Boru Hatları, Diplomasi ve Güç: Doğu Afrika’daki Petrol Mücadelesi

Doğu Afrika’nın petrol ve gaz ihracatında mücadele kızışıyor. Zira burada söz konusu olan, milyarlarca dolarlık potansiyel bir gelir ve stratejik boru hatlarının kontrolü.

Yakın zamanda Kısa bir süre önce Uganda ve Kenya’da ticarete konu olabilecek miktarlarda petrolün bulunmasıyla şimdi her iki ülke de petrol ihracatçısı olmak istiyor. Önemli büyüklükte petrol ve gaz rezervlerine sahip olan Tanzanya da petrolünü Hint Okyanusu’ndaki limanlara taşıyacak boru hatlarının peşinde. Halbuki Doğu Afrika Topluluğu’nun (EAC) komşu devlet ve üyelerini olduğu kadar ticari paydaşları da birbirine düşüren anlaşmazlıklarla dolu mücadele ortamı, petrol fiyatlarının rekor seviyelerde düşük seyrettiği bir zamanda Doğu Afrika’daki petrol sondajı, boru hatları ve ihracat seçenekleri üzerinde bir belirsizlik havasının oluşmasına sebep olmuş durumda.

Uganda-Kenya Ham Petrol Boru Hattı

2012’nin sonlarında Kenya’da petrol bulunmasının ardından Doğu Afrika’nın petrolünü dünyaya taşıyabilmek için Uganda-Kenya Ham Petrol Boru Hattı (UKCOP) isimli bir projenin gerçekleştirileceği duyuruldu. Boru hattı, Uganda ve Kenya’nın petrolünü, Uganda’nın merkezi, Kenya’nın ise kuzeyinden geçirerek Hint Okyanusu’ndaki Lamu limanına taşıyacaktı. Bu plana, Güney Sudan‘ın devasa petrol rezervlerine kadar uzanan bir kör hat da dahil edildi. UKCOP üç Doğu Afrika ülkesini oldukça büyük petrol ihracatçıları kılacak ve bölge için önemli bir gelir kaynağı olacaktı.

Nijerya-Uganda petrol boru hattı

Ancak UKCOP’u güney Kenya’dan değil de kuzeyden geçirmeye yönelik bu planlar Nairobi’de 2015 ortalarında duyurulduğunda güvenlik, arazi uygunsuzluğu ve maliyet temelli gerekçeler sayılarak büyük oyuncuların yanı sıra Kampala da projeye yönelik kaygılar ifade etmeye başladı. Bir sene sonra ise UKCOP tamamen rafa kaldırıldı ve bunun yerine Uganda-Tanzanya boru hattı anlaşması imzalandı. Anlaşma, Uganda’nın petrol akışını Kenya’dan değil, Tanzanya üzerinden gerçekleştirerek yine aynı ülkenin Tanga limanına taşıyacak. Bu da Güney Sudan’a bir kör hat çekilmesi işinin beklemeye alındığı anlamına geliyor. Kenya ise artık ya petrolünü karadan taşımak ya da kendi boru hattını inşa etmek zorunda.

Doğu Afrika’daki nüfuz mücadelesi

Kuzey Kenya’nın güvenlik meselesi ve özellikle de Somali merkezli terör örgütü Şebab‘dan gelebilecek tehditler UKCOP’un durdurulmasına etki eden muhtemel unsurlar olsa da bir dizi dahili, bölgesel ve uluslararası faktörün de bu iptalde eşit derecede rolü olduğunu savunulabilir. Birinci mesele, Tanzanya’nın yeni cumhurbaşkanının nüfuz ve gücünü Doğu Afrika’nın petrol ve gazını ihraç etmek suretiyle büyütmek konusuna büyük bir ilgi göstermesi.

İkinci mesele, petrol gelirlerinden daha büyük bir pay kazanmaya ve ülkesinin Kenya’ya olan bağımlılığını azaltmaya kararlı Uganda cumhurbaşkanının ise diğer yandan çok kurnaz bir müzakereci olduğunu kanıtlaması. Üçüncüsü, Uganda’nın petrol üretiminde büyük payı olan uluslararası bir petrol şirketinin, Kampala’ya UKCOP’u reddetmesi için baskı yapması. Sonuncu mesele ise Kenya’nın UKCOP’u etkin bir şekilde savunma konusunda başarısızlık göstermiş olması.

Uganda, ihracat için Kenya’ya bağımlı

Tanzanya Devlet Başkanı John Magufuli 2015 yılında iş başına gelir gelmez Tanzanya’nın nüfuzunu, ekonomik açıdan daha güçlü olan komşusu ve rakibi Kenya’nın aleyhine olacak şekilde genişletmek için hemen girişimlerde bulunmaya başladı. Magufuli, Uganda Cumhurbaşkanı Yoweri Museveni’nin Kenya’nın güvensizliği, arazi istimlaki ve UKCOP’u finanse edişiyle ilgili kaygılarını kullanarak Tanzanya boru hattının lehine lobi faaliyetlerinde bulunması için Kampala’ya iş adamları ve diplomatlar gönderdi.

Kenya’yla ilgili bildirilen problemlerin aksine Magufuli, Tanzanya’da kolay arazi istimlaki sözü verdi ve Tanga Limanı’nın tarakla temizlenmesi gerektiğine, şimdiye kadar çok az kullanılmış olduğuna ve petrol dahil, büyük miktarlarda kargoyla başa çıkamayacak derecede yetersiz bir kapasiteye sahip olduğuna dair raporlara rağmen Tanga Limanı’nın tam operasyonel hale getirileceğini vaat etti.

1986’dan beri Uganda’nın Devlet Başkanı olan Museveni iktidar ve siyasete, ayrıca Uganda’nın diğer devletlerle olan ilişkisine son derece şahsi bir açıdan yaklaşıyor. Museveni’nin Kenya’yla on yıllardır süren ilişkisi genel manada pragmatizm üzerine kurulmuş olsa da denize kıyısı olmayan Uganda, ithalat ve ihracatında büyük ölçüde Kenya’ya bağımlı olması nedeniyle endişeli.

Kenya Uganda’nın bölgedeki en büyük ticaret ortağı ve Uganda’nın kaynaklarının çoğu, Kenya’nın Mombasa limanından gelerek Uganda’ya karayoluyla ulaşıyor. Yollar geçilmez olduğunda veya Kenya, hava koşullarından siyasi sebeplere kadar, bir takım problemler yaşadığında bunun ceremesini Uganda çekiyor. Magufuli bu çağrıda bulunmak için adım attığında, Museveni’yi Uganda’nın petrolünü Tanzanya’dan geçirmenin faydalarına ikna etmek için çok az çaba gerekti.

Uluslararası aktörler

Bu karışıma çokuluslu Fransız petrol ve gaz şirketi Total S.A. “Total E&P Uganda” isimli iştirakiyle dahil oldu. Uganda’nın ham petrol sahalarının geliştirilmesi işinin ana finansörü Total. Total şimdiye kadar bu alanlara önemli ölçüde çaba sarfetti ve kaynak yatırımı yaptı. Güvenlik ve maliyet kaynaklı endişelerini dillendirmek suretiyle UKCOP’a her zaman eleştirel bir yaklaşım sergilemiş olan Total’in bu davranışı, Doğu Afrika’da faaliyet gösteren diğer petrol paydaşlarının UKCOP’a genel olarak gösterdiği kabulle çelişiyordu. Nitekim, denilene göre, Total, 2015’in ortalarında Tanga planını, Uganda’nın büyük önem arz eden petrol rezervlerinin geliştirilmesi ve ihracatı konularında sahip olduğu imtiyazlı konumu muhafaza edebilmek için ortaya atmıştı.

Total, Tanga boru hattının inşaatı konusunda yardımda bulunacağını Museveni’ye bildirdi ve ayrıca kaynak finansmanı sözü verdi. 2016 Mart’ına gelindiğinde, bildirildiğine göre, Total 4 milyar dolarlık kaynak bulmuştu. Total, Tanga boru hattı için fizibilite çalışmalarına başlamak amacıyla bir firmayla anlaştı ve bu adımı Museveni’nin isteğiyle Ugandalı teknokratlar tarafından yapılan daha evvelki bir çalışmayla da örtüşmüş oldu. Her iki çalışma da Tanga rotasının daha ucuz ve inşasının daha kolay olacağı neticesine varmış olsa da bu veriler, Kenya ve Japonya’nın yaptığı fizibilite çalışmalarının sonuçlarıyla çelişiyordu.

‘Seçkin bir ganimet’ ve Kenya’nın kayıpları

Uganda ve Tanzanya’nın boru hattı kararlarının ardındaki sebepler ne olursa olsun UKCOP projesinin iptali Kenya’ya bölgesel itibarı, petrol ihracat potansiyeli, transit geçiş ücretlerinden gelecek gelirler ve çok önemli altyapı kalkındırma projeleri açısından bir darbe vurmuş oldu.

Peki, Kenya Tanzanya’nın bu çabalarına etkili bir şekilde karşı durmada neden başarısız oldu? İlk sebep, Kenya siyasetinin anlaşmazlıklar üreten ve sürekli çekişmelere sahne olan doğası. Bu durum, birçok kararın Museveni tarafından şahsen alındığı Uganda siyasetine taban tabana zıt. Museveni, hangi boru hattı rotasının Uganda’nın (ve kendisinin) çıkarlarına en uygun olduğu konusunda karar verme serbestisine sahip. İkinci sebep, Kenya’nın, Uganda’nın güvenlik, finansman ve tarifeler konusundaki önkoşullarını müzakereye açma hususundaki ısrarının gecikmelere yol açarak Museveni’yi kızdırmış olması.

Üçüncüsü ise, Kenya’nın UKCOP’un rotası konusunda hiçbir taviz vermemiş olması. Nairobi gerçekten de Museveni’nin çekincelerini (ve Total ile Tanzanya’nın tekliflerini) anladığında, Kenya’da faaliyet gösteren Tullow Oil gibi petrol paydaşlarıyla ortak hareket ederek UKCOP’u Kenya’nın güneyinden geçecek şekilde inşa etme teklifinde bulunmalıydı. Böyle bir temel mevzuda verilmiş bir tavizle Museveni’nin güvenlik, liman kullanılabilirliği ve finansman konularındaki endişeleri de giderilmiş olurdu.

Dış yatırımlar sekteye uğrayabilir

Ayrıca savunduğum şey, devasa UKCOP projesiyle ilgili finansman ve lojistik destek konularındaki belirsizliklerin de Kenya’nın siyaset ve iş dünyası elitlerinin bu projeyi “ele geçirmek” hedefiyle hareket etmekten geri durmalarına sebep olduğudur. Yani hiçbir bakanlık, siyasi grup veya ticari kuruluşun UKCOP’u sahiplenmemesi yüzünden UKCOP’u savunmak için bir araya getirilebilen ‘siyasi sermaye’ çok yetersiz kaldı.

Kalkınma, istihdam ve yeni bir limanın inşasını getirecek uygulanabilir ve ekonomik bir proje olan UKCOP’un iptal edilmesi, Kenya siyasetinin çok tipik bir özelliği olarak, elit grupların ele geçirmiş olduğu büyük altyapı projeleriyle çok büyük bir tezat oluşturuyor. Tartışılabilir olmakla birlikte UKCOP, muazzam ölçeği ve inşaatın bitişi için öngörülen tarihlerin haddinden fazla belirsiz olması yüzünden Kenya’nın siyaset ve iş dünyası elitlerinin ilgilerini erken bir safhada çekmeyi beceremedi.

Bu mücadelenin özeti ise şudur: Doğu Afrika Topluluğuna üye ülkelerin işbirliği ve açık sınırlar konularına bağlılıkları sorgulanmalıdır. Doğu Afrika’nın petrolü ve ilgili boru hatlarının siyasal ekonomisine bakılacak olursa bu durum, bölgede fırsatlar gözleyen dış yatırımcıların ve firmaların bölgedeki faaliyetlerini yeniden gözden geçirmelerine sebep olabilir.

Kaynak: AA

Türk-Amerikan İlişkilerini Neler Bekliyor?

Geleceğin ne göstereceği şu anda oldukça belirsiz. Kuvvetle muhtemel Ortadoğu’da kartlar yeniden karılıyor. Tek umudumuz, Ankara ve Washington’ın bu fırtınalı sularda yol alırken ihtiyatı elden bırakmaması.

Amerika Birleşik Devletleri’nde Donald Trump‘ın başkanlık koltuğuna oturduğu, Türkiye’nin ise tartışmalı bir anayasal reform sürecinden geçmekte olduğu şu dönem, Obama yönetiminin son aylarında her iki taraftan da gerilen Türk-Amerikan ilişkilerine dair ihtiyatlı bir yorumda bulunmanın tam zamanı.

Türkiye ile ilgili durumu uzaktan anlaşılması zor kılan nedenlerden biri, Erdoğan’ın Türk demokrasisini otoriter bir eğilimle erozyona uğratmasına odaklananlarla, ülkenin durumunu esas olarak devlet ve toplumun güvenliği karşısındaki süregelen tehditlerin şekillendirdiğini düşünenler arasındaki ciddi yorum farkı. Tüm bunlar yeterince karmaşık değilmiş gibi, bir de Türkiye’nin ABD’nin Gülen hareketi ile kirli ilişkiler içinde olduğu yönündeki şüpheleri ve Amerika’nın da Türkiye’nin yüzünü Rusya ve hatta İran’a dönmesine ilişkin endişeleri var. Bu karşılıklı şüphe ortamı, zaten çetrefil olan genel tabloyu daha da karmaşık ve tartışmalı hale getiriyor. Bunun nedenlerinden biri de, bu konudaki gerçeklerin tamamının henüz ortaya çıkmamış olması.

ABD’nin 150. yıldönümü nedeniyle Türkiye’de 1926’da basılan posta pulu. Sol tarafta dönemin Türkiye Devleti Başbakanı İsmet İnönü, sağda abd başkanı Franklin D. Roosevelt.

Bu karmaşanın merkezinde Türk dış politikasında yaşanan değişiklikler var ki, bu değişiklikler kısmen Ankara’nın ABD ve Avrupa Birliği’nin tavrına yönelik hayal kırıklıklarını yansıtıyor, kısmen de Suriye sorunu başta olmak üzere Türk dış politikasının önceliklerine ilişkin yeni hesapları işaret ediyor. Arka planda ise hem Ankara hem de Washington nezdinde geleceğe dair kaygı yaratan olaylar var. Sadık bir NATO üyesi olan Türkiye, Washington ve Brüksel’in 15 Temmuz darbe girişimi karşısındaki “bekle ve gör” yaklaşımından rahatsız oldu. Türkiye’nin Amerika’nın geçmişte Gülencilerle olan bağlantılarına ilişkin şüpheleri de bu rahatsızlığı daha da gün ışığına çıkardı.

ABD’de pek bilinmese de, 2001’de Pennsylvania’da yaşayan Fethullah Gülen’e FBI ve Dışişleri Bakanlığı’nın tüm itirazlarına rağmen, CIA’in gayretleriyle yeşil kart verilmiş idi. Bu nedenle, Türkiye’de birçok kişinin, şüpheli başka koşulların da etkisiyle, darbe girişiminde Amerika’nın dahlinin bulunduğundan, en azından olacaklardan önceden haberdar olduğundan şüphelenmesi, hatta kimilerinin İncirlik Üssü’nde görevli Amerikalı askeri personelin darbecilere destek sağladığına inanması anlaşılabilir bir durum. Bu arka plan, ittifak ortakları olarak aralarındaki yakın ilişkiye rağmen, Türk hükümetinin ABD’ye bel bağlamasının veya güvenmesinin neden zor olduğunu açıklıyor.

