ve gizli imha hücresi olduğunu iddia etmiş “Yunan Gizli Servisi Bakoyannis’i öldürerek Koskotas Skandali’nın üzerine gitmeye çalışan güçlere büyük gözdağı verdi” demiştir. Yunan basını da yaptığı haberlerde, 17 Kasım Terör Örgütünün Marksist bir örgüt gibi görünmesine rağmen Yunan Gizli Servisi ile yakın bir ilişki içinde olduğu görüşünü işlemiştir. Suikastın, İsviçre’de yaşayan Yunan Gizli Servisi EYP’nin bir ajanı tarafından işlendiği öne sürüldü.

Ayrıca 17 Kasım’ın kurulduğu günden bu yana hiçbir elemanının yakalanmayışına dikkat çekilip, örgütün PASOK’a karşı eylem yapmasına rağmen parti üyesi hiç kimseyi öldürmediği ve eylemlerin PASOK’a karşı bir uyarı olduğu görüşüne yer verildi. Bazı gazeteler ise, 17 Kasım Terör Örgütünün, PASOK’un iktidara geldiği 1980 sonrasında eylemlerini hızlandırdığını ve bizzat Başbakan Papandreou’nun 17 Kasım’la ilgili soruşturmaları örtbas ettirdiğini ileri sürdüler.

Yıllar önce Kıbrıs’ta Türklere karşı kullanılmak üzere silah kaçırılırken yakalanan ve daha sonra Papandreou’nun Asayiş Başkan Yardımcılığı’nı yapan Sifis Valirakis’in 17 Kasım Terör Örgütünün beyin takımından olduğu ileri sürülür. Yayınladığı bildirilerde amaçlarını, “Yunanistan’daki ABD varlığına son vermek”, “Yunanistan’ın NATO’dan çıkmasını sağlamak” ve “Emperyalizm ve kapitalizme karşı çıkarak Yunanistan’da Marksist-Leninist bir rejim kurmak” olarak açıklayan 17 Kasım Terör Örgütü, CIA ajanı olduklarını ileri sürdüğü birçok Yunan vatandaşını öldürmüştür. 1985’den beri değişik bombalama eylemlerini üstlenen 17 Kasım Terör Örgütü, Nisan 1987’de ABD askerlerini taşıyan bir otobüsü bombalayarak 18 kişinin, aynı yılın Ağustos ayı içinde de benzer şekildeki bir başka saldırıda 12 kişinin yaralanmasına sebep olmuştur.

1987 yılından itibaren saldırılarını yoğunlaştıran 17 Kasım Terör Örgütü, ABD-NATO Tesislerinin yanı sıra Atina Türk Büyükelçiliği’ne ait iki otomobili de Mayıs 1988’de havaya uçurmuştur. İki veya üç kişilik timlerle, kurbanlarına genellikle evlerinde ve bürolarında saldıran örgütün en büyük özelliği birden fazla olayda aynı silahı kullanmasıdır. 14 yıl boyunca hiçbir örgüt üyesi yakalanamayan örgütün suikastlarda kullandığı silahların, Bakoyannis’in öldürülmesinden sonra “polise ait olduğu” iddia edildi. O yıllarda ülkemizde faaliyet gösteren terör örgütleri Dev Sol ve MLSPB ile yakın ilişki içinde bulunan 17 Kasım militanları, 2 Nisan 1990 gecesi Atina’da çok sayıda bomba patlatmıştır. Bu olaydan iki ay sonra Atina’daki “bomba furyası” devam etmiştir. Başkentin kuzey bölgelerinde bir gecede 11 saatli bomba birden patladı. 17 Kasım’ın roketatarlı saldırıları 1990 yaz ayları boyunca sürmüştür.

17 Kasım Terör Örgütü pek çok silahlı oluşum ve terör örgütleriyle de eylem birlikteliğine girmiştir. Bu örgütlerden biri Filistinli terör örgütleridir. Filistinli örgütlerle eylem birliği yapan 17 Kasım örgütünün gerçekleştirdiği önemli olayların başında şu eylemler gelmektedir;

