AB’nin Kısa Tarihi ve Meçhul Geleceği

Avrupa Birliği’nin temelini, II. Dünya Savaşı sonrasında sanayi bakımından özellikle önemli iki temel ham madde olan kömür ve çelik sektörünü güçlendirmek ve bunları uluslar üstü bir otorite ile kontrol ederek barışı sürdürmek amacıyla 1951’de kurulan Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu oluşturmaktadır. Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu, 18 Nisan 1951’de Belçika, Almanya, Fransa, Hollanda, Lüksemburg ve İtalya arasında imzalanan Paris Antlaşması (1951) ile kurulmuştur. Yine bu ülkelerin imzaladığı 25 Mart 1957 tarihli Roma Antlaşması ile bir başka topluluk daha, Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (Euratom) eklendi ve bu anlaşmayla, aynı tarihte Avrupa Ekonomik Topluluğu (AET) kurulmuş oldu. 1958’de yürürlüğe giren Roma Antlaşması üye ülkeler arasında önce gümrük birliğini, yani malların gümrük vergisi ödenmeksizin üye ülkeler arasında serbestçe alınıp satılmasını öngörmüştür. Bu yapının oluşturulmasının öncüleri Fransız Planlama Teşkilatı Başkanı Jean Monnet ve Dışişleri Bakanı Robert Schuman olmuştur. Jean Monnet ve ekibinin titizlikle hazırlamış olduğu ve Robert Schuman’ın 9 Mayıs 1950’de ilan ettiği metin “Schuman Bildirgesi” adını alacak ve daha sonraları 9 Mayıs Avrupa Günü olarak kabul edilecekti.

Ancak Roma Antlaşması’nda nihai hedef sadece ekonomik değil ortak tarım, ulaştırma, rekabet gibi diğer birçok alanda ortak politikalar oluşturulması, ekonomik politikaların yakınlaştırılması, ekonomik ve parasal birlik kurulması, ortak bir dış politika ve güvenlik politikası oluşturulmasıdır. Belirtilen bu amaçlara, süreç içerisinde daha sonra imzalanacak olan diğer anlaşmalarla aşamalı olarak ulaşılmaya çalışılmıştır. Şu an itibariyle, Maastricht Antlaşması (1992) (Avrupa Birliği’ni kuran antlaşma sayılmaktadır), Amsterdam Antlaşması (1999) ve Nice Antlaşması (2003) sonrasında Avrupa Birliği, bazı üyeler dışında parasal birliğe girmiş (Avro), Ortak Dışişleri ve Güvenlik Politikasını benimsemiş, Adalet ve İçişlerinde suça ilişkin konularda Polis ve Hukuk işbirliğine karar vermiştir.[1]

Avrupa Birliği üyesi ülkeler (yeşil)
Yeşil: Avrupa Birliği üyesi ülkeler – Gri: AB üyesi olmayıp da Avrupa kıtasındaki ülkeler

Dar anlamda yukarıda bilinen kısa tarihinin yine aynı dönemlerde kurulan ikinci dünya savaşının ardından kurulan Varşova Paktı’nın karşısında konumlanan NATO’yu AB’den ayrı değerlendirmek günümüz koşullarında çok hatalı olacaktır. İkinci Dünya Savaşının bitmesinin ardından soğuk savaş döneminde karşılıklı silahlanma yarışı içerİsinde 25 Aralık 1991 tarihinde SSCB Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov’un istifa etmesine kadar geçen sürede bir paranoya haline gelen doğu-batı kutuplaşması savunma harcamalarının ülke GSMH’lerinde inanılmaz bir yer tutmasına sebep oldu. Yıllar boyunca ABD Birinci Dünya Savaşı yıllarından itibaren büyüttüğü savunma sanayi sektörüne ”Yağlı Müşteri” bulmakta hiç zorluk çekmedi. Bu harcamalara 21 Eylül 2015 yılı itibariyle baktığımızda tüm NATO üyelerinin toplam askerî harcaması dünyadaki savunma harcamalarının %70’inden fazladır.[2]

Diğer dikkat edilmesi gereken husus da AB’nin kuruluşunun asıl sebebi olan 1951 yılının şartları göz önüne alınarak kömür ve çelik topluluğu olarak kurulması olacaktır. 1951 yılının şartlarında enerji üretiminin önemli bir kısmını oluşturan kömür AB için hayati bir önem arz ederken, değişen şartlar itibariye İkinci Dünya Savaşından sonra çelik hayati bir ürün haline gelmiştir. Batıda bu gelişmeler olurken kaynak bakımından daha zengin Sovyet Rusya ve Çin bu savaştan geri kalmamıştır. Hatta bu çelik çılgınlığı öyle bir yere gelmiştir ki Çin’de insanlar evlerindeki metal olan ne varsa derme çatma ocaklarda eritip çelik elde etmeye çalışmıştır.

Çok dar anlamda çelik ve kömür için kurulan AB ve savunma refleksi gereği kurulan NATO, yıllar boyunca kuruluş amacından uzaklaşıp değişen şartlardan dolayı işlevsel olma hedefinden uzaklaşmıştır. ABD’nin yıllar içindeki politik dikteleri ile hareket eden AB; enerji ihtiyacını yine bu ülkelerin imzaladığı 25 Mart 1957 tarihli Roma Antlaşması ile bir başka topluluk olan Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu (Euratom) ile karşılanılmış ve bir başka topluluk oluşturulmuştur. Yıllar içinde yaşanan bir çok siyasi gelişmelerde özgün bir siyasi politika üretmediği gibi, sonradan yaşanan olaylar nedeni ile de etkisiz ve yetkisiz, kendi içine kapanan, bir çok kişinin söylediği gibi ”Hristiyan Kulübü” haline geldi. Günümüz Avrupa’nın enerji koridoru gün geçtikçe daha da önemli hale gelmektedir. 2010 yılından itibaren değişen dünya şartları ekonomik açıdan tüm dünya ülkelerini zorlamaya başladı. Değişen Enerji tercihleri ile beraber enerji koridorları da değişti. Yeni şartların sonucunda AB ülkelerini enerjiye ulaşımı konusunda ABD ile hareket etmesi, daha doğrusu ABD’nin artık AB’ye hamilik yapması giderek zorlaştı.

avrupa-enerji-koridoruABD 2010 yılından itibaren kemer sıkma politikalarının dış politik çıkarlar ile çatışması durumunda kendi ekonomik geleceğini tercih eder konuma geldi. Bu yıldan itibaren ABD’nin düşünce kuruluşları makro planlar yapmak yerine kar zarar politikalarına kafa yormaya başladı. ABD hem AB ülkelerinin ekonomik çıkarlarını, hemde NATO’da Avrupa’nın savunma harcamalarını sorgulamaya başlaması, değişen siyasi şartlar nedeniyle zaruret haline gelmesi kaçınılmaz oldu.

Günümüze kadar olan gelişmeler ışığında AB’nin Ukrayna ile olan sorunları nedeniyle ambargo uygulamasının ardından Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi ve Baltık Deniz’in de yaşanan gelişmeler sonunda ABD’nin Doğu Avrupa’da daha düzenli bir askeri varlık göstermesi talebine AB’nin isteksiz davranması sonucunda, yaklaşan ABD seçimlerinde ABD’nin NATO’ya yaptığı katkı tartışılır hale geldi. ABD’nin AB ülkelerini NATO’nun harcamalarına yaptıkları katkıyı artırmasını istemesi yani amiyane tabirle ”Pamuk Eller Cebe” demesi, pek de şaşılacak bir durum değildir. Sonuç itibariyle ABD gözünde kurumsal açıdan hiçbir farkı olmayan AB ve NATO’nun geleceği karanlık belirsizliğe girmiştir. Siyasi gelişmeler ışığında Suriye’de yaşanan iç savaşın ardından AB’nin mülteci sorunun bir mülteci istilasına dönüşme kabusu siyasi politika üretmekte zorlanan AB’ye en son darbede İngiltere’den geldi ve yapılan referandum sonucunda artık İngiltere AB’den ayrıldı. Bu olay malumun ilanından başka bir şey değildi. Zaten ekonomik birliktelik içinde olmayan İngiltere artık siyasi olarakta AB’nin kaderi içinde olmayacak.

Sonuç:

İngiltere’nin AB’den ayrılması AB için bir domino etkisi yapacağı muhakkaktır. Kontrol mekanizması içinde Almanya’nın komşusu olan Hollanda ayrılan ikinci ülke olması muhtemeldir. Mülteci kabulü konusunu kesin bir şekilde red eden Polonya’nın ısınan Baltık Denizi nedeniyle AB’den daha çok ABD ile yakınlaşması da muhtemeldir. Dolayısıyla yakında önemli gelişmelerin olacağı Libya AB için çok çetin bir sınavın başlangıcı olacaktır. ABD’nin AB ve Rusya’ya karşı olan politikalarını birbirinden ayrı düşünmemek gerekir.

Ahmet İşitez

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR


1- https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Avrupa_Birliği_tarihi

2- SIPRI Military Expenditure Database

Kafkasya’da Rus Emperyalizmi ve Kafkas Direnişi

Kafkasya, Karadeniz ile Hazar Denizi arasında yüksekliği beşbin metreyi aşan sıradağların ve bu dağların eteklerindeki muazzam coğrafyaya verilen addır. Kafkasya coğrafi konumundan ötürü stratejik bir öneme sahiptir. “Jeopolitik yönden Kafkasya’nın jeopolitik konumu Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının arasına girmiş olan ve beşbin kilometre uzunluğunda  bulunan  Akdeniz-Ege Denizi-Marmara ile Boğazlar-Karadeniz ve Azak Denizi gibi birbirine bağlı iç denizlerin meydana getirdiği bir su koridorunun ucunda aynı zamanda Hazar denizi vasıtasıyla da Orta Asya ya bağlanmış bir konumdadır”(Berkok, 1958, 11). Böylesine eşsiz bir konuma sahip olan Kafkasya Rusya için büyük bir önem arz etmektedir. Kafkasya’nın Avrupa ve Asya arasında bir geçiş köprüsü konumunda olması bunun yanı sıra Hazar Denizi ve Karadeniz’e kıyısının olması, 17 yy. sonunda tahta çıkan Çar I. Petro’dan itibaren, Rus şovenizminin de ortaya çıkardığı emperyal bir rüya olan  sıcak denizlere inme politikasının da getirmiş olduğu politik duruş, Rusya için Kafkasya’yı vazgeçilmez kılmaktadır. Kafkasya coğrafi açıdan Kuzey Kafkasya ve Güney Kafkasya olmak üzere ikiye ayrılır. Coğrafi açıdan yapılan bu ayrım siyaset bilimciler tarafından da kabul görmüştür. Kuzey ve Güney Kafkasya coğrafi açıdan olduğu kadar diğer birçok yönden farklılık gösteren iki bölgedir. Günümüzde Kuzey Kafkasya’da Rusya Federasyonu’na bağlı  Karaçay-Çerkes, Kabardey-Balkar, Adige, Çeçenistan, İnguşetya, Kuzey Osetya ve Dağıstan özerk cumhuriyetleri ve Stavropol ve Krasnodar Krayları bulunur. Güney kafkasyada ise Bağımsız olan Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan cumhuriyetleri yer almaktadır.

Dönemin diğer imparatorlukları gibi feodal bir İmparatorluk olan Çarlık Rusyası’nın en önemli hedefi topraklarını genişletmek olmuştur. Bu doğrultuda hareket eden Çarlık Rusyası şovenist duygularla beslediği emperyalist ordularını Kafkasya’ya doğru harekete geçirmiştir. Bundan sonra Kafkasya’da işgalci Rus güçleri ile Kafkasyalı halklar arasında sonu gelmeyen bir mücadele başlamıştır.

Marx’ın dediği gibi  tarih bir sınıf savaşımından ibaret midir bilinmez ama Kafkasya’nın tarihinde kan, gözyaşı ve savaş hiç eksik olmamıştır. Ne emperyal ve işgalci Rus Orduları Kafkasya’ya saldırmaktan vazgeçmiş, ne de asi Kafkas halkları işgal ordularına karşı verdiği yılmaz mücadeleden yorulmuştur. Beş asırdır süren ve günümüzde de devam eden bu savaş  yakın gelecekte de bitecekmiş gibi görünmemektedir. İşgalci Rus ordularına karşı Kafkas halklarının verdiği bu kanlı savaşım da Kafkas halklarına önderlik yapmış olan Şeyh Şamil’inde söylediği gibi ‘’Kafkasya da tek taş tek adam kalıncaya dek cihat sürecektir’’. İşte bu söz Kafkas halkları ile Rusya’nın giriştiği amansız mücadeleyi özetlemektedir.

Kuzey Kafkasya tarihi bir mücadeleler tarihidir. Bölge geçiş hattı üzerinde yer alması sebebiyle sürekli olarak savaşlar, fetihler, işgaller ve göçlerle karşı karşıya kalmıştır. Bu tarihsel süreç Kafkasya’daki çeşitliliğin, zenginliğin ve sosyal kültürün esas şekillendiricisidir. Bölge İskit, Sarmat, Yunan, Roma, Moğol, Avar ve Hun gibi dönemin büyük güçlerinin işgallerine sahne olmuş ve bugünkü halkların tamamı bu işgaller ve mücadeleler sonunda kimliklerini şekillendirerek birlikte bir Kuzey Kafkasya toplumu ve Kültürü yaratmışlardır (Kafkas Dosyası, 2006, 85). Rusya’nın Kafkaslar üzerinde hakimiyet kurma isteği onunca yüzyıla kadar geri gitmekle birlikte Çeçenlerle Rusların ilk karşılaşması Rusların 1556 yılında Astrahan Hanlıklarını ele geçirmesinden sonra gerçekleşmiştir. İşgal süreci Çar 1. Petro’nun 1654’te başa geçmesiyle hız kazanmıştır. 1762’de iktidara gelen Katerina’da yayılmacı politikalarını devam ettirmiş bilhassa Kırımda generalleri vasıtasıyla acımasız yöntemler kullanmıştır. Ruslar ele geçirdikleri topraklar da sömürgeci politikalar uygulamışlardır. 1. Petro İngiltere’nin Doğu Hindistan kumpanyasının bir benzerini Kafkasya da Ruslar için kurmayı Katerina ise Hıristiyanlığı Kuzey Kafkasyalı Müslümanlar arasında yaymayı hedeflemiştir. Ruslar fethettikleri Müslüman topraklarında camileri kamusallaştırmış ve Müslümanların dinsel hizmetlerine hayır işlerine okullarına parasal kaynak sağlayacak vakıfları dahi ellerinden almışlardır (Kafkas Dosyası, 2006, 210, 211).

Kafkasya Haritası
Kafkasya Haritası

Çarlık Rusyası’nın Kafkasya topraklarında ki ilk hakimiyeti 1552 yılında Kazan şehrini ele geçirmesiyle başlamıştır. Daha sonra 1556 yılında Astrahan ele geçirilmiş ve bunun sonucunda Rusya Kafkasya’da kalıcı olmaya başlamıştır. I. Petro yani Namı diğer Deli Petro döneminde öncelikle Kuzey Kafkasya’ya seferler düzenlenmiş Çerkezistan’ın önemli bir bölümü daha sonra İran’a ait olan Derbent, Geylan, Mazenderan, Bakü ve Esterabad şehirlerini ele geçirmişlerdir. 1774 Küçük Kaynarca Antlaşmasıyla birlikte Gürcistan  Osmanlı hakimiyetinden çıkarak Rusya’nın topraklarına katılmıştır. 18. Yüzyılın sonunda Çarlık Rusya’sı Güney Kafkasya’da hakimiyetini tamamlamıştır. Ancak Kuzey Kafkasya’da halkın büyük bir direnişiyle karşılaşmıştır. Rusya’nın Kuzey Kafkasya’ya tam hakim olması 1859’da büyük önder Şeyh Şamil’in silah bırakmasıyla gerçekleşmiştir. Güney Kafkasya’da işgal sürecini tamamlayan Çarlık Rusyası Kuzey Kafkasya’da ise Kuzey Kafkasya Halkları ile kanlı mücadelelere girişmiştir.

Ruslara karşı ilk direniş hareketi Rusların Kafkasya’da ilk hedeflerinden biri olan Çeçen-İnguş  Bölgesinde İmam Mansur tarafından başlatılmıştır. Ancak İmam Mansur sadece bir savaş adamı değil, Kafkasya’daki bütün toplumsal problemlerle ilgilenen sosyal yapıyı din eksenli olarak güçlendiren ve zaruret olduğunda savaşan bir önderdir” (Kafkas Dosyası, 2006, 136). İmam Mansur’un önderliğinde başlayan Müridizm hareketi Kuzey Kafkasya’nın bir Rus Sömürgesi olmasının önüne geçmek ve bölgeyi işgalden kurtararak bağımsız bir Kuzey Kafkasya devleti kurmak için girişilen ilk örgütlü mücadeledir.  Müridizm hareketinde Nakşibendi Tarikatı ve İmam Mansur’un rolü oldukça önemlidir.  “1780’lerin başında Şeyh ve İmam olan Mansur kısa sürede hakimiyetini Kuzey Kafkasya’nın büyük bir bölümüne yaymış ağırlıklı olarak Çeçen, Kabartay, Kumuk, Avar, Nogay ve Çerkesler den oluşan 12.000 kişilik ilk Kuzey Kafkasya ordusuyla  Ruslara karşı başarılar elde etmiştir” (Kafkas Dosyası, 2006, 89).  “İmam Mansur, Rus imparatorluğuna karşı Aldı’da başlattığı savaş ile Anapa’da yaralanıp teslim alınışına kadar geçen zaman içerisinde Kafkasya’daki bağımsızlık mücadelesinin başlatıcısı ve önderi olmuştur. Şavaşlardaki başarılarında ötürü dağlı halkları ona  Mansur (Muzaffer, zafer kazanan) ismini takmışlardır” (İmkander, 2013, 8). “Bu dönem yani Mansur’un izinden giden  İmamlar ve onların yürüttüğü mücadele, Kuzey Kafkasya’nın Özgürlük ve Birlik mücadelesinin efsanevi dönemidir. Gazi Muhammed, Hamza Bey ve Şeyh Şamil’in Mücadeleleri ve kurdukları birlik bugün dahi bir örnek olarak efsanevi varlığını devam ettirmektedir. Bu dönemde Mansur’un başlattığı süreç devam ettirilerek Kuzey Kafkasyalılar arası çekişme ve anlaşmazlıkların ortadan kaldırılarak birlik içinde bütünsel bir siyasi yapı oluşturulması hedeflenmiş ve bu çerçevede Ruslarla mücadele edilerek ilk Kuzey Kafkasya devleti olarak kabul edilebilecek olan Kuzey Kafkasya İmamlığı kurulmuştur. Bu yapı içerisinde Şeyh Şamil yayınladığı nizamlar ve atadığı naibler vasıtasıyla neredeyse Kuzey Kafkasya’nın tamamında  otorite tesis ederek  muvaffak olmuştur. Şamil’in ve devletinin hakimiyeti ve gücü Prens Mikhail Vorontsov’un 1845’de  Kuzey Kafkasya ya genel vali olarak atanmasıyla azalmaya başlamıştır”(Kafkas Dosyası, 2006, 90,91). Daha sonra Kuzey Kafkasya doğrudan Çar’a bağlı bir genel valiye bağlanmıştır. Bölgeye Asker sevkiyat yapılmış, var olan kaleler yenilenmiş, yeni kaleler kurulmuş ve bölgedeki Rus hakimiyeti güçlendirilmeye çalışılmıştır.  Tüm bu uğraşların sonunda yapılan savaşlarda Şeyh Şamil ve ordusu mağlup edilmiş ve Şeyh Şamil 1859 da Gunip’de esir alınmıştır. Şeyh Şamil’in esir alınması ile birlikte Kuzey Kafkasya’da Çarlık Rusyanın hakimiyeti kesinleşmiştir. Bölge halkını Kuzey Kafkasya hakimiyetine karşı bir tehdit olarak gören Rusya 1864 yılında Kuzey Kafkasya da büyük bir sürgün gerçekleştirmiştir. 750 binden fazla olduğu tahmin edilen Çeçen, Çerkes, Dağıstanlı ve Oset’ler sürgün edilmiştir. Sürgün sonrası boşalan topraklara ise Rus halkı iskan edilmiştir. Ancak ne bitmek bilmeyen savaşlar ne de baskılar sürgünler ve de katliamlar  Kuzey Kafkasya Dağlı Halklarının özgürlük mücadelesine engel olamamıştır.

İmam Mansur
İmam Mansur

Tarihler 1917 yılını gösterdiğinde Çarlık Rusya’sı 1. Dünya Savaşı, ekonomik buhran ve artan Bolşevizm teröründen ötürü çöküşün eşiğindeydi. Lenin, Stalin, Troçki gibi önemli Marksist teorisyenleri  bünyesinde barındıran Bolşevizm Hareketi  ülkede sosyalist rejimi yada Lenin’in bir diğer ifadesiyle  Proleterya Diktatörlüğünü kurmak için ajitasyon propaganda ve terör faaliyetlerine hız vermiştir. 1917’de halkın içinde bulunduğu sıkıntılı durumu fırsata çeviren bolşevikler ”bütün iktidar sovyetlere’’ sloganıyla mücadeleyi sürdürdü ve Jülyen takvimine göre 25 Ekim, Miladi takvime göre ise 7 kasım 1917’de Petrograd’daki geçici hükümeti devirerek  iktidar koltuğuna oturdu.  Lenin’in iktidara geldikten sonra da sürdürdüğü ”halkların kardeşliği’’ ve bütün milletlerin kendi kaderini kendilerinin tayin edeceği  yönündeki söylemleri  bunun yanı sıra devrim sonrasın takip eden süreçte Hz. Osman’ın el yazma Kuran-ı Keriminin Petrograt Milli Kütüphanesinden alınarak İslam Kongresine teslim edilmesiyle birlikte bütün bu olanlar Rus politikasının değiştirdiğini düşündürtmüştür ancak sonradan görülmüştür ki  bu olanlar  Lenin ve Stalin’in küstahça bir oyunundan ibarettir.

Çarlık Rusyası’nda meydana gelen Bolşevik ihtilali ve sonrasında  süren iç savaşın yol açtığı siyasi ve askeri boşluk Kafkasya’da da hissedilmiştir. Bu ortamdan yararlanmak isteyen Kuzey Kafkasya dağlı halkları, bağımsız bir Kuzey Kafkasya devleti kurmak için yeni bir mücadeleye girişmişlerdir. Bunun sonucunda 11 Mayıs 1918’de Kuzey Kafkasya Dağlıları Konfederasyonu bağımsızlığını ilan etmiştir ancak devletin ömrü oldukça kısa olmuştur. İç savaş sürecinde Lev Troçki’nin başında bulunduğu Kızıl Ordu Beyaz Ordu’yu yenmiştir ve iş savaş 1922 yılında son bulmuştur. Henüz iç savaş bitmeden önce 1919’un son günlerinde Kızıl ordu Kuzey Kafkasya’yı kontrol altına almayı başarmıştır. 1920-21 yılları boyunca Uzun Hacı liderliğindeki grupların isyanı da bastırıldıktan sonra bolşevik iktidar bölgeyi tamamen ele geçirmiştir. Sosyalist rejim bölgeye egemen olduktan sonra 20 ocak 1920’de  Kuzey Kafkasya topraklarının tamamını içine alacak şekilde Dağıstan otonom Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti ve Sovyet Dağlı Cumhuriyeti adıyla iki ayrı Cumhuriyet kurmuştur. Daha sonra buralarda Sovyet rejimi tam olarak yerleştikten sonra Kuzey Kafkasya’da 6 ayrı Otonom bölge ve cumhuriyet oluşturulmuştur. Kafkas Dağlı halkları arasındaki birlik ve bütünlük  bu otonom bölgelerin oluşturulmasıyla bozulmuş ve aralarına etnik milliyetçilik sokularak birleşmelerinin önüne geçilmiştir.  Bölgeye egemen olmak için yürütülen bu politika geçmişteki ve günümüzdeki etnik çatışmaların temelini oluşturmaktadır. Yıllar geçtikçe  Sovyetler Birliği Kuzey Kafkasya’da hakimiyetini artırmıştır. Halkı baskı altında tutan Sovyet yönetimi halkın inanç ve ifade özgürlüğüne engel olmuş adeta bu mazlum halkların yaşam haklarını ellerinden almıştır. 1943-44 sürgünleri bunun apaçık birer örneğidir. Kafkasya’nın bu asi halkları bir kez daha sürgüne maruz kalmış ve bir gecede vagonlara doldurulmuş  vatan topraklarından koparılarak Sibirya’nın  ve Kazakistan’ın steplerine sürülmüştür. Sürgün beraberinde açlık, hastalık ve ölümü getirmiş Kafkas halklarının hafızasında telafisi mümkün olmayan derin yaralara yol açmıştır.

Kuzey Kafkasya Otonom Cumhuriyetler
Kuzey Kafkasya Otonom Cumhuriyetler

Stalin’in ölümünden sonra Kominist Parti genel sekreterinin Kruşçev olmasıyla birlikte Stalin dönemine oranla biraz daha yumuşayan Sovyet politikası neticesinde 1957 yılında çıkarılan kanun ile Kuzey Kafkasyalıların vatan topraklarına dönmelerine izin verilmiştir. 1985 yılında Komünist Parti genel sekreteri olan Mihail Gorbaçov  Perestroika (yeniden yapılanma) ve Glasnost (açıklık) adını verdiği reform hareketleri ile soğuk savaşı bitirmiştir. Ancak bu reformlar Komünist Partinin ülkedeki var olan politik üstünlüğünü kaybetmesine ve sonrasında Sovyetler Birliğinin dağılmasına neden olmuştur. Sovyetler Birliğinin dağılma sürecinde birlik içerisinde bulunan devletler bir bir bağımsızlığını ilan etmiştir. Kuzey Kafkasya’da bu durumu fırsata çevirmek isteyen Çeçenistan’daki bağımsızlık yanlısı gruplar Rusya’ya karşı bir mücadeleye girişmişler ve Kafkasya’da İsyan ve özgürlük sancağını dalgalandırmışlardır. Çeçenistan’da Vaynah Demokratik Partisi lideri Zelimhan Yandarbiev ve çevresindeki Özgürlük yanlısı kadroların çabalarıyla Ekim 1991’de yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerini bağımsızlık yanlısı Cevher Dudayev kazanmıştır. 1 Kasım 1991’de Çeçenistan İçkerya Cumhuriyeti bağımsızlığını ilan etmiştir. Bağımsızlığı tanımayan Rusya buna engel olabilmek için harekete geçmiş ve bağımsızlık yanlısı bu grubu tasfiye etmek için suni bir muhalefet oluşturup, muhalefeti silahlandırmıştır. Bunun dışında Rusya’nın provakasyonları sonucu 1992 yılında İnguşlar Rusya’nın körüklediği kof milliyetçi duygulara kapılarak Çeçenistan’dan ayrılmış ve Rusya’ya bağlanmıştır. Yapılan tüm bu provakasyonlara alet olmayan özgürlük yanlısı halk yığınları  provatokörlere engel olmuş  Cevher Dudayev ve çevresindeki özgürlük taraftarı kadroların Rusya tarafından tasfiyesine izin vermemiştir. Çeçenistan’ın bağımsızlığına engel olamayan Boris Yeltsin yönetimindeki Rusya, son çareyi Çeçenistan’ı işgal etmekte buldu. 3 Aralık 1994’de  Rus uçakları Başkent Grozni (Caharkale)’deki başkanlık sarayına bomba yağdırdı ve böylece birinci Çeçen-Rus Savaşı başlamış oldu. 11 Aralıkta 1994’te Rus birlikleri Çeçenistan topraklarına girdi ve özellikle başkent Caharkale ve çevresinde şiddetli çatışmalar yaşandı. Cevher Dudayev, Zelimhan Yandarbiev, Şamil Baseyev ve Aslan Mashadov gibi kumandanlarla birlikte Çeçen Halkı emperyalist Rus güçlerine karşı büyük bir direniş gösterdi. Rusya havadan bombardımanlarla çok sayıda sivilin hayatını kaybetmesine yol açtı ve Başkent Caharkale  büyük bir yıkıma uğradı. Savaş tüm şiddetiyle devam ederken asi kumandan çeçen halkının sevgilisi Cevher Dudayev 21 Nisan 1996’da şehid düştü. Cevher Dudayev’in şehadetinden sonra bağımsızlık ve özgürlük sancağını devralan Zelimhan Yandarbiev bu onurlu mücadeleyi sürdürdü. Rusya Çeçenistan’da büyük bir hüsran yaşadı ve bütün dünyaya rezil oldu. Bu kutlu direnişe boyun eğmek zorunda kalan Rusya ile Hasavyurt Antlaşması imzalandı ve Rusya Çeçenistan topraklarından çekildi.  Şüphesiz  Çeçen halkının bu onurlu direnişi zaferle sonuçlandı ve Çeçenler bütün Dünya’ya  hürriyet ve bağımsızlık  için nasıl mücadele edileceğini gösterdi. Bağımsızlık uğruna Kazanılan bu zaferin şüphesiz bedeli de çok büyük oldu. Çeçenistan büyük bir yıkıma uğradı. Çeçen nüfusunun önemli bir kısmı ya hayatını kaybetti yada mülteci durumuna düştü. Çeçen halkının diğer Kuzey Kafkasyalılar için bir lider bir uyarıcı ve aynı zamanda ayrılıkçı hareketleri destekleyecek konumda olması dolayısıyla  Rusya Kuzey Kafkasya’da  ayrılıkçı hareketleri körükleyebilir tehlikesiyle Çeçenistan’ın bağımsızlığına karşı çıkıyordu ve Çeçenistan’a ikinci kez saldırmak için yeni planlar hazırlığındaydı. Rus gizli servisi KGB yeni ismiyle FSB’de ajanlık yapmış olan Viladimir Putin’in Rusya’nın başına geçmesiyle Çeçenistan’a saldırmak için hazırlıklar yapıldı. Şamil Basayev ve Hattab’ın Dağıstan’da yaptığı operasyonları ve KGB’nin Moskovada patlattığı bombaları bahane eden Rusya 1999 yılında Çeçenistan’a tekrar saldırdı. Derin devlet destekli Putin yönetimindeki Rusya Çeçenistan’daki savaşı giderek şiddetlendirdi. Başkent Caharkale’ye sıkışan Çeçen milis güçleri kuşatmayı yararak Dağlara çekilmek zorunda kaldı. Savaşın dağlara çekilmesi ve mücahitlerin şehirleri terk etmesini fırsat bilen Rusya Çeçenistan’ı aşamalı olarak işgal etmiştir.  Rusya tarafından yeni bir Çeçen Devleti kurulmuş ve başına Ahmet Kadirov getirilmiştir. (Ahmet Kadirov yürüttüğü muhalif ve gizli işbirlikçi faaliyetlerinden dolayı 1999 yılında Cumhurbaşkanı Aslan Mashadov tarafından görevden alınmış ve vatan haini ilan edilmiştir.)

Rusya destekli yeni Çeçen devletinin kurulmasıyla Çeçenistan’da süren direniş hareketi baltanlanmıştır. İşbirlikçi Kukla Çeçen Hükümeti ile Rusya Çeçen milis Güçlerine karşı etkinlik alanlarını genişletmiş operasyonlar düzenlemişlerdir. Girilen bu yeni süreçte Kuzey Kafkasya’da direniş Hareketi zayıflamıştır. 2 mayıs 2004 yılında Grozni şehir stadyumunda düzenlenen sovyetlerin 2. Dünya Savaşında Nazileri yenmesinin kutlandığı kutlamalara katılan Ahmet Kadirov Çeçen milislerin düzenlediği bombalı saldırı sonrası hayatını kaybetmiştir. Ahmet Kadirov’un ölümünden sonra Çeçen kukla devletinin başına Alu Alhanov getirildi. Alu Alhanov’un başarısız yönetimi Kremlin’i memnun etmeyince 2007 yılında Çeçenistan Cumhuriyetinin Devlet Başkanlığı görevine Ahmet Kadirov’un oğlu Ramazan Kadirov getirildi.

Ahmet Kadirov ve Ramazan Kadirov
Ahmet Kadirov ve Ramazan Kadirov

Bir tarafta tüm bu süreçler yaşanırken diğer tarafta yani Çeçen direniş grupları da Rusya ve Çeçenistan hükümetine karşı mücadeleyi sürdürüyorlardı. 2. Çeçen-Rus Savaşı başlamadan önce Çeçenistan İçkerya Cumhuriyetinin Devlet Başkanlığına  Zelimhan Yandarbiev’den sonra Aslan Mashadov seçilmiştir. Savaşın başlaması ve Rusya destekli yeni Çeçen Devletinin Kurulmasıyla Çeçenistan İçkerya Cumhuriyeti defacto bir oluşum olarak kalmıştır. Aslan Mashadov’dan sonra Çeçenistan İçkerya Cumhuriyetinin başına Abdulhalim Sadullayev ve onunda şehid edilmesinden sonra Dokko Umarov geçmiştir. Dokko Umarov Rusya’ya karşı verdiği amansız mücadeleyi sürdürmüş ve aynı zamanda Çeçenistan direnişine farklı bir boyut kazandırmıştır. Dokko Umarov 2007 yılında Çeçenistan İçkerya Cumhuriyetinin lağvedildiğini ve  yine bir  defacto oluşum olan Kafkasya emirliğinin kurulduğunu açıklamıştır. Kafkasya Emirliğinin kurulmasıyla Çeçenistan genelinde süren direniş aşamalı olarak bütün Kuzey Kafkasya topraklarına yayılmıştır. Kafkasya Emirliğinin kurulmasındaki temel hedef direniş hareketini genişletmek ve bütün Kuzey Kafkasya’ya yayarak burayı Rus işgalinden kurtarmaktır. Kafkasya Emirliğinin sınırları Ruş işgalinden önceki Kuzey Kafkasya’daki Müslüman topraklarıdır. Kafkasya Emirliği; Çeçenistan-İçkerya, İnguşetya ve Doğu Osetya, Nogay Stepleri Çerkes Vilayeti, Kabardin Balkar ve Karaçay ve Dağıstan vilayeti olmak üzere 6 vilayet’den oluşmaktadır. Kafkasya Emirliğinin emiri Ebu Osman Gimrav’dır. Kafkasya Emirliğinin kurulmasıyla birlikte  direniş Kuzey Kafkasya’ya yayılmıştır. Emirliğe bağlı silahlı milis güçler ile yerel işbirlikçi yönetimler ve Rusya arasında halihazırda sıcak ve şiddetli çatışmalar sürmektedir ancak Kuzey Kafkasya direnişi o eski kudretli günlerinden oldukça uzaktır.

1500’lerde Rusya ile Kafkasya arasında başlayan bu mücadele tüm şiddetiyle sürmektedir ve her ne kadar  emperyal medya organları bu savaşımı görmezden gelse de,  Kafkasya’daki bu savaş uzun yıllar daha sürecektir. Son olarak 2014 yılı Aralık ayında Kafkasya Emirliğine bağlı güçler Çeçenistan’ın başkenti Grozniye saldırmış ve adeta gövde gösterisi yapmışlardır. Kafkasya’da Rus işgaline ve Rus Emperyalizmine karşı başlayan direniş ve başkaldırı hareketi 5 asırdır zamanın şartlarına göre şekil ve yöntem değiştirerek sürmektedir. İmam Mansur’dan İmam Şamil’e,  Uzun Hacı’dan Cevher Dudayev’e,  Şamil Basayev’den Dokko Umarov’a kadar  Kafkas halklarına önderlik eden bu kumandanlarla birlikte Kafkas halklarının emperyalizme karşı verdiği savaş sürmektedir. Lenin’in ünlü kitabında da yazdığı gibi ”Emperyalizm Kapitalizmin son aşaması”. Avrupa’nın emperyalist politikalarının temelinde kapitalizmin olduğu ve emperyalizmin bunun son aşaması olduğu bilinmektedir. Bunun yanı sıra Rusya’nın emperyalist politikasını şekillendiren temel ideoloji büyük devlet şovenizmidir. Öyle ki Çarlık Rusyası’ndan bugüne gelen Rus şovenizmi  Rus Yöneticiler tarafından hiç terk edilmemiştir. Bolşevik ihtilalinden sonra bile sözde halkların kardeşliği sloganı atan bolşevikler Rus şovenizminden vazgeçememiştir.  Bunun en somut örneği Sultangaliyev vakasıdır. Sultangaliev Türkistan’ın önemli sosyalist ve marksist düşünürlerinden biridir. Hayatını İdil-Ural sosyalist devletini kurmayı ve Rusya’nın boyunduruluğu altında ezilen Türkler’i birleştirmeye adamıştır. Devrim Öncesinde ve sonrasında bolşeviklerle aynı safta yer alan ve önemli görevler üstlenen Sultangaliev Lenin ve Stalin’den sosyalist İdil-Ural devletinin sözünü almıştır. Ancak ona verilen bu söz hiçbir zaman gerçekleşmemiştir. Devrim öncesi ve devrim sonrası süren iç savaşta Sultangaliev ve çevresinin desteğini alan Lenin ve Stalin iç savaş bittikten sonra sözlerinde durmamış ve Sovyetler Birliği’ni kurmuşlardır. Daha sonra 1928 yılında Sultangaliev tutuklanmış ve 1940 yılında çalışma kamplarında hayatını kaybetmiştir. Rus şovenizmi en etkili olduğu dönemi Stalin zamanında yaşasa da, Kuzey  Kafkasya Dağlı halkları Rus şovenizmine ve Rus emperyalizmine karşı asırlardır mücadele ediyor ve bu mücadele Kafkas halkları özgürlüğüne kavuşuncaya dek sürecektir.