Amerikan tarafındaki şüpheler ise daha ziyade jeopolitik nitelikli; kontrol kaybı duygusu ile temel konulardaki politik anlaşmazlıkların bir birleşimi. ABD’nin son başkanlık seçimlerinde Rusya kaynaklı hack’leme olayının derdine düşmesi, Ankara’nın yüzünü Moskova’ya dönmesine ilişkin kuşkularla kesişiyor. Türkiye’nin tutumunu ise potansiyel olarak değişmekte olan uluslararası işbirliklerinden kaynaklanan  farklı alternatifleri değerlendirdiğini düşünerek açıklamak mümkün. Ankara’nın bağımsız bir dış politika izlemesi, kısmen Türkiye’nin darbe girişimine ilişkin şüphelerinin ve ABD’nin, Fethullah Gülen’in yargı önüne çıkarılmak üzere acilen iade veya sınırdışı edilmesi yönündeki talebi yerine getirmekte işi ağırdan alması, söz konusu şüphelerin daha da artmasına neden oluyor. Türk yönetimi, ayrıca ABD’nin Esad karşıtı Suriyeli Kürt Halk Savunma Birlikleri’ni (YPG) IŞİD’e karşı verilen mücadelede müttefik olarak kabul eden politikasından da son derece rahatsız. Halbuki Ankara, Washington’ın aksine, YPG’yi PKK’nın Suriye uzantısı ve dolayısıyla da Kürt milliyetçiliğinin terörist  bir unsuru olarak görüyor. Bu nedenle, Şam’da rejim değişikliğinin Türkiye için öncelik olmaktan çıkıp, Ankara’nın ağırlığı YPG-PYD  ile mücadeleye verdiği, bilhassa da Suriye’nin kuzeyinde bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasına itiraz ettiği şu dönemde, Washington ile gerilim sürekli tırmanıyor.

Washington’un kaygıları

Washington açısından bakıldığında, Suriye politikaları ile ilgili ihtilaflardan bile daha ciddi olan durum, Türkiye’nin Suriye’deki savaşın sona erdirilmesine yönelik çabaları kapsamında Rusya ile giriştiği ve görünüşe göre etkili de olan ortaklık. Putin ile Erdoğan arasındaki temel pazarlık, Türkiye’nin Esad karşıtı tutumunu yumuşatmasına ve karşılığında da YPG-PYD’ye ve IŞİD’e karşı öncelikleri konusunda Rusya’dan destek almasına dayanıyor. Dahası, böylelikle Türkiye, Suriye Savaşı’nı sona erdirmiş olacak. Rus Büyükelçi Andrey Karlov’un 19 Aralık 2016’da Ankara’da suikaste kurban gitmesi bile, ertesi gün bölgesel işbirliği konulu Moskova Deklarasyonu’nun imzalanmasını ertelemedi. Ortaya koyulan bu Türk-Rus dayanışması, ABD’de dış politika sahasında gelişmekte olan görüş birliği ile zıt yönde idi.

Bu noktada, Trump’ın seçimlerde elde ettiği zaferin, mevcut durumla ilişkisini hatırlamakta yarar var. Hem Demokratların hem de Cumhuriyetçilerin desteğini alan Hillary Clinton, Rusya ile adeta yeni bir soğuk savaş riski yaratacak şekilde bir çatışmaya doğru gidiyordu. Başkan seçilseydi, Rusya’nın Kırım ve Ukrayna’daki tartışmalı yayılmacı hamlelerine ve de Baltık ülkelerine uyguladığı iddia edilen baskılara karşı çıkması bekleniyordu. Trump ise, Clinton’ın aksine, Putin’e olan hayranlığını ifade ediyor; Rusya ve ABD’nin Suriye ve Ortadoğu’nun başka yerlerinde ortak çıkarları olduğunu öne sürüyor. Bu koşullar altında Kremlin’in Trump’tan yana olması, hatta belki de kazanmasına yardım etmesi, diğer taraftan da  Amerikan ulusal güvenlik müessesesi içerisindeki çoğu Cumhuriyetçinin bile Clinton’ı desteklemesi hiç de sürpriz değil.

Trump’ın başkanlığı döneminde Türkiye’de rüzgarların ne yönden eseceğini belirlemek ise şimdilik zor. Görünen o ki, Ankara, Trump liderliğindeki ABD’yi Rusya ile kurulan IŞİD ve YPG karşıtı işbirliğine katılmaya ve diğer yandan Suriye’de ateşkesin ardından yönetim, yeni anayasa ve gelecekteki seçimler konusunda uygulanabilir siyasi bir uzlaşmaya ikna etmeyi umuyor.

İran’ın katılımı hariç, Türkiye’nin yeni diplomasisi ile ortaya çıkan jeopolitik değişim Trump’ın tercih ettiği dış politika ile uyumlu olmakla birlikte, yine de kesinlikten oldukça uzak. Suriye’deki savaşı çözmek, Rusya ile olan çatışmayı sona erdirmek ve Türkiye ile yeniden bir çalışma ilişkisi kurmak Washington için bir “kazan/kazan” durumu yaratır gibi görünüyor. Ancak bu tür gelişmelerin beklenmedik talihsiz sonuçları da olabilir. Mesela, bölgedeki Kürtler, jeopolitik hesaplar Kürt çıkarlarının aleyhine döner dönmez, bir kez daha ABD ile aynı tarafta olmanın bedelini ödemek durumunda kalacak. Ayrıca Trump yönetimindeki Beyaz Saray’da İsrail’in etkisi şimdilerde muhtemel göründüğü kadar artarsa, İran ile tehlikeli bir çatışmaya gidilebilir. Bu da Obama yönetiminin özen ve sabırla müzakere ettiği 2014 nükleer anlaşmasını riske atmakla kalmaz, Ortadoğu’da gerilimin topyekun artmasına ve bölgede öngörülmesi mümkün olmayan vahim sonuçlar doğuracak yeni bir savaşa neden olabilir.

Türkiye fırtınanın ortasında ip üstünde yürümeye çalışıyor

Bu çalkantılı ilişkiler ağına takılan Türkiye’nin perspektifinden, ortadaki durum, fırtınanın ortasında ip üstünde yürümeye benziyor. Başbakan Binali Yıldırım’ın ifadesiyle Türkiye, Akdeniz ve Karadeniz çevresindeki ülkeler başta olmak üzere “dostlarının sayısını arttırmak, düşmanlarının sayısını azaltmak” niyetinde. Bu, ilk bakışta kulağa eski Dışişleri Bakanı ve Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun “komşularla sıfır sorun” politikasının yeniden dirilişi gibi geliyor, ancak Irak Savaşı’nın yansımaları yüzünden o günden bugüne bölgedeki koşullar ciddi şekilde değişti. İşgal, devam eden çatışmalar ve yanı sıra Arap Baharı ve sonrasındaki karşı devrim süreci, bölgedeki hükümetleri zor seçimlerle karşı karşıya bıraktı.

Yukarıda sözünü ettiğimiz koşulların ışığında, dost ve düşman konusunda faydaya dayalı, hatta fırsatçı sayılabilecek tercihler yapmayı gerektiren karşıt hedefler ve değişen öncelikler söz konusu. Türkiye, IŞİD ve YPG-PYD yapılanmasıyla ilgili öncelikli kaygılarını gidermek için Rusya’nın yardımına ihtiyaç duyuyorsa, son yıllarda Şam’da rejimi değiştirmeye yönelik söylemini tamamen bir kenara bırakmasa bile yumuşatmaya mecbur. Türkiye’nin Moskova ile yakınlaşması, 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında ABD ve Avrupa Birliği ile ilişkilerin bozulması bağlamında daha da büyük önem kazandı. Türk liderler, darbe krizi sırasında ve sonrasında Rusya’nın, Ankara’nın NATO üyesi müttefiklerine kıyasla Erdoğan’a çok daha fazla destek verdiğini kısa vadede unutacağa benzemiyor.

Trump sonrası

Şu anda elimizdeki en iyi tahmin, son dönemde yaşanan gerilimlere rağmen, Türkiye’nin ABD ve NATO ile ilişkilerini sürdürmek isteyeceği yönünde. Ancak,  Ankara’nın, bölgesel ve ulusal güvenlik önceliklerini komşularıyla, bilhassa Rusya ve hatta belki İran ile ele alabilmesi için gereken esneklik ve bağımsızlığa da sahip olması şartıyla.

Trump şayet seçim kampanyasında ortaya koyduğu görüşlere sadık kalırsa, ABD ile ilişkilerin yeniden düzeltilmesi kuvvetle muhtemel. İki lider, yönetim konularında aynı dili konuşuyor. Trump, sık sık kendisinden önceki Amerikan başkanlarının Ortadoğu’da yıkıcı sonuçlar doğurarak izledikleri ulus kurma ve rejim değiştirme yaklaşımlarından vazgeçmekten bahsediyor. Bu bakımdan, Suriye’den el çekmeyi öngören bir politika ve Erdoğan ile Trump’ın Fethullah Gülen konusunda bir nebze fikir birliğine varması, havayı kalıcı şekilde yumuşatabilir.

Fakat bu pozitif senaryo, sadece tahmin niteliğinde ve Washington’ın baskısı altında. Trump, etkili bir yönetim sergileyebilmek için Amerikan derin devletinin, istihbarat kurumlarının ve Amerikan Kongresi’ndeki müttefiklerinin dünya görüşünü yutmak zorunda kalabilir ki bu da Rusya konusunda rotayı aniden  değiştirmesi demek. Bunun ötesinde, Trump’ın IŞİD’i yok etme sözü, Suriye’deki mücadelenin ulus kurma ve rejim değiştirmekten ziyade teröre karşı bir mücadeleden öteye gitmesine de neden olabilir.

Geleceğin ne göstereceği şu anda oldukça belirsiz. Kuvvetle muhtemel ki Ortadoğu’da kartlar yeniden karılıyor. Tek umudumuz, Ankara ve Washington’ın bu fırtınalı sularda yol alırken ihtiyatı elden bırakmaması.

Kaynak: Al Jazeera

 

Fırat Kalkanı Harekatı: Hedefleri ve Sonuçları

24 Ağustos 2016 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından Suriye İç savaşına Türkiye ve Türk ordusu tarafından eğitilen ÖSO gruplarınca müdahale edilmiştir. Bu harekatta ki amaç; Türkiye tarafından tehlike olarak görülen unsurları, sınır ve bölgedeki halkın güvenliğini sağlamak ve kontrol altına almak ve göç sorununu yok etmek ve IŞİD, YPG ve “Suriye Silahlı Kuvvetleri” güçlerinden sivillerin güvenliği dolayısı ile tamamen temizlenmesi hedeflenen “Güvenli Bölge” olduğu bildirilmiştir. Harekatın bir diğer amacının ise PYD nin bölgede kantonları birleştirerek otonom bir yapı kurma hedefini bitirmek olarak açıklanmıştır.

4 Şubat 2017 Fırat Kalkanı Harekatı haritası

5000 kişiden oluşan Türkiye destekli ÖSO güçleri ve 1300 askerden oluşan Türk kuvvetleri bu bölgede IŞİD ve PYD ile çatışmaktadır. Bütün bunların dışında bazı soruların sorulması gerek: Bu şekilde, Türkiye’nin kayıplar vereceği bir müdahaleye neden gerek kaldı? PYD’nin kanton oluşturması daha önceden engellenemez miydi? IŞİD in Türkiye ile sınır komşusu olmasına neden olan sebepler nelerdir? Vb. bir çok soru. “Suriye İç Savaşında Kazanan ve Kaybeden Ülkeler” adlı yazımda aslında bu durumlara da dikkat çekiyordum. Suriye savaşına genel bir perspektiften bakarsak aslında Türkiye’nin kendi ulusal güvenliği için oluşan tehlikeyi son anda farkettiği görülür. Türkiye’nin ulusal çıkarlarını göz önüne alarak şunu diyebiliriz: Türkiye, Suriye rejimine düşman olmakla aslında bir stratejik hata yapmıştır. Çünkü Suriye ordusunun, Türkiye sınırından çekilmesi IŞİD gibi radikal terör örgütlerinin Türkiye’ye sınır komşusu olmasına neden olmuş, en sonunda da bölücü terör örgütü PKK’nın Suriye uzantısı olan PYD, Türkiye ile sınır komşusu olmuştur.

İlk paragrafta belirttiğim harekatın amaçlarından “Suriye Silahlı Kuvvetleri”ni tırnak içine alarak Türkiye’nin Suriye ordusuyla savaşmasının mümkün olmadığını belirtmek istedim. “Ortadoğu: Ülkeler ve Sorunlar” adlı yazımda Rusya’nın Suriye Arap Cumhuriyet’i devletinin koruyucusu olduğunu ve bu ülkeye herhangi bir devlet tarafından gelebilecek her türlü saldırıya karşı koyacağını söyledim. Buna 3.Dünya Savaşı da dahildir. Nitekim Türkiye, bu konuda geri adım atmak zorunda kalmıştır. Fırat kalkanı harekatının ucu açık bir askeri operasyon olduğunu belirtmek isterim. Ne kadar süreceği belirtilmemiştir. Ama şu an ki mevcut durumu göz önüne alırsak Türkiye’nin Suriye’de daha fazla ilerlemesi mümkün görünmemektedir.

Fırat kalkanı harekatının şu an itibari ile büyük oranda hedefine ulaştığını söyleyebiliriz. İlk olarak IŞİD in Türkiye ile kara bağlantısı kesilmiştir. İkincisi PYD’nin Afrin kantonunun önü kesilmiştir. PYD kantonlarının şu an itibari ile birleşmesi mümkün değildir. O nedenle ABD planlarını tekrar gözden geçirecektir diye düşünüyorum. Bölge halkının güvenliği sağlanmış ve olası göç dalgalarının önü kesilmiştir. Türkiye bu harekatta 52 şehit vermiştir. 250’den fazla ÖSO savaşçısı ölmüştür. Fakat bu harekatın başarılı olması, Türkiye’nin PYD ile olan sınır sorununu çözmüyor. Eğer Türkiye, ülke güvenliğini tam olarak sağlamak istiyorsa PYD unsurlarının tamamını sınırından uzaklaştırmalıdır. Bunun da tek yolu PYD ile topyekün savaştan geçiyor. Türkiye’nin sınıra duvar örmesi uzun vade de çok bir etki yaratmayacak diye düşünüyorum.

Operasyonun Türkiye için önemi:

Bunun bir ulusal güvenlik sorunu olmasından dolayı Türkiye için anlamı çok büyüktür. Türkiye, operasyona girişmeden önce Rusya ve ABD’yi çok büyük ihtimalle bilgilendirmiştir. Çünkü Rus savaş uçağının Türkiye tarafından düşürülmesinden sonra Rusya, Suriye’ye S-400 hava savunma sistemi yerleştirmiştir. Rusya’nın onayını almadan Türkiye, Suriye’ye operasyon düzenleyemezdi.

Operasyonun Suriye İçin Önemi:

Sonuçta Türkiye, operasyonu Suriye topraklarında yürütecekti. Bu nedenle Suriye’de toprak bütünlüğü ve egemenlik hakları vurgusu yaparak tepkisini belirtmiştir. Fakat bu tepki sadece sözde geçerlidir. Gerçekte bir hükmü yoktur. Çünkü Türkiye’nin operasyonu yapacağı bölgede Suriye ordusu bulunmuyordu.

Operasyonun ABD için önemi:

ABD için Suriye’deki en önemli şeyin PYD olduğunu belirtmeliyim. Türkiye’nin tüm baskılarına rağmen PYD, Menbiç’ten çekilmemiştir. Bu açıdan bakıldığında Türkiye’nin, ABD’ye söz geçiremediğini görüyoruz. Daha öncede belirttiğim gibi ABD Suriye’de büyük oranda başarılı olmuştur. Kürt kantonları birleşmemiş olabilir. Ama şu bir gerçek ki artık, Türkiye’nin en uzun sınır komşusu PYD’dir.

Operasyonun Rusya açısından önemi:

Rusya ise, bu operasyonun Rusya’da derin bir endişe yarattığını belirtmiştir. Bu açıklamadan anlaşıldığı kadarıyla Rusya, bu operasyona temkinli yaklaşmakla beraber göz yumduğunu da belirtelim. Fakat burada dikkat edilmesi gereken nokta Rusya’nın kırmızı çizgileridir. Bu kırmızı çizgide Suriye ordusu ve lideri Beşar Esad’dır.