  • 1990’nın Nisan ayında yapılan seçimler öncesi, 17 Kasım Terör Örgütü eylem kolları olan 1 Mayıs ve ELA hücreleri, Atina ile Selanik’te bazı sendika, banka, kooperatif ve AT merkezini havaya uçurdu.
  • 12 Mart 1991’de Atina’da 4 otobüs havaya uçuruldu.
  • 31 Mart 1991’de Yunanistan Milli Eğitim ve Din İşleri Bakanı Georpios Suplias’ın yemek yediği otele tanksavar silahları ile saldırıldı.
  • 3 Nisan 1991’de Paskalya kutlamaları devam ederken Atina’da 9 otomobil saatli bombayla havaya uçuruldu. Bir banka şubesi soyuldu, bir başka banka şubesi bombalanarak yakıldı.
  • 11 Nisan 1991’de Patros’da meydana gelen patlamada 7 kişi öldü.
  • 18 Nisan 1991’de Patros’daki patlamayla ilgili Filistinli öğrenci Assar Al Nobani, 17 Kasım Terör Örgütü üyesi olduğu gerekçesiyle yakalandı.
  • 2 Mayıs 1991’de Atina’daki Yunanistan elektrik işletmesine tanksavar silahıyla saldırı düzenlendi. 1989 yılında Larisa şehri yakınlarındaki askeri depodan çalınan malzemeler arasında bu olayda kullanılan silaha ait mermiler de bulunuyordu.
  • 8 Mayıs 1991’de Atina’daki Alman Siemens şirketi tanksavarlarla bombalandı.
  • 16 Temmuz 1991’deAtina’daki Türk Büyükelçiliği’nin servis aracına, bombalı bir araçla saldırı düzenlendi. Büyükelçiliğe ait zırhlı otomobilde bulunan Atina maslahatgüzarı Deniz Bölükbaşı, idari görevli Nilgün Seçeci ve şoför Adil Yıldırım yaralandı. Saldırıyı üstlenen 17 Kasım örgütü, ABD Başkanı George Bush’un Yunanistan ve Türkiye’yi ziyaretini protesto ettiklerini açıkladı.
  • 7 Ekim 1991’deAtina’daki Türk Basın Ataşesi Çetin Görgü, silahlı iki kişinin saldırısı sonucu öldürüldü. Örgütün liderlerinden olduğu iddia edilen Mihalis Raptis’in, “17 Kasım Solcu, Maocu, Aptallar” başlıklı yazısının yayınlandığı Avriani Gazetesi’nde, Türk diplomat Görgülü’yü örgütle ilişkiyi kesen kişilerin öldürdüğü iddia edildi. “17 Kasım İhtilalci Örgütü” imzalı bu bildirinin gazetede yayınlanmasından bir gün sonra, gazetelere yeni bir bildiri gönderildi. 24 Ekim 1991 tarihli “Raptis’e Cevap” başlıklı bildiride, Çetin Görgü’nün 17 Kasım İhtilalci Örgütü tarafından öldürüldüğü öne sürülerek, suikasttan hemen sonra yayınlanan bildiride yer alan, “Son Türk askeri Kıbrıs’tan çekilinceye kadar ve son Kıbrıslı Rum göçmen köyüne dönünceye kadar Türkiye’nin askeri politik yapısında resmi yeri olanları vurmaya devam edeceğiz” ifadesi tekrarlandı.
  • Ekim 1991’de İtalya’nın Undine şehrindeki bir bankadan 4 milyar liranın gasp edilmesi olayının 17 Kasım tarafından gerçekleştirildiği ileri sürülüyor.
  • 2 Kasım 1991’de Atina’da bir polis otosuna roketatarlarla saldırı düzenlendi. Olayda bir polis öldü, 6 polis yaralandı.
  • Aralık 1991’de Atina’da Egaleo Postanesi’ni basan 17 Kasım üyesi 5 kişi, 8 milyar lirayı (280 milyon drahmi) gasp ederek kaçtılar. Aynı gün, Holaıpos semtinde Dimitri Koloni adlı emekli hava subayının otomobiline bombalı saldırı düzenlendi.
  • 5 Şubat 1992’de Atina’da Fransız Büyükelçiliği’nde görevli bir binbaşı ile Yeni Demokrasi Partisi’ne mensup iki milletvekilini hedef alan örgütün dört evin girişlerindeki posta kutularına yerleştirdiği bombalar hasara neden oldu.
  • 16 Şubat 1992’de Atina’da iki ayrı eylem gerçekleştirildi. Askeri birliğe düzenlenen saldırı sonucu bir asker öldü. Avrupa Topluluğu’na ait iki otomobil ve bir banka şubesi de bombalandı. Yunanistan Maliye Bakanı Yartnis Paeokrasas’a 15 Temmuz 1992 günü roketatarla saldırı düzenleyen 17 Kasım militanları, bakanın otomobilini tahrip ederlerken bir üniversite öğrencisinin ölümüne, 4 kişinin de yaralanmasına neden oldular. Yeni Demokrasi Partisi milletvekili Elefherios Papadimirov, 21 Aralık 1992 günü düzenlenen saldırı sonucu yaralandı. Yunanistan Ulusal Bankası eski müdürü Milıalis Vranogulos 17 Ocak 1994 sabahı 17 Kasım militanlarınca öldürüldü.
  • 9 Nisan 1994 günü Sırplara destek vermek amacıyla Atina’da birçok iş merkezini bombalayan örgüt, 20 Nisan 1994’de ise yabancı temsilciliklere karşı bombalama eylemlerine girişti.
  • 4 Temmuz 1994 günü Türk Büyükelçiliği Müsteşarı Çetin Sipahioğlu, PKK’lı bir Rum avukatın intikamım almak amacıyla 17 Kasım örgütü tarafından şehit edilmiştir.
  • 16 Mart 1995’de Atina’daki Mega adlı özel televizyon kanalının stüdyolarına roketli saldırı düzenledi.
  • 8 Haziran 2000’de İngiltere’nin askeri ataşesi Tuğgeneral Stephan Saurders, Atina’nın en işlek caddesinde iki motosikletli saldırgan tarafından vurularak öldürüldü.
  • 28 Haziran 2002’de örgüt elemanları Pire Limanı’nda bir denizcilik şirketine saatli bomba yerleştirmeye çalışırken yakalandı ve örgüte vurulacak ilk darbelerin sinyalleri başladı. Olay sırasında eli kopan 40 yaşındaki Savaş Ksiros’dan ilk ciddi ipuçları ele geçti. Yanındaki çantada ele geçen tabancanın 24 Aralık 1984’de Atina’da yerel bir bankanın soygunu sırasında öldürülen banka görevlisiyle ilgili olduğu ortaya çıktı. Bir papaz çocuğu olan Ksiros’un verdiği bilgiler üzerine örgütle ilgili geniş çaplı operasyon başlatıldı.

17 Kasım Örgütü’ne yönelik 3 Temmuz 2002 günü yapılan operasyonda, 27 yıldır ilk kez örgütün hücre evine ulaşıldı. Atina şehir merkezine 15 dakikalık uzaklıktaki Katapatosia semtinde Patmos Sokak 84 numaralı binanın giriş katına yapılan baskında örgütün 1988’de bir askeri cephanelikten çaldığı ve bazı saldırılarda kullanılan roketler ele geçti. 17 Kasım militanı Savaş Ksiros hücre evinde gözaltına alındı. 17 Kasım operasyonu sürerken Türk diplomatlarımızın tetikçisi olduğu belirlenen Dimitri Kufodinas 5 Eylül 2002 günü Atina polisine teslim oldu.

17 Kasım Terör Örgütü’nün yakalanan militanlarının sorgulanmasının ardından Türk diplomatlara karşı düzenlenen suikastların arkasından Bölücü terör örgütü lideri Abdullah Öcalan bağlantısı çıktı. Rum İstihbarat ajanlarından Tofilos Yorgialis örgütle ilişkiliydi ve aynı zamanda ‘Kürdistan Dayanışma Komisyonu’nun başındaydı. Bu Rum Ajan, Öcalan’ın çok yakınında ve Beka Vadisindeki eğitimlerde bulunmuştu. 23 Temmuz 2002 tarihli Hürriyet Gazetesi’ndeki haberde Beka Vadisi’nde bölücü terör örgütü PKK militanlarının fotoğrafını yayınlayan Rum istihbarat ajanı 4 Mart 1994’de öldürülmüştü.

