Halep’teki Rus “Askeri Polis” Gücü İlk Kez Görüntülendi

0

Suriyeli muhaliflerin Halep’i tamamen kaybetmesinden sonra, Rus ordusunun şehre büyük bir ‘askeri polis’ taburu göndereceği belirtilmişti. Uzmanlara göre, Halep’teki gücünü arttıran Rus ordusu, bölgede kalıcı olmaya dair adımlar atarken, Moskova yönetiminin Halep’i İran ve İran’ın desklediği Şii milislere bırakmak istemediği yorumları yapılıyor.

Daha önce Rus ordu yetkilileri, Halep’e giden askeri polis güçlerinin çalışmalarına başladığı ve polis gücünün şehirde koruma faaliyeti üstleneceğini ifade etmişti.

İşte ilk kez görüntülenen Halep’teki Rus polis taburu

Türkiye’nin Gücü Tüketilmeye Çalışılıyor

Strateji üretebilme kabiliyetinin yetersizliği nedeniyle uygulanan politikalar her geçen gün Türkiye’nin gücünü tüketiyor. Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında model ülke olmak ve ABD’nin Ortadoğu’dan çekilmesi sonucu oluşacak güç boşluğunu doldurmak maksadıyla, Müslüman Kardeşler ve Hamas ile işbirliğini geliştiren Türkiye, yumuşak ve sert gücüyle Ortadoğu bölgesinde birincil güç haline geldiğini ileri sürdü. Yakaladığı gelişme trendi sayesinde elde ettiği özgüvenle küresel ve bölgesel güçlere meydan okumalarda bulundu. Stratejik Derinlik kitabındaki öngörüler ve hedefler doğrultusunda bölgeyi şekillendirmek için kendi projelerini geliştirdi ve uygulamaya koydu. Türkiye’nin bu girişimleri diğer bölgesel güçleri ve bölgede çıkarları olan küresel güçleri rahatsız etti. ABD, AB, Rusya, İran, Mısır ile ilişkiler bozuldu. Irak ve Suriye ile gerilim arttı. Türkiye hedef ülke haline geldi.

Özgürlük, demokrasi, serbest piyasa ekonomisi, AB’ye katılım müzakereleri, İslam ülkeleri ve Türk Cumhuriyetleri ile ilişkiler sayesinde kazanılan yumuşak güç; Gezi Olayları, 6-8 Ekim Kobani kalkışması, iç politikada derinleşen kutuplaşma, çözüm sürecinin çökmesi, ABD ve AB ile yaşanan sorunlar nedeniyle Batıdan uzaklaşma Türkiye’nin yumuşak gücünü tüketmeye başladı.   

Balyoz-Ergenekon davaları ve 15 Temmuz Darbe Girişimi Türkiye’nin sert gücüne büyük zararlar verdi. Silahlı Kuvvetlerin komuta kademelerinde ve uzman personel ihtiyacında önemli hassasiyetler oluşturdu. Artan ve kontrolden çıkan terör eylemleri Türk güvenlik güçlerinin teröre angaje olmasına neden oldu.

15 Temmuz Gecesi

Bu olumsuz süreçte PKK terör örgütü Irak’ta Sincar bölgesine yerleşti. Haseke Kobani ve Afrin’de kanton yönetimleri oluşturdu. Haseke ve Kobani arasındaki bölgeyi de ele geçirerek iki kantonu birleştirdi. Cerablus ile Mare arasındaki bölgeyi de ele geçirerek Afrin kantonuyla da birleşmeyi hedefledi. Bu sayede Irak’ta Sincar bölgesi dahil Suriye’nin kuzeyinde bir PKK devleti oluşturulacaktı. Cerablus’a yönelik girişimlere Türkiye büyük tepki gösterince ve fiili müdahalede bulununca güneyde Mümbiç ele geçirildi. PKK’nın bütün bu girişimleri ABD tarafından bölgesel güvenlik ortamı şekillendirilerek, eğitim ve lojistik destek sağlanarak, özel harekât timleri ve hava kuvvetleriyle desteklendi.

Esad yönetimi Rusya, İran ve Hizbullah ile işbirliği yaparak Halep’e saldırdı ve muhalif güçlerin Halep’i terk etmesini sağladı. IŞİD’ten sonra El Nusra ve bağlantılı örgütler de terör örgütleri olarak onandı. Terörle mücadele edilecek örgütler kapsamına dahil edildi.

Bu gelişmelere paralel olarak Türkiye kendisine yönelik en tehlikeli girişim olan Suriye’nin kuzeyindeki kantonların birleştirilmesini önlemek ve bu bölgede güvenli bölge oluşturmak maksadıyla Fırat Kalkanı Harekâtını başlattı. Cerablus Türk Silahlı Kuvvetlerinin başarılı bir operasyonu ile IŞİD’ten temizlendi. Operasyon kısa sürede Mare bölgesine ulaştı. Harekât El Bab’a yönelince iki önemli gelişme yaşandı. ABD, Rakka’ya yönelik harekâtı erteledi. IŞİD’e karşı hemen hemen hiçbir hava harekâtı yapmadı. Adeta El Bab’ın Rakka bölgesinde bulunan IŞİD güçleriyle takviye edilmesi için uygun ortam sağlandı.

Fırat Kalkanı kapsamında alınan yerler

Aynı anda Esad bütün gücüyle Rusya, İran ve Hizbullah’ın desteğiyle Halep’e saldırdı. Muhaliflerin bu bölgedeki IŞİD güçlerine yönelik baskısı ortadan kalktı. IŞİD’in El Bab’ı takviye etmesi ve direnişini güçlendirmesi için adeta güvenlik ortamı özellikle şekillendirildi.

ABD ve bölgedeki diğer güçler neden IŞİD’e karşı operasyonları birden bire durdurdu ve Türkiye’deki terör eylemleri hızla arttı? Açıklanan gelişmeler çerçevesinde bu soruya verilebilecek en doğru cevap: “Türkiye’nin yumuşak gücünden sonra sert gücünün de hedef alındığı ve tüketilmeye çalışıldığıdır.”

Siyaset tarafından uluslararası ilişkiler ortamı ve harekât ortamı uygun olarak şekillendirilmeden; güç, çıkar ve politika etkileşiminde erişilemeyecek hayalci hedefler doğrultusunda Türkiye sert gücünü fütursuzca kullanmaya devam ederse daha da yıpranacaktır. Yumuşak gücünden sonra sert gücünü de tüketme durumuyla karşı karşıya gelebilecektir. Bu da Türkiye’yi hedef alan ülkelerin düşmanca girişimlerinin daha da artmasına neden olabilir.

Gücün muhafazası ve caydırıcı olması önemlidir. Eğer güç İttihat Terakki dönemindeki gibi fütursuzca kullanılır, Birinci Dünya Savaşı’ndaki gibi tüketilirse Sevr Anlaşması gibi durumlarla karşı karşıya kalınabilir.

Kaynak: Prof. Dr. Atilla SANDIKLI, BİLGESAM.

Suriye Ateşkesinde ‘Yeni Asya’ Faktörü

Tarihsel süreç içerisinde Ortadoğu coğrafyasında önemli bir konuma sahip Suriye’de 2011’den bu yana cereyan eden olaylar bölgenin istikrarı açısından ne derece ehemmiyete haiz olduğunu bizlere göstermiştir. Hakikaten de güvenliği olan bir ülkede refah ve huzuru sağlamak zor olmaz. Lakin Suriye’de ortaya çıkan çatışmaları fırsat bilen ve ayrılıkçı hareket içerisinde olan bazı grupların batının da desteğini alarak bir koridor kurma girişimi komşu ülke konumundaki Türkiye Cumhuriyeti tarafından kabul edilemez bulunmuştur. Türkiye Cumhuriyeti, Suriye krizinden bu yana, Suriye’nin toprak bütünlüğünün korunması konusundaki net tavrını defalarca ortaya koyan bir duruş sergilemiştir. Bahusus daha evvelden ‘Arap Baharı’ adı altında yaşanan Ortadoğu gelişmeleri kah siyasi kah enerji  faktörü bağlamında ilişkilendirmek yanlış olmayacaktır. Pek tabi ki Suriye’yi bu ayaklanmanın dışında tutan faktör masum sivil halkın maruz kaldığı etnik katliamların yaşanması olarak değerlendirilmek gerekmektedir. Suriye krizini fırsat sayan terörist ve buna bağlantılı gruplar  yaşanan iç karışıklıktan istifade etme niyeti sergilemişlerdir. Bu grupların art niyetli çaba ve istenci, Türkiye’nin Fırat Kalkanı Operasyonu ile son bulmuştur.

Fırat Kalkanı kapsamında alınan yerler

Bugünde devam eden bu operasyonun bölge güvenliği açısından ne derece önem arz ettiğini belirtmek gerekmektedir. Bu operasyon ile Türkiye Cumhuriyeti bölgede aktif bir koruyucu aktör olarak yer almış ve bölgenin şekillenmesinde söz sahibi olmuştur. Zira, geçtiğimiz ekim ayı içerisinde Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bir konuşmasında ‘masada da olacağız arazide de olacağız’ şeklindeki sözleri Türkiye’nin kararlığını göstermiş ve bunun neticesinde Suriye’de bir daha tekrarlanmayacak acıların son bulmasını sağlayacak ateşkes antlaşması sağlanmasında katalizör rol üstlenmiştir.

Türkiye ve Rusya’nın garantörlüğünde Suriye’de gerçekleştirilen ‘ateşkes antlaşması’ başta Birleşmiş Milletlerin ardından ABD’nin olumlu karşılamaları uluslararası camiada kendine pozitif bir bakış açısı bulmuştur. Söz konusu bu antlaşma metni BM’nin 2254 numaralı karar taslağına dayandırılmış ve antlaşma için uluslararası hukuk zemini sağlanmıştır.

 

Dünya’nın en büyük organizasyonu konumundaki BM gibi bir yapılanmayı devreye koymak, garantör devletlerin son derece akılcı ve stratejik bir adımı olarak yorumlayabiliriz. Böylesine başarılı bir ateşkese BM’nin 5 daimi üyesini de müdahil etmek ve sonrasından oluşabilecek herhangi olumsuz bir durumda karşı tarafın söz hakkını önceden kesilmiş olduğunu göstermesi açısından önem arz etmektedir.