Sonuç

Türkiye, Suriye İç Savaşının başladığı günden itibaran Suriye rejimine düşman kesilmesi Türkiye’nin en sonunda Fırat Kalkanı harekatını yapmasına sebep olmuştur. Daha önceki yazılarımda da belirttiğim gibi tarih, neden-sonuç ilişkisi üzerine kuruludur. Eğer Arap baharı adı altında Suriye İç Savaşı başlamasaydı, Türkiye bu harekatı yapmayacak ve 52 Türk askeri şehit olmayacaktı. PYD, Türkiye ile sınır komşusu olmayacaktı. Bu açıdan baktığımızda her geçen günün Türkiye açısından daha kritik olacağını söyleyebiliriz. Çünkü, PYD sürekli olarak ABD’nin desteği ile güç kazanıyor. Ve uzun vade de Türkiye, Suriye sınır hattının büyük çoğunluğunda PYD gibi terör unsurlarıyla uğraşacak gibi görünüyor.

İlk yazım olan “Suriye İç Savaşında Kazanan ve Kaybeden Ülkeler“de Türkiye’nin Suriye savaşından, Suriye rejiminden sonra  ikinci zararlı çıkan ülke olduğunu söylemiştim ve şimdi de bu iddiamın arkasındayım.

Saygılar…

Mehmet Fehmi Karadağ

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

 

İran, ‘Devrim Muhafızları Devleti’ne Dönüşebilir

Eski İran cumhurbaşkanlarından Rafsancani’nin ölümünden sivil-asker ilişkileri ciddi şekilde etkilendi ve bu olumsuz etkilenme, zaman geçtikçe daha da belirgin hale gelecek.

İran’ın konumu

Eski İran cumhurbaşkanlarından Ekber Haşimi Rafsancani‘nin 8 Ocak’ta ölümü, İran siyasi liderliğinde şok etkisi yaptı. Müesses nizamın karşısında duran ve Rafsancani’den hoşlanmayan siyasi muhalifler dahi, onun ölümüne sevinemediler.

Ülkenin karmaşık güvenlik yapısına yakından bir bakış, Rafsancani’nin ölümünden dolayı oluşan genel anlamdaki hayal kırıklığının sebeplerini anlamada ve onun yokluğunun İran siyasetine etkilerini çözümlemede yardımcı olabilir.

İran, iki ordusu olan bir ülke. Prensipte ülkenin muhafazasından sorumlu olan Milli Ordu, bir de, görevi, mevcut teokratik siyasi sistem içinde tanımını bulan ‘İslam Devrimi’ni muhafaza etmek olan Devrim Muhafızları Ordusu (DMO) var.

İran’ın ayrıca beş istihbarat kurumu var: İstihbarat Bakanlığı (Vezâret-i Ittılâat) yürütmenin altında, Ordu İstihbarat Koruma Teşkilatı (Sâzmân-ı Hifâzât-ı Ittılâat-i Artiş) ise Milli Ordu’nun altında çalışıyor. Kalan üç istihbarat teşkilatının hepsi de DMO’yla bağlantılı: DMO İstihbarat Teşkilatı (Sâzmân-ı Ittılât-ı Sipâh), DMO İstihbarat Koruma Teşkilatı (Sâzmân-ı Hifâzât-ı Ittılâat-ı Sipâh) ve DMO’yu Koruma Teşkilatı (Sâzmân-ı Hifâzât-ı Sipâh).

Ekber Haşimi Rafsancani

Devrim Muhafızları Ordusu’ndaki iç dengeler

DMO, Dini Lider Ayetullah Hamaney’in en gözde gücü. Kararlılıkla Dini Lider’in arkasında duran birleşik bir güç olarak görünmesine rağmen DMO, çeşitli yapısal ve kurumsal sorunlar taşıyor. Bu problemlerden bazısı, herhangi bir askeri maceraya kalkışılması ihtimalini asgariye indirmek için [bilerek] oluşturulmuştur. DMO dahilinde görev yapan hiçbir komutanın mutlak iktidar sahibi olacak şekilde yükselmesine müsaade edilmez. Zaten DMO’da bu şekilde yükselmeye zemin oluşturacak bir komuta zinciri yahut hiyerarşi de yoktur.

DMO, birbirinden büyük ölçüde bağımsız, hepsi eşit rütbede ve doğrudan Dini Lider’e bilgi veren olan komutanların başında bulunduğu alt birimlere ayrılır. Her birine, kontrol altında tutmaları için ülkenin belli bir kısmı tayin edilir. Böyle olmasının ardındaki mantık şudur: Ülkeye bir saldırı olması veya işgal edilmesi durumunda, bütün birimler diğerlerinden bağımsız bir şekilde iş görmeye ve direnmeye muktedir olacaktır. Halbuki daha önce de belirtildiği üzere, bu işin arkasındaki gizli amaç, hırslı bir komutanın askeri bir maceraya kalkışmasının önüne geçebilmektir.

Sadakat liyakatten önce geliyor

Ayrıca, Türk Ordusu, Pakistan Ordusu ve diğer birçok düzenli ordunun aksine, DMO, kendi kendini yapılandırmış, kıdem ilkesinin geçerli olduğu ve profesyonel askerlerden oluşan bir askeri güç değil. Genel olarak İran silahlı kuvvetlerinde, ama özellikle DMO’da yüksek rütbeli bir komutan olmak için gereken anahtar niteliğindeki özellik, sadakattir. İktidardaki dini yetkililer, ‘niyet saflığının’ ‘amel saflığından’ önce geldiğini vurgular. Bu nedenle, 27 yıl boyunca İran Silahlı Kuvvetleri’nin genel kurmay başkanlığını yapmış olan Hasan Firuzabadi’nin esasen, formel hiçbir askeri eğitimi olmayan bir veteriner olması şaşılacak bir durum değil. Öte yandan üst düzey DMO komutanı Muhsin Rızai’nin herhangi bir konuma gelmesinin önü kapatılmıştır. Bu yüzden de DMO komutanları, Dini Lider’in gönlüne girebilmek için sürekli bir rekabet içindeler.

DMO’yu sarmış diğer bir büyük mesele, yolsuzluk. Nitekim daha birkaç gün önce üç üst düzey DMO komutanının yolsuzluk suçlamasıyla tutuklandığı haberi basına yansıdı. Daha önce de eski Cumhurbaşkanı Ahmedinecad, DMO komutanlarından “Bizim kaçakçı biraderlerimiz” diye bahsetmişti.

Rafsancani’nin DMO komutanlarıyla bağlantıları

Rafsancani’nin, bazı DMO komutanları ile güçlü bağları vardı. Bu komutanların birçoğu, servet ve iktidarlarını, kendilerine İran-Irak savaşından sonra kalkınma projeleri tahsis eden Rafsancani’ye borçlu. İran’ın Ortadoğu’daki yayılmacı emellerinin başlıca sembolü haline gelen Kasım Süleymani gibi komutanların dahi Rafsancani’ye bir derece saygıları vardı. Ayrıca, Rafsancani’yi sevmeyen muhafazakar siyasetçiler, fiili durum olarak, onu görmezden gelemiyordu; bunun böyle olduğu, cenaze töreninde de çok belirgindi.

Rafsancani bir pragmatist olmamasına rağmen, kendisini pragmatik bir siyasetçi olarak göstermeyi başardı. Nitekim İran sınırları ötesinde de belli bir derecede saygı itibar görüyordu. Örneğin Suudi kraliyet ailesiyle yakın ilişkileri vardı. Aynı zamanda Türkmenistan’ın iktidar elitleriyle ilişkileri iyiydi. Şu anda İran, her iki ülkeyle ilişkilerinde tarihi bir düşüş yaşıyor. Daha da önemlisi, son yıllarda Rafsancani kendisini, özellikle Belucistan Sünnileri başta olmak üzere, etnik-dini azınlıklara, azınlık yanlısı bir siyasetçi olarak takdim etmeyi başarmıştı, ki Dini Lider’in kapısı Belucistan Sünnilerine senelerdir kapalı durumda.

Hamaney sonrasıyla ilgili yanlış hesaplar

Rafsancani’nin önemi, Dini Lider’in ölümüyle ilgili senaryolarla da yakından ilgiliydi. İran’ın siyasi elitleri, hasta olduğu söylenen Dini Lider’in, sağlığı yerinde olan Rafsancani’den önce öleceğine ve Rafsancani’nin ise öyle bir durumda, yeni Dini Lider’in seçiminde kendisine düşen rolü oynayacağına dair yanlış bir hesap yaptılar. Bu hesaba göre Rafsancani’nin, bazı DMO komutanlarıyla yakın ilişkisini kullanacağı ve aralarındaki ihtilaflardan faydalanacağı bekleniyordu.

Şu anda hayatta olsaydı, muhtelif güçlü DMO komutanlarının arasında ve (bir bütün olarak) DMO ile siyasi iktidar sahipleri arasında – ‘ideal’ olmasa da – belli bir güç dengesi teşkil edebilirdi. En ideal beklenti ise, kendisine ait olan Dini Liderlik Konseyi Projesini gerçekleştirmesiydi. Bu projeye göre Dini Liderlik pozisyonu tek bir kişinin uhdesinde olmayacak, bir grup fakih tarafından doldurulacaktı.

Rafsancani’nin ölümünden sivil-asker ilişkileri ciddi şekilde etkilendi ve bu olumsuz etkilenme, zaman geçtikçe daha da belirgin hale gelecek. Dini Lider’in ölümünden sonraysa durum, ülkenin bir grup DMO komutanının merhametine kalmasıyla daha da kötü bir hal alacak.

Ayetullah Haşimi Şehrudi, Ayetullah Laricani, Ayetullah Reisi gibi, Hamaney’e halef olabilecek muhtelif isimler zikrediliyor. Fakat bütün bu kişiler, dikkatleri, Dini Lider’in oğlu Mücteba Hamaney’i bir sonraki Dini Lider olarak öne çıkarma gayretlerinden başka yerlere çekme taktiğinin bir parçası olarak görülmeli.

Yeni Dini Lider Mücteba Hamaney olabilir

Ayetullah Hamaney’in, Humeyni ve Rafsancani’nin çocuklarının başına gelenlerin kendi çocuklarının da başına gelmesini istemiyor olması gayet anlaşılabilir bir durum. Humeyni’nin oğlu Ahmed Humeyni’nin ölümünün üstündeki sır perdesi hâlâ kalkmış değil; torunu Hasan Humeyni ise geçen sene Koruyucular Konseyi tarafından Uzmanlar Meclisi’nde seçime girmekten men edildi. Rafsancani’nin oğlu Mehdi ise demir parmaklıklar ardında. Bu nedenle yukarıda ismi geçen adayların hiçbiri, Hamaney’in önceliği olmamaktan öte, DMO komutanları arasında bir konsensüs oluşturacak potansiyele bile sahip değil.

Esasen [işaret edilen isimler için söylenen] yetkin olmadıkları gibi uydurma bir sebebe ek olarak DMO komutanları arasındaki çıkar çatışmaları, Mücteba Hamaney’in bu komutanlar nezdinde meşru ve birleştirici bir güç olarak yükselmesine ve nihayet bir sonraki Dini Lider olmasına yardım edecektir. Etrafını DMO komutanlarının aldığı genç, tecrübesiz ve zayıf bir Dini Lider’in gölgesi altında, DMO’nun talimatlarına kulak asmayan herhangi bir cumhurbaşkanı, ya post-modern bir darbe ile koltuğundan edilecek ya da meclis tarafından görevden alınacaktır, zira milletvekillerinin çoğu DMO ile iyi ilişkilere sahip yahut bizzat eski DMO üyeleri.

İran’da cumhurbaşkanlığı, esasen, Cumhuriyetçi olmayan kurumlardan gelebilecek hukuki ve hukuk-dışı müdahalelere açık, zayıf bir makam. Rafsancani gibi güçlü bir destekçinin yokluğu da cumhurbaşkanı olacak kimsenin önündeki seçenekleri iyice kısıtlayacaktır.

Ruhani’nin konumu zayıfladı

İdeal olarak böyle bir durumda, cumhurbaşkanı olan kimse, Türkiye’de 15 Temmuz darbe girişimi esnasında tanık olunduğu gibi, halka çağrıda bulunup desteğini talep etmelidir. Ama böyle bir hamle yapabilmek, etkin ve karizmatik bir lider ister. Böyle güçlü bir kişiliğin ise Koruyucular Konseyi bariyerini aşması mümkün olmayacak. Daha da önemlisi, Türkiye örneğinde, 15 Temmuz darbecileri halkın iradesine teslim oldular, halbuki DMO söz konusu olduğunda böyle bir şey de mümkün olmayacak. Bu konudaki en iyi örnek, yüzlerce kişinin tutuklandığı, işkenceye uğradığı ve öldürüldüğü, tartışmalı 2009 cumhurbaşkanlığı seçimlerinin akabindeki ayaklanmaların büyük bir şiddetle bastırılmasıdır.

Cumhurbaşkanı Ruhani’ye gelecek olursak, muhafazakarlar şimdiden onu tek dönemlik bir cumhurbaşkanı olarak bırakabilmek için zemin yoklamalarına başladılar. Daha birkaç gün önce, Koruyucular Konseyi sözcüsü Kedhudai, cumhurbaşkanı olmasının, Ruhani’nin 2017 cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılmasını garanti etmediğini belirtti. Kadhudai, her yeni meclis seçiminde, adaylıkları engellenen onlarca meclis üyesini örnek gösterdi.

Mevcut Dini Lider’den oğluna yumuşak bir iktidar geçişi sağlayabilmek için cumhurbaşkanlığı makamında Ulusal Güvenlik Yüksek Konseyi Başkanı Said Celili veya İmam Humeyni Yardım Komitesi Başkanı Perviz Fettah gibi bir kişinin olması büyük önem taşıyor. Ali Laricani veya Tahran Belediye Başkanı Kalibaf gibi isimler dahi bu amaca hizmet edebilecek kimseler değil; zira muhafazakar olmalarına rağmen mevcut konumlarına kendi gayretleri ile geldikleri için bağımsız kişilikleri ile hareket ediyorlar.

Yeşil Hareketi hâlâ canlı

Bir önceki seçimde Ruhani, Rafsancani’ye bel bağlamıştı. Ama bu sefer kendi ayaklarının üstünde durması gerekecek. Ayrıca, Rafsancani’nin ölümüyle ortaya çıkan boşluğu doldurmak ve farklı hizipler arasında arabulucu olacağı bir konumu elde etmeyi de düşünmeyecek. Geçtiğimiz birkaç sene içinde, Dini Lider’in her bir açıklamasını, Ruhani’nin itiraz niteliğindeki açıklamaları takip etti. Muhtemelen artık buna devam edemeyecek. Bunun yerine, artık Dini Lider’e yaklaşmaya çalışacaktır.

Ancak bu yaklaşma gayretleri, reformcu destekçilerinden en az bir kısmını kaybetme riski anlamına geliyor. Reformcular halihazırda ılımlılar ile birleşmiş bir durumda olsalar da en sonunda kendi reformcu kimliklerine yeniden sahip çıkacaklardır. Daha açık söylenecek olursa, reformculara ve Yeşil Hareketi’ne son sekiz senede yapılan ağır baskılara rağmen, Rafsancani’nin cenazesine katılanların sayısı ve atılan sloganlar, Yeşil Hareketi’nin hâlâ canlı olduğunu ve Cumhurbaşkanı Ruhani’nin kendilerini arkadan vurduğunu düşündükleri anda da daha radikal bir biçimde yeniden teşkilatlanma ve ortaya çıkma potansiyeli taşıdıklarını düşündürüyor.