Sefa Sole

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Libya Özelinde ABD-AB ve IŞİD

20 Mayıs’ta New-york Times’da çıkan bir köşe yazısı ve aynı gün ABD Genel Kurmay Başkanı Joseph Dunford’un bu gazeteye verdiği demeçte de söylediği gibi, ABD Libya’ya asker gönderebilir. Bu yazı ve demeçlerden anlaşılacağı üzere Pentagon bastırıyor fakat Obama görev süresinin dolmasına aylar kala böyle önemli bir kararı vermekten çekiniyor. Daha da ilginç olanı Obama yönetiminin Temsilciler Meclisi İstihbarat Komisyon’unun uyarılarını dikkate almadığı görülmektedir. Bu konu neden bu kadar hassaslaştı ?

Irak ve Suriye’de yaklaşık 30.000 kişilik bir ordu ile çözümsüzlüğe götürdüğü topraklardan yaklaşık 5.000 ila 6.500 kişilik bir mevcudiyetini Libya’ya kanalize etmesi, hemde AB’nin mülteci sorunu ile uğraşırken Türkiye ile kalıcı bir antlaşma dahi yapamadan yeni bir göç yolu kapısının ardına kadar açılmasını kim isteyebilir?

Yukarıdaki soruları daha da uzatmak mümkün ama tatmin edici cevaplar alabilmek biraz zordur. Aslında Libya’da Arap Baharı olmasaydı bile bugün Kaddafi ile IŞİD güçlerini çarpışıyor olarak görecektik. Gerçekte bunun sebebi SELEFİ düşünce sisteminin yorumlanmasından kaynaklanmaktadır. Kendilerini “CİHADÇI SELEFİ” kabul ederek İslam Dünya’sında meşrulaşmaya çalışan IŞİD, diğer selefi grupların içinden taraftar bulmasını İslami bir bakış açısı ile izah etmek imkansızdır. Günümüzde ne Türkiye’de ne de İslam Ülkelerinde bu “Postmodern Selefi” fikrin anlaşılabildiğini söylemek oldukça güçtür. Ne yazık ki bu mesele anlaşılmadan yani IŞİD’in beslendiği İslami kaynaklar ile bağlantısı çözülemez ise, Suriye ve Irak’daki yaşananlar Libya’da da yaşanacak. Aslında IŞİD’den istenen tamda budur.

Kuzey Afrika el-Kaide örgütünün en önemli isimlerinden biri olan Cezayir asıllı Muhtar Bil Muhtar’ın Libya’da gerçekleştirilen bir ABD operasyonu sonucu öldürüldüğü uluslararası basına yansıdı. Muhtar’ın ölümünün Libya’da ve Kuzey Afrika’da IŞİD yapılanmasının önünü açacağı gün gibi aşikardı.

IŞİD’in Libya’da en güçlü olduğu SİRTE kenti, yani Kaddafi’nin kenti. Ancak burada güçlü olmasının nedeni ideolojik değildir. IŞİD’in güç kazanmaya çalıştığı bir diğer kent ise DERNE‘dir. Libya’nın jeopolitik ve coğrafi yapısı dikkate alındığında IŞİD’in neden bu iki şehri seçtiği çok manidar olacaktır. Avrupa’ya yönelik mülteci akım yolunun başlangıç noktası olması itibariyle ayrı bir önem arzettiği ortadadır. IŞİD Libya’nın Güneybatısından doğuya KUFRA kentine kadar bir bölgeyi bölgesel yapı da göz önünde bulundurarak kolaylıkla kontrol edebilir. Bölgedeki aşiretlerin vereceği siyasi kararlar IŞİD’in ne kadar zaman içinde Libya’da söz sahibi olacağını gösterecektir. Ayrıca uzun zamandır etkili olup elinde tuttuğu SABRATHA kentinin IŞİD’in planladığı SAVAŞ HİLALİ‘nin diğer bir ucu olduğunu görmek gerekir.

Libya’nın petrol ve doğal gaz zenginliğinin paylaşımı noktasında uluslararası anlaşmazlıklarının çıkması ve ABD’nin AB’yi mülteci sorunu ile köşeye sıkıştırmaya çalışması bölgenin önce istikrarsızlaştırıp sonra yeniden dizayn edilmesi olarak bilinen klasik “önce dağıt sonra bedelini al dizayn et” planından başka bir şey değildir. İran ile yaşadığı sorunların çözümünde devletleri karşısına almadan çözüm üretme yolunu seçen ABD, aynı şekilde Libya’da da AB’yi karşısına almadan benzer bir çözüm yolu seçmiştir. Bu yönteme ilginç bir örnekte Yemen’de yaşanan iç savaştır.

Libya Son Durum Haritası (21.06.2016)Libya Son Durum Haritası (21.06.2016)

Libya’da Son Durum (GÜNCEL)

 

SONUÇ

Libya özelinde IŞİD’in tekrar önemli bir aktör olarak karşımıza çıkması, bizleri bir takım yeni çıkarımlar yapmak zorunda bırakmıştır. Geçmişte ve günümüzde de varlığını sürdüren terör örgütlerinin aksine IŞİD farklı bir konuma gelmiştir. Bu konum terör örgütlerin hem fizyolojisine hemde sosyolojik yapısına aykırıdır. Bunu en güzel ifade etmek için “mutasyona uğradı” demek gerekir. Libya’da 2016 sonlarına kadar yapılanmasını tamamlayan bir IŞİD ile savaşmak daha doğrusu sonucu belli zafer kazanmak Hillary Clinton’a çok yakışacaktır.

Ahmet İşitez

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Suriye-Türkiye İlişkileri: Hafız el-Esad Dönemi ve ‘Hatay Sorunu’

1516’da Yavuz Sultan Selim’in fethiyle başlayıp 1918’e kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun egemenliği altında kalan Suriye, Şam vilayeti olarak anılmıştır. I. Dünya Savaşından sonra Osmanlı’dan koparılarak Fransız himayesi altına girmiş, 17 Nisan 1946 tarihinde ise bağımsızlığına kavuşmuştur. 1970 yılında Hafız el-Esad’ın iktidarı ele geçirmesiyle Baas Partisi içindeki karışıklıklar son bulmuş ve Suriye siyasal hayatında 2000 yılına kadar sürecek olan istikrarlı yönetim başlamıştır. Suriye toplumunun büyük çoğunluğu Sünni olmasına karşın 1930 yılında doğan Esad yalnızca toplumun %10’unu oluşturan Alevi kökenden gelmektedir. Lazkiye’de ortaöğretimini tamamladıktan sonra hem ailesinin maddi sıkıntılarından dolayı, hemde silahlı kuvvetlerin cazibesinden dolayı 1951 yılında akademiye girdi. Birçok kişiye göre Esad tedbirli, hesapçı ve faydacı bir siyasetçi olarak tanımlanır ayrıca iktidarını sağlam temellere oturtmak için akrabalarına ve güvenilir yardımcılarına önemli mevkiler veriyor Alevi subayları orduda kilit noktalara yerleştiriyordu.

Türkiye ve Suriye ilişkilerini iki ana sütun üzerine oturtmak gerekirse birinci olarak Hatay’ın Anavatana katılması ikinci olarak ise Su sorunu diyebiliriz.Fakat bu başlık bünyesinde terörü de barındıran ve iki ülkenin savaşın eşiğine gelmesine sebep olacak derecede önem arz etmektedir. Bu yüzden bu dönemdeki ilişkileri ‘sorunlu yıllar’ olarak adlandırmak daha doğru olacaktır.

İskenderun Sancağı bir toprak parçası olmaktan öte bir geçiş noktası ve liman kentidir. Bunun yanında Doğu Akdeniz’in güvenliği açısından jeostratejik bir öneme sahip zengin bir bölgedir.

27 Kasım 1918 tarihinde merkezi Beyrut’ta bulunan Fransız Yüksek Komiserliğinin bir kararnamesi ile İskenderun merkez olmak üzere Antakya, Harim ve Belen kazalarını içine alan ‘İskenderun Sancağı’ kuruldu. Halep’ten bağımsız bir idari birim olan Sancak, askeri bir vali tarafından yönetilecekti. Fransa tarafından işgal edilen bölge, 25 Nisan 1920’de müttefik devletler tarafından Milletler Cemiyeti’nin 22’nci maddesine dayanarak Suriye ve Lübnan’ı ‘A’ türü Manda yönetimi olarak Fransa’ya bırakmıştır.[1]

Fransa’nın güney bölgelerimizde giriştiği işgallere karşı tüm yurtta olduğu gibi burada da bölge halkı direnişe başlamıştır. 400 Ermeni’den meydana gelen bir Fransız askeri birliği Hatay/Dörtyol’a girerek Türklere yönelik öldürme ve baskılar yapması üzerine 19 Aralık 1918 tarihinde ilk silahlı direniş başlamıştır. Bunun yanı sıra ilk kurşunun Dörtyol’da Mehmet Çavuş tarafından mı atıldı yoksa İzmir’de Hasan Tahsin tarafından mı atıldı tartışmasından daha önemli olan Kurtuluş Savaş’ında ki ruh ve milletin topyekün vatan savunması, ilk kurşunun vatanın her karış toprağında atıldığını bizlere göstermektedir. 20 Ekim 1921 tarihinde Türkiye ile Fransa arasında yapılan antlaşmada Hatay Suriye’ye bırakılmış fakat 7’nci maddeye göre bu bölgede özel bir yönetim kurulmuş, Türk varlığı ve kültürünün gelişmesi önünde hiçbir engel bulunmayacağı kararlaştırılmış ve Sancak’ta Türkçenin resmi dil olarak kabul edilmesi ve son olarakta Türkiye’nin İskenderun limanından istifade etmesi hakkı tanınmıştır. Misak-ı Milli sınırları içerisinde olmasına karşın verilmesinin birçok haklı sebebi vardır ve Türkiye açısından da, o günün şartları göz önünde bulundurulunca makul bir antlaşma olmuştur.

Fransa’nın 1936’dan itibaren Suriye ve Lübnan’dan çekilmesi ve buraların yönetimini Suriye ve Lübnan’da yeni devletlere bırakması Hatay sorununu Türkiye’nin gündemine taşıdı. Suriye ile Fransa arasındaki Suriye’ye bağımsızlık veren antlaşmada, Suriye’de Fransız mandasının son bulduğu belirtiliyor, ancak İskenderun durumundan söz edilmiyordu.[2] Daha açık olarak Fransa, Hatay’ı Suriye’ye devrediyordu. Türkiye’nin burasını kolay kolay bırakmaya niyeti yoktu. Atatürk birçok konuşmasında bu davadaki kararlılığını ve kendinden emin duruşunu göstermiştir. 1923 yılında Mustafa Kemal Atatürk, Adana’ya geldiği sırada, Hatay’dan gelen bir gurup insan pankart açar, aralarından Ayşe Fitnat adında bir kız çıkar ve Ey Ulu Gazi bizi de kurtar Türk halkı orada eziyet çekmektedir der bunun üzerine Atatürk işte bu sözü söyler:

Kırk asırlık Türk yurdu düşman elinde esir kalamaz der ve buda mücadelenin başlangıç noktasını oluşturmaktadır.

hatayin-kurtulusu

İlerleyen yıllarda Sancak meselesi Milletler Cemiyetine götürülmüş aynı zamanda da Atatürk Antakya ve İskenderun havalisine Hatay adını vermiş ve Hatay bayrağını bizzat tasarlamıştır. 1936 ve 1937’den sonra Hatay için büyük mücadele başlamıştır. Milletler Cemiyetince 27 Ocak 1937’de İskenderun Sancağına özel bir statü verilmiştir. İç karışıklıklardan yararlanmak isteyen Fransa bu dönemde bölgeyi Alevi-Sünni, Türk-Ermeni çatışmalarına çekmek için elinden gelen gayreti göstermiş ve Hatay seçimleri sırasında Türkler aleyhine usulsüzlükler yapmıştı.

Hatay benim şahsi davamdır diyen Mustafa Kemal Atatürk, Mareşal üniformasıyla Adana ve Mersin’e bir ziyaret gerçekleştirmiş hem hakkında çıkan hasta söylentilerine cevap hem de Fransızlara gözdağı vermek üzere Hatay sınırına asker kaydırılmış ve Türkiye’nin kararlılığı bir kez daha gösterilmiştir. Ardından 7 Eylül 1938’de Hatay Devleti kurulmuş ve 29 Haziran 1939 yılında ise Anavatan’a katılmıştır. Tarih boyunca Hatay’ı kendi haritalarında gösteren Suriye, Türkiye’yi burada işgalci ülke konumunda görmekte ve bu yüzdende Asi nehrinin kullanımını tartışmaya dahi açmamaktadır.