Ateşkes antlaşmasının en dikkat çekici detayı ise ismini bir Asya ve Türk şehri olan Astana’dan almış olmasıdır. Batılı devletlerin bugüne kadar Suriye müzakereleri için her defasında Cenevre’de düzenlemiş olduğu toplantılar başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bundan dolayı dünyanın yeni bir lider bölgeye ihtiyacı aşikar hale gelmiştir. Umuyoruz ki Türk tarihine beşiklik etmiş bu coğrafya ihtiyacı karşılayacaktır.

Bir başka detay ise Türkiye’nin ve Rusya’nın iddia ettiği ABD’nin bölgede terör örgütleriyle işbirliği içerisinde olduğudur. Birkaç gün önce Wikileaks’ın basına sızdırdığı ABD dışişleri bakanı John Kerry’nin ‘Obama Daeş’in büyümesine göz yumdu’ açıklamaları Türkiye’nin ne kadar haklı olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır.

Öte yandan ABD’nin Irak’ta yaptığı ‘oldu-bitti’ kavramını bir benzerini de Suriye’de yapmak istemesi sonucunda Türkiye’nin engeliyle karşılaşmıştır. Türkiye’nin bu davranış ve tutumu gelişmekte olan ülkelere emsal ve liderlik teşkil edeceğini öngörüyoruz.

İfade etmek gerekirse, Türkiye-Rusya yakınlaşması, Suriye ateşkes garantörlüğü, Moskova deklarasyonu bölgesel liderlik açısından İran’ı içten içe rahatsız etmektedir. Halep’i İran Şii milislerine bırakmamak için bölgeye polis güçlerini yollayan Rusya; İran’ın ‘başına buyruk’ hareketlerinden sıkıldığı ve müttefiki İran’a güvenmediğini açıkça gözlemlemekteyiz. Bu bağlamda Rusya bölgede İran’ı saf dışı bırakması Türkiye ve İran’ı karşı karşıya getirme ihtimalini doğurur.

Açıkçası gelişen bu olayların analizi sonucunda dünya ekseninin batıdan doğuya kaydığını net bir şekilde görebiliyoruz. Suriye meselesi, Türkiye-Rusya garantörlüğünde olan bu antlaşma, ardından Astana zirvesi    ‘Yeni Asya’ terimini doğurmuştur. Türkiye bu eksen kaymasının liderliğini yapmış tek büyük devlettir. Astana şehri hem Türk hem de Orta Asya figürü olması bakımından Türklerin yeniden tarih sahnesinde var olduğu mesajını vermektedir.

Türkiye’nin eğittiği Ninova Muhafızları neden Haşdi Şabi’ye katıldı?

Türkiye’nin eğittiği Sünni milis gücü Haşdi Vatani’nin adı Ninova Muhafızları oldu. Musul’da Başika’daki Türk askeri üssünde eğitimin verildiği Ninova Muhafızları Komutanı Esil Nuceyfi​(Eski Musul Valisi), Haşdi Şabi’ye katıldıklarını açıklamıştı. Güncel açıklamalarda bulunan Nuceyfi, Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nin (IKBY) Erbil kentindeki ofisinde, Ninova Muhafızlarının kurulmasının 2’nci yıl dönümü dolayısıyla bir basın toplantısı düzenledi.​​

Türk askerlerince eğitilen güçlerinin Musul’u DEAŞ’tan kurtarma operasyonunda önemli bir rol oynadığını ve güçlerin kurtarılan bölgelerin güvenliğini sağlandığını bildirdi.

Ninova Muhafızlarının Musul’u DEAŞ’tan kurtarma operasyonunda arka planda kalmadığını belirten Nuceyfi, “Türk askerleri tarafından eğitilen güçlerimiz, kurtarma operasyonunda önemli bir rol oynuyor. Güçlerimiz, operasyon kapsamında kentin doğu ve kuzey bölgelerinde Iraklı güvenlik güçleriyle ortak hareket ediyor.” dedi.

“Musul’un doğusu kontrolümüzde” 
Güçlerini eğitmesi ve askeri kamplarını kurmasından dolayı Türk askerlerine teşekkür eden Nuceyfi, “Yüzlerce askerimize gerekli eğitimleri verip, kamplarımızı kurdular.” diye konuştu.

Musul’un DEAŞ’tan kurtarılmasından sonra kent güvenliğinden Ninova Muhafızlarının sorumlu olacağının altını çizen Nuceyfi, “Şu anda Irak ordusunun 16’ncı Tugayı ile birlikte geri alınan bölgelerin güvenliğini temin ediyoruz. Kentin doğu bölgeleri ile çevresinin kontrolü elimizde.” ifadelerini kullandı.

Musul’un doğusu tamamen Irak güçlerinin kontrolüne geçti. | 18 Ocak 2017

Ninova Muhafızları neden Haşdi Şabi’ye katıldı?: ‘Haşdi Şabi yasal statü kazandı, Bağdat maaşlarımızı veriyor’
Nuceyfi, Irak merkezi hükümeti başta olmak üzere hiçbir taraf ile ilişkilerinin kötü olmadığını, aksine iyiye doğru gittiğini vurgulayarak, şunları söyledi:

Haşdi Şabi’nin Yüksek Heyeti ve Bağdat ile ilişkilerimiz iyi bir seviyede. Irak Kürdistan Bölgesi‘yle de oldukça iyi bir koordinasyon içerisindeyiz. Aynı zamdan ABD öncülüğündeki uluslararası koalisyon ile de dayanışmamız söz konusudur. Amacımız kimse ile çatışmaya girmeden Musul’un en kısa zamanda DEAŞ’tan kurtarılmasıdır. Tek derdimiz budur.”

Ninova Muhafızlarının Haşdi Şabi çatısı altına girdiğine de değinen Nuceyfi, “Haşdi Şabi yasal bir statü kazandı. Irak meclisi tüm silahlı grupların bu çatı altında girmesine karar verdi. Biz de bu karar kapsamındayız. Şu anda (Ninova Muhafızlarına) maaş ödenmeye başlandı.” diye konuştu.

Hinduizm ve Maoizmin Kapışması

Hinduizmin kalesi olan Hindistan ve yine hinduizmin oransal olarak en yoğun olduğu ülke olan Nepal de Maoizm oldukça güçlü. Nepal de iç savaş (1996-2006) henüz yeni bitti ve Maoistler krallığı devirmeyi başardılar. Ayrıca geçen yıl ülkenin resmi dini için Hinduizm olarak değil sekülerlik olarak tanımlandı. Hatta belli bir kesim Nepalli muhafazakarlar sokaklara çıkıp bu ilanı protesto ettiler.

Hinduizmin sembolü

Nepal de ki devrim süreci bitse de Hindistan’da Maoist isyan devam ediyor. 1967 yılında başlayan Naksalit isyanı halen sürüyor. Bitecek gibi de durmuyor çünkü 2009 yılında Nepal’de ki devrimden dolayı daha da saldırganlaşan milliyetçi Hint hükumeti, yeşil av operasyonu dedikleri bir taarruzu başlattılar ama halen isyan bastırılamadı.

Naksalit isyanın halen büyümekte olduğunu Hindistan bile kabul ediyor ve içişleri bakanlığınca açıklanan verilere göre 2005-2015 yılları arasında 489 yeni kamp kuruldu ve bu kamplarda 40.000 kadar yeni gerilla eğitildi. Üstelik bu 10 yıllık dönemin 6 yılı yeşil av operasyonunun olduğu dönemi içine alıyor. Yani Hindistan Ordusu ve onlarla birlikte hareket eden aşırı sağcı paramiliter kontrgerilla gruplarının, Maocu komünistlere karşı nasıl çaresiz olduğu ortada.

Hindistan’ın Bengal Körfezi kıyıları boyunca, yani doğusu, güneydoğusu ve güneyinde Hindistan Komünist Partisi liderliğinde ki Maocu gerillalar o kadar etkinler ki bu bölgeleri içine alan coğrafyaya kızıl koridor deniyor. Çünkü buralarda devletten ziyade gerillalar kontrol sahibi. Nepal Komünist Partisi de bölge de ki gerillaların en büyük destekçisi.

Mao Zedong

Hindistan dünya da 40 örgütün mücadele verdiği bir ülke ve bu konuda Hindistan dünyada dördüncü sırada.

Birinci de tabi ki Suriye (96), ikinci sırada ise Irak (48) var, üçüncü sırada İsrail (44) ve beşinci sırada da Myammar (39) bulunuyor. Hindistan’da ki 40 örgütün çoğu Maoist gerilla örgütleri yada ülkede ki İslamcı örgütler.

Büyük mücadeleler verilmesine rağmen halen yaygın olan kölelik ve kast sistemi Güney Asya da çok yaygın ve Hindu inancı binlerce yıldır olduğu gibi halen bugünde bu sistemin varlık sigortası. Karl Marx’ın “Din toplumun afyonudur.” sözüne Nepal ve Hindistan çok iyi örnek oluyorlar. Bu ülkelerde kast sistemi yüzünden var olan eşitsizlik, insanları sosyalist ekonomi modeline ve komünist toplum düzenine daha kolay ikna ediyor. Özellikle de Hindistan’da yoğun dış yatırım ve yüksek ekonomik büyümeden %1’lik bir kesimin daha çok istifade edip özgürler arasında da zengin-fakir uçurumunun derinleşmesi Hindistan Komünist Partisi ve 12 müttefikinin en önemli dayanak noktası haline gelmiş durumda. Üstelik Hint nüfusunun son yıllarda yoğun bir sanayileşme içinde olmasına rağmen halen nüfusun %60’ının kırsal kesimde yaşıyor olması gerillaların en büyük avantajı.

Hindistan Komünist Partisi (HKP) demişken mecliste yer alanla karıştırmayın Maoist isyanda yer alan HKP, hükumet tarafından yasa dışı ilan ediliyor. Hitap ederken birinin sürekli Maoist olduğu vurgulanıyor. Yani mecliste ki HKP, isyandaki ise HKP (Maoist).