Kaynak: AA

Geçmişten Günümüze Rusya’nın Kafkasya Stratejisi

Moğol imparatorluğu’nun dağılması sonrası bu imparatorluğun ardılları olarak Kubilay Hanlığı , Çağatay Hanlığı, İlhanlılar ve Altın Orda devleti ortaya çıkmıştır. Bugün ki Rusya Federasyonu’nun sınırlarında bulunan Altın Orda devletinin kaderi de Moğol İmparatorluğu gibi olmuştur ve  artan taht kavgaları beraberinde çöküşü getirmiştir. Altın Orda Devleti’nin yıkılmasıyla beraber Moskava knezliği bağımsız olmuş ve o zamana kadar knezlikler ile yönetilen Ruslar büyümeye ve topraklarını genişletmeye başlamıştır.

1547 yılında Korkunç İvan‘ın Çar unvanı almasıyla birlikte Rusya Knezliği bundan böyle Rusya çarlığı olarak anılmaya başlanmıştır. Altın Orda devletinin yıkılmasıyla birlikte güçlenen gelişen ve iştahı kabaran Ruslar bölgede saldırgan ve yayılmacı bir politika izlemiştir. Bu saldırgan tutumdan Kafkasya coğrafyası’da nasibini almıştır. Rusların 1552 yılında Kazan şehrini ve 1556 yılında ise  Astrahan Hanlığını ele geçirmesiyle kafkasya’daki işgal süreci başlamış oldu. Kafkasya’da ki işgal süreci  Çar Deli Petro’nun Rusya’nın başına geçmesiyle hız kazanmıştır, 1762’de iktidara gelen Katerina ile birlikte Ruslar yayılmacı politikalarını sürdürmüştür.

Deli Petro (I. Petro)

Katerina, bilhassa Kırımda generalleri vasıtasıyla acımasız yöntemler kullanmıştır. Ruslar ele geçirdikleri topraklar da sömürgeci politikalar uygulamışlardır. 1. Petro İngiltere’nin Doğu Hindistan kumpanyasının bir benzerini Kafkasya da Ruslar için kurmayı Katerina ise Hıristiyanlığı Kuzey Kafkasyalı Müslümanlar arasında yaymayı hedeflemiştir. Ruslar fethettikleri Müslüman topraklarında camileri kamusallaştırmış ve Müslümanların dinsel hizmetlerine hayır işlerine okullarına parasal kaynak sağlayacak vakıfları dahi ellerinden almışlardır (Kafkas Dosyası).

Rusya İmparatoriçesi Katerina

Kazan şehrinin ele geçirilmesi sonrasında Astrahan Hanlığının alınması ile birlikte Ruslar Kafkaslarda kalıcı olmaya başlamıştır.  Çar Deli Petro Rusya Çarlığı’nın başına geçmesiyle birlikte beraberinde büyük bir değişim ve dönüşümü başlatmıştır.  Tarihler 1721 yılını gösterdiğinde Petro Rusya imparatorluğunu ilan etmiştir, özellikle yine Petro döneminde Rus şovenizmi’nin ortaya çıkışı ve  sıcak denizlere inme politikasının’da Rusyanın Kafkasya politikasındaki etkileri gözardı edilmemelidir.

Çarlık Rusyası’nın bu politikalarının tezahürü olarak 18.yüzyıla gelindiğinde güney Kafkasya’ya tamimiyle egemen olmuşlardır, ancak Kuzey Kafkasya’da kaşılaşılan direniş neticesinde Kuzey Kafkasya’nın hakimiyet altına alınması 18 yüzyılın ortalarına kadar sürmüştür. Rusların Kafkasları Hakimiyeti altına almak ve elinde tutabilmek amacıyla çeşitli politikaları geliştirmiştir. Kafkasya’da işgal sürecinin başlaması ile birlikte Ruslar bölgede  Katliam, sürgün, Ruslaştırma ve Rusların bölgelere iskanı gibi uygulamaları Kafkasya genelinde sürdürmüşlerdir.

Rusların Kafkasya’da ki sürgün politikalarının sonucu olarak 1864 yılında çoğunluğunu çerkeslerin oluşturduğu yaklaşık 1 milyon Kuzey Kafkasya Dağlı Halkları sürgün edilmiştir zorla topraklarından sökülen bu insanlar çeşitli bölgelere göç ettirilmiş ve daha sonrasında onlardan boşalan topraklara Ruslar iskan edilmiştir bölyelikle Rusya bölgede kalıcı olmayı amaçlamıştır. Bu sürgünlerin yanısıra Rusların İşgal sürecinde giriştiği katliamlar dikkat çekici boyutlara ulaşmıştır.

Değişen koşullara ve şartlara göre Ruslar Kafkasya’da farklı uygulamalara girişse de, temelde Çarlık Rusyasından Sovyetlere ve Rusya Federasyonuna kadar Rusya’nın Kafkasya politikası değişmemiş ve Ruslar Kafkasyadaki işgalde kalıcı olmayı ve bölgeye egemen olmayı amaçlamıştır. Bunun altında yatan asıl neden ise Rus şovenizmi ve Sıcak denizlere inme politikasıdır. Özellikle Çarlık Rejiminin yıkılması sonucu Bolşevikler’in iktidara gelmesi ve bu dönemde Lenin ve Stalin’in özellikle Rusya genelindeki halklara karşı geliştirdiği ‘’Halkların Kardeşliği’’ ve ‘’ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı’’ gibi söylemler içerinde bulunmaları halkları umutlandırdıysada Rus şovenizmi Sosyalist ideolojiden baskın gelmiş Ruslar Kafkasya’yı işgal etme ve Ruslaştırma politikalarını sürdürmüşlerdir.

Stalin

Anti-emperyalist bir dış politika izleyeceklerini bütün dünyaya ilan eden Sovyet Rusya döneminin başlangıcında Panslavizm düşüncesi giderek zayıflamıştır. Rusya için Bolşevik ihtilali yeni bir başlangıç olmuş; din, dil, ırk ayrımı yapılmaksızın Sovyetler Birliği sınırları içerisinde yaşayan tüm milletlerin kardeşliği hedeflenmiştir. Fakat bu sözler ütopik bir hedef olmaktan ileri gidememiştir. 1920’li yıllardan itibaren Sovyetlerde  ”homo-Sovyeticus” yani Sovyet Adamı yaratma çabaları başlamıştır.(Onay,2002,86,88) Ancak Stalin döneminde özellikle 1930’lu yıllardan sonra ve ikinci Dünya savaşı sırasında Rus Milliyetçiliği (Şovenizmi)tarihindeki zirve seviyelere ulaşmıştır.

Bolşevik ihtilalinin ortaya çıkardığı siyasi boşluk ve iç savaş sonrası bölgeye tamamiyle egemen olan Sovyetler Güney Kafkasya’da Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan’da sovyet yönetimini tesis etmiştir Kuzey Kaskasya’da ise bölge  altı ayrı otonom bölge ve cummhuriyet oluşturulmuştur ve buralarda  polit büro’ya sadakatle bağlı idareciler yönetime getirilmiştir. Kuzey Kafkasya’nın farklı otonom bölgelere ayrılması ile Sovyet yöneticiler bölgedeki direnişi örgütleyen birlik beraberliği hedef almış, tamamına yakını müslüman olan bölge halkına milliyetçilik fikri aşılanarak bölgenin bölünerek kolaylıkla idare edilmesi amaçlanmıştır. Yine Kafkasya’da Rusyanın politikasının değişmediğinin bir göstergesi olarak 1944 yılında Rus şovenizminin Stalin döneminde doruğa çıktığı vakitlerde bölgede birkez daha sürgün gerçekleştirilmiştir bölge halkı ikinci dünya savaşında Almanlara yardım ettikleri iddiasıyla göçe tabi tutulmuşlardır, sibirya’ya ve Orta Asya’nın steplerine sürülen Kafkas Dağlı Halkları büyük zorluklar yaşamıştır ve göç ile boşalan topraklara birkez daha Ruslar ve tatarlar iskan edilmiştir. Stalinin ölümü ile birlikte ancak 1957 yılında Kuruşçev döneminde kafkasyalılar topraklarına geri dönmüştür.

Lenin’in ölümüyle birlikte Komünist parti genel sekreteri olan Stalin’in özellikle 1930’lu yıllardan sonra uyguladığı katı stalinist politika Aliya İzzetbegoviç, Stalinizm = Marksizm+ Rusya) ve şovenist duygularla yönettiği sovyetlerde Ruslar dışında diğer Hakların,bunlara Kafkasyalılar’da dahil milli kimliklerini korumalarına izin verilmemiştir, bölgede yoğun asimilasyon ve Ruslaştırma politikaları uygulanmıştır.

1990’lı yıllara gelindiğinde Dünya siyasetinde yeni bir kavram ortaya çıktı ‘’Yeni Dünya Düzeni’’. Soğuk savaşın sona ermesi, Sovyetlerin ve Yugoslavya’nın dağılması ile birlikte tek kutuplu yeni bir düzenin kurulduğuna işaret olarak yorumlanmıştır . Bu Yeni Dünya Düzeni’nde, Sovyetler sonrası kurulan Rusya Federasyonunun Kafkasya’ya yönelik politikaları’da Sovyetleri ve Çarlık Rusyası’nı aratmayacak cinstendir Sovyetlerin dağılması ile birlikte  Ruslar Güney Kafkasya’da bağımsız olan Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan’ın  bağımsızlıklarını tanımakla birlikte bu devletleri İç işlerine sürekli müdahil olmuş özellikle Ermenilerin Dağlık karabağ bölgesini işgalinde ve sonrasındaki, Ermenistan  Azerbaycan çatışmasında Ermenilerden taraf olmuştur. Kuzey Kafkasya’da ise durum daha farklıdır 1991 yılında bölgede lider konumunda bir cumhuriyet olan Çeçenistan Cevher Dudayev önderliğinde bağımsızlığını ilan etmiştir, lakin bu süreçin  Kuzey Kafkasya’da ki diğer ayrılıkçı grupları hareketlendireceğini ve Kafkasya hakimiyetinin son bulacağının bilincinde olan  Boris yeltsin’in idaresindeki Rusya Federasyonu’nun yapay milliyetçi politikaları sonucu bu süreçte Çeçenistana bağlanan İnguşetya’nın 1992 yılında tekrar kendilerine bağlanmasını sağlamıştır bununla da yetinmeyen Rus hükümeti 1994 yılında Çeçenistan’ı işgal etmiştir. 1. Rus Çeçen savaşından yenilgiyle ayrılan Rusya bu süreçten sonra farklı bir politika izleyerek bölgede işbirlikçi ve kendine sadık kukla yöneticiler aramıştır aramalar sonuç verince 1999 yılında  Vladimir Putin lideerliğinde Rusya İkinci Rus Çeçen savaşını kazanmıştır ve bölgeye kendi idarecilerini atayarak direnişi kırmayı amaçlamıştır. Rusya Çeçenistan ile yapılan savaşta başarılı olabilmek ve Kafkasya’daki diğer ayaklanmalara sebebiyet vermemek adına farklı politikaları uygulamıştır. Putin döneminde Çeçenistan sorununu çözmeye yönelik olarak, Ruslara yakın olan aşiretlere ayrıcalık tanınmış, işbirlikçi Çeçen milisleri desteklenmiş ve aşiretin ilerigelenleri yönetime ortak edilmiştir. Bu politikaya örnek olarak bölgede Kadirov ailesi desteklenmiş iktidara önce Ahmet Kadirov daha sonra oğlu Ramzan Kadirov getirilmiştir. Hernekadar  bu politika ile Rusya bölgeyi elinde tutmayı başarsada bölgede huzuru güvenliği ve refahı tesis edememiş direnişin ve çatışmanın önüne geçememeş ve  bölgeyi terörize etmiştir. Sovyetlerin dağılması sonrası borç içinde ve ekonomik sıkıntılar ile boğuşan Rusya’da eski bir KGB ajanı olan Putin’in başa geçmesiyle birlikte işler değişmeye başlamıştır. Putin ülke ekonomisini düzeltmiş ve Büyük Devlet Şovenizmi’nin etkisi ile birlikte  Rus halkının istediği, arzu ettiği güçlü Rusya İmparatorluğunu inşa etmeyi amaçlamıştır.

Cevher Dudayev

Putin sonrası Rusya, Kafkasya’da Çok sert ve katı bir politika izlemiş ayrılıkçı grupları şiddetle bastırma yolunu seçmiş ve bölgedeki anlaşmazlıklarda gerektiği zaman güç kullanmaktan geri durmamıştır buna 2008 yılındaki Rusya Gürcistan çatışmasında’da birkez daha şahit olduk. Rusya bu gölgede Gürcistana karşı Abhazya ve Güney Osetya’nın bağımsızlığından yana tavır almıştır ve gerekli görüğü koşullarda Gürcistana müdahalede bulunmuştur.

16’ncı yüzyıldan itibaren imparatorluklarını büyütme emelleri peşinde koşan Ruslar doğuya ve güneye yayılmayı zorunlu görmüşlerdir. Bu bağlamda Kuzey Kafkasya, Asya’nın derinliklerine ve sıcak denizlere uzanan mihverleri kontrol edeen jeopolitik konumu ile Ruslar için çok önemli olmuştur. Hedeflerine ulaşmak için Kuzey Kafkasya’nın kontrolünü amaçlayan Ruslar, bölgenin sömürgeleştirilmesi ve tamamen Rusya ile bütünleştirilmesi yaklaşımları arasında ikilem yaşamışlar; bu nedenle uyguladıkları kontrol stratejileri dönemlere ve yöneticilerin bakış açılarına göre farklılıklar göstermiştir. Ruslar, 16’ncı yüzyılın ortalarından günümüze kadar Kuzey Kafkasya halklarına yönelik olarak; Kozakların kullanılması, Ruslaştırma ve Hıristiyanlaştırma, kültürleşme ile işbirlikçiler yaratma, böl ve yönet, sürgün ve göç ettirme, Rus kökenlileri yerleştirme, baskı ve şiddet politikalarını yaygınlıkla uygulamışlardır. Rusya’nın tarihsel süreçte uyguladığı bu politikalar bölge halklarının bölünmesi ve Rusya’ya karşı güçlü bir ulusal egemenlik mücadelesinin engellenmesi açından kısmi ve dönemsel bir başarılı sağlamasına rağmen, bölgenin tam olarak kontrol altında tutulması hiçbir zaman mümkün olmamıştır(Bingöl,2013,137).

Kafkas Emirliği

Çarlık Rusyası, Sovyetler Birliği ve Rusya Federasyonu olmak üzere Ruslar, tarihin çeşitli devirlerinde farklı siyasi yapılarla idare edilmişlerdir, bu farklı dönemlerin en önemli ortak noktaları ise Kafkasya politikalarıdır. Değişen konjonktürde Ruslar farklı siyasi yapılarla idare edilselerde Kafkasya’ya karşı temelde Rus Şovenizmi ve Sıcak denizlere inme politikasına paralel olarak  işgal katliam, sürgün, asimilasyon, Ruslaştırma gibi emperyal faliyetlerini sürdürmüşlerdir. Bu uygulamalar ile  bölgedeki direnişi kırmak ve  Kafkasya’yı Rusya topraklarına bağlamayı amaçlamışlardır fakat Rusların uyguladıkları bu yanlış politikalar bölgedeki huzuru ve istikararı tehdit etmekte ve bölge halkını tedirgin etmektedir. Sonuç olarak Rusların 1550’li yıllarda  Kafkasya’yı işgali ile başlayan bu süreç günümüze gelindiğinde üzerinden  yaklaşık Beş asır geçmesine rağmen sonuçlanamamıştır. Dönem  dönem  tarafların güç dengeleri farklılık arzetmiştir ve bölgede hala sıcak çatışmalar yaşanmaktadır tüm bunların altında yatan en önemli sebep ise Rusyanın  Kafkasya politikasında gizlidir.

Sefa Sole

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

 

Fransa’da Le Pen-Macron Düellosuna Doğru

Yarı-başkanlık sistemiyle yönetilen Fransa, 23 Nisan ve 7 Mayıs tarihlerinde yapılacak iki turlu seçimlerle yeni Cumhurbaşkanı’nı seçecek. Aşırı Sağ’daki Ulusal Cephe’nin (FN/ Front National) adayı Genel Başkan Marine Le Pen ikinci tura kalacak ilk aday görünüyor. Partiyi kurucu başkanı babası Jean Marie Le Pen’den devralarak bir ölçüde merkeze doğru çekmeye çalışan Bayan Le Pen, uzun süredir yüzde 25 dolayında oyla anketlerin ilk sırasında yer alıyor.

