IŞİD’in Değişen Stratejisi

IŞİD 1999 yılında Cemaat el-Tevhid vel-Cihad adıyla kuruldu. 2004 yılında El-Kaide’ye biat edip 10 yıl sonra El-Kaide’den ayrıldığını ve kendi halifeliğini kurduğunu ilan etti. İsmi devamlı değişti ama zihniyet hep aynı. Şuan ismi İslam devleti ama kafa karıştırmasın diye ben yinede IŞİD demeyi sürdüreceğim.

IŞİD’i diğer tüm terör gruplarından ayıran özelliği uluslararası sınırları tanımıyor oluşu. Pek çok ülkede şubesinden bahsederken vilayet tanımlamasını kullanmasından bunu anlayabiliyoruz. Örneğin Mısırda ki Sina vilayeti yada Cezayir de Cezayir vilayeti gibi. Yani bütün İslam ülkelerini zaten kendi toprağı olarak görüyor bu yüzden kendilerine İslam devleti demeye başladılar. Yani onların topraktan yana sıkıntıları falan yok, topraklar kendilerince baya geniş.

Suriye ve Irak’ta yakaladığı hızlı ilerlemeyi sürdürürken pek çok genç dünyanın dört bir yanından gönüllü olarak geliyordu. Çünkü bir ilerleme vardı ve gidenler için her yeni ele geçirilen şehir yeni ganimetler ve yeni cariyeler demekti. Ancak Irakta ABD’nin, Suriye de ise Rusya’nın hava operasyonları başlatmasıyla IŞİD geri çekilmeye başladı. Bu geri çekilme artık eskisi gibi gençlerin Orta Doğuya şevkle gitmesini engelliyordu. Çünkü artık bu gençlerde ne Irak’ta Şii hükümeti ne de Suriye’de Alevileri deviremeyeceğiz düşüncesi oluşmaya başladı.

IŞİD devamlı toprak kaybediyor ve popülaritesi kayboluyor. Ancak dünyanın dört bir yanında eylemler yapmak hem güçlü gözükmesi hemde ben hala popülerim demek için iyi oluyor. Gençler artık Orta Doğuya gitmek istemiyor çünkü zafer kazanılamamaya başlandı. Orta Doğu’da öldürdüğünden daha fazla kayıp vermek yerine dışarıda bir kişinin kendisini feda edip onlarca kişiyi beraberinde götürmesi çok karlı bir iş tabi ki. Bu yüzden örgüt artık herkese eskisi gibi buraya gelin demiyor. Kendi ülkenizde bizim adımıza eylemler yapın diyor. Yoksa tek bir merkezden bu kadar ülkenin iç sorunlarına yönelik eylem planlamak imkansız.

Hem Bangladeş’te ki diplomatı, hem Türkiye’de ki turisti, hem Avrupa’da ki Hristiyan’ı hem Orta doğuda farklı mezhepleri hem Mısırda ki darbecileri aynı anda nasıl düşünebilirsin ki? İşte aynı anda düşünülmüyor, herkes kendi ülkesinde ayrı ayrı düşünüyor ne yapsam diye. Kendi sorun olarak gördüğüne karşı kendi yöntemlerini uyguladığı için saldırılarda ki taktiklerde bu kadar çeşitlilik arz ediyor.

IŞİD'in Saldırdığı Yerler
IŞİD’in Saldırdığı Ülkeler

Bazen taktik ortama dalıp önüne geleni taramak oluyor, bazen kendini patlatmak, bazen kamyonla kalabalığı ezmek, bazende palayla doğramak. Yani o an için elinde ne varsa o. Kimisi ülkesinde ki turistlerden rahatsız oluyor Tunus’ta ki gibi plaja inip önüne geleni tarıyor. Kimisi diplomatları kovmak istiyor, bu yüzden ya gittikleri oteli yada restoranı basıyor. Kimisi bir siyasi görüşü sapkın olarak nitelendirip onların mitingini, yürüyüşünü, toplantısını patlatıyor. Kimisi ülkesinde ki darbeye sinir olup Mısır’da ki gibi askere yönelik saldırılar düzenliyor. Kimisi zamanında bu insanlar benim ülkemi sömürdü diyerek Fransa’da ki gibi dedelerin cezasını torunlarına çektiriyor. Kimisi de kafayı eşcinsellerle bozmuş olacak ki onların mekanını basıp katliam yapabiliyor. Örnekler bitmek bilmez, asıl üzücü olan etrafımızda bile utanmadan bu katliamlara alkış tutanları görmek.

Bu işin sonu nereye gider diye soruyor pek çok kişi. Ancak cevaplar çokta memnun edici olamaz. Nasıl ki hırsızlarla ne kadar uğraşırsan uğraş soygunlar bitmez yada katillerle ne kadar mücadele etsen de cinayetler bitmez; aynen öyle de IŞİD ve benzeri zihniyetlerin saldırıları bitmez. Acı ama gerçek!

He ne olur belki dünya da Müslüman kalmaz yada Müslüman olmayanlar kalmaz ancak öyle biter. Buda kısa vadede imkansız.

Muhammed Ali Çalışkan

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Suriye Son Durum Haritası (Temmuz 2016)

Suriye’de son durum haberleri, savaşan taraflar ve harita…

Suriye’de Taraflar
Esad Rejimi  – Hizbullah, Rusya, İran ve Şii Milisler
Muhalifler – Ahrar uş-Şam, El Nusra, ÖSO vb.
PYD/YPG  – SDF çatısı altındaki küçük gruplar ve PKK
IŞİD – Örgüte biat eden yerel milis güçler ve aşiretler
Suriye Son Durum Haritası (01 Temmuz 2016)
Suriye Son Durum Haritası (01 Temmuz 2016) – Harita: Suriye Gündemi

[TAM EKRAN – AYRINTILI HARİTA]

* SURİYE AĞUSTOS 2016 HARİTASI

Suriye ile ilgili Haziran ayındaki önemli başlıklar:

– ABD’li yetkililer, SDG çatısı altındaki YPG’nin Mumbuc operasyonuna Türkiye’nin de destek verdiğini açıkladı.

– Suriye’deki muhalif heyetin sözcüsü, Ramazan ayında ateşkes uygulanması için teklif yaptı ve silahlı grupların bunu kabul ettiğini belirtti. Ancak teklif rejim tarafından kabul edilmedi.

– Suriye ordusu ‘IŞİD’in Başkenti’ sayılan Rakka’ya batıdan girerek, 2014 Ağustosundan bu yana ilk kez eyalet topraklarına ayak basmış oldu.

– Ürdün sınırında geçtiğimiz aylarda kurulan Yeni Suriye Ordusu’, İngiliz askerlerinden destek aldıklarını açıkladı.

– IŞİD’in Suriye ve Irak’taki militan sayısının 30 bin olduğu, bu sayının da en düşük tahmin olduğu belirtildi.

Rusya’nın Haziran ayında Suriye’de uçaklarla bombaladığı bölgelerin haritası:

3 Haziran - 28 Haziran 2016
3 Haziran – 28 Haziran 2016

– Tahran’da buluşan Rusya, Suriye ve İran Savunma Bakanları, muhalif gruplara karşı ”daha sıkı operasyon” kararı aldıklarını belirttiler.

– Uluslararası anlaşmalara göre suç teşkil eden fosfor bombalarının, Rus savaş uçaklarınca Suriye’de kullanıldığı kesinleşti.

– İran Afganistan’da Şiilerin yoğun olarak yaşadığı Herat bölgesinde Suriye’de savaşmak için başvuru merkezi açtı. [SP]

– ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Rusya’yı Suriye konusunda uyardı ve ABD’nin sabrının sınırsız olmadığını söyledi.

– Suriye’de koalisyon uçaklarının SDG çatısındaki YPG’nin Münbiç operasyonu için bir haftada 73 hava saldırısı düzenlediği açıklandı.

– CIA’nın direktörü Brennan, ”IŞİD’in Irak’taki üye sayısı 19 binden 18 bine, Suriye’deki savaşçı sayısı ise 25 binden 22 bine indi.” dedi.

– Suriye’de PYD saflarında savaşan ve aralarında komutanlarında bulunduğu 51 militan örgütten kaçarak Irak’taki Barzani Yönetimine sığındı.

– BM Acil Durumlar Koordinatörü Stephen O’Brie, son tespitlere göre Suriye’de 5 milyon kişinin ulaşılması zor bölgelerde yaşadığını belirtti.

– PYD lideri Salih Müslim, Kuzey Suriye’de (Rojava’da) ABD’nin 3 üssü olduğunu söyledi.

– Rus yetkililer, envarterlerindeki tek uçak gemisi olan “Amiral Kuznetsov”u Suriye’ye konuşlandıracaklarını açıkladı.

– IŞİD son 18 ayda Irak ve Suriye’deki topraklarının dörtte birini kaybetti. Aylık geliri de 56 milyon dolara geriledi. [IHS]

– Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov, “Türkiye ile normalleşme Suriye krizini de çözebilir.” dedi.