Hindistan da ki isyan 50 yıldır sürüyor ama bu demek değildir ki bu işin sonucu Kolombiya da ki FARC ve ELN gibi olacak. Her ne kadar çok uzun sürse de Nepal de yaşananların Hindistan’da da olabilme ihtimali var. Nede olsa Kolombiya’nın sosyolojisi Hindistan ve Nepal gibi değil. Ayrıca sürenin uzunluğu başarısızlıkla sonlanacağı anlamına gelmez. Nede olsa Çin’de ki Mao önderliğinde ki devrimde(1922-1949) 27 yıl sürmüştü.

Nepal iç savaşında da krallık, Hindu muhafakarlığın önemli bir koruyucusuydu. Kralın mutlak gücü yüzünden 1996’da başlayan isyan aniden ülke geneline yayılmıştı. 2006 yılında ise krallık, Hindistan ve ABD’nin uzun trenlerle vagon vagon Krallığa taşıdığı silahlara rağmen yıkıldı ve iktidara Maoistler geldi. Nepal de ki bu devrim şimdiye kadar ki komünist devrimlerin sonuncusu ama aynı süreçten Hindistan’ın da geçip geçmeyeceği hiç belli olmaz.

Zaten Çarlık Rusya’sın da ki Bolşevik Parti de uzun yıllar mücadele vermiş ve en sonunda Birinci Dünya Savaşının ortaya çıkardığı idari boşluk sayesinde iktidara gelmişti ve başardıktan sonra ülkece dünya komünist hareketlerin büyük ölçüde lideri olmuşlardı.

Hindistan’da ki Naksalit isyanının Müslümanları yakından ilgilendiren bir yönü de var. HKP(Maoist), Keşmir halkının davasının haklı olduğunu söylüyor ve iktidara gelmeleri halinde onların iradelerine saygı göstereceklerini belirtiyorlar. Yani tıpkı Bolşeviklerin Rusya’da iktidara gelmelerinden sonra bazı batı halklarına bağımsızlık vermesi veya Osmanlı’ya Birinci Dünya Savaşı sırasında işgal ettiği Erzincan’a kadar olan bölgeyi iade etmesi gibi, Keşmir’in de HKP’nin iktidarında mevcut durumunun değişeceğini düşünebiliriz. Zaten bu sebepten ötürü HKP, Hintli Müslümanlardan da hatırı sayılır bir destek görmekte. Tabi ki bazıları, bu vaatlerin Pakistan’dan ve Hintli Müslümanlardan destek görmek için söylenen kandırmacalar olduğunu da iddia ediyor ama Sovyet-Osmanlı ilişkileri ortada.

Hindistan’ın toprak, kaynak, nüfus ve birikim yönlerinden zenginliklerini düşününce böylesine bir devletin komünizme ani bir geçişi soğuk savaşı yeniden başlatabilecek kadar etkili olur. Nepal ile hem demografik, hem ideolojik, hem coğrafi, hem de sosyolojik benzerliklerini düşünürsek Hindistan da ki Naksalit isyanını ve kontrol ettikleri kızıl koridoru pek hafife almamak gerek.

Muhammed Ali Çalışkan

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Vietnam Savaşı: Büyük Hezimet

Hepimiz az yada çok Vietnam savaşını duymuşuzdur. ABD’nin büyük bir hezimete uğrayarak yenildiği bir savaş olarak bahsedilir. Televizyondan ve internetten gördüğümüz resimler ve videolar bize bu savaşın ne kadar kanlı ve korkunç bir savaş olduğunu göstermiştir. Peki hiç düşündünüz mü Vietnamlıların günümüzde de süper güç olmayı sürdüren ABD yi ülkelerinden tamamen atabilmek için ne tür bedeller ödediğini?

Vietnam Savaşı, dünya savaş tarihine öyle büyük bir iz bırakmıştır ki günümüz Ortadoğu bataklığını bile anlamak istiyorsak Vietnam Savaşına da bakmamız gerekecektir. Peki nasıl oluyor da 42 yıl önce bitmiş bir savaşın etkileri günümüze kadar uzanabiliyor? Elbette ki bu doğrudan bir etki şeklinde değil dolaylı olmuştur. İşte bu yazımda Vietnam savaşının kısa bir özetini yapıp sonuçları üzerinde duracağız.

Öncelikle konuya girmeden şunu belirtmeliyim ki, tarihi olayları değerlendirirken yaptığımız en büyük hatalardan biri olayların tamamının zamanın akışı içerisinde neden-sonuç ilişkisine bağlı olarak geliştiğini unutup veya göz ardı edip olayları günümüz şartlarına göre değerlendirmemizdir. Bu, tarih biliminin ilkesine aykırıdır. Eğer tarihi olayları tarafsız bir şekilde ve o günün şartlarına uygun olarak değerlendirmezsek neden-sonuç ilişkilerinin birbiriyle olan bağlantısı kopacaktır. Bunun sonucunda da yaşadığımız şuan ki zamanı ve olayları açıklayamaz hale geliriz ki bu da istenmeyen bir durumdur.

Savaşın sonuçları üzerinde duracağız. Fakat yine de savaşın şiddetini anlamak için komünist Vietnam ın, bildiğimiz Vietnam gerillalarının lideri Ho Şi Minh‘e kulak verelim:

“Tüfeği olanlar tüfekleri, kılıçları olanlar kılıçları, kılıçları olmayanlar küçük çapa ya da sopalarıyla savaştı. Her mezra ve cadde birer kale, her insan bir savaşçı, her parti hücresi bir kurmay heyeti gibiydi. Zafer, çok büyük bedellerle 13 milyon şehit, yüzbinlerce yaralı ve sakatla kazanıldı.” Bu bize savaşı ilk ağızdan gayet iyi özetliyor.

VİETNAM

Resmi adı Vietnam Sosyalist Cumhuriyeti’dir. Konum olarak Güneydoğu Asya’da ve Çin-Hindi Yarımadasının doğusunda bulunur.

Vietnam savaşı 1945’te başlamış ve 1975’te sona ermiştir. Aralıksız 30 yıl süren bu savaşta ABD son 10 yıla doğrudan dahil olmuştur. İlk 20 yıl Fransa ve birazda Japonların dahil olduğu kısımdır. Biz ABD’nin dahil olduğu yıllara bakacağız.

Bildiğiniz gibi İkinci Dünya Savaşı’nın 1945’te sona ermesiyle beraber dünyada bir Sovyet yayılmacılığı baş gösterdi. Bunu durdurmak isteyen ABD, ilk olarak 1949’da NATO‘yu, 1954’te Balkan ittifakını ve en sonunda SSCB’yi çevreleme politikasının Uzak Doğu ayağı olan SEATO(Güneydoğu Asya Antlaşması Teşkilatı)‘yu kurdu. Bu şekilde SSCB her alandan çevrelenmiş oluyordu. Ancak 1954’te komünist lider Ho Şi Minh liderliğindeki komünist güçler 1954 yılında Vietnam da Fransızları bozguna uğrattılar. Yapılan anlaşmalarla Vietnam, komünist Kuzey ve ABD yanlısı Güney olmak üzere ikiye bölündü. Kalıcı bir çözüm ve anlaşma sağlanamadığı için beş yıl içinde komünistler Güneye karşı gerilla savaşı başlattılar. Bu şekilde ABD, Vietnam savaşına dahil olmuş oldu.

Savaş Başlıyor…

Öncelikle savaşın büyüklüğünü anlayabilmemiz için savaşa dahil olan devletlerin güçlerine bakalım:

ABD ve Güney Vietnam‘ın başını çektiği batılı devletler; 1 milyon 830 bin,

SSCB ve Çin’in başını çektiği Doğu Bloku Ülkeleri (Ağırlıklı Kuzey Vietnam); 461 bin

Mart 1965’te ABD kara kuvvetlerine bağlı birlikler Güneye ayak bastılar. 1968 yılında Güney Vietnam’daki ABD askerlerinin sayısı 536 bine ulaştı.

Burada dikkat çeken nokta bu savaşın büyük bir vahşet içerisinde geçmiş olmasıdır. Öyle ki ABD ağır bombardıman uçakları B-52’ler 1972 yılında altı ay boyunca Kuzey Vietnam’a 400.000 ton kadar bomba yağdırmışlardır. Ayrıca Kuzeyli komünistler ile ABD askelerinin birbirlerinden esir aldıkları askerlere uyguladıkları akla hayale gelmeyecek işkenceler de cabası.

Operasyon Linebacker II, Aralık 1972

Elbette bu savaşın dünyada özellikle ABD halkı üzerinde derin bir etkisi olmuştur. Televizyonunda evlere girmesiyle, savaş görüntüleri ABD halkı üzerinde derin etkiler bırakmış ve savaşa karşı kitlesel gösteriler başlamıştır. ABD’nin savaştan dolayı bütçe açığı vermesiyle beraber ve daha birçok nedenin birikmesinden kaynaklı olarak 27 Ocak 1973’te Paris’te bir ateşkes antlaşması imzalanmıştır. Bu şekilde ABD yenilgiyi kabul ederek Vietnam’dan çekilmiş oldu. Fakat sonraki 2 yılda Güney Vietnam ile savaş, Halk ordusunun 30 Nisan 1975’te Saygon’u ele geçirmesiyle sona erdi.

 Savaşın Sonuçları

Öncelikle tarafların kayıplarını verelim:

ABD ve Batılı ülkeler;

-Güney Vietnam: 300 bin ölü, 1 milyon 700 bin yaralı

-ABD: 60 bin ölü, 300 bin yaralı, 1.500 kayıp

-Güney Kore: 5 bin ölü, 3 bin yaralı

Laos Krallığı: 30 bin ölü.

 

SSCB ve Doğu Bloku ülkeleri;

Kuzey Vietnam: 1 milyon 176 bin ölü/kayıp, 600 bin yaralı,

Çin halk Cumhuriyeti: 1.446 ölü, 4.200 yaralı

SSCB: 16 ölü.

 

Bütün bunların haricinde;

Vietnamlı sivil ölü sayısı ( her iki taraftan): 2 milyon.