Anımsanacağı üzere, babası Jean Marie Le Pen 2002 seçimlerinin ilk turunda Sosyalist Parti (PS) adayı Lionel Jospin’i geride bırakarak ılımlı Sağ’daki o zamanki adıyla Başkanlık için Çoğunluk Birliği UMP (Union pour la Majorité Présidentielle) adayı Cumhurbaşkanı Jacques Chirac’a rakip olmuştu. Ancak ikinci turda Sol seçmenin doğal olarak Chirac’tan yana tutum almasıyla ağır bir yenilgiye (82, 2 ye karşı 17.8) uğramıştı.

Marine Le Pen ve Emmanuel Macron

Penelopegate skandalı

Fransa, bu yılki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de benzeri bir durumla karşı karşıya. Ilımlı Sağ’ın güçlü partisi, yeni adıyla Cumhuriyetçiler’in (LR/Les Républicains) tarihinde ilk kez düzenlediği ön seçimden eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’yi geride bırakarak çıkan ve uzun süredir anketlerde Le Pen’in ardından ikinci sırada yer alan eski başbakanlardan François Fillon’un ikinci turda açık farkla seçilmesi bekleniyordu.

Ancak geçen hafta patlak veren ve Fransız medyasında “Penelopegate” olarak adlandırılan skandal, oylarını kısa sürede yüzde 24,2’den 19,5’a kadar düşürmüş durumda.

“Penelopegate” olarak nitelenen skandal, yüzyıllık haftalık hiciv gazetesi Le Canard enchaîné’nin François Fillon’un İngiliz asıllı eşi Penelope’ı sade bir parlamenterken (1998-2002) kendisinin, Çalışma ve Sosyal İşler Bakanı iken (2002-2007) de bir parlamenter arkadaşının yanında yüksek maaşla “asistan” olarak çalıştırmış olduğunu ortaya çıkarmasıyla patlak verdi. Fransa’da parlamenterlerin yanlarında aile bireylerini çalıştırmaları yasa-dışı değil. Kendilerine yanlarında çalıştıracakları personel için bu yasama dönemi itibariyle 9 bin 561 avroluk mahsubu yapılmayan bir bütçe tahsis ediliyor.

François Fillon ve Penelope Clarke

Bugün Milli Meclis ve Senato’da 52’si eşlerini olmak üzere 102 parlamenterin yakınlarını çalıştırdıkları biliniyor. Ancak 35 yıllık parlamento yaşamında hiçbir skandala karışmamış olmasıyla ve dürüstlüğüyle övünen bir Cumhurbaşkanı adayının eşini asistanı olarak, hem de 2 bin avro dolayındaki asistan maaşının üzerinde, 7 bin 600 avroya kadar varan yüksek ücretlerle çalıştırmış olması doğal olarak seçmen nezdindeki imajını olumsuz yönde etkiliyor.

Sağ’da alternatif aday arayışı

Kaldı ki Le Canard enchaîné’nin Fillon’la ilgili olarak ortaya attığı bir başka iddia daha var. O da eşi Penelope’un özellikle Bakan eşi olduğu 2002-2007 döneminde işe gitmediği, başka bir deyişle asistanlığının hayali (fiktif) bir iş olduğu. Gazete bu iddiasını o dönem yanında asistan olarak çalıştığı Milletvekili Marc Joulaud’nun sekreteri Jeanne Robinson-Behre’nin ve gazeteci yazar Christine Kelly’nin açıklamalarıyla güçlendiriyor. Bununla da yetinmiyor, Fillon’un ayrıca kızı ve oğlunun da bir dönem nispeten yüksek maaşlarla parlamentoda asistanlık yaptığını ortaya atıyor.

Fillon bu konuda hemen bir soruşturma açan Mali Suçlar Başsavcılığı nezdinde bu iddiaları çürütmek için harekete geçmiş durumda. Ayrıca sosyalistleri kendisine kurumsal bir sivil darbe yapmakla suçluyor. Bu durum LR kurmaylarını harekete geçirmiş durumda. Her ne kadar Fillon’un arkasında duruyorlarsa da adaylık için son tarih olan 17 Mart’a kadar Fillon’un yerine başka bir aday bulma çabaları da var.

Çünkü Penelopegate daha şimdiden başkanlık yarışında Fillon’un 4,5 puan gibi bir kayba uğramasına neden olmuş durumda. Bu kayıp Fillon’u, Sosyalist Parti’nin ikinci turu Pazar günü sonuçlanan ön seçimiyle seçmen desteğini daha da arttıran (yüzde 22.5) ve Bayan Le Pen’in “komplekssiz küreselci liberal” olarak tanımladığı Valls hükümetinin eski Ekonomi Bakanı Emmanuel Macron’ın 3 puan arkasına düşürmüş bulunuyor.

Sosyalist Parti’nin ön seçimi

Sosyalist Parti’nin (PS) Cumhurbaşkanı adayını belirlemek için düzenlediği ön seçimin ikinci turu sürpriz bir ismin zaferiyle sonuçlandı. Partinin sol kanadına mensup eski Milli Eğitim Bakanı Benoît Hamon, eski Başbakan Manuel Valls’e karşı yarışı açık farkla (42’ye karşı 58) kazandı.

Bu sonuç öncelikle Hollande’ın başkanlık döneminin sosyalist seçmen nezdinde de iflas ettiğini gösteriyor. François Hollande’ın aday olmama kararı aslında kendisinin böyle bir bozgunla karşılaşma kaygısından kaynaklanıyordu. Yerine aday olan son Başbakanı Valls de sonuçta Hollande’ın temsilcisi olarak favori görüldüğü yarışı kaybetmiş oldu.

François Hollande

Ön seçimin ikinci turunda kendisi gibi partinin sol kanadına mensup Arnaud Montebourg ile birlikte hareket eden Benoît Hamon’un PS’in resmen Cumhurbaşkanı adayı olması sosyalist seçmenin tümünün desteğini arkasına aldığı anlamına gelmiyor. PS içinde geçen yıl yeni İş Yasası vesilesiyle keskinleşen ve aylar süren sokak gösterileriyle günlük yaşama olumsuz yansıyan “birbiriyle uzlaşması mümkün olmayan iki Sol” var. Biri, başarısızlığından ötürü sandığa gitmeyen ya da istemeyerek Valls’in arkasında yer alan ılımlı Sol, diğeri ise çok daha Sol’daki akım. Partide 1971 Epinay Kongresi’nde sağlanan ve partiyi François Mitterrand’la uzun yıllar iktidara taşıyan birlik yıkılmış durumda.

Hamon’un başarısı Mélenchon’la ittifaka bağlı

“Evrensel gelir” (revenu universel) kavramıyla herkese yaşamını sürdürebileceği bir gelir sağlanması gibi insani ama devlet bütçesinin kaldıramayacağı vaatlerde bulunan Sol akımın temsilcisi Benoît Hamon’un ılımlı sosyalist seçmeni de kapsayacak bir program sunması pek de kolay görünmüyor. Bu seçmenin önemli bir bölümünün daha ilk turdan kendisini ılımlı Sol ve Sağı birleştiren “ilerici” bir aday olarak takdim eden Emmanuel Macron’un saflarına katılacağı varsayılıyor. Bu da Macron’un Penelopegate skandalıyla yıpranan Fillon’un önüne geçerek ikinci tura kalma olasılığını daha da arttırıyor.

PS’in resmi adayı olmasıyla birlikte anketlerde yüzde 7’den 16.5’a kadar sıçrayarak 4. sıraya yerleşen Hamon’un önündeki adayları yakalayabilmesi ılımlı sosyalist seçmenden çok, daha Sol’da yer alan ve komünistlerin de desteğine sahip bulunan Sol Parti’nin (PG/ Parti de Gauche) kurucusu eski sosyalist Jean Luc Mélenchon’la ittifak yapmasına bağlı gibi görünüyor.

Geçen yıl kurduğu “La France İnsoumise “(Asi Fransa) halk hareketinin adayı Mélenchon’un “Ortak gelecek” (L’avenir en commun) programı, yeni İş Yasası’nın iptalinin yanı sıra, Le Pen’in partisi gibi, AB antlaşmalarından çıkılmasını savunuyor ve Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TTİP) ile Serbest Ticaret Anlaşması’na (TAFTA) karşı çıkıyor.

Mélenchon, Sosyalist Parti’nin ön seçiminin öncesinde anketlerde yüzde 14 ile 4. sırada yer alıyor ve seçilecek sosyalist adayın daha ilk tura katılmadan kendi lehine adaylıktan çekilmesi gerektiğini dile getiriyordu. Ama Hamon’un seçilmesiyle birlikte kartlar yeniden dağıtılmış durumda. Şimdi kulislerde konuşulmaya başlanan Mélenchon’un Hamon lehine adaylıktan çekilme olasılığının olup olmadığı. Çünkü böyle bir olasılığın gerçekleşmemesi halinde ne Hamon ne de Mélenchon’un 23 Nisan’da ilk iki sırayı alma şansı var.

Le Pen-Macron düellosu ne kadar mümkün?

Haber kanalı BMFTV’nin 60 ankete dayanarak yayımladığı yukarıda aktarılan veriler, bu olasılığın göz ardı edilmemesi gerektiğini ortaya koyuyor. Marine Le Pen’in geçen hafta yaptığı açıklamalara bakılırsa, ikinci turda karşılaşmak istediği rakip de Macron.

Anketler böyle bir mücadelenin galibi olarak Macron’u gösteriyorsa da FN Başkanı bu mücadeleden galip çıkacağına inanıyor. Radio Classique’e yaptığı açıklamada, öteden beri Sol ve Sağ arasındaki karşıtlığın anlamsızlığını savunduğunu belirten Marine Le Pen, “bugün gerçek karşıtlığın yurtseverlerle küreselciler arasında olduğunu” öne sürüyor. Bu nedenle küreselciliği temsil eden Macron’u ideolojik olarak kolayca alt edeceğini, bunun kendisine verilmiş bir “hediye” olacağını söylüyor.

Aslında Macron’un temsil ettiği hareketin sosyal liberal eğilimli, küreselci bir nitelik taşıdığı doğru. Böyle bir olasılıkta Le Pen (Trump) ile Macron (Clinton) arasında Amerikanvari bir yarışma olması mümkün. Bu yarışın galibi anketlerde şimdilik Macron gibi görünüyor olsa da Sol’un Solu, bazı görüşlerinin tümüyle örtüştüğü Le Pen yerine eski Ekonomi Başkanı’na destek vermek için kalkıp sandığa gider mi, işte bu, bugün büyük bir soru işareti.

Kaynak: AA

Körfez Monarşileri Trump’ın Yasağı Karşısında Sessiz Kaldı

BBC’de yer alan bir habere göre, “Körfez bölgesindeki zengin Arap monarşileri, ABD Başkanı Donald Trump’ın nüfusları Müslüman ağırlıklı olan 7 ülkeye getirdiği seyahat yasağı karşısında sessiz kalmayı terich etti. Bu ülkelerden yalnızca Katar, kararın gözden geçirilmesi gerektiğini açıkladı.”

Suudi Arabistan, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Katar ABD’nin bölgede önde gelen müttefikleri arasında yer alıyor.

Bu ülkeler, Barack Obama yönetimi ardından Trump dönemi ile ABD ile daha iyi ilişkiler arayışına girmiş durumda.

Körfez monarşileri, seyahat yasağından etkilenmezken onların bölgedeki rakibi olarak değerlendirilen İran, Irak ve Suriye seyahat yasağı kapsamına alındı.

Yasak, ABD’nin Avrupa’daki müttefikleri, Arap Birliği ve İslam İşbirliği Teşkilatı tarafından sert bir şekilde eleştirildi. Ancak Arap monarşilerinin yöneticileri konu hakkında sessiz kalmayı tercih etti.

Bu ülkeler arasında yalnızca Katar’dan, düşük tonda bir eleştiri geldi. Ülkenin dışişleri bakanı Şeyh Mohammed bin Abdurrahman bin Jassim Al-Thani, Sırbistan ziyareti sırasında Washington’ın bu kararı gözden geçirmesini dilediğini ifade etti.

Pazar günü Trump ile bir telefon görüşmesi gerçekleştiren Suudi Arabistan Kralı Selman Bin Abdulaziz, görüşmede bu konunun konuşulup konuşulmadığına dair hiçbir açıklama yapmadı.

BAE: Kendi kararı, dini hedef almıyor

Birleşik Arap Emirlikleri Dışişleri Bakanı Şeyh Abdullah bin Zayed ise seyahat yasağının ABD’nin kendi kararı olduğunu ve herhangi bir dini hedef almadığını söyledi.

Bazı yetkililer de kararı açıkça desteklemeyi tercih etti. Dubai emniyet teşkilatının üst düzey yöneticilerinden Dhahi Khalfan, Pazartesi günü attığı tweette yasağa “tam desteğini” açıkladı: “Her ülkenin kendi güvenliğini sağlama alma hakkı vardır… Trump, yaptığın şey doğru”.

Reuters’a konuşan Brookings Doha Centre düşünce kuruluşu direktörü Tarik Yousef, Körfez ülkelerinin “ABD’nin yeni Orta Doğu politikasını görene kadar bekleyip görmeyi tercih ettiklerini” söyledi:

“İran’ı izole edip bölgesel hedeflerinin gerçekleşmemesini sağlamak bu ülkeler için seyahat yasağına yönelik endişelerinden daha önemli”.

Müslüman Kardeşler terör örgütleri listesine girebilir’ iddiası

ABD basınında son dönemde, Donald Trump’ın Müslüman Kardeşler‘i terör örgütleri listesine ekleyebileceği iddia ediliyor.

Ancak iddialarla ilgili henüz resmi bir açıklama yapılmamış durumda.

Ancak Trump yönetiminin bu yöndeki olası adımının Suudi Arabistan ve Mısır’ı memnun etmesi bekleniyor.

Muhammed Mursi

Başkanlık Sistemiyle Yönetilen Ülkelerin Ortak Yönleri

Türkiye 7 yıl aradan sonra tekrar bir referanduma gitmenin stresi ve heyecanı içinde. Dünya da Başkanlık sistemi genel olarak Kuzey Amerika, Güney Amerika, Afrika ve Orta Asya ülkelerinde olmak üzere çok yaygın bir sistem (Yarı Başkanlık Sistemi hariç).

Tabi ki Türkiye de bu sisteme dahil olunca burada ki ülkeler gibi olacak diye bir kaide yok ama yinede burada ki ülkelerin sorunları belki ilgi çekici olabilir.

Bu sistemin ne olduğu hakkında o kadar çok makale, röportaj, münazara, panel, konferans, haber var ki artık bir de ben sıkmayayım sizi.

Başkanlık sistemiyle yönetilen ülkelerin geçmişleriyle ilgili dikkatimi çeken bir nokta ise hepsinin eskiden her hangi bir ülkenin sömürgesi veya uydusu olması oldu. Afganistan ise bir istisna ama Afganistan’da ki bu düzen ABD’nin Taliban’ı devirmesine mukabil gerçekleşti. Yani eğer Türkiye bu düzene iştirak ederse geçmişinde mandacılık ve kolonizasyon görmemiş tek ülke olacak.

Asya da ki başkanlık devletlerinin çoğu yeni ve genç ülkeler olsa da, onlar da diğer Amerika ve Afrika ülkelerine benzer özellikler göstermeye başladılar. Kırgızistan ise bir istisna çünkü 2005 yılında ki demokrasiden şikayetçi kesimler tarafından yapılan devrim sonucu Başkanlık sisteminden çıkarak parlamenter demokrasiye geçiş yaptılar.

Bu benzemeye başladıkları özellikleri ise diktatörlük, zengin fakir uçurumunda ki artış, yolsuzluk ve rüşvet skandalları, buna bağlı olarak ta gelişen suç şebekeleri.