Bu olayla ilgili Rumlar MİT’i suçlamış ve 17 Kasım Örgütü olaya misilleme olarak Türk Diplomat Haluk Sipahioğlu’nu öldürmüştü. Öldürülen Rum ajanın yerine geçen Lazaros Mavros, bölücü terör örgütü bebek katili Öcalan’a kendi adıyla düzenlediği pasaportu vermişti. Bu kişi hala Kıbrıs Rum Kesimindeki PKK örgütünün faaliyetlerini organize etmekle uğraşıyor.

Örgütün beyni olduğu ileri sürülen 58 yaşındaki Profesör Alexandras Yiotopolus 17 Temmuz 2002 günü Libsi Adasında Türkiye’ye kaçmak isterken yakalandı. Fransız eşiyle balayında olan ve deniz otobüsüne binen Alexandras Yiotopolus Atina’da verdiği ifadede 11 cinayeti itiraf etti. Bu kişi 60’lı yıllarda ilk kez Paris’te ortaya çıkmış ve 1968’de 29 Mayıs adlı silahlı mücadele yanlısı Maoist bir örgüt kurmuştu. 1981 yılında izini kaybettirip 21 yıl gizlenmeyi başardı.

17 Kasım Terör Örgütü ve Türkiye’de Faaliyet Gösteren Örgütlerle İlişkileri

MLSPB ile silah alışverişinde bulunduğu, İstanbul’da düzenlenen bir operasyonla ortaya çıkan 17 Kasım Terör Örgütünün, sahte belgelerle Türkiye’de bazı şirketler kurduğu da 1991 Temmuz ayında Atina’da düzenlenen bir başka operasyonla ortaya çıkarılmıştır. Yunanistan’da yapılan bir operasyonda, Türkiye’de faaliyet gösteren örgütlere gönderilmek istenen ileri teknoloji ürünü gelişmiş patlayıcı sinyalizasyon sistemleri bulunmuştur.

Türk istihbarat birimleri tarafından yapılan çalışmalarda, firmanın adresinden kurucularına kadar her şeyinin sahte olduğunu belirlenmiştir. 17 Kasım Terör Örgütü ile ilgili olarak Yunan istihbaratınca yürütülen operasyonlar sonucunda kuryelerini kullandığı bir eve baskın yapılmıştır. Temmuz ayında yapılan operasyonda örgüt evinde, soyulan askeri depolardan alınan çok sayıda patlayıcı ele geçirilmiştir. Evin gizli bölmelerinde, Türkiye’de bir madencilik ve kimya şirketine gönderilmek üzere hazırlanmış metal arama cihazları bulunmuştur. Paketin gizli bir bölmesinde cihazların bazı bölümlerine yerleştirilmiş parçaların monte planları bulunmuştur. Planlara göre sökülüp birleştirilen parçaların ileri teknoloji ürünü patlayıcı madde sinyalizörleri olduğu tespit edildi.

Sinyalizörlerin uçağı havada infilak ettirecek basınca ve ışığa duyarlı, uzaktan kumandalı yapıda olduğu tespit edildi. Paketin üzerinde bir Türk firmasının isminin bulunması yüzünden Türk makamlarla işbirliği kuran Yunan polisi, gerekli adres ve malzemelerle ilgili hazırlanan bir dosyayı uluslararası bir kurye ile Türk yetkililerine gönderdi. Ayrıca bu şirket adına daha önce Yunanistan’dan Türkiye’ye malzeme gönderilip gönderilmediği de araştırılmaya başlandı.

Araştırmalar sonucu, bu şirket adına Yunanistan’da gösterilen başka bir adrese, Almanya ve Fransa’dan 6 ay içinde 9 zarf gönderildiği belirlendi. Bu gönderilen zarfların kitap olarak kaydedildiği ve cihaz niteliği taşımadığı tespit edildi. Yunan yetkililerinden alınan bilgiler doğrultusunda hemen harekete geçerek soruşturma başlatan Türk yetkililer, Avrupa dışında, İran’dan ve Suriye’den de şirketin adına malzemeler geldiğini belirledi. Şirketin kayıtlarını çıkartan yetkililer nüfus kayıtlarında yaptıkları incelemede firmanın kurucuları olarak gösterilen kişilerin, 3 ile 9 sene önce öldüklerini ve şirketle hiçbir ilgilerinin bulunmadığını belirledi.

Nüfuslarının sahte olduğu belirtilen kişilere ait, firma merkezi ve irtibat büroları olarak gösterilen yerlerin adreslerinin de sahte oldukları ortaya çıktı. Yurt dışından kargo ile gönderilen paketlerin ise değişik kimlikler taşıyan kişiler tarafından alındıkları öne sürüldü.

Bu firmanın ismini ve tüm Türkiye çapında yaptıkları işleri belirlemek amacıyla araştıran istihbarat birimleri, firmanın Ağustos ayında 460 kilo dinamit isteğinde bulunduğunu tespit ettiler. İşlemlerin hala beklemekte olduğu görülünce firma ile ilişki kurulmaya çalışıldı.

Ancak,firmanın işlerini elden takip ettiği, adres ve telefonlarının sahte olduğu ortaya çıktı. Ayrıca aynı firmanın, değerli evrak ve para taşımak üzere bir bankanın ihale ile sattığı zırhlı taşıtlar için başvuruda bulunduğu öğrenildi. Soruşturmayı sürdüren yetkililer, firma ile ilgili olarak yaptıkları araştırmalarda, daha önce yapılan operasyonlar sonucunda ele geçen çeşitli sahte kimliklerle benzerlik bulunduğunu belirlediler. Buna göre olaya katılan 2 kişinin kimlikleri belirlenerek tüm yurtta aranmaya başladı. Kimlikleri belirlenen örgüt üyelerinin Almanya’da THY bürosuna saldırdıkları ve Alman polisi tarafından gözaltına alındıktan sonra serbest bırakıldıkları öne sürüldü.