– ABD Dışişleri Bakanlığı, “Suriye’deki Ahrar’uş Şam ile Ceyş’ül İslam gruplarını terörist olarak görmüyoruz.” diye güncel bir açıklama yaptı.

Kaynak: StratejikOrtak.com

ABD’nin İran’la Derdi Ne?

İran ve ABD arasında ki sürtüşmenin sebeplerine pek çok kişi dini gözle bakıyor ve bu yüzden yanılgıya düşülüyor. Evet İran pek çok kişinin beğenmediği bir yönetime sahip ancak ABD’nin derdi gerçekten bu olabilir mi? ABD, İran’ın yönetim şekline verdiği tepkiyi neden Suudi Arabistan, Katar, Bahreyn gibi ülkelere vermez. Bu ülkelerinde idamlar, insan hakları ihlalleri ve şeriat bakımından İran’dan geri olduğu söylenemez. Hatta İran’da seçim bile yapılıyorken körfezde ki Arap ülkelerinde demokrasi ile alakalı tek bir kurum bile yok ama İran’da dini sistemi bozmayacak kadar da olsa kadınlarında erkekler gibi eşit şekilde oy kullandığı bir sistem var. Demek ki mevzu şeriat yada demokrasi değil. Zaten İran’ın şah döneminden daha demokratik olduğuna şüphe yok.

Mevzu İran’ın nükleer çalışmaları da değil. Zamanında Pakistan ve İsrail gibi ülkelerin bile bu tür çalışmalarına ses çıkarılmamıştı. Pakistan’a Hindistan yüzünden İsrail’e de Arap Birliği yüzünden imtiyaz verilmişti. Peki İran’ın imtiyaz tanınacak sebepleri yok mu ki ambargoya maruz kalıyor. Etrafı Pakistan, Irak, Türkiye, Suudi Arabistan ve İsrail gibi onu sevmeyenlerle dolu iken başkasına tanınan imtiyazlar İran’a tanınmıyorsa, demek ki mevzu nükleer silahta değil. Zaten İran çalışmalarını yaparken atom bombası yapmayacağını belirtiyordu. Ancak batı atom bombası yapılmasa bile yapılabilme kapasitesi olduğu sürece, ihtimalin olduğunu söyleyerek yine izoleye devam etti. ABD Savunma Bakanı Leon Panetta’nın sözleri bunu çok güzel açıklıyor.

“İran nükleer silah yapmak istemiyor ama nükleer enerji potansiyeli oluşturmak istiyor bizi endişelendiren de bu”

ABD’nin derdini 3 başlıkta inceleyebiliriz. En başta tarihi olaylara bakmak gerekli. 1979 yılına kadar İran ABD kontrolünde bir ülkeydi. Pehlevi ailesi iktidara ABD sayesinde gelmişti ve Orta Doğu’da her konuda ABD ile aynı politikaları güdüyorlardı. Ancak İslam devrimi ile bu tamamen değişti. ABD için asıl sinir bozucu olan ise konsolosluk çalışanlarının esir alınmasıydı. Bu eylemin sebebi Şah Rıza Pehlevi’nin iadesinin yapılmaması idi. Bu eylem sırasında ABD bir kurtarma operasyonuna girişti ama başarılı olamadı. İran çöllerinde ABD’ye ait bir uçak ve helikopter nasıl olduysa çarpıştı ve 8 asker öldü. Kurtarma operasyonu başarısız olunca 444 gün süren esir sorunu ortaya çıktı. Koskoca ABD için böyle bir rezillik kolay iş değil, sonuçta bütün dünya ABD’nin nasıl aciz olduğunu gördü.

İşin tarihsel kısmından daha önemli bir de ekonomik boyutu var. İran ekonomik olarak devletçi bir politika güttüğü gibi ABD’ye olan bağımlılıktan kurtulmak için dolar kullanımını yasaklamış bir ülke. Eskiden olduğu gibi İngiliz ve Amerikan şirketleri İran’ın petrolleri üzerinde de kontrol sahibi değil artık. Bugün İran’ın doğal kaynakları Rusya ve Çin gibi rakiplerin sanayisini besliyor. Daha da önemlisi bu İran’la bitmeyebilir. Ya diğer bölge ülkeleri İran gibi olmak isterse, ondan etkilenip devrim yapmaya kalkarsa. Bu ABD için başka ülkelerde kendi kontrolünü kaybetmek anlamına geliyor. Bugün bile Irak’ta devrim ihtimalinin korkusunu hissedebiliyoruz. Irakta muhtemel bir devrim ABD’nin bir ülkeyi daha kaybetmesi demektir. Bahreyn, Irak, Lübnan, Yemen, Umman, Katar, BAE, Suudi Arabistan ve Ürdün gibi ülkelerde yaşayan tutucu insanlar İran’da ki gibi bir yönetim şekli isterse Orta Doğu batılı şirketlerin top koşturamadığı bir yer haline gelebilir. Arap ülkelerinin kralları da bu ihtimalden korktukları için ABD ile sıkı işbirliği içindeler. Tıpkı Pehlevi gibi, halk tarafından alaşağı edilmek istemiyorlar.

Ortadoğu Haritası: İran ve Komşu Ülkeleri
Ortadoğu Haritası: İran ve Komşu Ülkeleri

İran’da da devrim öncesinde şah tıpkı Arap kralları gibi görgüsüz ve empatisiz bir şekilde har vurup harman savuruyordu. Bugün Arap ülkelerinde şeyhlerin emirlerin nasıl halktan izole yaşadığını ibretle izliyoruz. İran gibi bir yönetimi kim neden istesin diye düşünmeyin. İran’da sağlık ve eğitim hizmetleri ücretsiz. İran kendi nano teknolojisine sahip ülkeler arasında 12. ve uzay teknolojisinde de 10. sırada. Devrimden bu yana nüfusunu 2’ye katlamış genç bir ülke. 8 yıl süren savaş, 35 yıl süren ambargo, pek çok ülkede ki siyasi gruplara ekonomik destek gibi yorucu etkenlere rağmen halen Orta Doğu’nun 2. en güçlü ekonomisi. Pek çok Avrupa ülkesinin borç oranı ekonomik büyüklüğünden fazla iken, İran’ın borç oranı sadece %16.

Bunları laik insanlar belki şeri hukuk yapısı sebebiyle sahiplenmez ama Orta Doğu’nun ağırlıklı olarak tutucu bir coğrafya olduğunu düşündüğümüzde, şuan yaşanan Irak ve Bahreyn isyanlarını anlayabiliriz. Bu yüzden ABD’nin İran’ı ambargolarla yıpratıp örnek bir ülke olmasını engellemesi gerekiyor. İşin bence en önemli kısmı politik tarafı.

İran konumu itibari ile Rusya’nın da bir sigortası. 2012 yıllarında ABD için her an İran’a girebilir deniyordu. Girmemekle akıllılık ettikleri kesin. Peki ya girselerdi ne olurdu. Kendi sistemlerini uygulayacak bir kukla yönetim gelecekti elbet. Bunun yanı sıra Hazar Gölü’ne Amerikan füzeleri gelmiş olacaktı. Rusya’yı çevreleme konusunda en önemli adım atılmış olacak, Rusya Hazar’dan karşıya baktığında karşısında ABD füzelerini görecekti. Daha da önemlisi Çin, Rusya ve İran arasında kalmış Orta Asya ve Kafkasya devletlerinin, dolaylı olarak maden ve doğal gazının kontrolü Rusya ve Çin’den ABD’nin eline geçmesi kolaylaşacaktı.

Yani İran nükleer çalışmaları bırakıyorum da dese yada idam cezasını kaldırsa yada şeri sistemi yumuşatsa bile yinede ABD’nin hedefi olmaya devam edecek. Bir bahane her zaman bulunacaktır. Belki ülkenizde Kürtlere kötü davranıyorsunuz denecek, belki uyuşturucu geçişine göz yumuyorsunuz denecek bir şekilde mücadele İran diz çökene kadar devam edecek.

Muhammed Ali Çalışkan

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Birleşik Krallık’ın Yeni Demir Leydisi: Theresa May

Birleşik Krallık’ın yeni başbakanı Theresa May bugün itibariyle görevine başladı. 23 Haziran’da yapılan Brexit referandumunda Birleşik Krallık halkı %52 ile AB’den ayrılma yönünde oy kullanmış ve iktidardaki David Cameron’ı da koltuğundan etmişti. Cameron, ayrılma sürecini yeni bir başbakanın yönetmesi gerektiğini ifade ederek seçimi işaret etmişti.

Cameron’ın seçim ilanından sonra Muhafazakar Parti’de adaylar ortaya çıkmaya başlamış ve eylül ayındaki seçim için beş aday gündeme oturmuştu: İçişleri Bakanı Theresa May, Adalet Bakanı Michael Gove, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Stephen Crabb, Savunma eski bakanı Liam Fox ve Andrea Leadsom. Daha sonra yapılan ön oylamada aday sonrası önce üçe, ardından da ikiye indirilmiş ve finale iki kadın aday kalmıştı. Theresa May ve Andrea Leadsom geçtiğimiz hafta kısa süren bir rekabet yaşamış, iki adayın arası ülkeyi sarsan ”annelik” tartışmasıyla açılmıştı. Leadsom olay sonrası May’den özür dilemiş, ardından da yarıştan çekilmişti. Böylelikle eylül ayını beklemeden Birleşik Krallık’ın yeni başbakanı belli olmuş oldu. Yine aynı partiden çıkarak Birleşik Krallık’ın ilk kadın başbakanı olan Margaret Thatcher’ın ardından Theresa May ülkenin ikinci kadın başbakanı olmayı başardı.