Örneğin yarı veya tam olarak başkanlık sistemine en çok mensup ülkenin yer aldığı Afrika’da şöyle eleştiriler yer alıyor, bu ülkelerde denetim ve kontrol mekanizmasının zayıf olmasına veya hiç olmamasına bağlı olarak yönetici sınıfında ciddi yolsuzluk suçlamaları yer alırken aynı zamanda kamu ihalelerinde rüşvetin araya girmesiyle elde edilen bir takım özel haklar, hem rüşveti veren şirketlerin hem de rüşveti alan yöneticilerin inanılmaz gelir ve kar elde etmesine olanak sağlıyor. Bu ihaleler özellikle maden şirketlerine peşkeş çekilince ortaya inanılmaz bir zengin fakir uçurumu dalgası meydana getiriyor. Zengin fakir uçurumunun olduğu ve insanların kolay yoldan para kazandığı bir ortamda haliyle genç nesillerin umudunu yitirip suça bulaşması kaçınılmaz hale geliyor. Afrika, yolsuzluk ve rüşvet konusunda dünyanın en acımasızı ve lider kıtası.

Benzer bir durumu Latin Amerika ülkeleri içinde görmek mümkün. Zaten dünyada suç oranlarının en yüksek olduğu bölgede burası. Latin Amerika da ki zengin fakir uçurumu ve yoksulluğun, uyuşturucu kartellerini ve Marksist-Leninist örgütleri çare olarak gösteren bir yanı da var. Çünkü insanlarda yeni arayışlar meydana getiriyor.

Burada top koşturan çok uluslu şirketlerin tıpkı Afrika da olduğu gibi belli sınıfları zengin etmesi toplumun içinden bazı kahramanların çıkmaya çalışmasını sağlasa da pek çoğu askeri darbeler yoluyla yok ediliyor.

Örneğin dünya bakır rezervinin üçte birini bulunduran Şili’de Salvador Allande, ülkede ki kaynaklar için millileştirmeden bahsediyordu ve bu durum ABD merkezli çok uluslu şirketler için bir felaket olacağı için General Pinochet önderliğinde 1973 darbesi gerçekleşti. Bu tür darbeler o dönem Condor Planı adı verilen büyük bir projenin sadece biriydi. Bu projede Latin Amerika’da ki kaynakları millileştirme vaadinde ki liderleri hedef alıyordu. Hugo Chavez de Venezuela petrolü için aynı vaatte bulunmuştu ve 2002 yılında da ona karşı darbe girişimi olsa da tıpkı Türkiye’de olduğu gibi halkın direnişi sayesinde darbe başarısız olmuştu.

Salvador Allende’nin fotoğrafının basılı olduğu posta pulu.

Şimdi ise “2. Condor Planı Gerçekleşiyor” isimli yazımda da anlattığım gibi yeni bir darbe dalgası var. Afrika ve Latin Amerika dünya da en çok darbe gören bölgeler. Afrika’da ki darbeler genelde koltuk/güç sevdasında ki başkan ve generallerin eseri olsa da Latin Amerika da kiler çok uluslu şirketlerin rüşvetlerinden kaynaklanıyor.

Yani söylenenin aksine parlamenter sistem darbe çekmiyor. Başkanlık sisteminin egemen olduğu coğrafyalar şu veya bu sebepten askeri darbelerin gündelik yaşamın bir parçası olduğu coğrafyalar. Zaten parlamenter sistemin, temsili monarşili veya monarşisiz egemen olduğu Avrupa da, Hindistan’da, Japonya’da, Okyanusya’da, Malezya da darbe görülmüyor. Demokrasiden en muzdarip kıtada yine Amerika ile beraber Afrika.

Avrupa’da OECD ülkeleri arasında zengin fakir uçurumunun en yüksek olduğu ülke Türkiye ama OECD üyesi olmayan Belarus (Tam başkanlı), Rusya(Yarı Başkanlı), Ukrayna(Yarı Başkanlı) gibi ülkeleri de eklerseniz durum değişiyor. Bu ülkelerde Sovyetler Birliğinin dağılışından bu yana oligarşilerin hüküm sürdüğü malum. Avrupa’da Tam başkanlık sistemine sahip tek ülke olan Belarus(Avrupa’da idam cezasının olduğu tek ülke) ise Avrupa’da ki kalan tek diktatörlük olarak ambargoya tabi olmuş durumda.

Afrika ve Latin Amerika örneklerinden görülen gelir adaletsizliği, suç oranları, diktatörler, askeri darbeler, yolsuzluk ve rüşvet sorunlarını bölgesel faktörler olarak algılamakta yanlış. Çünkü Endonezya ve Filipinler gibi başkanlık sistemli ülkelerde bu tür sorunlardan muzdarip ülkeler. Yolsuzluk ve rüşvetin egemen olduğu, buna mukabil olarak gelir adaletsizliğinin hissedildiği ve buna bağlı olarak suç oranlarının tavan yapmış olduğu ülkeler bunlar. Orta Asya’da yine bu şekilde.

Başkanlık sistemini artık pek çok kişi az veya çok biliyor. Tabi ki başkanlık sistemiyle yönetilen ülkelerin büyük sorunları var diye Türkiye’de böyle olacak değil. Nede olsa her şeyin bir ilki vardır.

Bu sistemi isteyenler en çokta istikrar ve yetki için bunu istiyor ve bu yüzden pek çok kişi liderlerine güvenerek onun sorun çıkarmayacağını düşünüyor ama her kim olursa olsun elinde sonunda o da gidecek ve yerine başkaları gelecek. Güvenmeye dayalı olarak gücü teslim edersek ileride makamına takiyye yaparak gelebilecek kişilere de bu yetkileri vermiş oluruz.

Yarın bir gün iş başı yapacak liderler bu yetkileri kötüye kullanabilir. Nasıl ki Çin’de Mao Zedong’tan sonra devlet başkanlığına gelen Deng Şiaoping ülkenin politikalarını tersine çevirdi. Aynı şekilde Konstantin Çernenko’dan sonra iktidara gelen Mihail Gorbaçov ülkeyi bölünmeye götürecek süreçleri nasıl başlattıysa mevcut liderlerden sonra koltuğuna oturacak kişilerin genişlemiş yetkilerini nasıl kullanacağını bilemeyiz. Bu yüzden gücü mümkün olduğunca dağınık tutmakta fayda var.

Deng Xiaoping

O yüzden kişilere duygusal açıdan yaklaşıp güvenmekten ziyade mantıkla hareket etmekte ve şu anı değil ileride ki tüm ihtimalleri düşünmekte yarar var. 

Not: Ben bu makaleyi klavyeye alırken Kazakistan Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev başkanlık sisteminden parlamenter sisteme geçeceklerini açıkladı. Kırgızistan’daki gibi devrimle değilde siyasi irade yoluyla bu değişimin gerçekleşmesi dahada şaşırtıcı oldu benim için. Bu ayrıntıyı da buraya not düşmüş olalım.

Muhammed Ali Çalışkan

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Geçmişten Günümüze Kardak Krizi

1996 yılının başlarında yani bundan tam 21 yıl önce Türkiye ile Yunanistan’ı savaşın eşiğine getiren Kardak Kayalıkları, Genelkurmay Başkanı Org. Hulusi Akar’ın ziyaretiyle tekrar gündeme geldi. Peki bu kayalıklar iki ülke için neden bu kadar önemli?

Tarih 1996 yılının Ocak ayı sonlarını gösteriyordu. Türkiye ve Yunanistan’ın deniz kuvvetleri adanın çevresinde konuşlanmış, iki ülkenin savaşmasına ramak kalmıştı. ABD ve NATO’nun devreye girmesi tansiyonu düşürdü, savaşın eşiğindendönüldü.

Kardak krizi nasıl başladı?

Tarihe Kardak Krizi olarak geçen olay 1996 yılının Ocak ayında yaşandı. Figen Akat adlı Türk gemisi 25 Aralık 1995 tarihinde Ege Denizi’ndeki, Bodrum’un 3.8 mil uzaklığındaki Kardak Kayalıklarında karaya oturdu. Bu olaydan sonra Yunanistan, deniz kazasının kendi karasularında olduğunu ileri sürdü. Türkiye ise söz konusu adaların kendisine ait olduğunubelirtti.

Ege’de Bodrum kıyıları ile Yunanistan’ın Kalimnos (Kilimli) Adası arasında kalan ıssız iki adacıkta karaya oturmuş; kendisini çekmeye gelen Yunan kurtarma ekiplerinin yardımını reddetmişti.

“Figen Akat”, Yunan kurtarma ekipleri tarafından çekilerek Türk kıyılarına teslim edilmişti. Ancak Türk ve Yunan kamuoyunun daha sonra “Kardak” kayalıklarının “kime ait olduğu” tartışması, iki ülkeyi savaşın eşiğine getirecekti.

Yunanlılardan büyük tahrik

1996’nın Ocak ayı sonlarında, Yunan TV kanalları, Türkiye’nin Kardak kayalıklarında “gözü olduğunu” yaymaya başlayınca Kalimnos adasındaki bir din adamı, Belediye Başkanı, iki gazeteci ve adanın polis komiseri, Kardak kayalıklarının birine çıkarak Yunan bayrağı dikti. Bu duruma dönemin Başbakanı Tansu Çiller sert tepki göstererek “Yunan gemilerinin orada işi ne? Bu kayalıklar bize ait, Yunan gemilerinin oralarda dolaşmasına müsaade edemeyiz.” dedi.

“O bayrak inecek, o asker gidecek”

Dönemin Başbakanı Tansu Çiller tarihe mâl olan, “O asker gidecek, o bayrak inecek!” açıklamasını yaptı. Türkiye’nin kararlı duruşuyla birlikte Türk-SAT ve SAS komandoları düzenledikleri gece operasyonuyla yandaki batı Kardak’a çıkıp Türk bayrağı diktiler.

Batı Kardak’ta Türk Bayrağı dalgalandırıldı

28 Ocak gece yarısı Kardak’ın iki ıssız kayalıklarından birine Yunan OYK komandoları çıktı. Ertesi günün gece yarısı Kardak’ın ikinci ıssız kayalığına Türk SAT komandoları çıktı. Yunan Genelkurmay Başkanı Hristos Liberis’in Türk SAT komandolarının çıktığı kayalıkları bombalamak istemesi, Yunan Başbakan Kostas Simitis’in tepkisine yol açtı ve hemen o gece Genelkurmay başkanının görevine son verildi.

ABD Başkanı devreye girdi

Krizin büyümesinden ve iki ülke arasında savaş çıkmasından endişe endişe eden dönemin ABD Başkanı Bill Clinton ve NATO yetkilileri devreye girdi.

30 Ocak – 1 Şubat arasında ve gece gündüz Washington-Ankara-Atina üçgeninde süren yoğun görüşmeler neticesinde Simitis ile Çiller, Kardak’taki bayrakların indirilmesi ve komandoların çekilmesine karar verdi.

Kardak Krizinin iki ülkeye bilançosu

Fırat Kalkanı Harekatı’na Dünyada Kim Ne Dedi?

  • FIRAT KALKANI HAREKATI

Fırat Kalkanı Harekâtı, Türkiye ve Türk ordusu tarafından eğitilmiş Özgür Suriye Ordusu grupları tarafından yapılan askeri bir operasyondur. Operasyonun amacı Türkiye tarafından tehlike olarak görülen unsurları temizlemek, sınır ve bölgedeki halkın güvenliğini sağlamak ve kontrol altına almak ve göç sorununu yok etmek için 5 bin km²lik alanda IŞİD, YPG ve Suriye rejimi güçlerinden sivillerin güvenliği dolayısıyla tamamen temizlenmesi hedeflenen Güvenli Bölge oluşturmaktır. 

Fırat Kalkanı son durum için tıklayın.

Harekâtın bir diğer amacı ise PYD‘nin bölgede kantonları birleştirerek otonom bir yapı kurma hedefini bitirmektir. Türk Silahlı Kuvvetleri operasyonda IŞİD ve YPG mevzilerinin yoğun ateş ile hava ve kara unsurlarınca vurulduğunu duyurmuştur. 24 Ağustos’ta başlayan harekatın ilk 6 gününde IŞİD’den 33 köy ele geçirildi. 5 Eylül’de ise IŞİD Türkiye sınırındaki tüm köylerden çıkarılmıştır.[1]

20 Ağustos 2016’da sayıca büyük bir grup muhalif ağır ve orta seviye teçhizat yüklü elliye yakın araç ile  Çobanbey’den yola çıkarak Türkiye sınırına yaklaşmışlardır. 22 Ağustos 2016’da, Irak ve Şam İslam Devleti tarafından Gaziantep saldırısına misilleme olarak Karkamış’a 2 adet havan ateş yapılmıştır. Türk Kara Kuvvetleri 60 adet obüs ateşleyerek Cerablus ve Menbiç’i bombardıman ateşine tutmuştur. Karkamış’da vatandaşlara şehri terketmesi söylendi ve belde kısa sürede boşaltılmıştır. 25 Ağustos 2016’da Türk Silahlı Kuvvetleri, “Topraklar ilhak edilmeyecek Özgür Suriye Ordusu’na teslim edilecektir” açıklamasını yapmıştır.[2]  Operasyona tüm dünyadan çeşitli tepkiler gelmiştir. Bunlar başlıca şöyledir:

Suriye: Suriye Dışişleri’nden yapılan ilk açıklamada, “Türk tanklarının Suriye’ye girmesi egemenliğimizin ihlalidir.” denilmiştir.

ABD: ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Mark Toner, “Her iki tarafa da burada asıl düşmanın IŞİD olduğunu hatırlatmaya çalışıyoruz.” ifadesini kullanmıştır. Beyaz Saray tarafından yapılan açıklamada, “NATO Müttefikimiz Türkiye DAEŞ karşıtı çabalara değerli katkılarda bulundu” denilirken  ertesi gün yapılan açıklamada ise ABD Savunma Bakanlığı Sözcüsü Cook, “Fırat Kalkanı Operasyonu DAEŞ’e büyük bir darbe vurdu” şeklinde konuşmuştur.

Rusya: Rusya Dışişleri’nden yapılan açıklamada, Türkiye-Suriye sınırında yaşanan gelişmelerin Moskova’da derin bir endişeye neden olduğu bildirilmiştir. Açıklamada “Türkiye’nin Cerablus’taki operasyonlarında Şam ile işbirliği yapmalı.” ifadelerine yer verilmiştir.

PYD Lideri Salih Müslim : “Türkiye, Suriye batağında çok şey kaybedecektir.” açıklamasında bulunmuştur.

Fransa: Fransa Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan açıklamada, “Fransa, uluslararası koalisyonun ortağı olan Türkiye’nin IŞİD’le mücadeledeki çabalarını yoğunlaştırmasını memnuniyetle karşılamaktadır.” denildi. Ertesi gün cumhurbaşkanı François Hollande, “IŞİD’in saldırılarına sahne oluşunu göz önüne aldığımızda Türkiye’nin bu operasyonunu anlayışla karşılıyoruz. Fakat aynı zamanda bu operasyonun, müzakereye götüren ortak bir iradeye dönüşmesini sağlamalıyız.” açıklamasında bulunmuştur.

Almanya: Almanya Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Martin Schäfer, “Türkiye’nin başlattığı harekatı anlayışla karşıladıklarını” belirterek, “Ankara’nın Uluslararası Koalisyon güçlerinin IŞİD’e karşı mücadeledeki hedefleri ve amaçları ile uyumlu hareket ettiğini” dile getirmiştir.

İsrail: İsrail Büyükelçiliği Ankara Maslahatgüzarı Amira Oron, “Türkiye, sınırlarında IŞİD’in olmasına izin veremez. Türkiye’yle hemfikiriz ve destekliyoruz” açıklamasında bulunmuştur.