Ortadoğu coğrafi önemi itibariyle dünyanın kalbi diyebileceğimiz bir konumda olmasının yanı sıra ‘kara altın’ olarak tabir edilen dünya petrol rezervinin %60’ından fazlasına sahiptir ancak Ortadoğu dünyanın su kaynakları bakımından en fakir bölgelerindendir. Bu yüzden Ortadoğu da suyun önemi günümüzde petrol kadar önemlidir. Ortadoğu’ya su veren beş temel kaynak: Nil, Şeria, Asi, Fırat ve Dicle nehirleridir.

Fırat, Dicle ve Asi nehirleri için Türkiye ‘sınıraşan sular’ kavramını kullanırken, Suriye ve Irak ‘uluslararası sular’ kavramını kullanmaktadır. Türkiye sular sorununun çözümünde uluslararası hukukta yerini alan Hakça, Makul ve Optimum Kullanım Doktrini yaklaşımını benimsemiş olmasına rağmen, Suriye ve Irak’ın tutumlarından dolayı hala çözülememiştir. İki devlette Fırat nehri olsun Dicle nehri olsun bu kaynaklardan daha fazla verim almak istemekte buda zaman içerisinde çeşitli protokoller ve anlaşmalar yapılmasına karşın nihai bir sonuç alınmasını engellemektedir. Asi nehri konusunda ise Suriye’nin tutumu açıktır.  Suların çok az bir miktarının ülkemize geçişine izin veren Suriye, bunu yaparak Hatay’daki Amik Ovasını susuz bırakmaktadır. daha önceden de belirttiğim üzere Suriye hala Hatay’ı kendi toprağı görmekte o yüzden Asi nehri kullanımı konusunda Mutlak Egemenlik Doktrinini uygulamaktadır.

İki ülkenin de su kaynaklarını kullanmaya ilişkin sulama ve enerji odaklı projeler başlatmaları ile su sorunu ortaya çıkmış ve Fırat nehri üzerinde yer alan Keban, Karakaya ve Atatürk barajlarının inşa süreci içerisinde ilişkiler daha gergin bir hal almıştır. Suriye’nin Fırat üzerindeki en önemli tesisi Tabka(Esad) barajıdır. Ancak bu barajın yapımındaki bazı plan ve mühendislik hatalarından dolayı tarım sulaması için beklenen verim alınamamış ve buda verilen suyun yetersiz olduğuna işaret etse de, aslında barajdan kaynaklı bir sorundur.

Suriye ‘su sorunu’ konusunda Türkiye’yi terörle kendi isteklerine çekme politikasını sürdürmüş PKK ve ASALA gibi terör örgütlerine yardım etmekten kaçınmamıştır. Türkiye özellikle 90’lı yıllarda Kuzey Irak’taki PKK kamplarına yönelik operasyonlar düzenlemiş bir taraftan da Suriye ile diplomatik temaslarını sıklaştırmıştır.

Dönemin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin 14 Nisan 1992’de Şam’a resmi bir ziyarette bulunmuş ve Suriye’nin PKK’ya verdiği desteği kanıtlayan belgeleri sunmuştur:

  • PKK terör örgütü elebaşı Öcalan’ın Şam’da yaşadığına ve Suriye gizli servisi tarafından korunduğuna ilişkin belgeler,
  • Suriye’nin SAM-7 füzeleriyle koruduğu Bekaa Vadisi’ndeki PKK kamp ve eğitim merkezine ait bilgiler.[3]

Bunlar gibi daha birçok belge sunulmuş ardından güvenlik protokolleri yapılmış fakat Suriye’nin bunları ciddiye almadığı zamanla görülmüştür. Bu dönemde sabrı tükenmiş olan ve birçok şehit veren Türkiye ilk olarak, 16 Eylül 1998 günü Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Atilla Ateş, Hatay/Reyhanlıda şu tarihi konuşmayı yapmıştır:

‘Bazı komşularımız özellikle Suriye gibi bazı komşularımız bizim iyi niyetimizi, gösterdiğimiz yakınlığı yanlış tefsir etmişlerdir. Apo denilen eşkıyayı kendi ülkelerinde barındırıp, onu destekleyerek Türkiye’yi terör belasına bulaştırmışlardır. Türk milleti artık bu konuda göstereceği iyi niyetin sonuna gelmiştir. Sabrımızı taşırmasınlar.’

Ardından gelen Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in de açıklamasıyla durum ciddiyetini göstermiştir. Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek aracılığıyla Abdullah Öcalan’ın teslim edilmesi konusundaki Türkiye’nin hassasiyetleri Suriye’ye ulaştırılmıştır. Öncelikle şunu bilmek gerekir ki her ne kadar Camp David’ten sonra Mısır’ın itibarı Arap dünyasında azalsa da yinede Mısır ağabey pozisyonunda bir ülke olmasından dolayı Mübarek önemli bir unsur oluşturmuştur. Türkiye sınıra asker sevkiyatı yaparak krizi tırmandırmış bunu takiben 20 Ekim 1998 tarihinde ‘Adana Mutabakatı’ imzalanmıştır. Mutabakatın sonucunda Suriye’deki PKK’ya ait kamplar kapatılmış, örgütün Suriye’deki etkinliklerine izin verilmemesi sağlanmış, Suriye basınında Türkiye aleyhinde yapılan yayınlar kesilmiş, aynı zamanda terör örgütüne yardım ve yataklık edenler hakkında cezai işlem başlatılması kararı alınmıştır. Abdullah Öcalan ise Türkiye’nin kararlı tutumu karşısında 9 Ekim 1998 günü Suriye’den ‘zorunlu ayrılışını’ gerçekleştirmiş, ardından Rusya-İtalya-Yunanistan ve Kenya macerasından sonra 16 Şubat 1999’da Türk Hükümetine teslim edilmiştir.

Adana Mutabakatı ve ardından 2000 yılında Hafız el-Esad’ın vefatı üzerine Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in cenaze törenine katılmasıyla başlayan iyi ilişkiler, Beşşar Esad döneminde de devam etmiş fakat 2011 yılında Arap Baharının etkisi ve Türkiye’nin dış politikada ki yön değiştirmesiyle iki ülke arasında ki ilişkiler tekrar kopma noktasına gelmiştir.

Ömer Talha Aslan

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR


Mehmet Talli Bulut, ‘Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Türkiye-Suriye İlişkileri Ve Su Sorunu’ , (Yüksek Lisans Tezi, Balıkesir Üniversitesi, 2008)

Özge Özdemir, ‘Baas Rejimi Döneminde Türkiye-Suriye İlişkileri’, (Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi, 2012)

Duygu Doğu Kırkıcı, ‘Sınıraşan Sular Bağlamında Türkiye, Suriye Ve Irak İlişkileri’ , Uzmanlık Tezi, T.C. Orman Ve Su İşleri Bakanlığı, 2014, Ankara

[1] Hamit Pehlivanlı, Yusuf Sarınay, Hüsamettin Yıldırım, Türk Dış Politikasında Hatay(1918-1939), Ankara, 2001, s.31

[2]Sait Dinç, a.g.m. s.22

[3]Mehmet Talli Bulut, ‘Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Türkiye-Suriye İlişkileri Ve Su Sorunu’ ,(Yüksek Lisans Tezi, Balıkesir Üniversitesi, 2008), s.26

Yükselen Tehlike: Selefilik

Günümüzde hızla yayılan ama petrol alamama korkusu yüzünden yayılmasına engel olunmayan bir mezheptir Selefilik. Selefilik İslam dininin itikadi mezheplerinden bir tanesidir. Günümüzde nasıl ki Harici mezhebinden sadece İbadiye kolu kaldı aynı şekilde Selefilerden de Vahhabi kolunu duyar olduk. Bugün dünyanın çeşitli İslam ülkelerinde yoğun bir misyonerlik çalışması var. Eski yüzyıllarda bu yoktu çünkü bu görüşü yaymak isteyenlerin böyle bir imkanları yoktu. Artık bu imkana eriştiler.

Onlara bu imkanı sağlayansa kuşkusuz petrol. Hem bol bol var, hem kalitelisinden, hemde kolayca çıkarılabiliyor. İşte Selefilerin eline kara altının gücü geçti artık. Artık petrolün getirdiği geniş imkanlar sayesinde müthiş bir misyonerlik faaliyeti yürütebiliyorlar. Sadece Suudi Arabistan’ın tek başına petrolün fışkırmaya başlamasından günümüze kadar 75 milyar $ gibi bir meblayı bunun sarf ettiği iddia ediliyor.

Nasıl başarıyorlar?

Son günlerde yine Maldivler ve Kosova’dan bu tür haberler gelmeye başladı. Her zaman olduğu gibi yine fakir ve tehdit altında olan Müslüman ülkelere başta cami inşa etme gibi çeşitli vaatlerle girerek ilk adım atılıyor. Örneğin başta Kosova gibi onlarca yıl dinden habersiz yaşayan, imam ve ibadethane eksiği olan ülkelerin camisi inşa edildikten sonra iş bitmiyor, birde bu camiye imam lazım oluyor çünkü bölgede yetişmiş din adamı yok. Böylece imamlarda Suudi Arabistan’dan gitmiş oluyor. Bu sıkıntı genelde fakir yada yeni özgürleşmiş Müslüman ülkelerde olsa da, gayri-müslimlerin çok olduğu ülkelerde de sık sık hissediliyor. Çünkü Müslüman olmayan bir ülkeye giden göçmen işçiler oradaki tek Müslüman grup oluyor ve ülkenin zaten gayri-müslim olması sebebiyle imamlarda mecburen dışarıdan yani körfezden gelmek zorunda kalıyor.

Hedef kitle kim?

En kolay hedefler tabi ki işsizliğin ve yoksulluğun yüksek olduğu Müslüman ülkeler. Müslüman olmayan birini zaten selefi yapamazsınız. Fakirliğin yanı sıra yalnızlıkta önemli bir aktör tabi ki. Özellikle farklı ülkelere çalışmak için gitmiş göçmenler gittikleri yerlerde yalnızlık çekiyorlar ve bu yalnızlık onların doğru bilgilere ulaşmasını zorlaştırıyor. Çünkü işin ehli insanları bulamazken karşısına selefiler çıkınca afallaması kolay oluyor. Genelde gittikleri ülkede yalnızlık çekenlerin bunalıma girmesi yaşadıkları topluma karşı nefret suçu işlemelerini sağlayabiliyor. Aynı şekilde fakir, işsiz ve saf insanlara “senin sefaletinin sebebi şunlardır” dediği zaman onlar ister istemez intikam moduna girebiliyorlar.

Neden engel olunmuyor?

Zamanın da Komünist manifestoların yayılması pek çok ülkede çeşitli savlar kullanılarak engellendi, peki bu neden engellenemiyor sorusuna verilebilecek en güzel cevap petroldür. Komünizm manifestosu yapanlar zaten bunu yoksullukları için yapıyordu, yani zaten zengin biri olsa buna kalkışma ihtimali oldukça düşüktü. Ama selefiler öyle değil. Bugün onlar dünyanın en değerli petrol bölgelerinde yaşıyor ve kontrol sağlıyorlar. Üstelik onların petrol çıkarma maliyeti daha düşük. Örneğin Rusya da petrolün çıkarılma maliyeti 40 $ civarındayken, Arap çöllerinde bu 10 $’a kadar iniyor çünkü kayayı kırmakla çölden kum kaldırmak arasında çok fark var. Sadece petrolün çıkarılması kolay olmakla kalmıyor aynı zamanda kalitesi de oldukça yüksek. Yani böyle insanlara engel olmaya çalışmak size 1973’te ki petrol krizini tekrar yaşatabilir. Ne yazık ki herkes bundan korktuğu için tavizler vermek zorunda kalıyor.

Bu yazımda Selefiliğin ne olduğunu anlatmak istemedim. Çünkü böyle heterodoks inançların felsefesini aktarmanın gereksiz olduğu kanaatindeyim. Zaten son yıllarda terör sayesinde çokça duyar olduk. Yatıp kalkıp halimize şükür etmeliyiz. Bizim ülkemizin Haricilik ve Selefilik gibi heterodoks mezheplere ev sahipliği yapmamasının sebebi ise geçmişte laiklik için yaptığımız reformlardır. Anadoluyu bu saçmalıklardan koruyabilmenin tek yolu bu reformlara sahip çıkmaktır.

Muhammed Ali Çalışkan

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Ortadoğu’nun Politik ve Stratejik Önemi

Güneybatı Asya’nın, özellikle zengin toprak ve su kaynaklarına sahip Mezopotamya ve Doğu Akdeniz havzaları ilkçağlardan itibaren nüfusun yoğunlaştığı merkezlerden biri olmuştur. Tarihin en köklü medeniyetlerinin birçoğuna ev sahipliği yapmasının yanında bu bölge, yerkürenin jeopolitik açıdan en önemli alanlarından biri olma özelliğine sahiptir. Asya kıtasının güneybatısını teşkil eden bu bölgeye; Ortadoğu, Yakın Doğu, Ön Asya ve Güneybatı Asya gibi isimlerin verildiği farklı görüşler vardır. Bu görüşlerin farklı olmasının temel sebebi ise ‘’çeşitli sosyal bilim dallarında uzmanlaşma farkının etkileridir. Bu farklı uzmanlaşma alanları kendilerine özgü şekillerde bölgeyi birbirlerinden farklı şekilde tanımlamaktadır. Örneğin Coğrafyacılar coğrafi görüş açısı ile bakmakta bölgesel coğrafya yönünden değerlendirmekte ve Asya kıtasının bütününü temel alarak Ortadoğu’yu Güneybatı Asya olarak tanımlamayı uygun bulmaktadırlar’’ (Gözenç, 2006, 9). Ortadoğu kavramı ise Avrupa merkeziyetçi yaklaşıma dayanır ve Britanyalıların 20. yüzyılın başlarında kullanmaya başladıkları bir kavramdır. Bu tanımlamada İngiltere ve Avrupa ülkeleri merkez kabul edilmiş; doğu, Uzak Doğu, Yakın Doğu, Ortadoğu gibi kavramlar buna göre tayin edilmiştir. Bu açıdan bakıldığında  Ortadoğu kavramı kültürel veya coğrafi bir tanımdan ziyade siyasi içerikli bir kavramdır.

Ortadoğu hiç şüphesiz dünya üzerinde çok özel bir öneme sahiptir. Ortadoğu’nun stratejik önemini iyi analiz etmek,  bölgenin nasıl böyle bir evrensel ruha kavuştuğunu açıklar. Bölgenin bu şeklide önem kazanmasında üç unsur öne çıkmaktadır, bunlar; coğrafi konum, dinler ve zengin yeraltı kaynaklarıdır. Asya, Avrupa ve Afrika kıtaları arasında bu kıtaların doğal geçiş yolları üzerinde yer alan Ortadoğu; Rusya ile sıcak denizleri, Doğu ile Batıyı, Akdeniz ile Hint Okyanusu’nu birbirine bağlayan, aynı zamanda Avrupa ile Asya arasındaki bütün ticarî ve kültürel bağlantıların yapıldığı bir bölgedir. Yeryüzünün en önemli kara ve su yollarını kumanda etmesinin kendisine kazandırdığı eşsiz jeopolitik değer, Ortadoğu’yu tarihin ilk dönemlerinden bu yana dünya egemenliği peşinde koşan güçlerin ilk hedefi haline getirmiştir.

ortadogu-harita

Asya ve Avrupa’ya yönelik tüm projelerin merkezini oluşturan  bu bölge jeostratejik konumu nedeni ile Avrupa devletlerini deniz komşuluğuyla, Hindistan, Çin ve Balkanları karasal yollardan, Anadolu, İran ve Arap yarımadasını tümüyle etkileme potansiyeline sahiptir. Ortadoğu’nun coğrafi konumundan ileri gelen birçok medeniyete ev sahipliği yapmasının doğurduğu kültürel zenginlik ile tarihin birçok defa akışını değiştirmiştir. Tarihte insanların yaşamını etkileyen birçok gelişmenin, ilk olarak bu bölgede gerçekleştiği bilinmektedir. Örnek vermek gerekirse ilk yerleşik hayat, ilk tarım faaliyetleri, ilk yazı, ilk yazılı kanunlar ve ilk dinler hep bu bölgede ortaya çıkmış ve dünyaya yayılmıştır (Çelik, 2014, 7).

Ortadoğu’nun tarihini ve jeopolitik önemini belirleyen en önemli etkenlerden biri de dinlerdir. Bölgede ortaya çıkan semavi dinlerden Musevilik, bölgede tarih boyunca etkili olmuş, Birinci ve İkinci Dünya Savaşları ile birlikte bu dinin ilk merkezi olan Filistin bölgesine yoğun Yahudi göçü yaşanmıştır. 1948’de kurulan  İsrail’in izlediği dini temelli politikalar birçok Arap-İsrail savaşına neden olduğu gibi Filistin bölgesinde tarifi imkansız yaralar açmıştır. Bugün Ortadoğu’da toplam Yahudi nüfusu yaklaşık 6 milyondur. Ortadoğu’da ortaya çıkan bir diğer semavi din olan Hıristiyanlık bölgede özellikle Roma döneminde etkili olmasına rağmen, bölge halkları arasında fazla yayılım göstermemiştir. Hıristiyanlar bazı bölge ülkeleri içinde azınlık olarak yaşasalar da en fazla nüfusa sahip oldukları ülke  6 miyonluk nüfusunun %40’ını oluşturdukları Lübnan’dır. 7. yüzyılın başlarında Hicaz bölgesinde ortaya çıkan İslamiyet kısa bir süre içinde devlet yapısına dönüşmüş ve İslam Devletleri aynı yüzyıl içinde Ortadoğu’nun büyük bir kısmına hakim olmuştur ve bugün Ortadoğu nüfusunun büyük bir kısmı Müslümanlardan oluşur. Dünya nüfusunun önemli kısmını oluşturan bu dinlerin bu coğrafyaya olan ilgileri bölgenin önemini büyük ölçüde arttırmasının yanı sıra geçmişten günümüze birçok soruna neden olmuştur. Bunların başında pek çok din savaşına sebep olan dinlerin yayılımcılığı ve semavi dinler için kutsal sayılan ortak mekanların bölgedeki varlığı tarihsel süreç içerisinde sürekli takrar eden çatışmalara yol açmıştır. Örneğin Kudüs; İslamiyet, Hıristiyanlık ve Musevilik dinleri için tarih boyunca vazgeçilmez bir şehir olmuş ve bu şehri ele geçirmek için pek çok savaş yapılmış, hatta tarihin en büyük kolektif savaş hareketlerinden biri olan Haçlı Seferlerinin önemli amaçlarından biri de bu şehri ele geçirmek olmuştur. Ayrıca Ortadoğu’nun çok uzun bir sosyal tarihinin olması bölgede  çok çeşitli etnik unsurların uzun süre bir arada yaşamaları ve bu etnik unsurların her biri için bölgenin önem arzetmesi bölgenin önemini arttıran bir diğer faktördür. Bazı bölge ülkelerinde görülen dini temelli farklılıkların, çeşitli nedenler ile kışkırtılması, İslam Coğrafyasında yüzyıllardır süregelen mezhep çatışmalarına yol açmış ve bölge üzerinde etkinlik kurmak isteyen aktörlerin kullandıkları bir mekanizma olmuştur.

Sanayi devrimi ile birlikte Dünya’da hızlı bir şekilde makine kullanımının artması ve sonraki süreçte başta enerji üretmek amacıyla petrolün birçok alanda kullanılmaya başlanması ile özellikle 20. yüzyılın ilk yarısından itibaren petrol hızlı bir şekilde değer kazanmış Ortadoğu’nun ve buradan geçen kara ve deniz yollarının stratejik önemi dünyanın hiçbir yeriyle kıyaslanamayacak derecede artırmıştır.

Petrolün Güneybatı Asya’daki varlığı gerçek anlamda 1901 yılında İran’ın Zağros Dağları eteğinde yer alan Mescidisüleyman’da açılan bir kuyu ile anlaşılmıştır. Ancak bu bölgede böyle yağlı bir sıvının yer yer satıhta aktığı daha ilk çağda M.Ö. 5000 yıllarında bilinmekteydi (Gözenç, 2006, 90). OECD’nin 2006 verilerine göre: Dünya petrol rezervinin %62’si, doğal gaz rezervinin %40’ı Ortadoğu’da, bunun da %99’u Körfez bölgesinde bulunmaktadır (Çelik 2014, 21). Uluslararası Enerji Ajansının verilerine göre, 2010 yılı itibariyle ham petrol üretimin %32’lik kısmı, ham petrol ihracatının ise %38’i Ortadoğu ülkelerinden yapılmaktadır (İpek, 2013, 14). (“%” ile ifade edilen bu oranlar Ortadoğu’nun çeşitli tanımlara göre farklı sınırlarının olmasından dolayı değişmektedir)

ortadogu-petrol-haritasi
Petrol Haritası ve Ortadoğu

Petrol rezerv miktarı ve üretim oranı ile bir bölgenin jeopolitik önemi arasında doğru orantı vardır. Bu nedenle büyük petrol üretim sahaları küresel etkiye sahip olabilmektedir. Örneğin ‘’Ortadoğu Bölgesi’nde bulunan Suudi Arabistan, İran, Irak ve Birleşik Arap Emirlikleri büyük ihracatçılar olarak dünya petrol piyasasında kritik öneme sahiptirler. Bu ülkelerde ya da bölgede çıkabilecek bir siyasi kriz veya askeri çatışmanın bu ülkelerin ihracatlarını etkilemesi, ham petrol arzında yaratacağı düşüş ve kısa dönemde petrolün talep esnekliğinin az olması nedeniyle (yani kısa dönemde petrol yerine bir başka enerji kaynağı kullanılamayacağı için) ham petrol fiyatını hızla yükseltebilir. Bir başka deyişle Suudi Arabistan, İran ve Irak’tan ihracatı durduracak ya da azaltacak herhangi bir krizin etkisi, enerji ithal eden her ülkenin bu ülkelerden ne kadar petrol ithal ettiğinden bağımsız olarak, dünya petrol piyasalarındaki fiyat artışı nedeniyle, enerji ithal eden bütün ülkelere ve dünya ekonomisine olumsuz yansır’’ (İpek, 2013, 16). Bu sebeple, büyük petrol üreticisi ülkeler ile Dünya’nın büyük miktarlarda  petrol tüketen ülkeleri arasında sıkı bir stratejik ilişki vardır. Dolayısıyla uluslararası arenada herhangi bir güç ya da ittifak odağı, diğer bir güce ya da ittifaka egemenlik sağlamak zorunda ise Ortadoğu’yu kontrol altında tutmak zorundadır.

Avrupa ve Güney Asya arasındaki deniz yolu mesafesini büyük ölçüde azaltan Akdeniz ve Kızıldeniz’i arasındaki Süveyş Kanalı, 1869 yılında faaliyete girmesinden itibaren başta Mısır olmak üzere bölgenin jeopolitik önemini arttıran bir diğer etken olmuş ve ‘’Ortadoğu’yu kontrol etmek Dünya’yı kontrol etmektir’’ prensibini Dünya’ya tekrar hatırlatan bir nitelik taşımıştır. Ayrıca Basra Körfezi’nin devasa petrol üretimini Dünya’ya açan kapı olan Hürmüz Boğazı bölgenin önemini arttıran bir diğer faktördür.

Özetlediğimiz bütün bu faktörler geçmişten günümüze kadar hakimiyet alanını genişletmek, ekonomilerini geliştirmek ve daha birçok sebebten dolayı bölgesel ve daha çok küresel aktörlerin Ortadoğu siyaseti ile yakından ilgili olmalarına neden olmuştur. Pek çok yabancı devletin çıkar temin etmeye çalıştığı bölgede, bu devletler bölge ülkelerinin yönetiminde söz sahibi olmak ve dolayısıyla Ortadoğu’nun jeopolitik öneminden yararlanmak için, hükümet darbelerinden, iç savaşlara kadar götüren etnik ve dini kışkırtmalara, bölge ülkeleri arasındaki anlaşmazlıkların savaşa dönüşmesine sebep olmaktan, doğrudan bu savaşlara dahil olmalarına kadar birçok yolu denemiş ve denemeye devam etmektedirler. Bundan ötürü Dünya’da çıkan savaşların birçoğunun temel sebebi Ortadoğu ve Ortadoğu’nun paylaşımıdır denebilir.

Öte yandan bölge siyaseti üzerinde belirleyici etkiye sahip yapısal faktörlerden birisi de tarihtir. Tarihsel miras devletlerin ve milletlerin şekillenmesinde etkili olduğu gibi günümüzde hala devam eden bir takım yapısal sorunlara yol açabilmektedir. Ortadoğu 19. yüzyılın sonlarına kadar büyük ölçüde Osmanlı hâkimiyetinde idi. Yaklaşık 400 yıllık bir hakimiyetin ardından Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Osmanlı Devletinin yıkılmasıyla bölgede yeni devletler kuruldu. Bölgenin siyasi haritasının 1916’da İngiltere ve Fransa arasında imzalanan gizli Sykes-Picot Anlaşması ile şekillendiği sık sık ifade edilir. Fakat bölgenin siyasi haritası büyük ölçüde 1919 Paris ve 1920 San Remo konferanslarında belirlenmiştir. Bununla beraber bölgede 1920’lerde bağımsız olan sadece dört devlet vardı; İran, Türkiye, Suudi Arabistan ve Yemen. Diğer bütün ülkeler manda, himaye veya kolonileştirme suretiyle bir şekilde Avrupalı devletlerin denetimleri altına girmişlerdi. Ancak İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan ‘dekolonizasyon’ sürecinin sonunda Ortadoğu siyasi haritası bugünkü şeklini almıştır. Bu dönemde yaşanan devlet inşası süreciyle siyasi rejimlerin tipleri ve yapıları belirlenmiştir. İsrail ve Filistin dışında İngiliz hakimiyetindeki bölgelerde monarşiler kurulurken, Fransızların etkili olduğu Lübnan, Suriye, Tunus ve Cezayir’de cumhuriyet rejimleri kurulmuştur. Devlet inşası süreci yakın geçmişte olduğu gibi günümüzde de bölgede temel siyasi ve güvenlik sorunlarını doğrudan etkilemektedir. Devlet inşası sürecinde iktidarın merkezine yerleşen ve avantajlı konumda bulunan aşiret, mezhep, sosyal grup ile iktidardan uzak kalan kesimler arasındaki ilişkiler siyasetin başlıca kırılma noktalarını belirlemektedir. Ayrıca devlet inşası sürecinde belirlenen sınırlar, bazı durumlarda yapısal sorunlara dönüşebilmektedir. Sınırların büyük güçler tarafından ‘keyfi’ olarak belirlendiği Ortadoğu’da birçok ülkenin komşusuyla sınır sorunu bulunmaktadır (Sinkaya, 2015, 8).

Mehmet Enes Bağlama

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR


Çelik, H., 2014, Ortadoğu’da ABD Politikaları ve Büyük Ortadoğu Projesi, Yüsek Lisans Tezi, Ankara.

Gözenç, S., Günal, N., Özdemir, Y., 2006, Ortadoğu ‘’Güneybatı Asya’’ Ülkeler Coğrafyası, Der Yayınları, İstanbul.

Sinkaya, B., 2015,  Ortadoğu Siyasetine Giriş, Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi, Ankara.

İpek, P., 2013, Enerji Güvenliğinde Ortadoğu Bölgesi’nin Jeopolitiği ve Enerji Piyasalarında “Muğlak” Bir Devrimin Yansımaları, ORSAM, Ankara.

İki Nehir Arasındaki Kaçak Devlet: IŞİD

Irak ve Şam İslam Devleti (Devlet’ul Islamiyye Fi’l Irak veş Şam ) daha kısa adı ile IŞİD diye isim verilen terör örgütünün doğuşu Sovyet işgaline karşı oluşturulmuş bir savunma tezidir. Kurucusu Abdullah Azzam olan Usame Bin Ladin tarafından küresel bir boyut kazanan cihad anlayışı, Afganistan ile ABD’nin Irak’ı işgalinden buraya yönleniyor. ABD ve koalisyon güçlerinin işgalinin ardından Sünni direniş Ebu Mus’ab Ez-Zerkavi liderliğinde El-Kaide güçlerinin direnişin en önemli gücü olmuştur.

Ebu Mus’ab Ez-Zerkavi
Ebu Mus’ab Ez-Zerkavi

Afganistan’dan Irak’a gelen Ez-Zerkavi ilk başta Ensar el-İslam grubu ile beraber hareket etmiş ise de, ABD’nin Irak işgali, Saddam’ın düşmesi ve Irak Ordusu’nun lağvetmesinin ardından orduya ait bir çok cephanelik yağmalanmış yada bölgenin yeniden dizayn edilmesi için bir gruba havale edilmiştir. İşte IŞİD denilen terör örgütünün kuruluşundaki en karanlık sır bu olsa gerek. Bu terör örgütünün kurucusu olduğu kabul edilen Ebu Mus’ab ez-Zerkavi, ilk kurduğu gruba Tanzim el-Kaide Bilad er-Rafideyn yani ”İKİ NEHİR ARASI EL-KAİDE’’ ismini vermesi, El-Kaide’ye olan bağlılığından mı yoksa iki nehir arasında kurulacak olan yeni bir devletten mi bilinmemektedir.

Ebu Mus’ab ez-Zerkavi’nin bir hava saldırısında öldürülmesinin ardından, Ebu Hamza el-Muhacir onun yerine geçmiştir. Irak’ta Şii unsurlar ABD ile birlikte hareket edip daha güçlü bir konuma gelince, diğer Sünni gruplarla birleşip Irak İslam Devleti’ni ilan etmiş başına da Ebu Ömer el-Bağdadi getirilmiştir. El-Muhacir ise savunma bakanı olmuştur. 2006 yılının sonunda kurulan bu yeni yapı diğer grupların yani Ensar el-İslam dışındaki unsurların ABD safında savaşması ile Irak’ta tek silahlı direniş grubu olarak kalmıştır. Bu tarihten itibaren zor bir döneme giren IŞİD aldığı ard arda darbelerle sıkıntılı bir döneme girdi ise de, eski BAAS rejiminin askerlerine bir af çıkararak tevbe etmeleri halinde kendilerine katılabileceklerini açıklayarak, içinde bulunduğu sıkıntılı durumdan kurtulmuştur.

Buraya kadar IŞİD terör örgütünün kuruluş aşaması ve daha sonra ise içinden çıktığı El-Kaide örgütünden ayrılıp Irak özelinde bir konum elde etme çabası anlatılmaya çalışıldı. Diğer İslami örgüt yapıları gibi zaman içinde parlayıp sönmesine rağmen, Arap Baharı ve ABD’nin Irak’taki askeri varlığını sona erdirmesi ile farklı bir konuma gelmiştir. Hatta Irak ve Suriye siyasi tarihleri için Milat olmuştur. Irak’ta örgüt lider kadrosunun öldürülmesini takip eden süreçte mevcudiyetleri 700 kişiye kadar düşen, yok olmakla karşı karşıya kalan örgüt; kısa bir zamanda 30.000 kişilere ulaşan donanımlı orduyla Ortadoğu’nun en önemli silahlı gücü haline gelebilmiştir.

İran’ın ve ABD’nin desteği ile Irak Başbakan’ı olan Nuri el-Maliki yönetiminde Şii grupların nüfuzunun artması ve hükümetin Sünni gruplara taraflı davranması sonucunda Sünni gruplar içinde IŞİD’e katılım ve destek artmıştır. Ayrıca Maliki’nin ABD İşgal Komutanı David Petraeus döneminde uygulanan Sünni aşiretleri destekleme programının bitirmesi, ekonomik açıdan sıkıntı içindeki Sünni Aşiretleri petrol ve ganimet zengini IŞİD’e itmiştir.

Sonuç olarak IŞİD’in Suriye-Irak sınırında et­kili olması, elde ettiği mali güç, silah, mühimmat ve askeri Irak’ın güneyine yönlendirmesi ile büyük çaplı saldırılar gerçekleştirmeye başlamıştır. Irak Ordusu’nun çöküş içine girmesiyle Sünni bölgelerde toplu bir ayaklanmayı tetiklemiştir. En son yaşanan Musul operasyonu, Tikrit ve diğer önemli Sünni kentlerin birer birer kaybedilmesi, IŞİD’in yanı sıra bir takım Sünni grupların hızlı ilerleyişi, bu uzun süreli stratejinin bir sonucudur.

SONUÇ

IŞID olarak bilinen terör örgütünün yada İslam Devleti’nin bilinen, görülebilen ve yaşanan olaylar ışığında bilinmeyen bir çok yönü olduğu gibi, cevaplanamayan bir çok soruyu içinde barındıran karışık bir yapıda olduğu açıktır. Aslında bir çok çıkar denkleminin sonucudur IŞİD. Irak topraklarını İran’a kaptırmamak için ABD’nin yok edilmesini istemeyeceği bir yapıdır. Suriye’de Rusya’nın daha fazla etkinlik kazanmasını istemeyen ABD’nin IŞİD’siz bir Suriye haritası çizemediği için ayaktadır IŞİD. Her ne kadar PKK-PYD-Peşmerge ayrımını yapamayacak kadar köşeye sıkışmış olan ABD’nin, bölgenin bugünde de gelecekte de tartışılmaz gücü Türkiye’yi karşısına alacak kadar çaresizlik içerisine girmesi sonucunda örgüt halen ayaktadır.

En önemlisi de bir çok kişinin bilgisinin aksine Suriye ve Irak’ın kuzeyinde bir Kürt devleti görünümünde bir petrol koridoru oluşacak fikridir. Mevcut olan Türkiye’deki koridor petrol şirketlerinin tercihidir. Böyle bir planı ABD’nin hiçbir zaman düşünmemiştir. ABD çok iyi bilmektedir ki bölgedeki petrol şirketlerinin çıkarları Pentagon’un hayal perestliğine bırakılmayacak kadar değerlidir.

Ahmet İşitez

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Kafkasya Perspektifinde ABD-Rusya ve ‘Soykırım’ Meselesi

Güncel olarak her sene yaşadığımız sözde “Ermeni Soykırım” meselesi, aslında yüzüncü yılında başka bir anlam yada misyon yüklenerek 2013 yılından beri çok farklı bir amaca hizmet ediyor. Bu konuda bilinen söylemlerin yada Türkiye’nin tezlerinin hiç dikkate alınmamasının asıl sebebi, bir “KAFKAS BLOĞU” oluşturulmak istenmesidir.

Değişen şartlara rağmen Türkiye’nin hep aynı stratejiyi belirlemesi yani değişen şartlara göre yeni bir “Kafkas Stratejisi” belirleyememesi, ilerde çok daha sıkıntılı durum olarak beklense de; basit tabirle “EĞRİSİ DOĞRUSUNA DENK GELDİ” demek daha doğru olacaktır. Bölgemizdeki jeopolitik değişimleri, fiili ve siyasi çatışmaları dikkate aldığımızda, Ermenistan’a verilen bu siyasi desteğin aslında sanal bir destek olduğu, asıl amacın Ukrayna’da hezimete uğrayan Batı politika ve stratejilerinin bu defa Rusya’ya karşı Ermenistan üzerinden uygulanmasının düşünüldüğünü söyleyebiliriz.

Kafkasya Haritası - *Tsjetsjeni: Çeçenistan
Kafkasya Haritası – *Tsjetsjeni: Çeçenistan

Sovyet Rusya’nın dağılmasından sonra Avrupa Devletleri ve ABD, doğu Avrupa ve Kafkaslardan Rusya’ya sızma fırsatı yakalamıştı. Ancak Putin bu hızlı jeopolitik sızma girişimlerini geri püskürtmeyi başardı. Kafkasya’da ilk başkaldıranlar Çeçenlerdi. Çeçenler 1991’de bağımsızlıklarını ilan ettiler. Rusya bunu kabul etmedi. Çeçenya-Rusya Savaşı 1994-1996 arasında yaşandı. Ruslar önce el altından muhalefeti destekledi. Başarılı olamayınca doğrudan müdahale ettiler. Savaş sonunda 1996’da 5 yıl içinde Çeçenistan’ın geleceğini belirleyen bir anlaşma imzalandı. Ruslar Çeçenistan’ı federasyona dahil etmek istiyorlardı. Putin Çeçenistan’da daha sertlik yanlısı bir politika izledi. Sert ve kanlı bir savaş sonrası Rusya Çeçenistan’ı kontrol altına aldı. Bu uygulama, aynı zamanda bölgedeki diğer devletlere de gözdağı oldu. Bugün de Çeçenistan’da Rusya yanlısı bir yönetim işbaşındadır.

Zor bir coğrafi yapıya rağmen Kafkasya, Rusya’nın yumuşak karınlarından biridir. Çeçenistan kontrol altına alındıktan sonra, sıra Batıyla bütünleşme olasılığı yüksek olan Azerbaycan ve Gürcistan’a geldi. Ermenileri cesaretlendirerek ve fiili olarak destekleyerek Azerbaycan ve Ermenistan’ı savaştıran Rusya, iki ülkeyi düşman hale getirmeyi başardı. Böylece, Azerbaycan’ın Nahçıvan üzerinden Türkiye ve Batı ile bütünleşmesini engelledi. Ardından Azerbaycan’da Rusya yanlısı bir yönetimi iktidara getirdi. Azerbaycan-Ermenistan sorunu aslında çözümü örneklerine göre gayet basit, gerçekte savaşmak istemeyen iki devletin zoraki kör döğüşünden ibarettir. 2009 Ekim ayında imzalanan, Türkiye-Ermenistan sınırının açılmasını da içeren Türkiye-Ermenistan Antlaşmasını tüm Ermeni halkı isterken, iptal ettiren Ermenistan Yüksek Mahkemesi değil Rusyadır. Sınırlarını Rus askerlerinin koruduğu, nükleer elektrik reaktörünü Rusların çalıştırdığı, ekonomisi ve ticareti tamamen Ruslar tarafından kontrol edilen kağıt üzerinde bir devlet görüntüsü veren Ermenistan bu durumu asla hak etmemektedir.

Ermenistan Azerbaycan çekişmesinden sonra sıra Gürcistan’a gelince, Rusya 2004 yılına kadar eski Sovyet Rusya Dışişleri Bakanlarından Edward Şevardnadze ile Gürcistan üzerindeki siyasi ve askeri kontrolünü devam ettirdi. Bu tarihten sonra Batı yanlısı Mihail Saakachvili iktidara geldi. Gül Devrimi ile ABD Gürcistan üzerinden Kafkaslara girme planlarına başladı. Dönemin ABD Başkanı George Bush 2005’de Tiflis’de Özgürlük Meydan’ında Saakachvili ile samimi pozlar verdi. Gürcistan’ın süratle NATO üyesi yapılma süreci başlatıldı. ABD-RUSYA çekişmesinde ABD ilk yenilgiyi 2008 yılında Gürcistan’da aldı. NATO üyeliği vaadi ile Kafkasya’ya sızma teşebbüsü Rusya’nın 2008’de Güney Osetya ve Abhazya’yı işgali ile geri püskürtüldü. Rusya ile ikinci karşılaşma, 2011 başlarında Suriye’de başladı. ABD ve Batı’nın kısa zamanda Suriye’deki Rusya yanlısı rejimi devirme girişimleri, Rusya’nın askeri, siyasi ve psikolojik desteği ile akamete uğratıldı. 2013 Kasım ayında ABD, AB ve uluslararası sivil toplum kuruluşlarını kullanarak Rusya’ya Ukrayna üzerinden ikinci defa sızma teşebbüsünü başlattı. Büyük karmaşalardan sonra, bu girişim, Mart 2014’de yapılan referandum ile Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi ile sonuçlandı. Böylece ABD ikinci yenilgisini almış oldu.

George Bush ve Mihail Saakaşvili
George Bush ve Mihail Saakaşvili

Yukarıda belirttiğimiz tarihsel geçmişi ışığında Kafkasya’da yaşanan bilek güreşi sonucunda en çok zarar gören ülke Ermenistan olsa gerek. Çok eski ve kadim bir milletin, Avrupa ve ABD’de yaşayan ” TUZU KURU” yani ekonomik ve hayat standartı bakımından Ermenistan’da yaşayan 3,2 milyon Ermeni ile tartışılmayacak kadar rahat yaşayan Bohem bir topluluk olmaktan öteye geçmek zorundadır. Ermeniler yaşadıkları topraklar için diasporanın politikalarından vazgeçip, Rusya hegemonyasından kurtulup, bağımsız bir devlet görüntüsü vermeliler. Günümüz enerji koridorunun üzerinde yer alması, ekonomik açıdan parlayan bir yıldız olan Azerbaycan ile barış içinde yaşaması ve en önemlisi de tarihsel ve kültürel açıdan iç içe geçmiş bir Türkiye ile dünyaya entegre olması gerekir.

Gerçek olan önümüzdeki yıllarda Rusya ekonomik açıdan bir çöküş içine gireceği ve buna bağlı olarakta siyasi ve askeri gücünü kaybetmesi olasıdır. Zaten Sovyet Rusya döneminde yeterince sömürülen bu Kafkas Halkları geçmişte yaşadıkları acı hatıraları tekrar yaşamak istemiyor ise -yani Ukrayna’nın ikinci dünya savaşı sırasında ”HOLOMODOR” yani açlıkla yoklukla terbiye edilmeyi istemiyorsa-, gelecek planları için RUSYA’nın olmadığı bir yöntem bulmalıdır. Geçmişte olduğu gibi bugünde Rusya, ekonomik çıkmaza girdiğinde kendi kaynaklarından önce sömürdüğü toplulukların kaynaklarını tüketmektedir.

Ahmet İşitez

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Nazi Almanyası-SSCB Silah Karşılaştırması

1

2. Dünya Savaşı sırasında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) ordusunda tank ve uçaklar, Almanya ordusunda ise asker ve top sayısı fazlaydı. Bu çalışmada İkinci Dünya Savaşı öncesi SSCB ve Almanya ordularının sahip olduğu silahlar infografik şeklinde gösterilmiş.

nazi-sscb-karsilastirmasi
Kaynak: Sputnik

[TAM EKRAN İNFOGRAFİK]

ABD-Vietnam İlişkilerinin Kronolojik Tarihi

1

Son yıllarda Çin’e yeni bir çevreleme politikası izlediği düşünülen ABD’nin Vietnam ile ilişkileri her geçen yıl daha da gelişmeye başlıyor. Geçtiğimiz ay Vietnam’a 50 yıldır süren silah ambargosunun kaldırıldığını açıklayan Başkan Obama, ilişkilerin gelişmesinin iki ülke yararına olduğunun altını çizmişti. Başkanlık konusunda sayılı günleri kalan Obama’nın dış politikadaki en belirgin hamleleri Doğu Asya ve Çin üzerine oldu. Çin tarafından bu yakınlaşma sonrasında ”ABD ile Vietnam arasındaki bağların güçlenmesinin Asya’daki barış ve istikrarı bozmaması gerekiyor. Vietnam’ın ABD de dahil başka bir ülkeyle ilişkilerini geliştirmesi sevindirici. Ancak ABD bu tür bir yakınlaşmayı üçüncü bir ülkenin stratejik çıkarlarını tehdit etmek ya da onlara zarar vermek için kullanmamalı” açıklaması gelmişti.

Güney Çin Denizi’nde Vietnam ile birlikte Filipinler, Brunei, Vietnam, Malezya ve Tayvan da Çin ile bazı sorunlar yaşıyor. Enerji zengini ve 5 trilyon dolarlık deniz ticareti hacmine sahip Güney Çin Denizi’nde hakların tümünde hak iddia eden Çin yönetimi, bu ülkelerle ilişkileri güçlendirmeye çalışsa da, Güney Çin Denizi sorunu bu ülkelerin yakınlaşmasına engel oluyor.

Güney Çin Denizi
Güney Çin Denizi

ABD-Vietnam İlişkilerinin Kronolojik Tarihçesi

1884 – Fransa, Vietnam’ın Fransız Hindiçini’nin bir parçası olduğunu kabul etti.

1950 – ABD, Fransız yönetiminde bulunmasına karşı Vietnam’la diplomatik ilişki kurmaya başladı.

1954 – Vietnam 1954 yılına kadar Fransa yönetiminde kaldı.

Ho Chi Minh liderliğindeki komünist güçler, başlattıkları bağımsızlık savaşında Fransız egemenliğine son verdi. Vietnam Cenevre anlaşmasıyla kuzey ve güney diye ikiye bölündü. Komünist rejimi tanımayan ABD, Komünist Kuzeye karşı güneydeki hükümete destek verdi.

1955 – 1973 yılında başlayan Vietnam Savaşı, 27 Ocak 1973 Paris anlaşmasıyla son buldu. Savaşta 58 bin ABD askeri öldü ve yaklaşık 2 bin 400 ABD askeri de kayboldu. Savaşın ABD’ye ekonomik maliyeti 140 milyar doları buldu.

1973 – Martta Kuzey ve Güney Vietnam’ın ateşkes yapmasıyla ABD ülkedeki askerlerini geri çekti.

1975 – Güney Vietnam’ı gele geçiren Kuzey Vietnam, iki ülkenin komünist rejim altında birleştiğini açıkladı.

1978 – ABD’yi ziyaret eden Vietnam Dışişleri Bakanı Nguyen Co Thach ile ABD hükümeti, ilişkilerin normalleşmesi için prensipte anlaştı ancak Vietnam’ın Kamboçya’yı işgal etmesi, ABD ile ilişkileri yeniden kesintiye uğrattı.

1985 – Vietnam, bir ABD savaş uçağının düştüğü yeri bulabilmesi için ABD’li heyete izin verdi. 1985-1987 yılları arasında çok sayıda ABD askerinin kalıntılarını iade etmesi, ikili ilişkileri tekrardan canlandırdı.

1987 – ABD Başkanı Reagan özel elçisini Vietnam’a gönderdi.

1994 – ABD, Vietnam’a uyguladığı ambargo kısmen kaldırdı.

1995 – 11 Temmuz’da ABD, Vietnam ile ilişkilerin tekrardan kurulduğunu açıkladı. Ağustos ayında iki ülke karşılıklı büyükelçiliklerini yeniden açtı.

2000 – Clinton’un Vietnam ziyaretiyle iki ülke arasında ‘İkili Ticaret Anlaşması’ imzalandı.

2013 – ABD Başkanı Obama ve Vietnam’ın eski Devlet Başkanı Sang, ABD-Vietnam Kapsamlı Ortaklık Belgesi’ne imza attı.

2014 – Silah ambargosu kısmen kaldırıldı.

2016 – ABD Başkanı Obama, Vietnam’a uyguladığı ziyarette Vietnam’a uyguladıkları silah ambargosunu tamamen kaldırdıklarını açıkladı.


http://aa.com.tr/tr/dunya/abd-vietnam-iliskilerinde-yeni-donem-/577122

http://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/05/160520_obama_vietnam

 

Haritayla Afrika’daki Darbelerin Tarihi

Afrikadaki darbelerin anlatıldığı bu çalışmayı Al Jazeera 2012 öncesi verilere dayanarak hazırlamış. Bunun için de Mısır’daki darbe yer almamış. Kırmızı ile renklendirilen ülkelere tıklarsanız solda darbe ile alakalı bilgi veriliyor. Afrika’da darbe yapılan ülkeler nasıl da haritayı dolduruyor değil mi?

SSCB’de Gorbaçov İktidarı ve Politikaları

1

Sovyetler Birliği’nin son lideri Gorbaçov göreve geldiği 1985 yılında ekonomiyi değiştirme amaçlı iki ilkeyi ortaya atmıştır.

  • Glastnost: Açıklık, Şeffaflık (Ocak 1987)
  • Perestroyka: Yeniden Yapılanma (Kasım 1987

Gorbaçov bu politikaları belirleyerek SSCB’de parti yapısının bürokratikliğinin yok edilmesi, kapalı toplumun açık hale gelmesi, fazla olan savunma harcamalarını azaltıp buradaki paraları ülke ekonomisinin gelişmesine aktarılması, demokratikleşme ve yargı bağımsızlığının sağlanması gibi başlıkları hedef belirtmiştir.

Bu politikanın sonucunda;

-1989’da Baltık ve Kafkas devletrinde bağımsız yanlısı direnme hareketleri artmıştır. Bunlardan; Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan’daki ayaklanmalar ordu ile bastırılmıştır. Baltık ülkelerinde ise daha çok ekonomik zorlamalara gidilmiştir.

– 3 Ekim 1990’da Almanya birleşmiştir.

– Çin-SSCB ilişkileri normalleşmiştir.

– Gorbaçov ve Bus 2-3 Aralık 1989’da Malta’da yapılan zirvede Avrupa ile kalıcı işbirliğini sağlamaya yönelik adımlar atılmıştır.

– Eski Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniev Brzezinski’ye göre Soğuk Savaş’ı ortadan kaldıran Sovyetler Birliği’nin dağılmasıdır.

– Nitekim tarihte akılcılığına ender rastlanan 1815 Viyana Düzenlemesi 40 yıl kadar sürebilmiştir, 1919 düzenlemesi ikinci bir dünyada savaşına neden olmuş ve 1947 düzenlemesi yine uluslararası sistemde 40 yıllık bir Soğuk Savaşla noktalanmıştır.

– SSCB’nin dağılması, Varşova Paktı’nın ortadan kalkması, Almanya’nın barışçıl biçimde birleşmesi ve Avrupa’ya yönelik komünist tehditin sona ermesi her ne kadar Soğuk Savaş’ın sonunu getirmişse de 19. yy’ı hatırlatan yeni çatışma ve istikrarsızlık kaynaklarını da ortaya çıkarmıştır.

Bunlar:

Kuzey-Güney çelişkisine ek olarak, Avrupa’nın batısı ile doğusu arasında açıkça beliren ekonomik ”uçurum”, kitlesel göç ve siyasal sığınma tehdidini de gündeme getirmiştir.

– Moskova denetiminin ve komünist ideolojisinin bıraktığı boşluğu saldırgan milliyetçilik doldurmaktadır.

– Avrupa’nın, doğusundaki ve yakın çevresindeki çatışmaları durdurmak bir yana, ABD’nin müdahalesi olmaksızın denetleyememesi, bu kıtanın dünya güç dağılımındaki yeni yeri konusunda soru işaretleri bırakmaktadır.

– Kuzey ile Güney arasındaki büyük ekonomik kalkınmışlık ve siyasal bütünlük farklılıklarından da kaynaklanan uluslararası terörizm, Avrupa ve dünyadaki istikrarsız kaynaklarına yenilerini eklemektedir.

Kaynak: Diplomasi Tarihi II / Dora Yayınları