Kamboçyalı sivil ölü sayısı: 1 milyon,

Laoslu sivil ölü sayısı: 50 bin.

ABD’nin 50.000 in üzerinde askeri öldü ve binlercesi yaralandı veya kayboldu. Vietnam’ın kaybı ise korkunç seviyelerde olmuştur. Vietnam topraklarının 3’te 1’i yoğun bombardımanlar yüzünden kullanılamaz hale geldi. Ancak bütün bu sonuçlara rağmen Vietnam, savaştan galip ayrıldı. Fakat bu savaşın en ilginç sonuçlarından biri savaş bitip, ABD askerleri evlerine döndükten sonra da savaşın travmasından kurtulamayan 50.000 den fazla ABD askerinin daha yaşamlarına düşman kurşunuyla değil de kendi elleriyle son vermesi olmuştur. Aslında bu savaşın sonuçlarının belkide en önemli sonuçlarından biridir.

Genel anlamda dünyadaki savaşların insan psikolojisi üzerindeki etkilerine hiç değinilmiyor. Onun yerine kaç asker öldü kaç asker yaralandı şeklinde bir değerlendirme yapılıyor. Sanki savaşan insan değil de robotmuş gibi.

Şunu özellikle belirtmek isterim ki, Bir önceki yazım olan “Suriye İç Savaşında Kazanan ve Kaybeden Ülkeler” de ABD’nin Suriye de doğrudan yenilgiye uğramadığını detaylıca anlattım. Bir çok arkadaşımızın aklında ABD, Suriye de doğrudan yenilgiye uğradı gibi bir düşünce var. Yazdığım iki yazıyı da dikkatli okuyup bir karşılaştırma yaparsanız sonucun düşündüğünüz gibi olmadığını hemen fark edersiniz.

ABD nin Vietnam’dan çıkardığı dersler:

Dünya tarihindeki bütün savaşlar az veya çok insanlığın geleceği üzerinde belirleyici olmuştur. Buna en büyük örneklerden biri Vietnam savaşıdır.

ABD bu savaştan yenilmiş olarak ayrıldı. Ve prestiji sarsıldı. O kadar ki bunun etkilerini Hollywood filmlerinde de görebiliyoruz. Hepimizin az çok bildiği Rambo filmi buna bir örnektir. ABD bu savaşın etkisinden 1991 Körfez Savaşı’yla kurtulabilmiştir.

ABD’nin bu yenilgiden çıkardığı en önemli iki ders ise;

-Ucu açık savaşlara girilmeyecek (süresi belli olmayan),

-Savaşlara gerekmedikçe doğrudan ABD askeri gönderilmeyecek.

Peki ABD’nin bu kararlarının günümüzle bağlantısı nedir?

Bildiğiniz gibi Suriye de bir savaş yaşanıyor ve ağzımızdan düşmeyen IŞİD, El Nusra, PYD gibi terör gruplarının Neden ve hangi amaç için kurulduğu sorusuna şöyle cevap verebiliriz: ABD işgal etmek istediği ülkeleri doğrudan kendi ordusuyla değil de bu saydığım terör örgütlerini kullanarak istila etmeye çalışıyor ve bunada “Arap Baharı” adını veriyor. Aslında bunun adı “ABD Baharı” dır.

Mehmet Fehmi Karadağ

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

 

Amerikasız Ortadoğu

Trump’ın Obama’nın yerini almasıyla Ortadoğu’daki Amerikan nüfuzu daha da azalacak. Bunun sebebi ise Amerika’nın, geleneksel müttefiklerinden kopmasından sonra Trump idaresinde bu sefer yeni dostlarından da kesinlikle bir kopuş yaşayacak olması.

Sekiz yıllık görev süresi boyunca Başkan Barack Obama, Ortadoğu politikasını bir ‘geri çekilme’ olarak tanımladı. Fakat bu ifade, yaşanan durumun yanlış şekilde nitelendirilmesi anlamına geliyor. Gerçekte yaşanan, Obama’nın, önceki Amerikan başkanlarına göre Ortadoğu siyasetine daha fazla karışmış olduğudur, fakat bu durum selefleriyle karşılaştırıldığında sadece farklı bir istikamette cereyan etti.

Obama, son yaptığı ulusa sesleniş konuşmasında “İslâm’ın farklı mezhepleri arasındaki binlerce yıllık çatışmalara müdahaleden Amerika’nın hiçbir çıkarı olmadığını” söylediğinde bu ifadesi aslında bir hakikati saklama amacı taşıyordu: Obama, başkanlığı boyunca parmağını teraziden hiç çekmedi ve Amerika’nın daha geleneksel müttefiklerini harcamak pahasına genelde İran’ın kefesinin ağır çekmesini sağladı.

İranlılar 2009 senesinde seçim sonuçlarını protesto etmek için, sonradan “Yeşil Devrim” adını alan bir hareket halinde sokaklara akın ettiğinde, Obama sadece öylece durarak İran demokrasisine destek vermemekle yetinmedi, belki de, Amerika’nın müstakbel bölgesel ortakları olarak gördüğü İranlı liderlerin teveccühünü kazanma ümidiyle Tahran’a gizlice Amerika’nın tarafsızlığına dair mesajlar gönderdi. ABD’nin Ortadoğu’daki nüfuzu daha da azalacak.

Aynı şekilde Suriyeliler de 40 yıllık Esed otokrasisinin artık sona ermesini talep etmek için sokaklara çıktığında, Obama, Suriyelilerin değişim talebine yönelik gönülsüz desteğini ifade etme işini ağırdan aldı. Ancak, Obama desteğini ifade ettiğinde dahi, Esed’in gitmesi gerektiğini bir türlü söyleyemedi. Bunun yerine ABD başkanının tek yapabildiği, Esed’in “reformların önünde engel olmamasını” istemek oldu.

Ama işe bakın ki Obama, konu Amerika’nın müttefiklerine gelince ülkesini göstericilerle kader ortağı kılmakta pek hızlı davrandı. Beyaz Saray, Kahire sokaklarındaki gösterilere rağmen iktidarı bırakmayı reddeden Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’e “hemen bugün ve bugünle de dünü kastediyoruz” diyerek istifa etmesi çağrısında bulundu. Obama Amerika’nın Lübnan ve Irak’taki Sünni müttefiklerini de otobüsün altına atmakta tereddüt etmedi.

[ABD’nin dış politikasındaki] aynı Obama ‘motifleri’ Türkiye konusunda da tespit edilebilir: Washington, Irak ve Suriye‘de aralarında Ankara’nın düşman olarak tanımladıklarının bulunduğu grupları dost edindi.

Donald Trump’ın Obama’nın yerini almasıyla Ortadoğu’daki Amerikan nüfuzu daha da azalacaktır. Bunun sebebi ise Obama idaresindeki Amerika’nın geleneksel müttefiklerinden kopmasından sonra Trump idaresinde bu sefer yeni dostlarından da kesinlikle bir kopuş yaşayacak olmasıdır. Ortadoğu’daki Amerikan varlığı ise eski müttefikleri ve yeni dostları olmaksızın, Washington’ın emperyal liderliği Londra’dan devralmış olduğu 1956 yılından önceki seviyelere gerileyecektir.

Rusya-İran ittifakı nereye kadar?

Amerika’nın Ortadoğu’da oynadığı rolün küçülmesiyle bölge büyük değişimler geçirecek. Dünyanın en dengesiz, patlamaya hazır bölgesinin Amerika’dan sonra nasıl bir hal alacağı konusunda çok az kimse tahmin yürütebiliyor olsa da bu konuda bir okuma yapabilmek için bazı ipuçları bize yardımcı olabilir: Amerika’nın yokluğunda oluşacak boşluğu doldurmak için mücadele verecek ilk ülke İran; hemen ardından ise Rusya geliyor. Bu iki ülke şimdiye kadar benzer şekilde, – Rusça ve Farsça altdilinde Sünni çoğunluk için kullanılan bir tabir olarak – ‘teröristlere’ karşı ‘Ortadoğulu azınlıkları’ yani Şiileri ve Hıristiyanları koruma siyaseti güttüler.

Ancak İran ve Rusya’nın uyum içinde görünseler de Ortadoğu’da başrolü kapmak için kendi aralarında mücadele ettikleri dikkate alınırsa, böylesine çarpık bir düzeneği sürdürebilmeleri güç. Moskova, Tahran’ı kanatlarının altına alabileceğine dair yanlış bir izlenmiş edinmiş gibi görünüyor. Rus savaş uçaklarının, Suriye’de bombardıman yapmak için İran hava üslerinden kalktığı haberleri ortaya çıkınca İran bu faaliyeti durdurmak için aceleyle harekete geçti ki bu da Rus-İran ittifakının zayıf olduğunu, bazı kişilerin konuyla ilgili algılarının tersine, kalıcı olmadığını gösteriyor.

Rusya ise sahada bir İran zafiyeti ve savaşma konusunda bir yetersizlik görmüş olabilir. Tahran’ın nükleer anlaşmayı onaylamasının ödülü olarak Washington’un ambargoların kaldırılması kapsamında serbest bıraktığı milyarlarca dolarlık İran kaynağına rağmen Irak ve Suriye’deki İranlı milisler kayda değer bir güç ortaya koyamadı. İranlı milislerin muhalif gruplar karşısında ilerlemesi yavaş ve zor olmasının yanında zaman zaman aldıkları yerleri de kaybettiler.

İran, en üst düzey milis komutanı Kasım Süleymani‘yi Ruslardan yardım istemek için Moskova’ya gönderdiğinde, İranlılar, Ruslar hava yardımı takviyesinde bulunduğu takdirde hızlı neticeler alacaklarını vaat etmişlerdi. Oysa, İranlı milislere hem Rusya hem de Amerika’nın verdiği muazzam ateş gücü desteğine rağmen, sırasıyla, Suriye ve Irak’taki İran yanlısı milisler hâlâ toprak kazanmada sıkıntılar yaşıyorlar.