İran: İran Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Bahram Kasimi yaptığı açıklamada,”Suriye topraklarındaki terörist gruplarla mücadele, uluslararası hukukun temel ilkelerinden biri olan o ülkenin toprak bütünlüğü ve egemenlik haklarına saygı gösterilerek merkezi yönetimle koordineli şekilde yapılmalı” ifadesinde bulunmuştur.[3]

Bu tepkilere rağmen Türkiye Fırat Kalkanı Operasyonuna başlamış ve bugün hala sürdürmektedir. Bölgeyi önemli oranda temizleyebilmiş ve bölgede yaşayan Türkmen halkı evlerine geri dönebilmiştir.

Afranur ARIKAN*


[1] El Bab ve Fırat Kalkanı Haritası, Stratejik Ortak, 25 Kasım 2016

[2] Fırat Kalkanı Operasyonu, Wikipedi Özgür Ansiklopedi

[3] Fırat Kalkanı Operasyonu, Wikipedi Özgür Ansiklopedi

Rusya, Türkiye İçin Doğru Ortak Mı?

Türkiye’nin Batı ittifakı ile yaşadığı sorunlar ve Rusya ile işbirliği arayışı, kamuoyunda Batı ittifakının alternatifinin Rusya olduğu algısını pekiştiriyor. Peki Rusya küresel/bölgesel bir aktör olarak ne kadar güçlü?

Rus yazar Grigory Petrov “Beyaz Zambaklar Ülkesinde” adlı eserinde, her türlü olumsuz koşula, ekonomik ve askeri yetersizliklere rağmen Finlilerin, yaşadıkları toprakların geleceği ve refahı için olağanüstü bir gayret gösterdiklerini anlatır. Bu kitap, Atatürk’ün önerisi ile 1928’de askeri ve sivil okul müfredatına alınmıştı. Amaç, büyük ihtimalle Kurtuluş Savaşı’ndan henüz çıkmış, ekonomisi yetersiz genç cumhuriyetin yeni nesillerine, muasır medeniyetlerin üzerine çıkmak için çok çalışmak arzusunu aşılamaktı.

Cumhuriyetin ilk 15 yılına damga vuran ve İbn-i Haldun’un “asabiyye” dediği bu ortak duygu ve mefkure birliği, iki dünya savaşının arasında görece meydana gelen fırsat penceresinden, Türkiye’ye kısmen özerk bir ekonomi ve doğal olarak özerk bir dış politik manevra alanı sağladı. Atatürk ve arkadaşları, genç cumhuriyetin asabiyyesine, Osmanlı’nın devlet geleneğini eklemleyerek yeniçağın rekabetçi ortamı ile baş edebilecek güçlü bir devlet ve ordu var etmeyi hedeflemişlerdi.

Ancak bu hedefe ulaşamadan dünya yeni bir savaş dalgası ile sarsıldı. II. Dünya Savaşı’na diplomatik manevralar ile dahil olmamayı başaran Türkiye, savaşın hemen sonrasında Stalin’in yayılmacı politikalarıyla baş başa kaldı. Bu tehdit karşısında direnç gösteremeyeceği aşikâr olan yetersiz askeri ve ekonomik gücü Türkiye’yi, ABD ve İngiltere’nin başını çektiği Batı ittifakına dahil olmak zorunda bıraktı.

1945’te İnönü Hükümeti’nin açtığı kapıdan, 1952’de Menderes Hükümeti’nin NATO’ya üyelik imzasıyla tamamen geçen Türkiye ABD-NATO kampına dahil oldu. Ancak bu ittifakın dayattığı siyasi, askeri ve ekonomik sınırlar, Türkiye’nin hem ulusal güvenliğini hem de refahını, ittifakın merkez ülkelerinin çıkarlarının izin verdiği sınırlar içine hapsetti. Bu sınırlardan ne zaman ayrılmak istese, Türkiye — kur manipülasyonu veya sistemik yıkım gibi— finansal, — uluslararası örgütler üzerinden baskı uygulanarak— siyasi ve —doğrudan olmasa da ambargo mekanizmasının kullanılması veya askeri ittifakın gereklerinin yerine getirilmemesi gibi — askeri zorlayıcı güç araçlarıyla karşı karşıya kaldı. Türkiye her defasında bu müdahalelere Batı ile kurduğu siyasi ve askeri ilişkileri koparmadan direnmeye özen gösterdi. Bu statükoculuğun en önemli nedeni, yüzyıllara matuf Rus tehdidinin, Batı ittifakının yarattığı tehdit algısına kıyasla daha yönetilemez kabul edilmesiydi.

Batı ittifakı ile kritik eşik

Soğuk Savaş sonrasında Rusya’yı Türkiye gözünde bir tehditten çok iyi bir ticari ortağa dönüştüren küresel gelişmeler, Türk Amerikan ilişkilerini de görece biçimlendirdi. Karşılıklı ve yönetilebilir güvensizliğe rağmen süren Batı ittifakının merkezini teşkil eden Türk-Amerikan İlişkileri, 2013’ten bu yana açığa çıkan olaylar zinciri ve nihayet başarısız bir terör kalkışmasının yaşandığı 15 Temmuz sonrasında, tarihinin en kritik eşiğine taşındı.

Obama yönetimi ile sınırlı gibi görünen Amerikan Yönetimi’ne duyulan bu aşırı güvensizliğin beslediği tavır değişikliği, ABD merkezli Anglo-Amerikan ittifakının kısıtlarına geçmişe kıyasla daha cesurca ve ağır yara alarak direnen Türkiye’nin açık manifestosu olarak da kabul edilmeli. Bu manifesto aynı zamanda küresel dengelerde meydana gelen siyasi ve ekonomik değişimin açtığı fırsat penceresinden Türkiye’nin bağımsızlık arayışının da habercisi.

Ancak Türkiye, Batı ittifakından bağımsız girişeceği bölgesel ve küresel aktör olma girişimini destekleyecek ekonomik, siyasi ve askeri güce sahip değil. Eğer Batı ile 1945’den bu yana sürdürdüğü ortaklık bağları tamamen koparsa, Türkiye’nin yeni bir stratejik ortak arayışı içinde olması beklenebilir. Rasyonel devlet aklı, küresel dengelerin alacağı seyirde Türkiye’nin birden fazla aktör ile yol alabileceğinin tecrübesine sahip.

Son yıllarda yaşanan gelişmelerle eş zamanlı olarak Rusya’nın sınır ötesi beka tasarruflarında Türkiye’nin yanında yer alması, Türk kamuoyunda Batı ittifakının alternatifinin Rusya olduğu algısını da pekiştiriyor. Peki bu algı doğru ve sürdürülebilir parametrelere dayanıyor mu? Türkiye, Anglo-Amerikan politikaları ile Rusya arasında neredeyse iki yüz yıllık çelişkili ilişkilerin kısır döngüsünden çıkıp, yeni ve taze bir dış politik akıl inşa edebilir mi? Daha da önemlisi, Rusya, bölgesel ve küresel sorunlarda Türkiye ile birlikte hareket edecek güce sahip mi? Tüm bu sorular bizi Rusya’nın bir küresel aktör olarak kapasitesinin ve gücünün sınırı ve sürdürülebilirliği konusunda düşünceye sevk etmeli.

Rusya küresel/bölgesel bir aktör olarak ne kadar güçlü?

Bir devletin olaylara yön verme, uluslararası ticaretin ve siyasi ilişkilerin kural ve normlarını belirleme kapasitesi güç dengesinde o devletin çıkarlarının maksimize edilmesinde büyük oranda belirleyicidir. Uluslararası ekonomi politiğin kurucusu kabul edilen Susan Strange, “yapısal güç” adını verdiği bu olgunun dört yapıtaşı olduğunu söyler: güvenlik, bilgi ve teknoloji, üretim – ticaret, para ve finans. Strange’e göre, bu yapıtaşlarının küresel olaylara yön veren bir aktörde bütünleşik biçimde bulunması gerekir; zira herhangi birindeki kırılganlık veya zafiyet diğerlerini de etkileyerek küresel aktör olma bütünlüğüne zarar verecektir. Bu açıdan incelendiğinde, Rusya, Türkiye’nin Batı ittifakından bağımsızlaşmasına destek verecek çapta “küresel aktör” vasfına sahip olmaktan epey uzak.

Birinci yapıtaşı “güvenlik”… Rusya’nın ‘yakın çevre’ olarak tanımladığı Kuzey Kafkasya, Ukrayna ve Suriye’de son sekiz yıldır gösterdiği saldırgan politika, Moskova’nın bölgesel ve küresel güvenlik sorunlarını yönlendirme ve sonucunu doğrudan belirleyebilme kapasitesi olarak tanımlanamaz. Rusya, karşısında Irak ve Afganistan örneklerinden yara almış, 2008 küresel mali krizinin yarattığı şok etkisinden bir türlü sıyrılamamış ve 2009’dan itibaren liberal dış politika önceliklerin dayattığı pasif dış politikanın hâkim olduğu bir ABD bulmasaydı, bölgesel güvenlik ilişkilerini bu kadar kolay kontrol sahibi olabilir miydi? Bu sorunun cevabı tartışmalı olabilir. Ama şurası muhakkak ki Obama yönetimi, 2009-2016 arası Rusya’nın “yakın çevre”sinde topraksal ve siyasi nüfuz hedeflerinde mevzi kazanmasına fırsat yaratacak politikalar izledi. Peki, Rusya bu durumunu sürdürülebilir kılabilecek mi?

Diğer yandan Rusya ABD’den sonra dünyanın ikinci büyük ordusuna sahip. Ancak bu özelliği Rusya’ya yüksek bir askeri güç kapasitesini garanti etmiyor. Soğuk Savaş sonrası yaşadığı mali krizler nedeni ile savunma sanayi yatırımları erozyona uğrayan Rusya, 2007’den itibaren savunma sanayini yabancı sermayeye açmıştı. Büyük bir oranda ve ironik olarak Amerikan savunma devleri ile girişilen ortaklıklar, teknolojinin sahipliği ve üretimi konusunda Rusya’yı yabancı yatırımcılara mecbur bıraktı. Rusya hassas teknolojileri geliştirmek için yeterli yerel kaynağa sahip değil.

Rusya’nın yapısal gücü, ikinci yapı taşı olan “bilgi ve teknoloji”yi yönetme ve üretebilme kabiliyeti açısından da hayli sorunlu. Ülkenin fosil yakıttan sonra en önemli gelir kaynağı olan savunma sanayi, kendi kendine yeterli teknolojik birikim oluşturacak ve bunu somutlaştıracak yetenek havuzundan yoksun. Sınırlı yetkin insan kaynağı, bu büyük savaş makinesini harekete geçirecek ve ayakta tutacak bilgi üretme kapasitesini önemli ölçüde sınırlandırıyor.

Rusya, üçüncü yapıtaşı olan “üretim ve ticaret” üzerinde de neredeyse hiç kontrol gücüne sahip değil. Petrol ve doğal gaz gelirlerine aşırı bağımlı bir ekonomiye sahip olmasına rağmen petrol fiyatlarını belirleme konusunda dahi etkinliği sınırlı. Sınırlı etkinliği aynı anda, küresel piyasalarda Amerikan dolarının belirlediği petrol fiyatının speküle edilmesi halinde büyük bir zafiyet de yaratıyor. Öte yandan Rus ekonomisinin yüksek katma değerli ve ticarileştirilmiş teknoloji üretimi de hayli sınırlı.Uzay teknolojilerine sahip bir ülkenin bölgesel ve küresel üretim süreçlerine teknolojik rekabet ile müdahil olamaması, Rusya’nın yapısal gücündeki en önemli kırılganlıklardan biri. Petrole bağımlılığını, katma değerli teknoloji üretimine yönlendiremezse, petrol ve doğal gazın ekonominin itici enerjisi olamayacağı yakın gelecekte, Rusya’nın coğrafi büyüklüğü ve yetkinliği sınırlı askeri teknolojilerinin pek bir anlam ifade etmeyeceği öngörülebilir.

“Para ve finans” yapıtaşı açısından Rusya tam anlamıyla sınıfta kalmış denebilir. Küresel bir aktörün kısmi veya tamamen finansal sisteme hâkim olması beklenir. Kurduğu ittifak ilişkilerinin bağlayıcı olması, askeri gücün sürdürülebilmesi, kontrol edilen bilgiyi üretim süreçlerinde uygulanabilir hale getiren teknolojinin ortaya çıkması, vs., bu aktörden beklenen en önemli güç belirtileridir. Hasılı, küresel aktör, güvenlik, bilgi ve üretim eksenindeki tüm küresel ve bölgesel faaliyetleri elindeki parasal güç nispetinde kontrol edebilir. Zira parasal güç, kredi arzını ve dağılımını kontrol edebilen güçtür. Oysa Rusya’nın ulusal parası ruble, uluslararası rezerv para olmadığı gibi, Rus ekonomisinin ana gelir kapısı Amerikan dolarının salınımlılarına önemli ölçüde hassasiyete sahiptir. Değil küresel veya bölgesel bir parasal güce sahip olması, kendi yerel ekonomisini dahi dolarda veya petrol fiyatlarında yaşanan dengesizliklere karşı henüz bağışıklık kazandıramamıştır. Hal böyle olunca, örneğin Türkiye ile Rusya arasında yapılan Ruble/TL ticaretinin bölgesel bir işbirliğini sembolleştirmekten öte bir yapısal karşılığı da yoktur.

Tek alternatif Rusya mı?

Rusya, Kuzey Kafkasya, Ukrayna ve Suriye’de askeri açıdan etkili olsa da, bilgi-teknoloji, üretim-ticaret, para-finans açılarından bakıldığında yapısal bir güç olmaktan uzak. Bu durumda Türkiye, akılcı denge siyasetini sürdürmek ve geleceğin belirsiz ikliminde ayakta durabilecek alternatif senaryoları süratle çalışmak zorunda.

Bu senaryo çalışmaları şu sorulara da cevap aramalı: Türkiye’nin nihai ortağı Trump’ın Amerika’sı mı olacak? Putin Rusya’sı ile dengeli bir dış politika, barış ve işbirliği ortamını yaratabilecek mi? Türkiye için uzun vadeli ve Türkistan coğrafyasındaki barış ve işbirliği ortamının da garantisi olacağına inanılan Bir Kuşak Bir Yol Projesi’nin sahibi Çin ile girişilen bir stratejik ortaklık ve savunma işbirliği daha kalıcı bir perspektif olabilir mi?

Türkiye’nin geleceğe dair hedeflerini rasyonel analizle oluşturulmuş gerçekçi politikalarla bina etmek zorunda. Batı ittifakı bağlarının zayıfladığı malum. Batının kurumsal dejenerasyonunun da küresel belirsizliği tetiklediği aşikâr. Ancak her iki durum da Rusya’nın bu sürecin ikame edileceği nihai adres olmasını gerektirmiyor.

Kaynak: Al jazeera

Nükleer Silahlar ve Türkiye

Nükleer silah denilince aklımıza hemen atom bombası gelir. Korkunç bir yıkıcı etkiye sahip olması ve yüz binlerce insanı saniyeler içinde öldürebilme potansiyelini de düşünürsek çok tehlikeli bir silah olduğunu görürüz. Peki atom bombası dışında kalan diğer nükleer silahları ve bu silahların yıkıcı gücünü ne kadar biliyoruz? O kadar ki atom bombası bile onun yanında yeni doğmuş bebek kadar küçük kalacak nükleer silahlar da vardır.

Bu yazımda nükleer silahları ve etkilerini inceleyeceğiz ve ardından Türkiye’nin bu silah teknolojisi içerisindeki durumunu öğreneceğiz.

Nükleer Silahlar:

Her sabah gökyüzüne baktığımızda bu nükleer patlamaları görüyoruz. Her gün onun ısısını hissedip ışığını görüyoruz. Neden mi bahsediyorum? Tabi ki Güneş‘ten. Saniyede milyonlarca atom bombasının patlamasıyla açığa çıkan enerji bize ısı ve ışık olarak geliyor.

Dünya’ya dönecek olursak, nükleer silahları iki ana başlık altında inceleyebiliriz:

-Fisyon Silahları

Atom bombası, patlamanın kontrolsüz çekirdek tepkimesi yoluyla sağlandığı bir bomba modelidir. Çekirdek tepkimesi zincirleme ve çok hızlı gerçekleştiğinden ortaya devasa boyutta bir enerji açığa çıkar ve bu da patlama ile beraberinde şok dalgası ortaya çıkarır.