Hatta son birkaç haftadır Theresa May için ‘Yeni Demir Leydi’ lakabı da kullanılıyor. Her ne kadar çok tartışılsa da hiç şüphesiz Birleşik Krallık’ın en güçlü başbakanlarından biri olan, ‘Demir Leydi’ ve ‘Falkland Fatihi’ unvanlarıyla anılan Thatcher’ın ardından Theresa May’ de ‘Demir Leydi’ olabilecek mi göreceğiz.

59 yaşındaki Theresa May, Oxford Üniversitesi Coğrafya bölümü mezunu. Bir papazın kızı olan May, bankacı eşi Philip ile de 1980’de evlendi ve çiftin hiç çocuğu olmadı. Politikaya girmeden önce finans sektöründe çalışan May 1997’de meclise girdi. 1999’da Muhafazakar Parti’nin gölge kabinesinde eğitim bakanı oldu, 2002’de de partinin ilk kadın başkanı seçildi. 2010’da iktidara gelen Muhafazakar Parti’nin hükümetinde altı yıl boyunca içişleri bakanı olarak yer aldı. May ayrıca Birleşik Krallık’ın AB’de kalmasını savunuyordu.

Oldukça sıkıntılı bir süreçte zor bir görev üstlenen May, görevi devraldıktan sonra yaptığı açıklamada, ”AB’den ayrılırken, ülkemizin dünyada yeni bir pozitif rol üstlenmesini sağlayacağız. Britanya’yı sadece ayrıcalıklı azınlığa değil, herkese fayda sağlayacak bir ülke yapacağız. Bu, benim liderliğimdeki hükümetin görevi olacak. Hep birlikte daha iyi bir Britanya inşa edeceğiz.” diyerek halkına da güven verdi. Oldukça çalışkan, hırslı ve güçlü bir kişiliğe sahip olduğu bilinen May’in politikalarını ilerleyen günlerde görmeye başlayacağız.

May’in kuracağı hükümetin önümüzdeki yıla kadar AB’den çıkış işlemlerini başlatması beklenmiyor. May, 2003’te Irak’a müdahalede, 2013’te Suriye’ye askeri müdahaleye ve 2015’te IŞİD hedeflerini bombalamaya yönelik oluşturulan koalisyona destek vermişti. Theresa May yeni Demir Leydi olabilir mi bilinmez ancak Birleşik Krallık’ın dış politikada etkin ve müdahale edici yapısını savunduğu çok açık. Öte yandan içişleri bakanı olduğu dönemde de yıllık göçleri 100 binin altına indirme hedefi de oldukça sert bir önlem olarak biliniyor. Ancak bilindiği üzere 2015 verileri 300 binin üzerinde çıkmış ve May sert eleştirilere maruz kalmıştı.

Türkiye ise geçtiğimiz aylara kadar AB üyeliğine en çok destek veren devleti bu yolda kaybetmiş durumda. Hoş, Türkiye’nin artık AB yolunun iyice tıkandığı gerçeğini de görmek gerekiyor. Cameron’ın tutarsız politikaları sonucunda sarfettiği ‘3000 yıl’ sözü geçerliliğini koruyacak gibi. Ancak yeni dönemde Birleşik Krallık ve Türkiye’nin Suriye ve Irak konusunda ortak hareket etmesi de muhtemel. Theresa May gerçekten bir Demir Leydi olmak istiyorsa dış politikada ABD’nin peşine takılmayı bırakmak ve daha güçlü politikalar üretmek zorunda. Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılması ABD için ne kadar büyük bir hayal kırıklığı olsa da, Birleşik Krallık için bir umut olabilir. Hatta Kraliçe Elizabeth’in seçim sonuçlarına yönelik etkisi Birleşik Krallık’ın yeni bir düzen arayışında olduğu sonucunu da ortaya koyuyor diyebiliriz. Önemli olan ise Theresa May’in bu düzene sunacağı katkılar olacaktır. Yeni düzende Türkiye’nin de coğrafi konum itibariyle önemi çok büyük. Bu sebepten Birleşik Krallık – Türkiye ilişkilerini de artık daha yakından takip etmemiz gerekiyor.

Öte yandan bir önemli gelişme de gün sonunda yaşandı. Birleşik Krallık’ın AB’den çıkmasını savunan Londra’nın belediye eski başkanı Türk asıllı Boris Johnson Dışişleri Bakanı oldu.

Birleşik Krallık Dışişleri Bakanı Boris Johnson
Birleşik Krallık Dışişleri Bakanı Boris Johnson

AB’den ayrılmayı savunan bir politikacının ülkenin dışişleri bakanı olması da Birleşik Krallık’ın geleceği açısından önemli bir adım. AB’den kopmaların yaşanabileceği, Baltıklar’da ve Güney Çin Denizi’nde suların bir türlü durulmadığı, Ortadoğu’da hesapların her gün değiştiği bir dönemde Birleşik Krallık yeni bir tavır ortaya koyabilecek mi göreceğiz.

Faruk Aydın

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Birleşik Krallık Ülkeleri ve İlginç Devlet Sistemi

Birleşik Krallık Ülkeleri: İngiltere, Kuzey İrlanda, Galler ve İskoçya

Asıl adı Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığı ya da kısaltılmış haliyle Birleşik Krallık. Türkiye’de ısrarla kullanılan adı ise İngiltere! Yalnız ülkemizde değil dünyanın pek çok yerinde yaygın bilinen ismi İngiltere. Ancak bu yanlışı yazının başında düzeltmekte fayda var çünkü İngiltere diye bir devlet yok. Devlet – ülke farkından girersek İngiltere diye bir ülkenin varlığından söz edebiliyoruz ancak İngiltere diye bir devletin varlığından söz edemiyoruz. Çünkü İngiltere’nin sınırları belli olan bir ülke olmasına karşın devlet yapılanması yok. Birleşik Krallık çatısı altında bir ülke demek daha doğru.

Birleşik Krallık’ın oluşumunu İngiltere’nin dünya sahnesine çıkışları diyebileceğimiz I. Elizabeth dönemine kadar götürebiliriz. Kısaca hatırlayacak olursak Elizabeth’in öldüğünde varis bırakmaması üzerine taht İskoçya Kralı VI. James’e geçmiş, kral her iki devleti de -ayrıca İrlanda Kralı- yönetiyordu. Ancak yaşanan iç savaş her iki devletin de tek elden yönetilmesi zorluğunu ortaya koymuş 1707’de İskoçların öncülüğündeki Birleşme Yasası ile Büyük Britanya Birleşik Krallığı oluşturulmuştu. 1801 yılında İrlanda’nın da katılmasıyla Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Krallığı adını almıştı. 1922’de ise İrlanda bağımsızlığını kazanacak ve ayrılacaktı. Ancak Kuzey İrlanda 1973’te Birleşik Krallık’a katılacak ve daha sonra hepimizin bildiği bir savaş süreci yaşanacaktı.

Günümüzde ise dört ülkeden oluşan yapısıyla Birleşik Krallık hala birliğini koruyor. İki yıl önce İskoçya’nın bağımsızlık referandumunda birlikten yana oy kullanması da artık Birleşik Krallık’ın sağlamlığını kanıtlar cinsten. Ancak geçtiğimiz ay yapılan AB’den ayrılık referandumunda İskoçların AB’den yana tavır alması birliğin dağılabileceği senaryolarını tekrar gündeme getirmiş durumda. Dolayısıyla bize de gelişmeleri yakından takip etmek düşüyor.

Yazımın başında İngiltere diye bir devletin olmadığından ancak ülkenin varlığından bahsetmiştim. İskoçya, Kuzey İrlanda ve Galler ise devlet teşkilatına sahip ülkeler. Bu üç devletin de kendilerine ait parlamentoları ve merkezi yönetim tarafından yetki devriyle belirlenmiş yetkileri var. Tabi her devletin yetkileri ayrı. İskoçya bu konuda daha bağımsız diyebiliriz. Ancak durumlar biraz karmaşık.

Birleşik Krallık Haritası: Kuzey İrlanda, Galler İngiltere ve İskoçya
Birleşik Krallık Haritası: Kuzey İrlanda, Galler İngiltere ve İskoçya

Bir de İngiltere’de bulunan merkezi hükümetin bulunduğu bir yapı var. O da esas devletimiz. Birleşik Krallık’ın en hayati meseleleri bu yönetimin çalışma alanına girmektedir. Birleşik Krallık’ın sistemini anladığınıza göre aklınıza ”ABD vb. devletlerin yapılanmasıyla bir benzerliği var mı?’‘ sorusu gelebilir. ABD ve onun gibi federatif devletlerle benzer yönleri elbette var ancak Birleşik Krallık’ın federal devletlerin yönetimine nazaran daha merkeziyetçi olduğunu ve üniter yapıya daha yakın durduğunu belirtmek gerekiyor. Zaten Birleşik Krallık’ın üniter devlet olarak geçmesi bile belirgin farkı ortaya koyuyor.