Rusya’nın önündeki diğer bir problem, İran’ın kazandıklarını paylaşma konusundaki isteksizliği. İran Suriye’yi Rusya’yla birlikte kazanmak ama Suriye’yi münhasıran Tahran’ın kontrolü altında tutmak istiyor; bu ise Rusları kızdıran bir plan ve bazı İran yanlısı haber sitelerine göre muhtemelen Suriye’deki bazı savaş alanlarında Rusların hava desteğini çekmesinin de sebebi.

Buna karşılık Rusya, ister Amerika’yla ister Türkiye’yle ortaklaşa olarak, ne zaman ateşkes ilan ettiyse İranlılar bu ateşkesleri sonuçsuz bırakma konusunda pek hevesli oldular. Bu yöndeki eylemleri belki de Moskova’ya ve dünyaya, Suriye’deki tek patronun İran olduğu işaretini vermek içindi.

Türkiye-Rusya yakınlaşması

İran’ın Rusya ile inişli-çıkışlı ilişkisinin üstüne bir de Amerika’nın geleneksel müttefiklerinden uzaklaşmasının eklenmesiyle adeta kartlar yeniden karılmış durumda. Türkiye, askeri gücünü Suriye’de konuşlandırmaya mecbur kaldığı için, Ankara kendisini, İran’la mutsuz bir ittifak yaşayan Rusya’yla yüz yüze buldu. Ankara Washington’ın yerini alacak dostlar, Moskova ise güvenemediği Tahran’ın yerine müttefikler aradığı için Türkiye ile Rusya’nın kendilerini aniden “aynı kampta” bulmuş olması son derece normal.

Yükselişte olan ve Türk-Amerikan ve Rus-İran ittifaklarını gölgede bırakıyor görünen Türk-Rus dostluğu şimdilerde Amerika sonrası Ortadoğu’yu yeniden tanımlıyor.

Trump’ın hem Türkiye’ye hem de Rusya’ya dostluk göstereceği, İran’a ise yeminli düşman olarak davranacağı beklentisi var, fakat Amerika’nın Ortadoğu’daki eski liderliğini yakın vadede yeniden elde etmesi beklenmiyor. Bu aşamada Amerika’nın yapabileceği bir şey varsa o da Türk-Rus ittifakına küçük ortak olarak dahil olmak olabilir. Washington’ın, kendi dengesini yeniden kurup gücünü küresel ölçekte kullanabilme konusunda kendisine mahsus kabiliyetini yeniden kazanmadan önce kendi iç sorunlarından sıyrılması uzun bir zaman alabilir.

Obama’nın başkanlığının sona yaklaştığı bu günler, dış politikasını değerlendirmek için isabetli bir zaman olabilir. İlk bakışta Obama, Amerika’nın geleneksel müttefiklerini İran’la değiştirerek bir deney yapmaya çalışmış izlenimi veriyor. Bu deneyin sonuçları ise Suriye ve Irak’a bakılacak olursa, en hafif tabiriyle, çok kötü oldu. İran, Türkiye ve Rusya tarafından kendisini saf dışı bırakılmış bulursa, Amerika’yla dostluğunu kuvvetlendirmeyi deneyebilir ama neticede Washington’daki dostu Obama artık gitmiş olduğundan ancak Trump misali amansız hasımlar bulacaktır.

Türkiye ve Rusya’nın Amerika sonrası Ortadoğu’yu yeniden tanımlamaya başladığı bir zamanda hem İran hem de Amerika oyuna yeniden dahil olmaya çalışabilir. İran, Türkiye ve Rusya’nın Suriye’deki barış çabalarını bariz şekilde baltalamaya çalışıyor. Trump başkanlığındaki Amerika ise hâlâ bilinmeyen bir faktör. Trump Ortadoğu’da şayet herhangi bir adım atacaksa bu adımın ne istikamette olacağını ancak zaman gösterecek.

Kaynak: AA

Suriye İç Savaşı ve Türkiye’ye Etkileri

Suriye’deki Savaşın Doğuşu

1946’da bağımsızlığını kazanan Suriye arka arkaya askeri darbelere maruz kalmış ve istikrarsızlık içinde yaşamıştır. 1963’te yapılan darbe ile Baas Partisi iktidara gelmiştir. Diğer tüm muhalefeti gerisinde bırakarak 1971’de Hafız Esed devlet başkanı olmuştur. Esed demokratik görünümlü otoriter bir rejim yaratmış ve ülkede istikrarı sağlamıştır. 1973 Anayasasıyla ülkedeki bütün kurumlarda mutlak hakimiyet sağlamıştır. Suriye’deki Nusayriler bir dini cemaat ve sosyal ayrımcılığa maruz kalmış bir mezhep olma konumundan çıkarak Suriye siyaseti ve ekonomisinde etkin bir konum kazanmıştır. Esed ülkenin stratejik konumlarına kendi ailesinden ve mezhebinden insanları yerleştirmiştir. Kolektif liderlik prensibini benimseyen Esed, kendisini merkeze alarak siyasi yapıyı şekillendirmiştir. Hafız Esed iç politikada etnik ve mezhepsel farklılıklar üzerinden bir denge kurup azınlık yönetimi teşkil ederken dış politikada çıkar algılaması çerçevesinde politikalar üretmiştir. Arap milliyetçiliği ve İsrail karşıtlığı dış politikanın öncelikli konuları haline gelirken çift kutuplu dünyada denge politikası güdülmüştür. [1]

Hafız Esad

Beşar Esed babasının ölümü üzerine Temmuz 2000’de düzenlenen bir referandumla devlet başkanı olmuştur. Bu referandum yapılmadan önce Suriye Anayasası’nda devlet başkanının yaşı ile ilgili olan maddesi değiştirilmiş, devlet başkanı olma yaşı 40’tan 34’e indirilmiştir ve bu yaş sınırı da Beşar Esed’e uymaktadır. Böylece monarşilerde bulunan yönetimin babadan oğula geçmesi özelliği Suriye’de uygulanmış ve Suriye “başkanlık monarşisi” özelliği kazanmıştır. Yeni yönetimle ortaya çıkan reform umutları menfaat gruplarının direnci sonucunda birkaç yıl içinde yok olmuştur. Çok partili sisteme geçme gibi adımlar atılamamıştır. Çok sayıda sivil toplum kuruluşu, televizyon kanalı, radyo istasyonu ve internet sayfası yasaklanmış veya kapatılmıştır. Beşar Esed, 27 Mayıs 2007’de düzenlenen referandumla ikinci kez devlet başkanı seçilmiştir. Suriye’de ekonomik ve siyasi sistem hızla gelişen ve değişen toplum karşısında hantallaşmış, ihtiyaçlara ve taleplere karşılık veremez hale gelmiştir.

2010 yılında Kuzey Afrika ve Orta Doğu’da ortaya çıkan halk ayaklanmaları Suriye yönetimini endişelendirse de ilk tepkileri bu ayaklanmaları önemsememek ve kendilerine güvenmek olmuştur. Beşar Esed, uluslararasındaki duruşunun halkı tarafından desteklendiğini, ülkenin yaşadığı ekonomik ve siyasi zorluklara halkının dayanabileceğini, ayaklanmayacaklarını savunmuştur. Ancak çok geçmeden ilk ayaklanma patlak vermiştir. Bu ayaklanma 17 Mart 2011 Dera kentinde ortaya çıkmıştır. En önemli nedeni de bütün ülkeyi etkileyen kuraklık ve yolsuzlukla beraber büyük bir işsizlik sorununun ortaya çıkmasıdır. Bu ayaklanma diğer kentlere de sıçramış, rejim baskıyla sorunu çözmeye çalışırken olaylar iç savaşa dönüşmüştür. Ancak halkın yaptığı bu ayaklanmalar rejim tarafından ciddiye alınmamış, bu ayaklanmaların arkasında dış güçlerin ya da aşırı kökten dincilerin olduğunu düşünmüştür. Sorunu tüm ülke genelinde olarak değil yerel bir sorun olarak düşünmüştür. Çatışmalarla birlikte yoğun insan hakları ihlalleri de ortaya çıkmıştır. Böylece sorun büyüdükçe büyümüş, iç mesele olmaktan çıkmıştır. Bu durum kısa sürede bölgesel ve küresel aktörlerin krize müdahale etmesine fırsat vermiştir.  ABD, Esad rejiminin ezeli düşmanlarından biri olarak uluslararası tepki veren ilk aktörlerden biri olmuştur. Olayların tırmanması üzerine ABD konuyu bir yandan BM gündemine taşırken, diğer yandan Türkiye ve Arap Birliği ülkeleriyle yakın temasa geçmiş, bölgesel inisiyatifler geliştirilmesini ve diplomatik çabalara öncelik verilmesini desteklemiştir.

Esad ve generaller

ABD’nin çağrıları Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar’dan hemen, Arap Birliğinden ise gecikmeli karşılık bulmuş, özellikle Türkiye Esad yönetimine telkin ve baskılarda bulunmaya başlamıştır. Türkiye’nin bir taraftan Esad’a telkin ve baskıları devam ederken, diğer taraftan Arap Birliğini inisiyatif almaya teşvik etmesi ve muhalif grupları desteklemesi de krizin bölgeselleşmesi ve uluslararasılaşmasında etkili olmuştur. Esad’ın yönetimi terk etmesini amaçlayan grubun karşısına İran, Rusya ve Çin’den oluşan ve statükonun devamından yana tutum alan grup çıkmıştır. [2] Suriye’deki bu iç çatışma ve iktidar mücadelesine dış güçlerin dahil olması sorunun daha da karmaşık hale gelmesine sebep olmuştur.  Türkiye ise bu krizde başlangıçtan beri izlediği ahlaki ve ilkeli tutumunu kaybetme riski ile karşı karşıya kalmıştır.