ELA – Devrimci Halk Mücadelesi

1973’de Yunanistan’da kurulan ve orijinal adı Epanastikos Aganas olan örgütün, militan sayısı ile lideri hakkında kesin bilgi yoktur. ELA, NATO’yu Yunan topraklarından çıkmaya zorlamaya ve ülkedeki Amerikan askeri varlığını yoket meyi hedeflemiştir. ELA 1967-1974 yılları arasında Yunanistan’da işbaşında olan askeri cuntaya karşı gelişen Marksist-Leninist bir terör örgütüdür. Amerikan karşıtı olan ELA, amaçları doğrultusunda, ABD tesislerine olduğu kadar, Yunan Hükümeti’ne ve ekonomik hedeflere yönelik bir dizi bombalama eylemi gerçekleştirerek sesini duyurmuştur.

1978’de ABD Dışişleri Bakanı Cyrus Vance, 1982’de NATO Komutanı Amerikalı General Bernard Rogers ve 1986’da ABD Dışişleri Başkanı George Shultz’un, Yunanistan’ı ziyaretlerini protesto için Atina’da, ABD ve Yunan tesislerine karşı bombalı saldırılar gerçekleştirmiştir. Terör örgütü ELA, bu eylemleri “Silahlı mücadele veren ve müebbet hapse mahkûm edilen dört Doğrudan Eylem militanıyla dayanışma içerisinde bulunduklarını göstermek için” gerçekleştirdiklerini açıklamıştır. Örgüt, 1989 yılının Haziran ayında da İçişleri ve Maliye Bakanlığı binalarını seçimden önce bombalamıştır. Terör Örgütü ELA’nın, 17 Kasım terör Örgütünün eylem hücrelerinde olduğu iddiaları da bulunuyor. Alman Kızıl Ordu RAF ve Doğrudan Eylem ile ilişkisi bulunan ELA’nın, Avrupa’daki diğer Marksistterör örgütleriyle işbirliği yaptığına dair açık bilgi bulunmamaktadır.

Yıllardır hiçbir üyesi yakalanmayan ELA’nın bir militanı, 1990 yılı Kasım ayının ilk haftasında ele geçirilmiştir. Kiriyakos Mazokopas adlı terörist, elindeki bombanın patlaması sonucu bir kolu kopmuş ve gittiği hastanede tesadüfen ele geçirilmiştir.

Bundan sonra operasyona başlayan Yunan polisi, örgütle bağlantılı olduğu ileri sürülen 37 kişiyi gözaltına almıştır. Yapılan soruşturmalarda elde edilen bilgiler doğrultusunda ELA’nın hücre evlerine düzenlenen baskınlarda ise bir taburu donatacak kadar silah elde edilmiştir. 17 Temmuz 1991 günü Atina’nın merkezindeki Alice ve İnter Amerikan şirketlerinde tahrip gücü yüksek 4 bomba patlatıldı. Aynı saatlerde Selanik’te ABD kulübüne konulan bomba patlamadan imha edildi. Bu eylemleri ELA ile 1 Mayıs örgütleri ortaklaşa düzenlediklerini açıkladılar. 15 Nisan 1994’de Atina’daki Fransız ve Hollanda elçiliklerine ait 5 otomobil ELA militanlarınca havaya uçuruldu. 19 Eylül’de Atina’da bir otobüse yerleştirilen uzaktan kumandalı bombanın patlaması sonucu bir polis öldü, 5’i polis 10 kişi yaralandı. Saldırıyı ELA üstlenmiştir.

1 Mayıs Örgütü

Yunanistan’da 17 Kasım Terör Örgütünün eylem kollarından birisi de 1 Mayıs’dır. Marksist-Leninist bir sistem kurulmasını savunan “1 Mayıs” devlet kuruluşlarına karşı düzenlenen çok sayıdaki bombalama olayının sorumlusudur. Örgüt, Nisan 1990’da yapılan genel seçim öncesi ELA ile birlikte çok sayıda bombalama eylemini gerçekleştirmiştir. 1 Mayıs genellikle 17 KASIM Terör Örgütü yöneticilerinin talimatlarıyla yapılması planlanan eylemleri gerçekleştirmiş ve hücreler halinde faaliyet göstermiştir.

SOSYAL DİRENİŞ

17 Kasım terör örgütüyle ilişkisi olduğu öne sürülen “Sosyal Direniş” adlı örgüt, adını ilk defa 28 Mart 1990 günü Atina’da meydana gelen seri bombalamalar sonucu duyurdu. Dokuz dakika içinde 14 bomba patlatarak, Çekoslovak, Sovyet, Macar, Bulgar, Suriye ve FKÖ diplomatlarının otomobillerini havaya uçurdu. Sosyal Direniş, “Üçüncü Dünya ülkelerindeki baskıları protesto etmek için” bu eylemleri düzenlediklerini açıklayan bir bildiri yayınladı. Hiçbir üyesi yakalanmayan “Sosyal Direniş” ile ilgili fazla bilgi edinilemedi.

PAK-LOAS

KYP’nin gizli evraklarını ele geçirmesinden sonra Amerikan Ordu İstihbaratı (DIA) üyesi Yüzbaşı George Tsantes’in hayatına mal olan bilgilere göre, Papandreou’nun, Yunanistan’da darbelerle yönetimi ele geçiren “21 Nisan 1967” cuntasını yıkmak amacıyla 1968’de kurduğu PAK eylem örgütü, 1974’den itibaren faaliyetlerini PASOK’un bünyesinde Papandreou’ya bağlı olarak sürdürdü. 1975’te yeniden örgütlenerek “Panhelen Kurtuluş Hareketi” (PAK) adını terk edip, LAOS-1, LAOS8, LAOS-13 kod adıyla tekrar terör sahnesinde yerini aldı.

LAOS’un ASALA ile ilişkisi olduğu, Türkiye’ye yönelik yıkıcı faaliyetlerde bulunan terör örgütlerine silah, patlayıcı madde, para ve pasaport temin ettiği de ifade edilmiştir.

“Halkın Kurtuluş Ordusu” anlamına gelen LAOS, 1975’den sonra faaliyetlerini Atina’da INKA adı altında PASOK yanlısı Harris Kuris’in liderliğinde sürdürmeye başladı. Harris Kuris, 1976 yılında Kıbrıs Rum Kesimi üzerinden Türkiye’deki teröristlere silah kaçırmak isterken Yunan Liman polisince yakalandı. Bu dönemden sonra “17 Kasım Terör Örgütü adı altında faaliyetlerine devam eden bu terör örgütü, Papandreou’nun iktidarda kalması için eylemler düzenledi. Türkiye ve Kuzey Kıbrıs’ı hedef alan Ortadoğu-Arap menşeli eylemcilerin, Avrupa’daki eylemlerine yardımcı olmak gibi faaliyetlere destek verdiler.

PEAM / PAN – KIBRIS YURTSEVER HALK KURTULUŞ CEPHESİ

Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ta Türkiye’ye yönelik terörün ana kaynağını PEAM oluşturmaktadır. PEAM (PARKİPRİYAKO ETNİKO – LAİKO APELEFTEROTİKO METOPOPAN KIBRIS YURTSEVER HALK CEPHESİ) 18 Temmuz 1976 yılında kurulmuştur. Örgütün Yunanistan’daki politikacılar arasında da üyesi bulunmaktaydı. Parti liderleri Yorgos Mavros, Yannis Pezmazoğlu ve Andreas Papandreou, bu üyelerden bazılarıdır.

PEAM tüzüğüne göre örgütün hedefi, Türk işgalinden kurtuluncaya kadar Kıbrıs’a ihanet eden ülke, örgüt ve partilere karşı bütün imkânlarla ve her çareye başvurarak mücadele etmektir. Örgüt kurucularından Aleksandros Panagulis esrarengiz bir otomobil kazasında ölmüştür.

Makarios da, faaliyetlerini sürdürmesi amacıyla PEAM’a yüksek miktarda maddi destek sağlamıştır. Bu para, Kıbrıs Hıristiyan Ortodoks Başpiskoposluğuna bağlı manastırların İsviçre bankalarında bulunan milyonlarca sterlin tutarındaki gizli hesaplarından Çekoslovakya silah fabrikalarının İsviçre’deki temsilcisi Omnipol’e aktarılmıştır. Bu silahlar, Yugoslav limanlarından küçük tonajlı gemiler ile Suriye sahillerine taşınmış, oradan da bölücü terör örgütüne dağıtılmak üzere Suriye ve Lübnan üzerinden Türkiye’ye gönderilmiştir. Bu silahların büyük bölümünü kalaşnikof ve RPG 7 roketatarlar oluşturmaktaydı.

Bölücü terör örgütüne bu şekilde silah desteği sağlanırken, faaliyetlerini ülkemizde sürdüren Dev-Sol’a da Rum ve Yunanlı PEAM’cılar gerekli yardımı yapıyorlardır. Yunanlı subaylar BTÖ militanlarını Güney Kıbrıs’ta eğitmişlerdir. Daha çok, patlayıcı madde ve muhabere cihazlarının kullanılması şeklinde yapılan eğitimlerde, eylem düzenleme planları da yer alıyordu. Eğitim için Güney Kıbrıs’a gönderilen PKK’lı teröristler, Cumartesi ve Pazar günleri sokaklarda dolaşıp Türkiye aleyhinde bildiri dağıtarak propaganda çalışması yapıyorlardı.

Yunanistan Sosyalist Pasok Partisi milletvekili olan, ayrıca Ulaştırma Bakanlığı Müsteşarlığı ve Kamu Düzeni Bakanlığı görevlerinde bulunan İosif Valurakis, ülkemize karşı terör eylemleri gerçekleştiren terör örgütlerinin dostu idi. 1976 yılında Türkiye’deki teröristlere silah gönderirken yakalanan Valurakis, milli görev yapıyor gerekçesiyle Rumlar tarafından serbest bırakılmıştır. Teröristleri daha iyi beslemek amacıyla, Ulaştırma Bakanlığı görevinde bulunduğu sırada sık sık Kıbrıs Rum kesimine gelen İosif Valurakis, Yunanistan’dan gönderilen silahların PKK’ya gitmesini sağlamak amacıyla bir mekanizma oluşturmuştu. Valurakis ’in 1988-1989 yılları arasında Kamu Düzeni Bakanı olduğu sırada, Yunanistan’da polise ait birçok depoda bulunan silahlar esrarengiz bir şekilde çalınmıştı.

Bu silahların bir bölümünün Dev-Sol’cu teröristler tarafından Türkiye’deki cinayetlerde kullanıldığı belirlenmişti. Ayrıca PEAM üyelerinden Hrisödulos Venyamin’inAsala ve PKK’ya yaptığı yardımlar da biliniyor. Günümüzde PKK’nın en güvenilir destekçilerinden biri olan Güney Kıbrıs, daha önceleri Ermeni terör örgütü ASALA’yı da desteklemişti.

Suriye istihbaratı Muhaberat ile yakın ilişki içinde bulunan Rumlar, SSCB çökmeden önce KGB ile işbirliği yaparak ASALA ve PKK’ya silah sevkiyatı yapmışlardı. 1984 yılında ASALA’yı savunanlar ile ASALA’nın ülkelerinde bulunmasından rahatsız olan Rumlar birbirine girdiler. Terör örgütü ASALA’yı istemeyen Güney Kıbrıs Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Pavlos Stokkos, İsrail ajanı olduğu gerekçesiyle tutuklandı. Bu dönemde Güney Kıbrıs, Ermeni terör örgütü ASALA’nın merkez üssüydü. ASALA militanları, Avrupa’da işledikleri cinayetlerden sonra kendilerine verilen Kıbrıs pasaportunu kullanarak, Cyprus Airlines uçaklarıyla Güney Kıbrıs’a dönmüşlerdir.

DEVLETE KARŞI MÜCADELE ÖRGÜTÜ (DEVLETE KARŞI DAYANIŞMA HÜCRELERİ)

Başkent Atina’da faaliyet gösteren örgütün kuruluşu, yapısı, liderleri ve üye sayısı hakkında elde çok detaylı bilgi bulunmamaktadır. Kayda değer önemli bir eylemi bulunmamakla birlikte, 1 Nisan 1985 günü Atina Ağır Ceza Mahkemesi savcılarından George Theophanopoulas’a karşı girişilen suikastı üstlenmiştir.

Örgüt, Eylül 1989’da Yeni Demokrasi Partisi binasını bombalamıştır. Türkiye’den Yunanistan’a kaçan ayrılıkçı/bölücü Kürtlerle Atina’da ortak basın toplantısı düzenleyip, Yunan koalisyon hükümetinin büyük kanadını oluşturan Yeni Demokrasi Partisi lideri Konstantin Mitostakisi kendilerine karşı Türkiye ile anlaşmasından kaygılandıklarını belirttikleri saatlerde, binada maddi hasara yol açan patlama meydana gelmiştir. Saldırıyı üstlenen örgüt, Atina’da yayınlanan gazetelere gönderdiği bildiride, Bayrampaşa Cezaevi’nden kaçtıktan sonra Yunanistan’a gizlice giren Dev-Sol militanı Hüseyin Hami Şakir Özsomar’ın Türkiye’ye iadesini protesto etmek için bombalamayı gerçekleştirdiklerini açıklamışlardır.

GİRİT KURTULUŞ KOMİTESİ

Girit’in bağımsızlığı için mücadele veren Girit Kurtuluş Komitesi, Yunanistan ve bazı Avrupa ülkelerinde faaliyet göstermiştir. Yeraltı faaliyeti gösteren bu örgüt, Yunanistan’da, özellikle Girit Adası’nda, Avrupa, Amerika ve Avustralya gibi yabancı ülkelerde, bağımsızlık seferberliğini ilan eden broşür ve mektupları, çeşitli adreslere postalayarak adını duyurmaya çalıştı. Girit Kurtuluş Komitesi, zaman zaman adadaki köy ve kasabalarda da bildiri dağıtıyor. Örgütün çökertilmesi için Yunan güvenlik kuvvetlerince 1991-1992 yıllarında Girit Adası’nda bir dizi operasyon düzenlendi. 1988 yılında bağımsızlık için bazı hareketleri gözlenen Girit’in Hanya ve Kandiye gibi büyük kentlerinde bağımsızlığa yönelik faaliyetler gösteriyor.

DEVRİM DAYANIŞMA ÖRGÜTÜ

Bu örgüt, 10 Mart 1989’da Atina Kumbari Caddesi üzerindeki bir Fransız bankasını bombalayarak ismini duyurdu. Marksist sistemi savunan bu terör örgütü, çevreye büyük hasar veren bombalama olaylarını, Doğrudan Eylem’in müebbette mahkûm edilen 4 militanıyla dayanışma içerisinde bulunduklarını göstermek için gerçekleştirdiklerini açıkladılar. Örgütün kuruluşu ve yapısı hakkında elde yeterli bilgi bulunmuyor.

LAVRİON SİYASİ MÜLTECİLER KAMPI

Lavrion, 1949 yılında Doğu Avrupa’dan kaçan anti-komünistler için kurulmuştu. Ancak, 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi’nden sonra, Türkiye’den Yunanistan’a kaçan özellikle siyasi suçlular (Başta PKK militanları olmak üzere)soluğu Yunanistan’da aldıklarından bu kamp, Türkiye aleyhine çalışan komünist militanların dolduğu bir yer haline getirildi. Yunanistan, Lavrion’daki militanların örgütlenmesine yardımcı olarak, Türkiye aleyhindeki yıkıcı ve bölücü çalışmalara destek olmaktadır. “Siyasi mülteci” adı altında sığınma hakkı isteyen bu kişiler tarafından yapılan Türkiye aleyhindeki gösteriler de Yunan yetkililerince desteklendiğinden, kaçakların eylemleri zaman zaman saldırıya dönüşerek, Türkiye’nin bazı temsilcilik ve kuruluşları işgal edilmiştir.

YUNANİSTAN’DAKİ ERMENİ KURULUŞLARI

1975-76’da Beyrut’u terk etmek zorunda kalan Ermeni çetecilere Rumlar kucak açmıştır. Ermeniler önce Kıbrıs Rum Kesimine yerleştiler. 1973 yılında kurulan ASALA’nın karargâhı da bir ara Kıbrıs Rum kesimine nakledildi. ASALA’nın Yunan hükümetlerince himaye edildiğini ve Yunanistan’ın Ermeni Soykırımı iddiasını tekrarladığını bütün dünya biliyor.Türkiye’nin aleyhine çalışan bütün örgütlere kucak açan Yunanistan’da üstlenen Ermeni örgütleri, “Kıbrıs Türk Kültür Derneği” tarafından yayınlanan “Yunanistan ve Terör ” isimli raporda şöyle sıralanmaktadır.

  • Ermenistan’ın Kurtuluşu İçin Gizli Ordu (ASALA)
  • Ermeni Soykırım Adalet Komandoları
  • Yunanistan Ermeni Gençlik Örgütü
  • Ermeni Ulusal Komitesi
  • Ermeni Halk Eylem Birliği
  • Ermeni Devrim Ordusu (ARA)
  • Ermeni Ulusal Direniş Hareketi
  • Selanik Ermeni Gençlik Örgütü
  • Ermeni Tutuklularını Kurtarma Komitesi
  • Ermenistan’ın Kurtuluşu İçin Silahlı Propaganda Birliği

Bu örgütlere para, pasaport ve sığınma kolaylığı sağlama gibi destekte bulunan cemiyetler; Ermeni Hayır Cemiyeti, Ermeni Kültür Derneği ve Ermeni Ortodoks Merkez Komitesi olarak sıralamak mümkündür.

Sonuç Olarak;

Yunanistan, sözde bağımsızlık adına emperyalist devletlerden de aldığı desteklerle Osmanlı devletine karşı başlattığı isyan/kalkışma hareketlerinde önemli bir rol oynamış ve terör örgütleriyle de işbirliğine giderek Osmanlı’nın parçalanması sürecinde etkin rol oynamıştır.
Yunanistan, özellikle Suriye kaynaklı terörizmin doruk noktasına ulaştığı yıllarda, Hafız Esad yönetimindeki Suriye’nin “terörizme destek veren ülke” konumundan sıyrılması için Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Kesimi ile kolektif terörizm ilişkisine girmiştir. Bu dönemde Yunanistan’ın bazı adaları ve limanları ile Kıbrıs Rum Kesiminin özellikle silah kaçakçılığı ve uyuşturucu ticaretinde merkez rol oynadıkları kayıtlarda yerini almıştır. Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesiminin sadece uyuşturucu ve silah kaçakçılığının yanı sıra Türkiye’den Avrupa ülkelerine kaçak olarak giden ayrılıkçı bölücü siyasilerin de uğrak limanı olmuştur.

Yunanistan, bölücü terör örgütü PKK ile olan ilişkisinden ve işbirliğinden çok önce de Ermeni terör örgütü ASALA ile de işbirliği içine girmiştir. Yunan terör örgütü 17 Kasım ve ASALA işbirliğiyle düzenlenen pek çok terör eyleminde Türk diplomatlarımız şehit edilmiş ve yaralanmışlardır. Türkiye cumhuriyeti temsilciliklerine pek çok bombalı saldırı gerçekleşmiştir. Bu bağlamda kendi ülke topraklarında büyükelçiliği bulunan bir ülkeye düzenlenen saldırıları Yunan devleti önlememiştir. Yunanistan’ın gerek bölücü terör örgütü gerek ASALA gerekse Türkiye’de faaliyetlerini sürdüren örgütlere sağladığı maddi, silah ve diğer destekler pek çok rapor ve haberlerle sabittir. Bu haliyle Yunanistan terörizme destek veren ve kolektif terörizmin paydaşı ülke konumundadır.

Yunan devleti, sadece Türkiye’ye karşı terör örgütlerine kamp, silah ve diğer konularda destekle sınırlı kalmamış yanı sıra Lozan Antlaşması’na da aykırı şekilde Fener Rum Kilisesi üzerinden de siyasi olarak Türkiye ve Türk karşıtlığını sürdürmeye devam etmektedir. Özellikle son yıllarda Yunanistan Dışişleri bakanlığı tarafından her türlü maddi ve siyasi desteğini esirgemedikleri Fener Rum Kilisesi ve Kilise Başpiskoposuna gösterdikleri devlet desteği gözlerden kaçmamaktadır. Fatih ilçesine bağlı bir kilisenin başpiskoposu olan Türk vatandaşına atfedilen aykırı statü ve Yunanistan dışişleri bakanlığına ait uçakla pek çok yurtdışı gezilere ve toplantılara katılmasına olanak sağlamaktadır. Şüphesiz Yunanistan’ın verdiği bu desteğin ardında da İkinci Vatikan’ı Türkiye’de inşa etmek isteyen ABD yer almaktadır.

50. Yıl Sonra: Petro-Dolar Anlaşmasının Sona Ermesi Ne Anlama Geliyor?

İkinci Dünya Savaşı’nın son aylarında imzalanan Bretton Woods Anlaşması’na göre ABD’nin uluslararası para birimi olarak kullanımı, altın karşılığı dolar basımı ile sağlanmış ancak 1971’de ABD, elindeki doları altına çevirememiş, dış borcu tavan yapmış ve anlaşmadan çekilerek karşılıksız dolar basmaya başlamıştı. Yani önceden altın karşılığı üretilen dolar, Amerikan hükümetlerinin keyfine göre basılır hale gelmişti. 1970’lere kadar 40 bin ton altın rezervine sahip olan ABD, daha fazla kaşrılıklı dolar basamamış ve rezervi 8 binlere kadar gerilemişti. Yıl 2024 ve güncel altın rezervi de 8133 ton.

1971 itibariyle sınırsız dolar basan ABD’nin eline güçlü bir koz geçmişti. Bu hamleden sonra altın fiyatları beş yılda 5 kat artış gösterdi. ABD çıldırmış gibi adımlar atıyordu. 1973’te İsrail’e karşı adım atarak dünyaya petrol satmayan Kral Faysal’ı masaya çağırdı. Dünyanın en büyük petrol üreticisi ve rezervine sahip ülkesi Suudi Arabistan’a dedi ki; “bu petrolü dolar ile satacaksın, ben de sana askeri destek ve koruma sağlayacağım.” Ayrıca petrolden elde edilen gelirin büyük bir kısmını ABD’deki borçlanma kağıtlarına yatırılma şartı getirildi. Suudiler bunu kabul etmezlerse de -Amerikan gazetecilerin o dönemki yazılarında belirtildiği üzere- ABD tarafından işgal edilecekti. Anlaşmayı onaylamak zorunda kalan Kral Faysal, bir yıl sonra yeğeni tarafından suikast sonucu öldürüldü.

Aslında ABD, Suudilere petrolü dolarla satma şartı koymasından ziyade, ABD tahvilini alma şartı koyduğu için Suudiler petrolü dolar ile satmak zorunda kaldı. Çünkü ABD tahvili alması için dolar gerekiyordu. Resmiyette bir anlaşma yok ancak 9 Haziran 2024 itibariyle anlaşma 50’nci yılında sona erdi. Peki bu ne demek?

IMF verilerine göre merkez bankalarının rezervleri içinde dolar oranı 1970’lerin başında % 85 iken bugün % 58’lere düştü. Her geçen yıl da düşüyor. Gönül ister ki dolar hegemonyası sona ersin ama şu an için bu mümkün değil. Geçtiğimiz yıl uluslararası petrol ticaretinin yüzde 80’ini dolar ile gerçekleşmişti. Petro-dolar anlaşması sona ererse, bu oranın zamanla azalması mümkün. Bu da farklı ülke merkez bankalarının doları rezerv olarak tutmasını azaltacaktır. Çin ve Rusya gibi ülkelerin kurucusu olduğu BRICS’in en yeni üyesi Suudi Arabistan’ın, artık ABD’nin korumasına ihtiyacı olmayabilir. Uluslararası sistem değişiyor…

Uluslararası Kararlar İsrail’i Durduracak mı?

İsrail-Filistin Savaşı devam ederken uluslararası örgütlerden ve Avrupa ülkelerinden gelen tepkiler İsrail aleyhine artıyor. Birleşmiş Milletler’in 2023 verilerinde çocuklara yönelik ağır ihlallerin yüzde 155 arttığı belirtildi ve bununla birlikte BM ilk defa İsrail ordusunu kara listeye aldı (Özkan, BBC). Uluslararası Ceza Mahkemesi ise İsrail Başbakanı Netanyahu ve Hamas lideri hakkında savaş suçu işledikleri sebebiyle tutuklama emri çıkarılmasını talep ederken, Uluslararası Adalet Divanı da İsrail’in Gazze’ye düzenlediği askeri operasyonları durdurmasını hükmetti (Özkan, BBC). Bununla birlikte 2024 mayıs ayının sonunda İspanya’nın ardından İrlanda ve Norveç de Filistin Devleti’ni resmen tanıdı(euronews,2024).

Uluslararası kamuoyu baskısının arttığı ve özellikle ABD ve Avrupa’da büyük çaplı gösterilerin düzenlendiği bu günlerde, bu kararların peş peşe alınmasının sebepleri olarak; İsrail Ordusu’nun orantısız güç kullanması, BM yardım merkezini vurmasıyla 5 kişiyi öldürmesi, bölgeye insani yardımın ulaşmasını engellemesi ve bölgeden gelen işkence ve çocuk ölümleri iddiaları gösterilebilir.

Fakat alınan kararlar İsrail’in uluslararası sicilini etkilese de bu kararların bir yaptırım yetkisi yok. Bunun sebebiyse; uluslararası sistemin kaotik bir düzene sahip olması ve bütün devletlerin tanıdığı bir otoritenin olmayışı. Dolayısıyla uluslararası örgütlerin aldığı kararlar İsrail tarafından tanınmadığı takdirde bir yaptırım yetkisine sahip değil.

Son aşamada; savaşın hem Avrupa Birliği içerisinde hem de ABD ve AB arasında bir ayrılığa veya uzlaşmazlığa sebep olabileceği öngörülebilir. Bu bilgiler ışığında; ülkelerin uzun vadede savaşa yaklaşımının nasıl olacağı, kamuoyunun hükümetlerin üzerinde kurduğu baskının dış politika üzerindeki etkisi ve yakın coğrafyadaki bu bölünmüş atmosferin Türkiye’ye etkisi merak konusu.

Sevtap Gökhan

Stratejik Ortak Misafir Yazar

[vc_toggle title=”KAYNAK”]
İsrail-Hamas savaşı: Uluslararası Adalet Divanı, İsrail’in Gazze’nin Refah kentindeki askeri
operasyonlarını durdurmasını emretti – BBC News Türkçe. (n.d.). BBC News Türkçe.
https://www.bbc.com/turkce/articles/cn004le139go
İspanya, İrlanda ve Norveç, Filistin devletini resmen tanıdı. (n.d.). euronews.
https://tr.euronews.com/2024/05/28/ispanya-irlanda-ve-norvec-filistin-devletini-resmentanidi
Uluslararası Ceza Mahkemesi başsavcısı, Netanyahu ve Hamas liderleri hakkında tutuklama
emri çıkarılmasını istedi – BBC News Türkçe. (n.d.). BBC News Türkçe.
https://www.bbc.com/turkce/articles/c999kl4kzg1o

[/vc_toggle]

“Rusya’yı, Rusya’nın Parasıyla Vuracaklar”

Batı’nın yaptırımları ve Putin’in son imzası…

Mart 2014’te Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesinden 3 ay sonra başlayan Batı yaptırımları, önce Rus bankalarıyla başladı. Yaptırımlar genişletilmeye başlansa da bundan (doğal gaz nedeniyle vs) Avrupa da olumsuz etkilenmeye başlamıştı. Ama Rusya’nın büyüme oranları ilhaktan bir yıl sonra eksi 3’lere kadar düştü. Sonrasında toparlasa da pandemi Moskova’ya ikinci şoku yaşattı ve Rusya’ya gelen yabancı yatırım 69 milyar dolardan, 7 milyar dolara kadar geriledi. Rusya’nın para birimi ruble dolar karşısında 3 kat değer kaybetti. Şu anda 1 dolar 90 ruble.

Rusya, dünyanın en büyük doğal gaz rezervine, en büyük ikinci kömür rezervine ve en büyük yedinci petrol rezervine sahip ülkesi. Savaş boyunca Batı’ya satamadığı gaz ve petrolü, Hindistan ve Çin gibi büyük petrol ithalatçılarına ihraç etti. Hiç ticaret yapmasa yer altı kaynakları sayesinde çok uzun bir süre çarkı döndürebilecek seviyede yani. Ancak Batı’nın yaptırımları o kadar sertti ki buna rağmen Rus ekonomisi büyük darbe aldı.

Rusya’ya yaptırımlar 2022’de Ukrayna işgali ile en ileri boyuta ulaştı. Bankacılık sistemlerinden çıkarılması, doğal gaz ve petrol yasakları ve yurt dışındaki Rus malvarlığına ‘çökülmesi’. Bilerek bu kelimeyi kullanıyorum çünkü Nisan ayında ABD Temsilciler Meclisi, dondurulan Rus varlıklarına el koyulması kararı aldı. Hemen ardından Avrupa Birliği, İsviçre ve diğer ülkeler de benzer bir karar aldı. Hatta Avrupa, ‘çöktüğü’ Rus mal varlığından elde ettiği geliri Ukrayna’ya askeri destek amaçlı gönderme kararı alarak Rusya’yı adeta tiye aldı.

Batı ülkelerinin Rusya’yı rencide eden bu yaklaşımına karşı Putin de karşılık verdi ve Amerikan varlıklarına el konulmasına ilişkin kararı imzaladı. Hatta Putin’in kararnamesinde, bir şirkette ABD’li herhangi bir vatandaşın hissesine doğrudan el koyma yetkisi de var. Putin henüz Avrupa’ya misilleme yapmadı.

Avrupa’nın Rusya’ya ait olan mal varlığı, Rusya Merkez Bankası’nın rezervlerinden oluşuyor. Rusya Merkez Bankası’na ait olan bu rezervin karşılığı 300 milyar dolar civarında. Batı ülkelerinin iki senede Ukrayna’ya olan toplam mali yardımı, 85 milyar dolar. Hesabını siz yapın.