Birleşik Krallık gerçekten farklı bir oluşum. Mesela federal devletlerden ABD veya Almanya gibi bütün spor organizasyonlarında tek başına temsil edilmiyor. Örneğin futbolda dört ülkenin de takımları ayrı ayrı. UEFA ve FIFA üyelikleri de ayrı. Ancak olimpiyatlara Birleşik Krallık bayrağı altında katılıyorlar. Basketbolda ise bir ayrım söz konusu değil. Bu tarz farklılıklarıyla aslında Birleşik Krallık çeşitliliğin ve hoşgörünün bu konuda en güzel örneği. Gözünüzün önüne Türkiye Birleşik Devleti diye bir oluşum getirin, hemen oraya Kürdistan’ı koyun, ayrıca milli takımının olduğunu hayal edin. Edemediniz değil mi ? Neyse açın gözlerinizi, merak etmeyin sadece bir hayaldi.

Trafiğin soldan aktığı ve anayasası olmayan meşhur devletimiz yine Birleşik Krallık. 1756’dan beri trafiğin soldan aktığı bu ülkede Napolyon’a karşın bütün Avrupa’yı da belli bir süre kendilerine benzettiğini söyleyebiliriz. Napolyon solak olduğu için Avrupa’yı solunda görmek istiyordu. Ancak bunu pek de başarabildiğini söyleyemeyiz. 1967’de İsveç’in de sağ yönlü trafiğe dönmesiyle Birleşik Krallık bu konuda yalnız kalmış durumda. Ancak meşhur kolonilerinde bunun izlerini görmek mümkün. Hindistan, Pakistan, Avustralya, Güney Afrika, Yeni Zelanda… Tren teknolojisini Birleşik Krallık’tan aldığı için Japonya da sol yönlü trafiğe eklemlenmiş durumda. Meşhur anayasasız devlet olayını da duymuşsunuzdur. Evet, Birleşik Krallık’ın yazılı bir anayasası yok çünkü demokrasi gelenekleri artık yüzyılların verdiği bir birikimle oturmuş, teamüller adeta yazılı bir anayasa haline gelmiştir. Böylesine karmaşık bir devletin üstüne bir de anayasasının olmaması hayran duyulacak bir başarı değildir de nedir? Bu arada Türkiye’de anayasa var ha, biz hukuk devletiyiz. Sadece uygulamıyoruz. Bu da bizim farkımız!

Birleşik Krallık laik bir devlet de değil. An itibariyle Birleşik Krallık’ı solladığımız bir alandayız. Evet, biz laik bir devletiz. Onlar ise değil. Ancak burası Türkiye olduğu için bizim solladığımız alan bile düz değil. Devamlı taşlı yollarda laikliği alıp alıp kullanmaya devam ediyoruz. Neyse biz konumuza dönelim. Laik olmayan devlet demek dindar devlet demek değil. Yani öyle olsaydı %25’i herhangi bir dine bağlı olmayan bir ülke için fazla uçuk bir söylem olurdu. Laik olmamalarının sebebi Lordlar Kamarası’nda gizli. İngiltere Kilisesi’nde gelen ‘Ruhani Lordlar’ olarak da bilinen 26 ruhbanın mecliste olmasından dolayı Birleşik Krallık laik bir devlet değil. İçerisindeki devletlere baktığımızda İskoçya laikliğe daha yakın hatta laik diyebileceğimiz bir yapıda. Tabi Birleşik Krallık’ta laiklik yok diye uygulamalarının da laikliğe ters olduğunu iddia etmek yanlış olur. 

Londra’nın dünyanın en önemli finans merkezlerinden (2.) biri olmasından ziyade ülkenin genel demografik yapısı itibariyle küçük bir dünya olduğunu iddia etmemiz mümkün.

2011 verilerine göre Birleşik Krallık’ın %87’si beyazlardan, %7’si Asyalılardan ve %3’ü siyahilerden oluşuyor. Daha detaylı olarak baktığımızda ise ülkede 776.603 kişiyle Hindistanlıların en büyük azınlık olduğunu görüyoruz. Sırasıyla Polonyalılar (703.050), Pakistanlılar (540.495), İrlandalılar (503.288) ve Almanlar (322.220) diğer büyük azınlıklar. Birleşik Krallık’taki Türk nüfusu ise 100 binin biraz üzerinde. Özellikle AB’den ayrılmalarıyla AB vatandaşı olup da Birleşik Krallık’ta yaşayanların durumu da belirsizliğini koruyor. Ülke nüfusuna tazelik getiren Asyalı nüfusun da artması bekleniyor. Birleşik Krallık da yaşlı nüfusun fazla olduğu (%16) ancak bu durumu çok da dert etmeyen bir ülke. Nedeni ise kolay göç alabilme durumu ile nüfusun kısa sürede tazelenebilmesi. Ancak Britanyalılar adalarına kolay kolay kimseyi sokmadığı için bu durumun da geleceğini merak etmekteyiz. Birleşik Krallık’ta nüfusu %60 oranında Hristiyan, %4.5 Müslüman, %25 oranında ise herhangi bir dinle bağlantısı bulunmayan dinsiz topluluk oluşturuyor.

ingiliz-topluluklari

Şimdi daha ilginç bir konuya değinmek istiyorum. Britanya ile İrlanda Adası arasında bulunan Man Adası ve Britanya’nın güneyindeki Fransa açıklarındaki Manş Adaları Birleşik Krallık’ın birer parçası değildir. Özerk statüdeki bu adalar sadece kraliyete bağımlıdırlar. Kraliçe Victoria Man Adası’nda ”Man’in Hanımefendisi” lakabını kullanmıştır. Bu adalar AB’ye de üye değildir. Gerçi artık Birleşik Krallık da çıktığı için yalnız değiller. Manş Adaları İkinci Dünya Savaşı’nda Almanlar tarafından işgal edilen tek İngiliz toprağıdır. Bu adaların neden özel statüde olduğu hakkında bir bilgim yok ancak bu da işin güzel tarafı değil mi zaten?

Çok kısa olarak da ünlü Commonwealth‘e değinmek istiyorum. Başka bir yazımda bu konuyu daha detaylı ele almak istediğim için derine girmeye gerek yok. Commonwealth günümüz adıyla İngiliz Uluslar Topluluğu anlamına geliyor ve buradaki devletler Birleşik Krallık monarkına bağlılığını bildiriyor. Ayrıca Birleşik Krallık monarkları bu devletleri Genel Valiler atayarak onların aracılığıyla sembolik olarak yönetme yetkisine de sahip. Günümüzde İngiliz Uluslar Topluluğu’nun 53 üyesi bulunuyor.

Faruk Aydın

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

IŞİD’in Suriye ve Irak’taki Toprak Kayıpları [2015-2016]

2015 Ocak’tan 2016 Temmuz’da kadar IŞİD’in haritası, kayıpları ve kazanımları..

IŞİD’e ABD öncülüğündeki koalisyon uçaklarının hava saldırıları hem Suriye’de hem de Irak’ta devam ediyor. Rusya’nın da az da olsa operasyon düzenlediği örgüt büyük toprak kayıpları yaşadı. Ancak hâlâ Suriye’de Rakka, Irak’ta ise Musul’u kontrol ediyor.

Yeşil: 2016 yılında elde ettiği topraklar Koyu Kırmızı: 2015’te kaybettiği topraklar
Kırmızı: 2016’te kaybettiği topraklar Siyah: Örgütün şuan kontrolündeki topraklar
IŞİD'in 2015'ten 2016'ya Suriye ve Irak'taki kaybettiği topraklar
IŞİD’in 2015’ten 2016’ya Suriye ve Irak’taki kaybettiği topraklar

[TAM EKRAN – AYRINTILI HARİTA]

İngiltere merkezli düşünce kuruluşu IHS’nin 10 Tem 2016 tarihli raporuna göre IŞİD;

  • 2016’da Irak ve Suriye’de kontrol ettiği toprakların yüzde 12’sini kaybetti.
  • 4 Temmuz 2016 itibarıyla Irak ve Suriye’de yaklaşık 68 bin 300 kilometrekareyi kontrol ediyor.
  • 80 milyon dolarlık aylık gelire sahipken, 2016 mart itibariyle geliri 56 milyon dolara düştü.

Mayıs ayında Pentagon’un yaptığı açıklamada ise örgütün Irak’taki topraklarının yüzde 45’i, Suriye’deki topraklarının ise yaklaşık yüzde 16 ila 20’sini kaybettiği belirtilmişti.