9 Ağustos 1945’te Nagasaki’ye atılan atom bombasının düştüğü yerin 18 km üzerine yükselen yoğunlaşma bulutu.

Fisyon tipi çekirdek tepkimesine dayalı atom bombalarında yüksek (saflıkta) Uranyum (235U) veya Plütonyum (239Pu) kullanılır. Günümüzde üretilen bombalar daha çok Plütonyum içeriklidir. Bu yüksek zenginlikte malzeme, zenginleştirme tesislerinden yada nükleer reaktörlerden elde edilmektedir.

1945 yılında ABD’nin attığı bombalar Japonya’ya çok zarar vermiştir. Termonükleer bombanın bulunmasından sonra atom bombası taktik silahı olmuştur. Nükleer silahların üretimine başlanmasına neden olmuştur. İlk olarak bu bomba Nazi Almanya’sına atılacaktı. Savaşta Almanya yenilince Japonya’ya atılmıştır.

Bomba sonrası Nagasaki

2.Dünya Savaşı sırasında Manhattan Projesi adıyla ilk çalışmalar başladı. 1942 yılında ABD’nin New Mexico eyaletindeki Los Alamos bölgesinde gizlice bir grup ünlü bilim adamı toplandı. Robert J.Oppenheimer öncülüğünde 3 yıl çalıştıktan sonra ilk bombayı yapmayı başardılar. Aynı esnada Tennessee eyaletinin Oak Ridge kasabasında gizli bir üs daha kuruldu. Burada da patlayacak zengin malzemenin üretimi çalışmaları başladı.

6 Ağustos 1945 sabahı ilk atom bombası Enola Gay isimli bir bombardıman uçağı ile Hiroşima’ya atıldı. 3 gün sonra 9 Ağustos 1945’te de Nagazaki’ye atıldı.

-Füzyon Silahları:

Hidrojen bombası veya füzyon bombası, kontrolsüz termonükleer enerji sağlayabilen yıkıcı nükleer silahtır. Hidrojen bombasının yüksek boyutlardaki patlama gücü, hidrojen atomlarının birleşerek Helyum atom yapısına dönüştüğü termonükleer tepkimeden doğar. Bir diğer ifade ile Hidrojen bombasının patlaması bir çekirdek kaynaşması yada birleşmesidir (Füzyon). Oysaki atom bombası bir çekirdek bölünmesidir (Fisyon).

Füzyon (Hidrojen bombası) reaksiyonunu başlatmak için gerekli ateşleme küçük bir atom bombasını patlatmak suretiyle sağlanır. Küçük atom bombalarına ihtiyaç duyan hidrojen bombalarına temiz, büyük atom bombalarına ihtiyaç duyanlarına ise kirli bomba denir. (Nükleer bombanın temizi veya kirlisi mi olur? diye düşünebilirsiniz. Burada bahsedilen radyoaktif serpinti miktarıdır. Hidrojen bombası yapısı itibari ile çekirdek birleşmesi (füzyon) olduğundan radyoaktif serpinti çok azdır. Fakat patlatılabilmesi için atom bombasına ihtiyaç duyulduğundan, radyoaktif serpinti kaçınılmaz olacaktır.)

Savaş sonrası yapılmış bir “Little Boy” bombası modeli.

ABD, 1952’de atom bombasından çok daha etkili ve yıkıcı bir silah olan hidrojen bombasını geliştirdi. İlk hidrojen bombası 1954 yılında Büyük Okyanustaki Marshall Adalarına atılarak ABD tarafından denenmiştir. Atılan bomba Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombalarının yaklaşık 1000 katı gücündedir.

SSCB, 30 Ekim 1961 tarihinde Novaya Zemlya’da Tsar Bomba lakaplı 57 Megatonluk bir hidrojen bombası denemesinde bulunmuştur. Bu bomba Hiroşima’ya atılan atom bombasından 3.800 kat daha güçlüdür. Oluşturduğu alev topu 1000 km öteden gözlenebilmiştir.

-Nötron Bombası

Nötron bombası, teknik olarak gelişmiş bir taktik nükleer silahtır. Bu bomba gelişmiş radyasyon silahları kapsamında yer almaktadır. Nötron bombası 1958 yılında fizikçi Samuel Cohen tarafından bulundu. 1963 yılında Nevada’da bir yeraltı üssünde denemesi yapıldı.

Termonükleer silah testi

Nötron bombası füzyon ilkesiyle çalışmaktadır. Atomun parçalanmasıyla ortaya çıkan milyonlarca derecelik ısı kaynağı içinde atom çekirdeklerinin birleşmesi sonucu oluşan füzyon sırasında etkileşen döteryum ve trityum iyonlarından çevreye 14 Milyon Volt enerji yüklü nötron saçılır. Bu nötron ışınları binalara ve çevreye bir zarar vermemekle birlikte insan hayatı için kesin öldürücü tehlike içermektedir.

-Nükleer Silaha sahip Devletler

Aktif başlık Toplam Başlık İlk Test Yılı
ABD 1750 7000 1945
Rusya 1790 7300 1949
İngiltere 120 215 1952
Fransa 280 300 1960
Çin Bilinmiyor 260 1964

Nükleer Silaha Sahip Devletler

-Diğer Bilinen Nükleer Programlar

Aktif Başlık Toplam Başlık İlk Test Yılı
Hindistan Bilinmiyor 100-120 1974
Pakistan Bilinmiyor 110-130 1998
Kuzey Kore Bilinmiyor 10 2006

-Bildirilmemiş Nükleer Silahlara Sahip Devletler

Aktif Başlık Toplam Başlık İlk Test Yılı
İsrail Bilinmiyor 60-400 Bilinmiyor

-NATO Nükleer Silah Paylaşımı

Aktif Başlık Toplam Başlık İlk Test yılı
Almanya Bilinmiyor 20
Türkiye Bilinmiyor 60-70
İtalya Bilinmiyor 70-80
Belçika Bilinmiyor 10-20
Hollanda Bilinmiyor 22

Yukarıdaki tabloları dikkatle incelersek; Nükleer Silahı ilk ortaya çıkaran ve bu silahı insanlar üzerinde ilk kullanan ülkenin ABD olduğunu görürüz. İlk tabloya baktığımızda bu 5 ülkenin BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi olan ülkeler olduğunu da görürüz. BM de yazılmamış bir kural vardır: Gücün kadar haklısın. Bu tabloda göründüğü üzere ABD ve Rusya’nın elindeki toplam nükleer silah sayısı 15.000‘e yakındır bu da bütün dünyayı yok etmeye fazlasıyla yeter. Bu 5 ülkenin dışında kalan 2. tabloda ise Hindistan, Pakistan ve Kuzey Kore bulunuyor. Bu 3 ülkede nükleer silaha sahip güçlerden, fakat mevcut dünya düzeni gereği ilk devletler içerisinde yer almıyor. Bir önceki yazım olan Ortadoğu: Ülkeler Ve Sorunlar’ da İsrail’den bahsettim. Burada da gördüğümüz üzere İsrail’in Nükleer silaha sahip olduğunu biliyoruz, fakat aktif başlık sayısını ve deneme yılını bilemiyoruz. Bu da İsrail’i Nükleer silaha sahip devletler sınıfına koyuyor.

Atom bombası atılırsa ne olur?

Son tabloda ise NATO ya üye olan ülkelerde bulunan ABD’ye ait nükleer silahları görüyoruz. Bu tabloda Türkiye’nin de NATO üyesi bir ülke olduğunu düşünülürse büyük çoğunluğu Adana’da ki İncirlik Üssünde en az 60 tane nükleer silah olduğu anlaşılır. Aslında doğrudan olmasa da Türkiye’nin de dolaylı olarak Nükleer güce sahip bir ülke olduğunu görüyoruz.

-Plütonyum Anlaşması

2000 yılında Rusya ve ABD arasında imzalanan Plütonyum anlaşmasına göre her iki tarafta 34 ton zenginleştirilmiş Plütonyum‘u reaktörlerde yakarak yok edeceklerdir. Bu anlaşma Rusya tarafında 2016 yılında askıya alınmıştır. Gerekçe olarak; ABD’nin Rusya’ya yönelik dostane olmayan eylemleri, anlaşmadaki yükümlülüklerini yerine getirmemesi ve Rusya’nın güvenliğinin savunulması için acil önlemler alınması gereksinimi gerekçe gösterilmiştir.

Anlaşma kapsamında her iki taraf ta 17.000 atom bombası üretmeye yetecek en az 34 ton Plütonyum’u imha etme konusunda anlaşmıştı.

-Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması

Bu anlaşmanın amacı; Nükleer silahların ve silah teknolojisinin yayılmasını önlemek nükleer enerjinin barışçıl kullanımlarında iş birliğini arttırmak ve nükleer silahsızlanma hedefini ilerletmek olan uluslararası bir anlaşma 1968’de imzaya açıldı ve 1970’te yürürlüğe girdi. Antlaşma 11 Mayıs 1995’te süresiz olarak uzatıldı.

Bu antlaşmayı; Güney Sudan, Hindistan, İsrail ve Pakistan imzalamamıştır.

Kuzey Kore ise antlaşmadan çekilmiştir.

Türkiye ise 29.03.1979 yılında bu antlaşmayı imzalamıştır.

-Nükleer Silahların İnsan Vücudu Üzerindeki Etkileri

Yukarıda insanlığın ve tüm dünyadaki yaşam formunun en büyük tehditi olan 3 silah çeşidini (Atom, Hidrojen ve Nötron bombaları) ve çalışma prensibini inceledik. Şu anda yeryüzünde nükleer silahlardan daha tehlikeli başka bir silah çeşidi yok. Fakat asıl sorulması gereken sorular sorulmuyor. Bu silahlar neden ve hangi gerekçeyle üretildi? Ve neden insanlar (Japonya) üzerinde kullanıldı? Hangi amaca hizmet ediyor? Gerçekten ABD 2.Dünya savaşını kısa sürede bitirebilmek için mi Japonya’ya atom bombası attı? vb. birçok soru.

Fakat Hiroşima ve Nagasaki‘ye atılan atom bombalarının çeşidine bakarsak; Hiroşimaya atılan Uranyum temelli, Nagasaki’ye atılan ise Plütonyum temelli atom bombası olduğu görülür. Bu da bize ABD’nin bu silahların insanlar üzerindeki etkilerini öğrenme amacı güttüğünü gösteren önemli bir kanıttır. Sadece insan üzerinde değil atıldığı bölgedeki tüm canlı varlıkları yok etme gücüne sahiptir.

Hiroşima’da atom bombasının patlamasından meydana gelen mantar şeklindeki bulut

İşleme mekanizması ise; yoğun enerjili atom düzeyinde olduğu için atomun parçalanması sırasında açığa çıkan milyonlarca santigrat derecedeki sıcaklık ve basıncın yanında alfa, beta ve gama ışımalarının sonucu olarak yoğun radyasyon ortaya çıkmaktadır. Bu üç ışıma içerisinde özellikle gama ışıması çok tehlikelidir. Bu ışıma türü yoğun enerji içerdiğinden ve her türlü yüzey içerisinden geçebilmesinden dolayı (yoğun katmanlı kurşun bloklar hariç, nükleer enerji santrallerinin merkezinde bulunur) insan ve canlı hücrelerinin çekirdeğinde bulunan kromozomları (genleri) parçalayarak o canlı metabolizmanın direk veya dolaylı olarak ölmesine neden olur.

Fakat burada tehlikeli nokta; Nükleer serpintidir. Fotoğraflarda gördüğümüz anormal insanlar, 6 parmaklı eller vs vs. bu, nükleer serpintiden yani gama ışımasından dolayı olmaktadır. Gama ışıması ise bildiğimiz radyasyondur.

Kişisel fikrim, tüm insanlığın tehditi olan bu silahların üretiminin durdurulması ve hangi gerekçe ile olursa olsun üretiminin yapılmamasıdır. Zaten şu anki mevcut dünya düzenine baktığımızda tek bir ülkeye bile bir nükleer silah atılması, zincirleme reaksiyon başlatarak 3.Dünya Savaşı (Nükleer Savaşa) neden olacaktır.

Nagasaki. Bombadan önce ve sonra.

-Türkiye’nin Durumu

İlk olarak Türkiye Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşmasını imzalaması dolayısıyla nükleer silah üretemez. Bu antlaşmaya uymaz, üretime başlarsa bu sefer karşında BM güvenlik konseyi daimi ülkeleri olan ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa’yı bulacaktır. Bunun yaşanmış örnekleri vardır: İran ve Kuzey Kore, İran Uranyum zenginleştirmeye başladığı anda ABD ve AB tarafından ambargoya ve askeri müdahale tehditine maruz kalmıştır. O nedenle Türkiye’ye nefes aldırmazlar.

-Diyelim ki tüm riskleri göze alarak üretme kararı aldı. Fakat bu o kadar basit bir iş değil. Türkiye’nin bunun için teknik altyapısı yok. Nükleer silah üretimi yüksek teknoloji gerektiren bir daldır. Bu nedenle Türkiye’nin öncelikle altyapısını oluşturması gerekir.

-Türkiye, diyelim ki bir şekilde atom bombasını üretti. Peki bunu hedefe nasıl gönderecek? Bunun iki yolu var: ilki uçakla taşıyarak diğeri ise Balistik Füze kullanarak. Fakat sorun Türkiye’nin Kıtalar arası balistik füzesinin bulunmamasıdır. En az (5500 km menzile sahip olmalıdır.)

-Türkiye’nin hem nükleer silah hemde kıtalar arası balistik füze elde ettiğini varsaysak bile bu, Türkiye’nin dünyadaki tüm ülkeleri vuracak güce sahip olacağı anlamına gelmeyecektir. Çünkü, kısa, orta ve kıtalararası balistik füzeleri vurabilecek anti-balistik füze sistemleri mevcuttur. Bir ara NATO’nun Türkiye’ye konuşlandırdığı Patriot füzeleri veya ABD’nin Kuzey Kore’ye karşı Güney Kore’ye konuşlandırdığı THAAT (Bölge Yüksek İrtifa Hava Savunma Sistemi) vardır. Her ne kadar kıtalar arası balistik füzelere karşı çok bir etkileri olmasada belli ölçekte koruma sağlamaktadırlar.

-Bir diğer engel ise Türkiye’nin NATO üyesi olmasıdır. Zaten NATO Nükleer Silah Paylaşımı uyarıca Türkiye’de 60-70 adet arası nükleer silah bulunuyor. Doğrudan olmasada dolaylı olarak Türkiye’nin nükleer güce sahip olduğunu söyleyebiliriz.

Yukarıda saydığımız tüm bu nedenleri göz önünde bulundurduğumuzda nükleer silah programlarının çok zor ve karmaşık süreçler içerdiğini söyleyebiliriz. Bu nedenlerden dolayı şunu söyleyebilirim ki günümüz itibari ile Türkiye’nin nükleer silah üretmesi ve bu silahları taşıyacak füze sistemleri elde etmesi imkansız görünüyor. Gelecekte ne olur kesin olarak bilemeyiz ama gerçekçi bir öngörüde bulunursak, Türkiye şu an itibari ile nükleer programa başlasa bile 2050 yılından önce yukarıda sayılan tüm maddeleri yerine getirebilecek bir sistemi kurması zor görünüyor.

Mehmet Fehmi Karadağ

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR


https://tr.wikipedia.org/wiki/N%C3%BCkleer_silah

https://tr.wikipedia.org/wiki/Termon%C3%BCkleer_silah

https://tr.wikipedia.org/wiki/N%C3%B6tron_bombas%C4%B1

https://tr.wikipedia.org/wiki/N%C3%BCkleer_silaha_sahip_devletler_listesi

https://tr.wikipedia.org/wiki/N%C3%BCkleer_Silahlar%C4%B1n_Yay%C4%B1lmas%C4%B1n%C4%B1n_%C3%96nlenmesi_Antla%C5%9Fmas%C4%B1