Halep

Suriye Krizi’ne Türkiye’nin Bakışı ve Krizin Türkiye’ye Etkileri

Türkiye-Suriye sınırı 910 km’dir ve Türkiye’nin en uzun sınır hattı Suriye iledir. Bu ülkeler arasındaki sınır doğuda Dicle Nehri’nden batıda Akdeniz’e kadar uzanır.  Türkiye’nin doğuda Şırnak’tan batıda Hatay’a kadar 6 ilinin Suriye’ye sınırı vardır. İki ülkede sınıra yakın bölgelerde yaşayan vatandaşlar arasında akrabalık vardır. İki ülke arasında ekonomi ve güvenlik alanlarında coğrafi yakınlıktan dolayı karşılıklı bağımlılık söz konusudur.  Ayrıca Suriye Türkiye’nin Lübnan, Ürdün vb. Arap ülkelerine açılan kapısıdır. Su sorunu, PKK, Hatay meselesi gibi sorunlar altında Suriye-Türkiye ilişkileri belli dönemler dışında sorunlu olmuştur.

Öcalan Lazkiye’de yüzerken

AK Parti’nin 20002’de iktidara gelmesiyle ilişkiler hiç olmadığı kadar ilerlemiştir. Ancak Arap dünyasında başlayan ayaklanmaların Suriye’ye sıçramasıyla Türkiye-Suriye ilişkileri yeni bir döneme girmiştir. Türkiye ilk zamanlarda Esed ile iyi ilişkileri dikkate alarak ve bağları da koparmamak adına Esed yönetiminin bölgede yaptığı zulüm ve katliamlara sert tepki gösterememiştir. Ancak bu şiddeti ve baskıyı arttırması üzerine Türkiye’nin bu sessizliğini sürdürmesi imkansızlaşmıştır. Esed’e sert uyarılar da bulunulmuş ancak şiddet ve baskı daha da artmıştır. Bunun üzerine dönemin Türkiye Başbakanı Erdoğan Suriye’de olanları Türkiye’nin iç işleri olarak algıladıklarını belirtmiştir.

Suriye’deki kriz, İran’ın ve Arap Birliği’nin müdahil olmasıyla bölgesel bir anlaşmazlık haline dönüşmüştür. Esed yönetiminin Arap Birliği’nin hazırladığı çözüm planına uymaması sonucunda Suriye’nin üyeliği askıya alınmıştır. Bu gelişmelerden sonra Türkiye de bu ülkeye tek taraflı yaptırımlar uygulamaya başlamıştır.

Türkiye’nin 30 Kasım 2011 tarihinde 9 madde halinde açıkladığı yaptırımlar kapsamında;

  • Suriye’de halkıyla barışık bir yönetim kurulana kadar Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi mekanizmasının askıya alındığını,
  • Baas iktidarında halka karşı şiddete başvuran kişilerin Türkiye’ye seya­hatlerinin yasaklandığını ve Türkiye’deki mal varlıklarının dondurulacağını, Esed rejiminin kuvvetli destekçisi konumundaki bazı işadamlarına da benzer tedbirlerin getirileceğini,
  • Suriye ordusuna her türlü askeri malzemenin satış ve tedarikinin durduru­lacağını,
  • Türkiye üzerinden Suriye’ye silah ve askeri malzeme transferinin önlene­ceğini,
  • Suriye Merkez Bankası ile ilişkilerin durdurulacağını,
  • Suriye hükümetinin Türkiye’deki finansal mal varlıklarının dondurulaca­ğını,
  • Suriye hükümeti ile kredi ilişkilerinin durdurulacağını,
  • Suriye Ticaret Bankası ile işlemlerin durdurulacağını,
  • Suriye’deki altyapı projelerinin finansmanı için imzalanan Eximbank kredi anlaşmasının askıya alındığını duyurmuştur.[3]

2012 yılında Arap Birliği tarafından BM’ye taşınan Suriye Krizi küresel bir anlaşmazlığa dönüşmüştür. Dönemin Başbakanı Erdoğan Beşşar Esed’in iktidarı terketmetsi yönündeki yaklaşımını sürdürmüştür. Türkiye’nin muhalefet olarak sürdürdüğü temaslara karşılık Esed rejimi PKK/KCK terör örgütü liderleriyle irtibat kurmuş ve Suriye’nin kuzeyinde PKK/KCK’nın Suriye uzantısı olan PYD’ye serbestlik tanımıştır. Gerilen ilişkiler sonucunda Türk Hava Kuvvetleri’ne ait bir F-4 tipi savaş uçağı, Malatya’dan havalandıktan sonra Akdeniz üzerinde düştü. Uçakla ilgili uluslararası ajanslar “Suriye düşürdü” haberini geçti. Dün gece Başbakan Erdoğan başkanlığında yapılan güvenlik zirvesinde sonrası yapılan açıklamada da uçağın Suriye tarafından düşürüldüğü doğrulandı. Başbakan Erdoğan’ın açıklaması şöyle: “22 Haziran 2012 tarihinde görev uçuşu için Malatya Erhaç Meydanı’ndan kalkış yapan uçakla, radar ve telsiz temasının kesilmesinin akabinde yaşanan gelişmeler, yapılan toplantıda ele alınmıştır. İlgili kurumlarımızın sağladığı verilerin değerlendirilmesi ve Suriye ile yürütülen ortak arama kurtarma faaliyetleri çerçevesinde elde edilen bilgiler neticesinde uçağımızın Suriye tarafından düşürüldüğü anlaşılmıştır. Pilotlarımız dahil arama kurtarma çalışmaları halen devam etmektedir. Türkiye olayın tam olarak aydınlatılmasının ardından, nihai tavrını ortaya koyacak, atılması gereken adımları kararlılıkla atacaktır.” [4] Uçağın düşürülmesi ve iki pilotun şehit olması sonucu Türkiye, Suriye’ye karşı angajman kurallarını değiştirmiş, Türk kara ve hava sahasına yaklaşan unsurların hedef alınacağını belirtmiştir. Bu dönemde Türkiye, sığınmacılar sorununa karşı Suriye’nin kuzeyinde tampon bölge kurulabilirliği konusunda BM’ye ve NATO’ya öneride bulunmuştur. Bu öneriyi Fransa kabul ederken, ABD temkinli yaklaşmış, Rusya ise karşı çıkmıştır.

Suriye ordusuna ait topçu birliklerinden 3 Ekim 2012 tarihinde atılan top mer­milerinin Türkiye sınırları içinde Akçakale’ye düşmesi neticesinde 5 Türk vatandaşı hayatını kaybetmiş ve 10 kişi yaralanmıştır. Uçak krizinden farklı olarak bu saldırılara misli ile mukabele edilmiş, atışın yapıldığı noktalardaki hedefler Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından etkisiz hale getirilmiştir. Şam’ın kaza olduğunu iddia ettiği ancak tekrar etmeye devam eden saldırıların ardın­dan Türkiye, Suriye’ye karşı caydırıcı olmak maksadıyla Meclis’te hükümete bir yıl süre ile yurtdışına asker gönderme yetkisi veren tezkere kararını almış­tır. Türkiye bu dönemde Suriye kaynaklı tehditlere karşı ayrıca NATO’dan savunma amaçlı Patriot füze sistemi talep etmiştir. Türkiye’nin talebinin kabul edilmesiyle gönderilen Patriot hava savunma sistemi Suriye sınırına konuş­landırılmıştır. [5]

Suriye Krizi Türkiye’deki terör eylemlerinin artmasına da yol açmıştır. Daha önce sınır kapılarında meydana gelen bombalı saldırılardan sonra 11 Mayıs 2013’te Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde meydana gelmiştir. Ayrıca Suriye Krizi Türkiye’nin güneyinde bir sığınmacı sorununu meydana getirmiştir. Çatışmalardan kaçan Suriye vatandaşları komşu ülkeler olan Türkiye, Lübnan, Ürdün ve Irak’a sığınmışlardır. Bugün Türkiye’de 3 milyonun üzerinde Suriyeli sığınmacı bulunmaktadır. Bu mesele Türkiye’de ciddi bir mali külfete yol açmış ve Suriye yakınlarındaki il ve ilçelerimizde de güvenlik sorunları ortaya çıkmıştır. Bu insanların bazıları kaçak yollarla Avrupa’ya geçmeye çalışırken yollarda telef olmuşlar büyük bir çoğunluğu Ege Denizi’nde boğularak ölmüştür. Batı bu insanların kendi ülkelerine gelmemeleri için Türkiye ile anlaşmaya çalışmışlar, bu insanların mali ihtiyaçlarını karşılayacaklarını beyan etmişlerdir. Ancak ne kadarını karşılamışlar orası tartışılır.

11 Mayıs 2013 Reyhanlı Patlaması

Suriye Krizi PKK/KCK terör örgütüne ciddi bir dış destek sağlamıştır.  Suriye’deki otorite boşluğu ve Esed’in örgüte destek vermesi örgüt için bölgede hareket alanı sağlamıştır. Orta Doğu’da dört parçalı konfederal bağımsız bir Kürdistan hedefleyen terör örgütü, PYD üzerinden bölgedeki ayrılıkçı eğilimi tahrik etmiş, Suriye’nin kuzey ve kuzeydoğusunda başlangıç olarak özerk bir yönetim kurmaya çalışmıştır. Bu terör örgütü Suriyeli Kürtlerden militan temin etmiştir.

Kürt yapılanması özellikle Türkiye iç siyasete ilişkin önemli etkiler yaratırken, Suriye’de ortaya çıkan güç boşluğunda ortaya çıkan IŞİD gibi petrol kaynaklarına yakınlığı nedeniyle dünyanın en zengin terör grupları arasında sayılan silahlı gruplar Türkiye için gerek kısa vadede gerek uzun vadede daha büyük tehditler oluşturmaktadır. Bölgedeki istikrarsızlık sürdükçe bu güçlerin alanı daha da genişleyecek ve Türkiye için daha büyük bir tehdit oluşturacaklardır. 2015 yılı itibariyle IŞİD Türkiye’yle sınır komşusu olmuştur.[6]

Afranur ARIKAN*


[1] Yağmur ŞEN, Suriye’de Arap Baharı, Yasama Dergisi, Ocak- Şubat-Mart-Nisan 2013, sayı 23, syf.59

[2] Oktay BİNGÖL, Krizlerin Uluslararasılaşması: Rejime Karşı Protestolardan Bölgesel Çatışmaya Suriye Örneği, syf.4

[3] Atilla SANDIKLI- Ali SEMİN,  Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye, BİLGESAM, syf:236

[4] Levent İÇGEN, Vatan Ankara, Suriye, Türk Savaş Uçağını Düşürdü! 23 Haziran 2012

[5] Atilla SANDIKLI, Ali SEMİN, Bütün Boyutlarıyla Suriye Krizi ve Türkiye’ye Etkileri, BİLGESAM, syf:237

[6]  Yrd. Doç. Dr. Nurettin ALTUNDEĞER, M. Ertuğrul YILMAZ, İç Savaştan Bölgesel İstikrarsızlığa: Suriye Krizi’nin Türkiye’ye Faturası, syf: 293

Endonezya’da Ulus Yaratma Projesi ve Sebep Olduğu Katliamlar

İkinci dünya savaşında Japonya’nın işgali (1942-1945) sırasında Hollanda zulmünden kurtulduğunu zanneden ama Japon işgali döneminde 4 milyon insanını yitiren Endonezyalılar, Japonlar çekildikten sonrada Hollandalılara karşı bağımsızlık savaşı vereceklerdi. Neyse ki Hollandalılar Japonlar gibi soykırım konusunda yetenekli değillerdi ve kurtuluş savaşında (1945-1949) 100.000 kişi ölecekti. Birinde 3 yıl içinde 4 milyon diğer tarafta 4 yılda 100 bin.