ABD’nin Zafer Sebebi: Soğuk Savaştaki Derin Uçurum

2. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD hariç dünyanın her yerinin yoksulluktan kırıldığı bir ortamda, Soğuk Savaşı doğu nasıl kaybeder diye düşünüyordum. Normal şartlarda yoksulluğun çok olduğu bir ortamda sosyalist blok daha kolay yayılabilirdi. Pek çok kişiye sorsak “batının sistemi daha iyi olduğu için” diyerek işi basite indirgeyebilir. Ama iş o kadar basit değil.

2. Dünya Savaşı bittiğinde dünya sanayi üretiminin yarısını ABD yapıyordu. Çünkü onlar savaşı kendi topraklarının dışında sürdürmüşlerdi ve diğer devletler ise kendi topraklarında savaştıklarından dolayı daha ağır hasar alıyordu. ABD, hem Avrupa’dan en yetişmiş insanlarını çekiyor, hem de kendi güvenliği sayesinde daha kolay üretimini sürdürebiliyordu.

Bir düşünün; bir tarafta savaş sayesinde dünya üretiminin yarısını yapan bir ülke, diğer tarafta ise savaş yüzünden 27 milyon insanını yitirmiş yani iş gücü sıkıntısı çeken bir ülke var. Yarış başladığında arada çok büyük bir fark varken bu farkın 45 yılda kapanmasını kim bekleyebilir? Hali hazırda zaten sanayileşmiş bir ülkenin kırsal ülkeleri kendine rakip görüp yarışması hiç dengeli değil. Kırsal dememin sebebi şu ki; sosyalizme geçiş yapmış hemen hemen her ülke bir kırsal ülkesiydi.

Şuan ki Dünya haritasında Sovyetler Birliği (SSCB) Haritası
Şuan ki Dünya haritasında Sovyetler Birliği (SSCB) Haritası

SSCB nüfusunun %80’i kurulduğunda köylerde yaşıyordu. Diğer devrim ülkeleri olan ÇHC, Nikaragua, Küba, Vietnam gibi ülkelerin hepsi bu durumdaydılar. Yani yarışa başlayan ülkeler kırsal olup, sanayileşmesini tamamlamış halkları karşılarında görüyorlardı. Bu derin uçurumu kapatmak kolay bir şey değil.

Avrupa’nın yarısı Sovyetlerin, diğer yarısı Yankilerin kontrolüne girdikten sonra ABD, Batı Avrupa ülkelerinde Marshall Yardımlarını devreye sokuyordu. Amaç burada ki ülkelerde komünizmin yayılmasını önlemekti. Bu ülkelerin insanları Doğu Avrupa’ya bakarak “biz onlardan daha iyi durumdayız demek ki sosyalist olmaya gerek yok” diyeceklerdi. O zaman SSCB’de Doğu Avrupa’yı kalkındırabilirdi diyebilirsiniz ama savaştan en ağır kayıpla ayrılan bir ülkenin yardım ettikleri mi yoksa dünya sanayi üretiminin yarısını yapan bir ülkenin yardım ettikleri mi daha fazla kalkınabilir? Batı Avrupa’nın zenginliğinin sebebi Marshall yardımlarıdır kapitalizmin sihri değil.

Gelelim Asya’ya.

ABD Avrupa’nın batısına yaptıklarını Güney Kore, Tayvan ve Japonya’ya yapıyordu. Daha yeni savaştığı bir ülkeyi tekrar inşa etmenin başka ne sebebi olabilir ki?

Ancak sosyalist blokta yer alan ülkelerin bırakın ABD yardımını kendi kendilerine bile kalkınmasına izin verilmedi. Kore savaşında 3 milyon insan öldü. Bunun 500 bini Çinliydi. Bu Çinliler Mao Zedong’un gönüllülerden oluşan köylüleri idi. Hiç bir şeyi olmayan bu köylüler ABD’nin donanımlı ordusunu geri püskürterek savaşı kazandılar. Ancak Kore yakılıp yıkıldı. Aynı şekilde Vietnam savaşında da 4 milyon insan öldü. ABD’nin, Vietnam, Laos ve Kamboçya’ya attığı bombaların toplamı 2. Dünya Savaşı’nda attığı bombaların toplamından daha fazla idi. Ancak ABD her zaman olduğu gibi bu kadar tahribata rağmen yine kazanamadı.

guneydogu-asya-ulkeleri

Bir yönetimin iş başına gelmesi için 3 yöntem vardır: Demokrasi, Devrim ve Darbe.

Doğu Bloğu’nu anti demokratik olmakla suçlayanlar en çok demokratik hükümet devirenler olmuştur. ABD’nin Latin Amerika da Condor planı kapsamında yürüttüğü darbe politikası nice demokratik hükümetleri indirdi. Bu sadece Latin Amerika değil başka coğrafyalarda da uygulandı ama Latin Amerika da ki kadar değil. Burada yaşanan darbeler neticesinde malum ülkelerde enflasyon fırlamış ve muhalif kesimler ortadan kaybolmaya başlamıştır.

Darbe politikasının en dramatik olanı ise Endonezya’dadır.

1965 yılında yaşanan darbe sonrası dünyanın en büyük 3. komünist partisinin 1 milyon üyesi katledildi. Eğer Endonezya’da bu darbe yaşanmasaydı dünyada o zaman ki en kalabalık 5. ülke sosyalist blokta yer almış ve böylece 5 büyük ülkenin 3’ü sosyalist olmuş olacaktı. Afrika da ki darbelerden bahsetmiyorum bile.

Darbeler ve savaşlar gibi bir başka yıkıcı etmen daha var, ambargo.

En yıkıcısı Küba ve Nikaragua olmak üzere ABD onlarca ülkeye ambargolar uyguladı. Şunu unutmayalım; daha büyük ekonomiler daha küçük ekonomilere ambargo uygularken ambargoya maruz kalan ülkelere kıyasla çok daha az yıpranmaya uğrarlar. Çünkü büyük güçlerin yeni alternatif pazarlar ve güzergahlar bulması mümkün veya daha kolay iken ambargoya maruz kalan ülkelerin böyle bir şansları çok azdır veya hiç yoktur. Örneğin Kuzey Kore gibi küresel büyüklükte bir ambargoya tabi tutulmuşsanız kendi yağınızda kavrulmaktan başka çareniz kalmaz ne yazıkki! Bu ambargolar yüzünden ülkeler kendi sistemlerini uygulayamamakla beraber elinden geleni de gösteremedi. Küba 50 yıl ambargo altında yaşamışken, birilerinin çıkıp “Küba ne kadar fakir demek ki sosyalizm kötü bir şey ” demesi ne kadar akıllıca bir analiz olabilir ki?

Sonuç olarak ABD dünya savaşları sayesinde, Soğuk Savaş başladığında ekonomik olarak açık ara öndeydi. Doğu arada ki farkı hızla kapatmasına rağmen savaşlar, darbeler, karşı devrimler, ambargolar yüzünden dünyanın sosyalizmin nasıl bir şey olduğunu görmeye fırsatı olmadı. Yani özet olarak ABD savaşı sistemi daha iyi olduğu için değil, sistematik şiddeti sayesinde kazandı.

Muhammed Ali Çalışkan

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

İsrail Mısır İlişkileri: Perde Arkasındaki Doğalgaz Faktörü

DİMYAT’a Gitmeden OSMANCIK’tan PİRİNÇ Almak

Mısır Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında yaşanan Kavalalı Mehmet Ali Paşa isyanı ile saray çevresinde sıkça söylenen “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma” sözü günümüzde de bilinen ve halk dilinde çokça söylenen bir sözdür. Geçmiş zaman olur ki yaşanan olayların tekrarı oldukça hatırlanıp nedamet duyulan bir ifade olarak kalmıştır. Pek çoğumuz Dimyat’ın Mısır’ın bir sahil kenti olduğunu bilmeyiz. Dimyat senelerce küçük bir sahil kenti iken yakın zamanda oldukça stratejik öneme sahip bir kent olmasını burada kurulan LNG gaz tesisine borçludur. Aslında Dimyat Mısır’ın özgürlüğüne vurulmuş bir zincirden başka bir şey değildir. Gelin şimdi demokrasiden uzak geçen yılların ardından “Arap Baharı” diye estirilen yapay türbülansın önce Hüsnü Mübarek sonra da Muhammed Mursi‘nin başına gelenlerin için aslında çok büyük bir yolsuzluğun üzerini kapatmak ve değişen ekonomik şartlar ile ülkenin iflasının sınırına getirilmesini inceleyelim. Bu hadise aslında tam bir ibret vesikasıdır. Ben örneği Osmancık’tan vermem pirinç yetişmesinden ibarettir. Ya petrol ve doğalgazdan başka satacak hiçbir şeyi olmayan Ortadoğu ülkeleri bu ibretlik hikayenin içinden dersler çıkarmak zorundadır.

Kaynak: gulfoilandgas.com
Kaynak: gulfoilandgas.com

1978’de Camp David Antlaşmasının ardından ABD Sina Yarımadası’ndan çekilmek şartı ile İsrail’e 15 yıllık enerji ihtiyacını karşılama garantisi verdi. Mısır ve İsrail arasındaki ilişkilerin düzene girmesinin ardından Camp David Antlaşmasının gizli olan maddelerinden biri olan İsrail’in Mısır’daki petrol ve doğalgaz ihalelerine girme hakkı İsrail’e tanınmıştır. 1993’de Oslo Antlaşması sırasında da İsrail’in FKÖ tanıması karşısında hem İsrail’e hem de Mısır’a çeşitli yardımlar verildiği bilinmektedir. Camp David’te Mısır adına imza koyan Enver Sedat’ın öldürülmesini ülke içinde bir karşılığı olduğu yani İsrail ile milli çıkarların aksine bir antlaşma yapmanın kendi ordusunun içinde bile can güvenliği olmadığını göstermiştir. Camp David anlaşmasından sonra İsrail ve Mısır istihbarat örgütleri arasındaki yakınlaşma ve bu yakınlaşmanın ticari bir boyut kazanması geç olmamıştır. Yolsuzluktan hüküm giymiş mısırlı eski istihbarat elemanı Hüseyin Salim ki kendisi Hüsnü Mübarek ile olan ilişkisinden ötürü en yakın adamı olarak görülmelidir. İsrail ile ilişkileri sonucunda İskenderiye Limanı’nda 1,2 milyar dolar değerinde petrol rafineri yatırımı yapan şirketin İsrail tarafından kurulmasında büyük payı vardır. Verilen olağan üstü imtiyazların zaman geçtikçe gün yüzüne çıkan kısmı gerçekte olandan çok azdır. Bu şirketteki Hüseyin Salim’in adamı olan yine katkıları ve Hüsnü Mübarek’e olan yakınlığı ile ilerde petrol bakanı yapacağı Samih Fehmi’den başkası değildir.

huseyin salim
Hüseyin Salim

Samih Fehmi petrol bakanı olunca Hüseyin Salim ve Mossat elemanı olan Yossi Maiman tarafından kurulan EMG şirketine Mısır’ın çıkardığı doğalgazı satmak için yetki verildi. Bu şirket El-Ariş ile Aşkelon arasına kurduğu boru hattı ile doğal gazı İsrail’e sattı. Bu satışın şartlarına bakıldığında dünyada doğalgazın metreküp fiyatı ortalama 12,5 dolar civarında iken Almanya Rusya’dan aldığı doğalgaza 8 dolar ödeme yaparken; Mısır devleti doğalgazı EMG firmasına 1,5 dolar gibi komik bir fiyata sattı ve EMG’de bu gazı İsrail’e 2,5 dolar gibi piyasa şartlarının çok altında satmasıyla Mısır devletinin bir kaç yıl içinde 11 milyar dolar civarında zarar etmesine yol açtı. EMG firmasının ortakları zengin olurken İsrail Devleti çok ucuz bir şekilde enerji üretebildi. 2011’de Tahrir Meydanında halkın isyan ettiği konulardan biri de buydu. Gelişen olayların ardından boru hattının kapatılmasından sonra ortaya çıkan Mısır Devlet’inin EMG ile yaptığı halktan gizlenen antlaşmanın maddeleri gereğince EMG ve diğer gaz şirketleri tarafından açılan davaların sonucunda Mısır Devlet’inin ödemek zorunda kalacağı rakam yaklaşık 20 milyar dolardı. Mısır’ın döviz rezervlerinin yaklaşık 15 milyar dolar olduğuna bilindiğine göre, pratikte bu devletin iflası anlamına gelmekteydi. Zaten ülkede yaşanan enerji sıkıntısı gün geçtikçe hayatı felç etmektedir. Demokratik yollarla iktidara gelen Muhammed Mursi bu çarpık yapının ortadan kaldırılması için adımlar attı fakat bu da onun iktidarının sonu oldu. Benzin sıkıntısının manipüle edilmesiyle ordu yönetime el koydu. Zaten ekonomik açıdan sıkıntı içindeki Mısır üzerinde baskı oluşturmak için böyle bir kukla yöneticiden başkası düşünülemezdi. Abdülfettah el-Sisi yönetime geçtikten sonra İsrail ile tekrar temas kuruldu ve daha sonra kaldırılan uluslararası şirketlerin petrol ve doğalgaz ticareti yeniden başladı.

Mısır’da bu gelişmeler olurken 2010 yılında İsrail Akdeniz’deki Leviathan ve Tamar bölgelerinde yaklaşık 740 milyon metreküp doğalgaz rezervi bulması ve işletmeye başlaması, aslında İsrail Devleti için “İkinci Kuruluş” olarak kabul edilebilir. İsrail bu ürettiği doğalgazı işleyerek taşınabilirliği daha yüksek LNG gaza dönüştürerek satma yoluna gidecektir. Yağlı müşteriyi uzaklarda aramak yerine geçmişte enerji kaynaklarına muhtaç olduğu fakat bugün enerji kıtlığı çeken komşusuna satmak isteyecektir. Şartlar tamda İsrail’in istediği gibidir.

noble leviathan

Mısır’ın ürettiği doğalgaz kendi iç talebi bile karşılamaktan uzakken, yukarıda bahsettiğimiz kendine açılan uluslararası davaların kıskacında olan borcu yüzünden ekonomik bağımsızlığını kaybetmek üzeredir. EMG firmasına 8 milyar dolar, çeşitli gaz firmalarına 6 milyar dolar ve İspanyol firması Union Fenosa’ya olan 6 milyar dolar borcu varken; ülkenin enerji ihtiyacı karşılaması gittikçe güçleşmiştir. İşte tamda bu noktada iflas ettiğini açıklayan EMG firmasının sahip olduğu El-Ariş ile Aşkelon arasındaki doğalgaz boru hattı tersine çalıştırılıp mısır senelerce ucuza sattığı doğalgazı MAKUL piyasa şartları ile geri alabilir. Bu ticaretin karşılığında ise İsrail’in Mısır’dan istediği paradan daha önemli şartlar vardır. Bunlardan ilki her daim kontrol edebileceği, istediğinde cezalandırıp muma çevireceği bir Mısır olmasını istemesidir. İkincisi bence çok daha önemlisi Süveyş Kanalını kullanım serbestliği alarak ürettiği LNG gazını Asya ve Uzakdoğu’ya satma imkanını yakalamak istemesidir. Bu iki madde Mısır Devlet’inin geleceğine konulmuş ipotekten başka bir şey olmadığını görmek artık zor değildir. Kontrol edilebilir bir Mısır için Mısır halkının daha neler kaybedeceğini düşünmek gerekir. Muhammed Mursi’yi devirirken sevinç çığlıkları atanlar içi boşaltılan bir devletin gün gelip istiklaline de kaybedeceğini hiç düşünmemiş olmalılar.

Evet başlarken bahsettiğimiz Dimyat’a ve İdku’ya Noble Enerji tarafından şirketi kurulan LNG üretim tesisleri Mısır’da esaret zincirinin bir halkası olarak üretime geçmiştir. Mısır’ın yaşadıklarını başlarken yazdığımız “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak” sözü olanları en güzel ifade etmektedir. Ekonomik bağımsızlığı tehlikeye giren Mısır’ın demokrasi ile yönetilmesini beklemek basit tabirle saflık olur. Bu yaşananlardan bölge ülkelerinin alacakları dersler önemlidir.

Ortadoğu’da yaşanan siyasi gelişmeler bir birine benzerlik gösterse de değişmeyen tek şey sonucunda kaybedenlerin hep bir teselli bulmasıdır.

Ahmet İşitez

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Türkiyede Biriken Cihatçı Tehlikesi ve Kaynağı

Başta IŞİD ve El-Nusra olmak üzere pek çok İslamcı örgütün propaganda videoların da bir şey dikkatimi çekti. Elbette bu tür yapılanmalarda en çok bulunanlar Sünni Arap ülkelerinin vatandaşları oluyor ama halkların nüfuslarına oranla düşündüğümüz zaman karşımıza Kafkasya ve Orta Asya halkları çıkıyor. Bu insanlar aynı zamanda Türkiye’de de siyasi sığınmacı olarak sürekli nüfuslarını arttıran kişiler. Kimisi Orta Asya’nın diktatör rejimlerinden kaçtı diye, kimisi Çin’den geldi diye, kimisi de Rusya’dan kaçtı diye sahipleniliyor. Bu sahiplenmenin acısını ne zaman yaşarız diye düşünürken havalimanı saldırısıyla sarsıldık maalesef. (Saldırganlardan biri Çeçen, biri Kırgız, biri Özbek’ti.)

IŞİD’e nerelisin diye sorsak, doğma büyüme Iraklıyım ama Suriye de doyuyorum der. Nede olsa popülaritesini Baas rejimi ile olan mücadelesiyle arttı. Baas rejimi de, laik ve Nasyonal sosyalist. Yani bir İslamcının sevemeyeceği tüm bileşenleri içeriyor. IŞİD’in Irak’la olan savaşında mezhepleri, PKK ile olan savaşında ateizmi propaganda aracı olarak kullandığını görüyoruz. Ama Suriye için propagandalarını ideolojik açıdan kullanıyor. Aslında Suriye’de de alevilik üzerinden mezhepçiliği vurgulaması beklenir ama Esad’ın kişiliğinin, propaganda videolarında daha ön planda olduğunu görüyoruz. Bunun sebeplerini anlamak çokta zor değil.

Nasıl ki zamanında Rusya ile savaşan cihatçılar, Rusya ile savaştıkları için Gürcü ve Ukraynalı faşistler tarafından sempati duyuyorlardı. Aynı şekilde de Türkiye’nin aşırı milliyetçileri IŞİD’e, PKK ile savaşmasından ötürü sempati besliyor ve Suruç, Ankara garı, Diyarbakır mitingi gibi bombalı saldırılarla bu sempati katlanıyor. Türkler de durum böyle iken Araplar, İran ve Suudi Arabistan mücadelesinin de bir yansıması olarak mezhepleri önemsiyorlar ve IŞİD’in Irakta Şiilerle mücadele ediyor olması üstelikte ABD güdümlü bir hükümetle savaşması Sünni Arapların sempatisini kazandırıyor. Ancak Suriye’de sempati sebebi değişiyor. IŞİD’in ve El-Nusra’nın Esad rejimi ile mücadelesi ise kuşkusuz Orta Asya ve Kafkasya gibi Rusya güdümlü diktatör rejimlerin yönettiği ülkelerin sempatisini kazandırıyor. İşte bu propagandalar bu yüzden Esad’ın diktatörlüğü üzerinden yürüyor. Eski Sovyetler Birliği topraklarında yaşayan Müslümanlar yaşadıkları ülkelerin diktatörleri sayesinde Suriyeliler için daha kolay empati kurabiliyor.

IŞİD en çokta eski Sovyet coğrafyasına göre propaganda yürütüyor. Çünkü buradan kazandığı cihatçıların diğer Sünni coğrafyalarda ki cihatçılardan çok daha önemli özellikleri var. En önemli özellikleri doğup büyüdükleri ülkelerin sıkı askeri zorunluluklarından dolayı oluşan savaş becerileri. Bu ülkeler askerliğe çok önem veriyorlar ve IŞİD’i eğitim masrafından ister istemez kurtarıyorlar. Eğitimin yanı sıra tecrübe de çok önemli ve hemen hemen hepsinde bu da var. Kafkasya’da ki cihatçılar çeçen savaşlarından beridir Rusya ile savaş halinde. Sadece Çeçenler değil süreç içerisinde onlara gönüllü olarak katılmış tüm cihatçılar hala o bölgedeler. Orta Asyalı cihatçılar ise yıllarca Taliban‘ın yanında ABD ile Afganistan’da savaşırken, bir kısmı da Tacikistan iç savaşında tecrübe edindiler. Empati, eğitim ve tecrübe tam aranılan özellikler. Bir örgüt daha ne ister ki; cebinden hiç para çıkarmasına gerek kalmıyor.

Sık sık El-Nusra, IŞİD ve Ahrar-uş Şam‘ın propaganda filmlerinin eğitim ile ilgili olanlarında bu bölgelerden gelenlerin diğer cihatçılara askeri eğitim verdiğini görüyoruz. Yani bu örgütlerin eğitmen sıkıntısı falan yok. Onların bu kadar ateşli savaşması hepsinin tıpkı Esad gibi Rusya güdümlü diktatörler tarafından acılar çekmiş olmalarından kaynaklanıyor, yani bir bakıma Rusya’dan intikam almak istiyorlar. Özellikle Çeçenler, büyük sürgün sırasında nüfuslarının yarısını kaybettiler(o zaman ki bir milyon çeçenin 500 bini öldü). 90’lı yıllardan bu yana da 500 bin Çeçen 2 büyük çeçen savaşında hayatını kaybetti hala da kaybediyor.

kafkasya-ve-orta-asya
Kafkasya ve Orta Asya Haritası

Kafkasya da durum böyle peki Orta Asya.

Özellikle Afganistan 1978’den beridir savaşın içinde. Bu süreçte doğan bebekler doğal olarak kendisini savaşın içinde buluyor. Böyle bir ortamda terörize olmamak çok güç bir şey. Tacikistan da 1992-1997 yıllarında yaşanan komünistlerin ve İslamcıların mücadelesinden sonra şimdi, Tacikistan İslamcıların at koşturamadığı bir yer haline geldi. Elbette bu savaşı İslamcıların kazanmasını istemezdim. Diğer Orta Asya devletlerinde savaş olmaması sevindirici tabi ama yinede insanı terörize eden bir baskı ortamı olması insanları radikalleştiriyor (özellikle de Özbekistan). Doğu Türkistan da Çin yüzünden terörize olmuş durumda. Adeta cihatçılar kendimizi kurtaramıyoruz bari Suriyelileri kurtaralım diye düşünüyorlar. Suriye’de sürekli Türkistan İslam cemaatinin önemli faaliyetleri göze çarpıyor.
Çünkü bu insanlar intikam almak istiyorlar, öfke patlaması yaşıyorlar, eğitim ve tecrübeye sahipler. Bu yüzden onlar mensup oldukları örgütler için 4 elemente de sahip kişiler.

Benim en büyük korkum şu ki;

Devletimiz bu insanların siyasi sığınmacı olmasından ötürü ülkemize girmelerine izin veriyor.
Peki saydığım bu özellikleri barındıran bu kişiler sayılarını sürekli arttırırken ilerde olası bir hükümet değişikliğinde ne yaparlar? Bugünlerde sadece belli bir siyasi grubu yada turistleri hedef alıyorlar. Peki yarın bir gün islamcı olmayan bir hükümet iş başına geldiği zaman “burasıda benim ülkem gibi olabilir” diyerek Türkiye de cihat yapmaya kalkarsa ne olur? Bu insanlar hala terörize olmaya ve bir kısmı da Suriye de tecrübe edinmeye ve tecrübelerini başkalarına aktarmaya devam ediyor. Belki bir çok kişi ciddiye almaz ama ben endişelenmekte haklı olduğumu düşünüyorum. Nede olsa Lübnan 1975-1990 yılları arasında Filistinli mülteciler yüzünden birbirleriyle savaştı ve sonrada ülkenin demografik yapısı tamamen değişti. Eğer korktuğum şey başlarsa bu cihatçıların yardıma gittiği ülkelerde ki cihatçılar da borçlarını ödemek için buraya gelirler bunu unutmayın. Çünkü şimdiye kadar hiç bir iç savaşta taraflar yalnız değildi.

Çeçenistan’a gönüllü gidenler oldu, Afganistan’a gönüllü gidenler oldu, Irakta gönüllüler oldu, Suriye’de de malum. Türkiye’de de olacaktır.

Muhammed Ali Çalışkan

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Birinci Dünya Savaşı’nda Afrika Sömürge Haritası

0

Almanya, Avusturya Macaristan, Bulgaristan ve Osmanlı’nın ‘İttifak Devletleri’ olarak tanımlandığı; Fransa, Rusya, İtalya ve İngiltere’nin de ‘İtilaf Devletleri’ olarak nitelendirildiği Birinci Dünya Savaşı’nın en büyük nedenlerinden birisi emperyal güç mücadelesiyle birlikte sömürge yarışıydı.

O dönemde bu sömürge toprakları Uzakdoğu’dan Afrika’ya dünyanın dört bir yanındaydı ve büyük sömürge imparatorlukları bu ülkeleri insan gücünden madenlerine kadar sömürmekteydi. Birinci Dünya Savaşı deyince ise akla Avrupa haritası geliyor ancak Afrika’daki topraklar hangi devletlerin sömürgeleriydi?

Aşağıdaki haritada Birinci Dünya Savaşı’nın başladığı 1914 tarihinde Afrika’daki durum ifade edilmiştir.

*Haritanın sol altında ise renklerin hangi ülkeye ait olduğu gösterilmiştir.

afrika sömürge haritası

(Afrika Sömürge Haritası // TAM EKRAN – AYRINTILI HARİTA)

2003 Irak İşgali’nin Kronolojisi

İngiltere’de 7 yıldır araştırılan, Irak’ın işgalinin masaya yatırıldığı raporu hazırlayan Sir John Chilcot ”Irak politikası kusurlu istihbarat ve değerlendirmeler üzerine inşa edildi. Barışçıl seçenekler tüketilmedi” dedi.

Dönemin İngiltere Başbakanı Tony Blair ‘Üzgünüm, sorumluluk benim’ dediyse de, hiçbir şekilde yargılama yapılmayacağı açıklandı. Bu raporla birlikte tekrar gündeme gelen İngiltere’nin ABD öncülüğündeki Irak işgalinin seyri..

Kaynak: .Al Jazeera
Kaynak: Al Jazeera

Türk – Rus İlişkilerinin Tarihsel Arka Planı ve Rus Kimliği (I)

Türk – Rus İlişkilerinin Tarihsel Arka Planı ve Rus Kimliği, Rus Siyasi Tarihi (I)

Avrasya tarihinin önemli İmparatorluklarından olan bu iki devlet, aynı zamanda 3. Roma ideali yolunda yarışan, öyleymiş gibi davranan, muazzam bir idealin kader ortağı olarak da anılabilir. İki devletin kaderi ötelerden beri birbirleriyle çakışmakta idi. Osmanlı İmparatorluğu’nun, yeni doğan Moskova devletini (sonradan İmparatorluk) fark etmesi, ancak Karadeniz’in tehdit altında olmasıyla anlayabileceği, fark edebileceği bir vakıa idi. Akdes Nimet Kurat hoca’dan edindiğimiz bilgiye göre, başlarda Moskova Devleti’nin, Osmanlı İmparatorluğu’nca muhatap bile alınmadığını hatta ilişkilerin Kırım Hanlığı üzerinden yürütüldüğünü bilmekteyiz. III. İvan’ın 1492 yılında Giray Han aracılığıyla Pâyitahta yolladığı ilişkileri başlatma ve İstanbul’da diplomatik elçilik açma talebi, Türk – Rus ilişkilerini diplomatik düzeyde başlatan ilk adım olarak bilinmektedir. Talebin devamı olarak 1702 yılında Çarlık Rusya’sı tarafından İstanbul’da bir daimi elçilik açılmıştır. Bu hadiseye karşılık Osmanlı’nın adımı ise, geçici elçi olarak 1793’te, daimi olarak ise 1836’da yani II. Mahmut zamanında elçilik açılmasına karar vermek olmuştur.

osmanlida-elciler

İlk diplomatik ilişkiler karşılıklı olarak böyle başlamıştır. Bu ilişkilerin başlama tarihinin öncesi ve sonrası ise iki devlet arası savaşlarla geçmiştir. Güney’de çökmek üzere olan bir İmparatorluk, Kuzey’inde ve Doğu’sunda yeni bir İmparatorluğun doğuşuna şahit olmuştur. İki devletin kaderini belirleyen hadiseler ise savaşlar silsilesi olmuştur. Lâkin, savaşlar kısmına geçmeden önce Rus kimliği ve coğrafyası üzerinde durmakta fayda vardır. Zira, bu milletin tarihi karakterini belirleyen en mühim vakıa, yaşadığı coğrafyası olmuştur. Montesquieu ve İbn-i Haldun’un değindiği gibi iklimin karakterlerine sirayet etmemesi düşünülemezdi. Bu kimliğin ortaya çıkışı, coğrafyanın eseri olmuştur.

IV. Ivan
IV. Ivan

Peki bu kimlik nedir? Rus kimdir?

Rus isminin nereden geldiği konusunda genel kanı, Slavlara dayandığı şeklindedir. Kuzey’den kayıklarla Güney’e inen bu kavim, Fince kayıkçı manasına gelen Routsi olarak anılmıştır. Slavcaya Rusi olarak geçmiş ve günümüze Rus olarak evrilmiştir. Vernadsky, bu kavmi üç bölüme ayırmaktadır. Çekler ve Lehleri içeren “Batı Bölümü”, Balkan Slavları’dan oluşan “Güney Bölümü” ve Rusların bel kemiğini oluşturan “Doğu Bölümü”dür. Rus coğrafyasını Vernadsky kısaca, “Avrasya” olarak belirtmektedir. Ruslar, tarih sahnesine ilk olarak Avrasya’nın batı köşesinde yer alan Kuzey Karadeniz bölgesinde çıkmıştır. Ancak ilerleyen yüzyıllarda bu halkın doğuya doğru hızla yayıldığını görmekteyiz. Hem doğu yönünde geniş yayılma çabası, hem de batıda Karpat Dağları boyunca uzanan sınırları, komşularından gelecek tehdide karşı bir direnç sisteminin tezahürü idi. Vernadsky bu durum için, “ne emperyalizm idi, ne de Rus devlet adamlarının basit politik hırslarının bir ürünü;  belki de en geniş tahlille basitçe tüm tarihin temelinde yatmakta olan coğrafyanın o kaçınılmaz mantığı idi”, diyor.

avrasya--haritasi

Kiev Knezliği (prenslik/beylik) ile tarih sahnesine çıkan bu millet, çeşitli seyyahların aktardığına, örneğin İbn-i Rüşd’e göre, sattıkları malların başında kürk gelmekte idi. Özellikle de samur ve sincap kürkleri ticarette başı çekmektedir. Hosking’in aktardığına göre ise, o tarihlerde bölgeyi ziyaret eden bir seyyah, bu milletin yaşadığı manzarayı şöyle tasvir ediyor:

Köylülerin evleri genellikle ahşaptan; hiçbir taş, demir işi veya cam pencereleri yok: Her birinde, odanın dörtte birini kaplayan olağanüstü büyüklükte sobalar var. Bütün aile, bu çok iyi ısınmış, akşama doğru kapatılmış sobaların üzerine yatarlar ve kendilerini kelimenin tam anlamıyla pişirirler. Eğer sobanın üstü hepsini almazsa, geri kalan herkesin üzerlerine yatması için tavanın altına raflar yapılır. Yerde hiç kimse yatmaz.”

kiev-hanligi
Kiev Hanlığı

Yaşadıkları coğrafyanın ne denli çetin bir coğrafya olduğunu anlamak adına önemli bir bilgi bu anlatılanlar. Yukarıda söylendiği gibi, böyle çetin bir coğrafyanın karaktere sirayeti, gayet mümkün bir hadise olsa gerek. Bölge, aynı zamanda göller ve nehirler bakımından da zengin bir coğrafyadır. Bunun getirdiği özellik ise, Ruslara tuzluyarak uzun süre saklayabilecekleri bol bol taze su balığı sağlamış olmasıdır. Klasik bir Rus içeceği olarak anılan votkanın Rusya’ya gelişi 15. Yüzyılı bulmaktadır. Moskova kilisesi tarafından bir heyetin, aquavit yapımını gözlemlemek üzere Floransa’ya gönderilmesi ve dönüşünde bu içeceği kilise aracılığıyla ülkeye getirdikleri bilinmektedir.

Rus coğrafyasının ilerleyen tarihlerde doğu yönünde genişlemesiyle devasa güce dönüşmesi, bu gücün aynı şekilde bu gücü sakat bırakabilecek yönlerinin oluşmasına ve bu yönlerin karakteristik özelliklere sirayet etmesine sebep olmuştur. Peki bu paradoksal birleşim nelerden oluşmaktadır?

Hosking’in bunu dörde ayırdığını bilmekteyiz.

1) Rusya, alan olarak dünyanın günümüze değin gördüğü en geniş ve değişime açık imparatorluklarından biri olmuştur. Sınırları binlerce kilometrelik alanda genişledi. Bu genişleme süreci, kolayca işgal edilebilen ve edebilen bir devlet olma özelliğini de beraberinde getirdi.
dunya-haritasinda-rusya
2) Rusya, genel olarak bir baskın ulus olmaksızın, (en azından 19. Yüzyıla kadar) bir hanedan ile kendi içinde farklılıklar arz eden bir aristokrat sınıf tarafından yönetilen çok uluslu bir devletti. Bu durum, Rusya için dış ilişkiler ile iç ilişkilerin birbirinden farklı tarzlar göstermesine sebep olmuştur.

Rusya Etnik Haritası
Rusya Etnik Haritası

3) Rusya, aşırı hava sıcaklıklarının görüldüğü bir bölgede yer aldığından ve 15. Yüzyılda dünyanın başlıca ticaret yollarına uzak düştüğünden az gelişmiş bir imparatorluktu. Bu geri kalmışlığı tetikleyen husus ise, Rusya’nın, her tarihi evrim aşamasında kendisini kopyalama eğilimi olmuştur. Değişim ideali, çok sonraları görülmüştür.

saint-basil-katedrali

4) Son olarak ise, Rus İmparatorluğu her zaman iki yada üç dünyanın arasında yer almıştır. İdari yapısı açısından Çin ve eski bozkır imparatorluklarının uygulamalarını esas aldığından bir Asya İmparatorluğu idi. Kültürel açıdan, Protestan ve Katolik ülkelerden birçok şey ödünç aldığından en azından üç yüzyıldır Avrupalı bir devletti. Dinsel açıdan ise, Doğu Roma ve artık ayrı bir varlık olmaktan uzak olan fakat Avrupa’da hala devam eden etkiler bırakan Hristiyan Yunan ekümenliğinden türediği için Bizans’tı. Bu farklılıklara bir dayanak da, 16. Yüzyılda IV. İvan’ın hem kağan (Asyalı yönetici) hem de Basilius (Hristiyan imparator) isimlerini kullanması gösterilebilir. Üçüncü Roma teorisini dış politikasının temeli haline getirmiş olsa da bu iki isimden yalnızca birini seçmeyi reddetmiştir.

moskova-romasi

Moskova dönemi Rusya’sını gözlemleyen Avrupalı bir seyyah, bu devleti “kaba ve barbar bir krallık” olarak tarif etmektedir.

Yazımızın 2. Kısmında Rusların tarihten günümüze İstanbul hayallerini ve Türklerle ilk çarpışmalarını inceleyeceğiz.