O dönemler Endonezya için çok kanlı yıllardı. Endonezya gibi kalabalık bir ülkede herhalde öldürecek adam bulmak kolay olsa gerek. Japon ve Hollanda kırımları oldukça fazla gibi gelse de, o dönemki nüfusun yinede %5’i kadar ediyordu. Yinede ülke kurulduğunda, kimi bölgelerinde ciddi iş gücü, bakıma muhtaç insan oranı, idari yapılanma, salgın hastalıklar gibi ciddi sorunlar yüzünden savaşların etkisini onlarca yıl üstünden atamayacaklardı.

Endonezya’nın konumu

Günümüzde ABD başkanı Barack Obama’nın İslam dünyasına örnek olarak gösterdiği model ülke olan Endonezya, tıpkı ABD gibi kendi insanları üzerinde bir ulus yaratma projesini takip etti. Özellikle de ABD destekli Suharto diktatörlüğünün hüküm sürdüğü 1965-1998 yılları arasında bu proje ağır şiddet içerecek şekilde uygulanıyordu.

Endonezya dünyada en çok Müslüman’ın yaşadığı ülke. 250 milyondan fazla insanın neredeyse %85’i Müslüman.

Endonezya’da Müslüman nüfus Büyük Sunda Adaların da yoğun iken %10’luk Hristiyan toplumunun Çin ulusuna ait olanları batıda ki Sumatra ve Cava’da, Çinli olmayan Hristiyanlar ise doğuda ki adalar da özellikle de Timor ve Papua’da çoğunluk halindeler. Ülkede yaşayan Çinli azınlık diğer diaspora Çinlilerinden farklı olarak genelde Budist değil Hristiyan oluyor. Bunun nedenini Hollanda sömürgesinin başarısı olarak görmek gerek. Çinlilerin yinede az sayıda da olsa diğer uzak doğu dinlerine tabi olanları da kalmış durumda. Öte yandan Hristiyanlardan sonra gelen dini azınlıkları yaklaşık olarak Hindular (%2), Budistler (%1) ve diğerleri (%2) oluşturuyor.

Suharto

Endonezya bir ulus devlet olmadığı ve 300’den fazla etnik halkın ve bir o kadarda farklı dilin, sömürge döneminde oluşan sınırlarda ilk defa bir araya geldiği bir devlet olduğu için kuruluşundan beridir toplumsal projelere maruz kalıyor. Bu proje şöyle; kurulduğu günden bu yana toplumu bir arada tutmak adına bir ulus devlet yaratma projesi takip ediliyor. Bunu ABD’de ki Amerikan ulusu projesine benzetebiliriz. Fakat bu proje ancak ortak bir düşünce yapısıyla gerçekleştirilebilir. ABD’de ulus devlet yaratmak için ortak bir düşünce yapısına ihtiyaç yok. Çünkü orada para var ama Endonezya’nın parası yok. İşte bu yüzden çoğunluğun takip ettiği din olan İslam, ulus yaratma projesinin temel yapı taşı oluyor. Ulus yaratma projesi ülkenin kuruluşundan (1949) beridir var olsa da 1965-1998 yılları arası daha ağır görülüyordu.

Eğer ülkenizi bir arada tutmak ve bunun için ülkenizi bir ulus devlet haline getirmek ve ulus devleti yaratmak için dini kullanmanız gerekiyorsa, o zaman dini çoğunluğu mutlak hale getirip bunu muhafaza etmek için diğer dini azınlıkları da eritmek, eritemiyor iseniz yok etmek kaçınılmaz hale geliyor. Çünkü; eğer böyle yapmaz iseniz dini azınlıkların çoğunluk olduğu bölgelerin ülkeden kopma tehlikesi yüksek olur ve bu yüzden buralarda çoğunluk haline gelmeniz gerekir.

Ulus yaratma projesi özellikle Suharto Diktatörlüğünün (1965-1998) hüküm sürdüğü yıllarda tam bir soykırım dalgası meydana getirdi. İlk başlarda çoğu Budist olan 1 milyon hatta bazı kaynaklara göre 2-3 milyon Çinli ideolojik sebepler öne sürülerek katledildi. Aslında bu soykırım komünist avıydı ama komünist partiye daha çok üye verenler Çinliler olduğundan komünist avı aynı zamanda Çinlilerin avına dönüşmüştü. Tıpkı bizim ülkemizde sağ-sol çatışmaları döneminde sol diyerekten Alevi azınlığın sürekli hedef tahtasına alınması gibi.

Yine Doğu Timor’un işgali (1975-1999) sırasında 150.000’den fazla Doğu Timorlu Katolik öldürüldü. Bu ölümler özellikle işgalin başladığı ilk dönemlerde yaşanıyordu. 1975-1980 arasında o dönem ki Doğu Timor nüfusunun beşte biri veya dörtte biri soykırıma uğradı. Ülke zulümden, ancak 1999’da Suharto’nun iktidardan düşmesinden bir yıl sonra kavuşabildi. 1998’de Suharto’nun öğrenci eylemleri sonucu istifa etmesinin ardından yeni göreve gelen hükumet Doğu Timor’da ki hak talebinden vazgeçti.

Batı Papua’nın kaderi ise Doğu Timor da ki gibi olmadı. 1963 yılında başlayan işgalden bu yana da 500 bin Papualı Protestan öldü ve halen Batı Papua da çatışmalar ve soykırım devam ediyor. Bölgede Papualı ayrılıkçılar bağımsız olmak veya Papua Yeni Gine ile birleşmek için bazen siyasi bazen de silahlı mücadele veriyorlar. Tabi 1975-1979 yılları arasında Kamboçya’da Kızıl Kemerler tarafından 1 milyon insan öldürülüyor olduğu için dünyanın gündemi Doğu Timor’dan ziyade Kamboçya’nın üzerindeydi. Bu yüzden Doğu Timor mevzusu Kamboçya’nın gölgesinde kalmıştı. Aynı şey Batı Papua içinde geçerliydi.

Ülkenin başkenti Jakarta tarihte ilk kez bir Çinli vali tarafından yönetiliyor ama bu bile asılsız iddialar üzerinden toplumun bir kesiminin tepkisine neden oluyor. Böyle bir ortamda haliyle dini azınlıkların ağzını açması mümkün değil.

Jakarta

Sadece bu değil, ülkede sürekli dini azınlıklara veya yabancı misafir ve temsilciliklere saldırılar gerçekleşiyor. Bunların en meşhuru Bali adasında ki 2002 yılında 202 kişinin öldüğü ve turistleri hedef alan saldırılar serisiydi. Ayrıca Bali adası ülkenin Hindu azınlığının yaşadığı bölgeydi. Bunun dışında devamlı Çinlilere karşı saldırılar, turistler, yabancı diplomat ve temsilcilikler sık sık saldırıya uğruyor. Bunların birçoğunun sebebi ise ulus yaratma projesinin din üzerinden yürütülmeye çalışılması. Yani dinin kullanılması yüzünden toplumun belli kesimlere karşı radikalleşmesi.

ABD başkanı Barack Obama’nın İslam dünyası için model ülke olarak gösterdiği Endonezya’nın ulus devlet projesi bütün dini azınlıklar için bir felaket oldu. Yani anlayacağınız birlik ve beraberlik değil soykırım ve bölünme getirdi.

Muhammed Ali Çalışkan

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

IŞİD’in Kısa Tarihi

IŞİD veya DEAŞ; Irak ve Suriye’de bütün halde kotrol ettiği büyük bir alanda, bir “İslam Devleti” kurduklarını iddia eden ve kendisine “dünyanın en zengin ve en güçlü terör örgütü” ünvanını kazandıran bir finansal ve askeri güce sahip örgüt.

ABD işgalinin ardından 2003 yılında Irak’ta, Ürdünlü asıllı Ebu Mus’ab ez-Zerkavi tarafından Tevhid ve Cihad adında bir örgüt kuruldu. Çok geçmeden bu örgüt fikirlerinin temelini oluşturan El Kaide’ye “biad” ederek Mezopotamya ve Irak El Kaidesi gibi isimlerle anılmaya başlandı. Irak’ta ABD’ye karşı direnişin arttığı dönemde daha güçlü bir pozisyona yükselen örgüt, 2006 yılında Zerkavi tarafından kurulan ve El Kaide’ninde dahil olduğu “Mücahidler Şura Konseyi” adındaki çatı yapılanmaya katıldı. 7 Haziran 2006’da Zerkavi’nin ABD tarfından düzenlenen bir suikastte öldürülmesinin ardından, örgütün başına geçen Ömer El Bağdadi örgütün ismini “Irak İslam Devleti” olarak değiştirdi. Bu çatı altında örgüt Irak’ta, bakanlıkları dahi olan bir sembolik devlet konumuna geldi.

Zerkavi

Bu dönemde Irak El Kaidesi, Anbar, Felluce, Bakuba, Diyala gibi birçok bölgede kontrolü ele geçirmişti. ABD ordusu Irak’tan çekilmeden hemen önce Irak İslâm Devleti grubu liderleri Ebû Ömer el-Bağdadi, Ebû Hamza el-Muhacir ve örgütün 20 kişilik Şura komisyonunun 18’i birkaç ay içinde ABD güçleri tarafından düzenlenen ve on binlerce askerin katıldığı geniş çaplı operasyonlarda öldürülmüştür. Örgüt içinde açıklama yapacak tanınmış bir lider kalmamıştır. Bu dönemde açıklama yapan ve örgütün şeri sorumlusu olduğu iddiâ edilen Ebû Muhammed el-Meşhedani yeni lideri açıklayacaklarını bildirmiş ve kısa süre sonra örgütün başına Ebûbekir el-Bağdadi sözcülüğüne ise Ebû Muhammed el-Adnani gelmiştir .

Ebu Bekir Bağdadi

Ayaklanmaların başladığı ilk dönemlerden itibaren Suriye’de faaliyet gösteren en güçlü gruplardan biri de “Suriye El Kaidesi” El Nusra Cephesi’dir. Merkezi El Kaide yapılanmasından o güne kadar zaten yarı bağımsız hareket eden Irak İslam Devleti lideri Ebu Bekir Bağdadi, Nisan 2013’te yayınlağı bir bildiri ile El Nusra Cephesi’ni fesh ettiğini ve etkinlik alanını Suriye’ye doğru genişleteceğini duyurdu. Fakat Nusret Cephesi lideri Cevlani bu durumu kabul etmeyeceğini duyurmuş ve örgüt faaliyetlerine devam etmiştir. Irak İslam Devleti Suriye’ye gelmeye başladığında örgütün adını “Irak Şam İslam Devleti” olarak değiştirmiş, Nusret Cephesi’ni kontrol ettiği bölgelerden çekilmeye mecbur bırakmış ve El Nusra saflarından bu örgütü çok sayıda katılım gerçekleşmiştir. Daha sonra El Kaide lideri Eymen El Zevahiri IŞİD’e, kendini fes edip El Nusra’ya katılmasını istediğini bildirmişse de Bağdadi buna karşı gelmiş ve iki örgüt arasındaki ipler iyice gerilmiş, nihayetinde Şubat 2014’te El Kaide, IŞİD ile tüm bağlatılarının koptuğunu ve bu örgütün politikalarını eleştirdiğini duyurmuştur.

Eymen El Zevahiri

Suriye ve Irak’ta oldukça etkili bir strateji ile topraklarını genişleten IŞİD, 29 Haziran 2014 tarihinde, örgütün ismini “İslam Devleti” olarak değitirmiş ve örgütün lideri sözde halife ilan edilmiştir. Fakat ne İslam Devleti ne de halifelik ilanının bu şekilde, bu örgüt tarafından gerçekleştirilmesinin İslam dini açısından bir karşılığı yoktur. Bu kadar kısa sürede etkinlik alanını çok geniş bir alana nasıl yaydığı, yerkürenin hemen her ülkesinden savaşçıların neden bu örgüte akın ettiği, örgütün işleyen bir devlet mekanizmasına, hukuk ve vergi sistemine, yüksek gelir sağlayan organize bir ticaret ağına nasıl sahip olduğu ve hem yerel hem küresel aktörleri onlarca cephede savaşacak kadar kendine nasıl düşman ettiği, bu örgüte ilişkin diğer merak edilen konulardır.

DEAŞ’ın güncel kontrol dağılımı (gri bölge)

Mehmet Enes Bağlama

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Rusya: 25 Yıl İçinde Çöküş ve Yeniden Yükseliş

Moskova‘ya İnşaat Enstitüsü’nde İngilizce ders vermek üzere Ağustos 1991’de geldim. Vizemin üzerinde “SSCB’ye giriş için” yazıyordu.

Moskova’ya adım atmamın üzerinden daha dört ay bile geçmeden SSCB tarihe karıştı.

Sovyetler Birliği’nin çöküşü, vatandaşlarına büyük bir şok yaşattı. Ancak, 1991 yılında Moskova’da tanıdığım birçok kişi için aynı zamanda daha iyi bir yaşam umudu veriyordu.

Kremlin Sarayı

İngilizce öğretmeni Irina, “Çok önemli bir şeyin olduğunu görmekten mutluyduk. Özgürlük rüzgarıydı” diyor ve ekliyor:

“Büyük bir devletin çökmesinin bir trajedi olduğu, ki ‘trajedi’ kelimesini kullanmaktan çekinmiyorum, gerçeğinin anlaşılması için çok zaman geçmesi gerekti. Yeni insanlar, yeni Ruslar gördüm ve onlardan hiç hoşlanmadım. Kapitalizmin çirkin yüzünü gördüm diyebilir miyim?”

1991 yılında Oleg ile tanıştığımda 20’li yaşlarının başındaydı. Oleg ve arkadaşları, yeni Rusya’nın sunduğu fırsatları paraya çevirmek istiyordu. Oleg, şimdi Kanada’nın Toronto kentinde yaşıyor.

Telefonla yaptığımız görüşmede bana, “Polonya’dan kullanılmış otomobiller getirip Moskova’da satıyorduk. Bir de ABD’den de kasalarla tavuk butları alıyorduk. Yani, her işi denedik” sözleriyle o günleri anlatıyor.

1990’lı yılların başındaki vahşi Rus kapitalizmi gözü kara olmayı gerektiriyordu.

Oleg, “Durum tehlikeliydi. Çok para kazandık ama bir sürü de sorunumuz oldu” diye ve ekliyor:

“Borç aldığımız tefeciler bizi birkaç kez, ‘Sizi kolayca öldürürüz. İki hafta içinde paramızı getirmezseniz, bu topraklarda sizi yaşatmayız’ diye tehdit ettiler.”

Sovyetler Birliği’nin çöküşü Moskovalılar üzerinde derin bir şok yaratmıştı

‘SSCB’nin o kadar da kötü olmadığını fark ettik’

1990’larda ayrıca Kuzey Kafkasya’da iki savaş, tankların Rusya Parlamentosuna ateş açtığı bir darbe girişimi ve Rusların tasarruflarının büyük kısmını kaybettiği bir mali kriz de yaşandı.

Irina çok geçmeden SSCB’yi özlemeye başladığını söylüyor:

“1990’lı yılların başında Sovyetler Birliği’nde sahip olduğumuz hiçbir şeyden memnun değildik. SSCB’deki her şey kötüydü ve birçok şeyi de lanetliyorduk. Ancak daha sonra aslında o kadar da kötü olmadığını fark ettik.”

Araya girip, “Ama Sovyetler Birliği’nde demokrasi, ifade özgürlüğü yoktu” diyecek oluyorum ve şu yanıtı alıyorum:

“Ne tarz bir ‘demokrasi’yi kast ettiğine göre değişir. Belki Demir Perde’nin arkasında olan bitenler hakkında çok şey bilmiyorduk. Ama bilmemize de gerek mi vardı?”

Vladimir Putin, 2000 yılında Boris Yeltsin’in yerine Rusya Devlet Başkanı olduktan sonra Kremlin devletin gücünü yeniden tahsis etmek için kolları sıvadı.

Özel sermaye için de sorunlar ortaya çıkmaya başladı.

Oleg de bunun üzerine yurtdışına gittiğini söylüyor ve şunları anlatıyor:

“Yaklaşık 10-15 sınır arkadaşımın kendi işi vardı. Artık yok. Ya devlette çalışıyorlar ya da devlete yakın şirketlerde. Şu anda Rusya’da iş yapmak çok ama çok daha zor.”

Ağustos 1991’de Gorbaçov’u devirmeyi hedefleyen darbe başarısız oldu.

Ağustos 1991’de Gorbaçov’u devirmeyi hedefleyen darbe başarısız oldu

‘Tam bir monarşi yanlısıyım’

Irina ise Rusya’nın güçlü bir lidere ihtiyacı olduğuna inanıyor:

“Özümde tam bir monarşi yanlısıyım. Ve eğer monarşi Rusya’ya geri dönecek olursa gider iki elimle birden oy veririm.”

“Bir çar olmasını ister miydin?” diye soruyorum.

Irina, “Evet isterim. Ülkenin çok büyük ve çok fazla sorununun olduğunu, bu nedenle de ancak güçlü, kuvvetli biri tarafından yönetilebileceğini düşünüyorum” diyor.

“Pekala, Vladimir Putin çar ihtiyacını dolduruyor mu?” diye soruyorum. Irina, “Bana göre evet” diyor ve ekliyor:

“Devlet başkanı olarak sadece işini yapmıyor, aynı zamanda uğraşıyor, didiniyor. Ve bu nedenle ona saygı duyuyorum.”

Putin 2000 yılında Rusya Devlet Başkanı oldu

‘Putin güçlü bir adam’

Irina’ya Batılı hükümetlerin Kırım’ın ilhakı, Rusya’nın Doğu Ukrayna’ya müdahalesi ve Suriye’deki rolünden dolayı Putin’i saldırganlıkla suçladıklarını, Batı’daki birçok kişinin Putin’e güvenmediğini söylüyorum. Yanıtı gülerek şöyle oluyor:

“Putin’i neden sevsinler ki? Sonuçta beğenilmek için süslenen bir kadın değil ki. O, güçlü bir adam.”

Oleg ise Kanada‘ya taşınmış olmasına karşın Sovyet döneminde aldığı eğitime halen müteşekkir olduğunu söylüyor:

“Evet, Sovyetler Birliği’nde bir sürü olumsuz şey vardı. Ancak ben hala güzel hatırlıyorum o dönemleri. Aldığım eğitim ve Sovyet düşünce tarzım bu güzelliklerin başında geliyor.”

Rusya, Polonya’dan kullanılmış araba ve ABD’den tavuk kanadı getirdiği günlerden bu zamana çok önemli mesafe kat etti.

1990’ları atlattı ve bugün de gövde gösterileri yapıyor.

Peki ya yarın? Rusya’da geçirdiğim 25 yılın ardından bu ülkeyle ilgili ancak tek bir şeyden emin olabiliyorum: Öngörülemezlik.

Kaynak: