Goran-KYB İttifakı ve Köşeye Sıkışan Barzani (KDP)

Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde (IKBY) hükümet krizi, ekonomik problemler, IŞİD’le mücadele, Bağdat’la istikrarsız ilişkiler, bağımsızlık referandumu gibi konular gündemi meşgul ederken, 17 Mayıs 2016 tarihinde KYB ve Goran arasında yapılan ve bir metin olarak imzalanan anlaşma, IKBY iç siyasetinde yeni dengeler ortaya çıkaracak gibi görünmektedir. Hatta KYB ve Goran arasında yapılan bu anlaşmayı Irak Kürt siyaseti açısından yeni bir dönüm noktası olarak ifade etmek yanlış olmayacaktır. Anlaşmanın yazılı metin itibariyle 11 bölüm ve 25 maddeden oluşmakla birlikte, siyasi anlam açısından bakıldığından metnin içeriğinden çok daha büyük bir anlam ve etkiye sahip olduğu söylenebilir. Bu anlam ve etkiyi IKBY’deki siyasi duruma bakmak yerinde olacaktır.

KYB ve Goran arasındaki bu anlaşmayı yeni stratejik anlaşma olarak da nitelendirmek mümkündür. 2004 yılında KDP ve KYB arasında da “stratejik anlaşma” olarak ifade edilen bir anlaşma yapılmış ve her iki parti seçimlere ortak listeyle girilmesi, IKBY’deki yönetimin ortak olarak paylaşılması ve IKBY Başbakanlığı’nın ikişer yıllık süreyle KDP ve KYB tarafından yürütülmesi öngörülmüştür. Bu anlaşma 2009’da Goran Hareketi’nin KYB’den ayrılarak kurulması ve seçimlerde yaklaşık yüzde 25 oy almasıyla sekteye uğrasa da bir süre daha devam etmiştir. Ancak 2013’te yapılan seçimlerde KDP ve KYB ayrı listelerle seçime katılmıştır. Bu seçimlerde yüzde 38 oy alan KDP, hükümet kurma çalışmalarında, KYB dışındaki, Goran ve diğer partilerle anlaşma yoluna gitmiştir. Önce KYB hükümet kurma sürecinin dışında kalmış, ancak hükümet kurulduktan sonra hükümete dahil olabilmiştir. Bu süreçten sonra KDP ve KYB arasındaki “stratejik anlaşma”nın bittiği, KDP ve KYB’li pek çok siyasetçi tarafından net bir biçimde ifade edilmiştir. KYB ve Goran arasında yapılan mevcut anlaşma da her iki tarafın IKBY Parlamentosu seçimleri, Irak Parlamentosu seçimleri ve yerel seçimlerde ortak listeyle katılacağını ve iki tarafın mevcut temsilcilerinin ortak çalışacağını ifade etmektedir. Bu durum özellikle IKBY Parlamentosu konusunda seçim matematiğini değiştirecek niteliktedir. Nitekim IKBY Parlamentosu için 2013’te yapılan son seçimlerde, KDP yüzde 38 oyla 38 sandalye, Goran yüzde 24 oyla 24 sandalye, KYB de yüzde 18 oyla 18 sandalye kazanmıştır. Bu sonuçlar itibariyle KDP, IKBY’deki hükümeti kurmuştur. KYB ve Goran arasında yapılan bu anlaşma ile KYB ve Goran’ın toplam sandalye sayısı 42’yi bulmaktadır. Her ne kadar 111 sandalyeye sahip IKBY Parlamentosu’nda 42 sandalye çoğunluğu elde etmese bile, oy oranı açısında KYB ve Goran ittifakı, KDP’nin oy oranının üzerine çıkmaktadır. IKBY Parlamentosu için 4 sene de bir seçim yapıldığı dikkate alındığında 2017’de yapılması planlanan seçimlerde, KYB-Gorran ittifakının sürmesi halinde, bu ittifakın hükümet kurulması konusunda önemli bir avantaja sahip olacağını söylemek yanlış olmayacaktır.

ikby-haritasi

Öte yandan bu anlaşma KYB ve Goran arasındaki yerel ittifakı da güçlendirecek boyuttadır. Son yapılan yerel seçimlerde Süleymaniye İl Meclisi’nde 14 sandalye kazanan Goran birinci parti olmasına rağmen, 13 sandalye kazanan KYB ile anlaşmış ve Süleymaniye Valisi KYB’den seçilmiştir. Bu anlaşmayla birlikte KYB ve Goran arasındaki işbirliğinin diğer vilayetlerde de artması söz konusu olabilecektir. Her ne kadar IKBY sınırları dışında olsa bile Kerkük konusunda KDP karşısında KYB’nin elinin güçlenmesi muhtemeldir. Goran, Kerkük’te etkili olmasa bile, KYB’nin Goran’la yapmış olduğu ittifak sonucu, her iki tarafın ortak tabanının bulunduğu Süleymaniye ve Germiyan bölgelerinde KYB’nin kafası daha rahat olacağından, ağırlığını Kerkük ve diğer bölgelerde yoğunlaştırması mümkündür.

Bununla birlikte KYB – Goran anlaşmasının üçüncü tarafların da bu anlaşmaya dahil olması konusundaki açık tavrını da, KDP’nin hareket sahasını daraltmaya yönelik bir hamle olarak okumak mümkündür. Nitekim KDP, anlaşmaya açık ve sert bir dille karşı çıkarak kapıları kapatmış durmaktadır. Ancak IKBY Parlamentosu içerisinde ve IKBY siyasetinde denge rolünü oynayan İslamcı partilerin tavrı net olarak ortaya çıkmış değildir. Yine de İslamcı partilerin 2015 Haziran ve Ağustos’unda IKBY Başkanı Mesut Barzani’nin görev süresinin uzatılmasına yönelik yapılan parlamento toplantılarındaki pozisyonları dikkate alındığında, KYB – Goran ittifakının İslamcı partiler için bir çekim noktası haline gelmesi muhtemeldir. Bu durumun ortaya çıkması halinde KDP’nin IKBY iç siyasetinde yalnızlaşması ihtimalini ortaya çıkarmaktadır. KDP’nin anlaşmayı sert bir dille eleştirmesi ve IKBY’deki istikrarı bozucu bir nitelik taşıdığını ifade etmesi, KDP’nin “yalnızlaştırılmaya çalışıldığı” mesajını aldığını ve diğer partilere karşı sert bir tutum sergileyeceğini gösterir niteliktedir. KDP’nin, Süleymaniye’de KDP karşıtı yapılan gösterilerden sorumlu tuttuğu Goran üyelerine karşı takındığı tutum bu konuda örnek teşkil etmektedir. Bilindiği gibi Süleymaniye’de yapılan gösterilerin ardından Goran üyesi IKBY Parlamentosu Başkanı Yusuf Muhammed Sadık’ın Erbil’e girmesine izin verilmemiş, Goran’ın IKBY Hükümeti’ndeki dört bakanı azledilmiş ve Goran ve Goran’a bağlı medya kuruluşlarının temsilciliklerine yönelik başta Duhok olmak üzere çeşitli noktalarda operasyonlar düzenlenmiş ve büroları kapatılmıştır. Ancak KDP’nin yeniden aynı tavırla hareket etmesi, IKBY’deki siyasi krizi bir çatışma ortamına taşıyabilir. Nitekim KYB – Goran anlaşmasında bu çatışma ortamı öngörülmüş, anlaşmanın 9. maddesinde iç savaş suç sayılmıştır.

KYB – Goran anlaşması yerel özerkliklerin arttırılmasını savunurken, IKBY içerisindeki ikili yönetimin ortadan kaldırılması konusunda mutabakat da içermektedir. Bu noktada KYB’nin IKBY iç siyasetinde yeniden yönetici pozisyon almaya çalıştığını söylemek mümkündür. Nitekim 2003’ten sonra KYB her ne kadar IKBY’deki yönetim içerisinde yer alsa da IKBY’nin yürütücü gücü KDP olmuş, KYB’nin profili gittikçe düşmüş ve son seçimlerde üçüncü parti olmuştur. Goran’ın KYB’den ayrılarak kurulduğu ve aynı tabanı paylaştığı düşünüldüğünde, bu anlaşma, KYB’nin IKBY’nin yönetim yapısı içerisinde de gücünü arttırmasına imkan verebilecek niteliktedir.

Sonuç itibariyle bu anlaşma her yönüyle IKBY açısından yeni dengeler ortaya çıkarmaktadır. Bu dengeler IKBY iç siyasetinde yeni bir dönemin başlangıcı olabilir. Anlaşma, IKBY’deki bütünleşmeyi savunsa da KDP’nin pozisyonunu ve gücünü korumak için daha müdahaleci davranması durumunda IKBY’deki siyasi kriz ve ayrışma derinleşebilir. KYB ve Goran, anlaşmanın etkisiyle krizin parlamentoda aşılması için bir zorlama içerisine girebilir. Ancak özellikle parlamento başkanının seçilmesi konusundaki görüş ayrılığı nedeniyle, KDP’nin geri adım atmaya yanaşmaması durumunda (ki düşük bir ihtimal barındırmaktadır), parlamentoda çözüm zor görünmektedir. Siyasi krizin aşılması için bir erken seçim senaryosunun gündeme gelmesi de muhtemeldir. Ancak IKBY’deki ekonomik kriz, IŞİD’le mücadelenin devam etmesi, bağımsızlık referandumu, Bağdat’la aşılamayan sorunlar gibi konular, erken seçim ihtimallerini de şüpheye düşürmektedir. Bu noktada IKBY’nin bir sonraki planlanan seçimlere kadar (2017’ye) siyaseti belirsizlikler içerisinde yürüterek, seçimler için tarafların pozisyon alacağı ve elini güçlendirmeye çalışacağı bir sürece götürmesi en olası senaryo olarak gözükmektedir.

Bilgay Duman (ORSAM)

Ekonomik Dev Hong Kong’un Tarihçesi ve Yönetimi

2

Adanın bağımsızlığı, II. Dünya savaşındaki Japon işgal dönemi hariç olmak üzere, 1839 yılından Çin’e devredilmiş 1.7.1997 tarihine kadar devamlı surette İngiltere’nin elinde kalmış ve belirtilen bu süreç içerisinde, İngiliz Koloniyel İdaresi altında merkezden atanan bir Vali aracılığıyla yönetilmiştir.

Hong Kong Özel İdari Bölgesi toprakları sadece adını almış olduğu Hong Kong adasından oluşmamaktadır. 1898 yılında İngiltere ve Çin arasında imzalanan anlaşma gereği ana karada yer alan bazı topraklar ve bir kısım diğer ada ve adacıklar da, 1997 yılında sona eren bir kira sözleşmesi ile 99 yıllığına İngiltere’ye kiralanmıştı. Gerek askeri mücadeleyle ve gerekse barışçı yollardan elde edilen bütün toprakların 1.7.1997 tarihinde Çin’e devredilmesinin gerekçesini işte bu anlaşma oluşturmaktadır.

Kira süresinin bitiş tarihinin yaklaşmakta olduğu 1982 yılında o tarihteki İngiliz yönetiminin daveti üzerine, Hong Kong’un geleceği konusunda Çin ile İngiltere arasındaki görüşmelere başlanılmıştır. İngiliz tarafının kira süresinin uzatılması yönündeki ilk tekliflerinin Çin tarafından red edilmesi ve adanın egemenliğinin devrinden başka bir önerinin kabul edilemez olduğunun açıklanması üzerine, o tarihte görüşmeler anlaşmaya varılamadan tamamlanmıştır. Bu durumun piyasalarda yarattığı kaosun da etkisiyle kısa bir süre sonra tekrar başlayan görüşmelerin ikinci turu, 1984 yılında imzalanan “Ortak Deklarasyon” neticesinde anlaşma ile sonuçlanmıştır.

Anlaşmanın ana fikri, 1997 yılının 1 Temmuz tarihinde Hong Kong’un egemenliğinin Çin’e devri ile ülkenin en az 50 yıllık süreç boyunca “Tek Ülke İki Ayrı İdari Sistem” esası çerçevesinde kendi yönetsel bağımsızlığını ve yapısını korumak ve yalnızca dışişleri ve savunma konularında doğrudan Çin’e bağlı olmak suretiyle ayrı bir Özel İdari Bölge şeklinde yönetilmesidir.

Hong Kong Nerede?
Hong Kong Nerede?

Bu anlaşmadan kaynaklanan yükümlülükleri uyarınca, Çin Yasama Meclisi tarafından onaylanan Hong Kong’un idaresinde uygulanacak esasları belirleyen “Temel Kanun” 1990 yılında yürürlüğe konulmuştur. Söz konusu Kanun Hong Kong’un devir sonrası sahip olacağı yüksek düzeydeki özerkliğin en büyük garantisi niteliğindedir. Bu nedenle, anılan yasal metinde yer alan ve Hong Kong’un özerkliğini garanti altına alan hükümlerin önemli ana başlıklarına değinmekte yarar bulunmaktadır.

  • Sosyalist sistem ve politikalar Hong Kong’ta uygulanmayacaktır.
  • Kapitalist ekonomik sistem ve serbest ticaret politikası en az elli yıl süreyle tatbik edilmeye devam edilecektir.
  • Özel mülkiyet hakları kanunla korunacaktır.
    Yabancı ülkelerin Hong Kong’ta yatırım yapmalarına veya herhangi bir şekilde ticari faaliyet göstermelerine ilişkin mevzuat aynen muhafaza edilecektir.
  • Hong Kong bağımsız maliyeye sahip olacak, Çin bütçesine karşılıksız aktarma yapılmayacaktır.
  • Ülkenin resmi dili İngilizce olmaya devam edecektir.
  • Hong Kong Doları uluslararası mali piyasalardaki konvertibilitesini sürdürecek, kambiyo sınırlandırmalarına gidilmeyecektir.
  • Hisse senedi borsaları ile altın ve döviz piyasaları faaliyetlerine devam edecektir.
  • Hong Kong serbest ticaret bölgesi olma konumunu muhafaza edecek, ticareti keyfi olarak engelleyecek düzenlemeler yapılmayacaktır.
  • Ayrı bir gümrük bölgesi olma özelliğini Hong Kong sürdürecektir. Çin ile arasındaki sınır korunacaktır.
  • Son İtiraz Mahkemesi (Ülkemizdeki Yargıtay’a benzer bir yargı organı) kurulacak ve üyelerden biri İngiliz Milletler Cemiyeti mensubu olacaktır.
  • Yargıda İngiliz sistemi uygulanmaya devam edecektir.
  • Uluslararası kuruluş ve organizasyonlara olan bağımsız üyeliğini Hong Kong Özel İdari Bölgesi adı altında olmak kaydıyla sürdürecek, kendi menşe şahadetnamelerini düzenlemekte serbest olacaktır.
  • Ülkenin adı Çin Halk Cumhuriyeti Hong Kong Özel İdari Bölgesi olacaktır.

1 Temmuz 1997 tarihinde son İngiliz Valisi Bay Chris Patten ile birlikte İngiliz askeri varlığı tümüyle adayı terk etmiş ve aşağıdaki bölümlerde seçimine ilişkin ayrıntılı bilgi verilecek olan Baş İdareci Tung Chee Hwa ve onun tarafından atanan Sekreterler Kurulu göreve başlamıştır.

Çin tarafından devir öncesi yapılan açıklama ve bildirilerde Temel Kanunla hüküm altına alınan haklara ve ayrıcalıklara kesinlikle dokunulmayacağı ifade edilmektedir. Gerçekten de devirden önce oluşturulan bir kurul tarafından Hong Kong’un yürürlükte bulunan mevzuatı incelenmiş ve sonuçta Çin sistemi ile bütünüyle bağdaşmayan ve dolayısıyla değiştirilmesi gereken yalnızca 16 Kanun tespit edilmiştir. Bu kanunlar arasında ticari ve ekonomik hayatı doğrudan ilgilendirenler yer almamaktadır. Hemen hepsi gösteri, toplantı ve yürüyüş hakları ve basın hürriyeti gibi insan hakları üst başlığı altında değerlendirilebilecek hususlarla ilgili bulunmaktadır.

Ancak, ülkenin siyasi hayatında ağırlıklı yere sahip olan “Demokrat Parti Muhalefeti”ne kesinlikle izin verilmeyeceğinin belli olması ile yukarıda belirtilen kanun değişiklikleri nedenleriyle, ileride toplumun siyasi ve sosyal yaşamında huzursuzluk ortaya çıkması durumunda, ticari ve ekonomik yapının da bu olumsuzluklardan etkilenmesi ihtimali bulunmaktadır.

Hong Kong Meclisi (Çin ve Hong Kong Bayrağı dalgalanıyor)
Hong Kong Meclisi (Çin ve Hong Kong Bayrağı dalgalanıyor)

Özellikle, İngiliz yönetsel idaresi altında, demokrasi haricinde, batı toplumunun insan hakları kıstasları kapsamında, son derece geniş haklara ve olanaklara sahip olmuş Hong Kong vatandaşlarının, boyutları ilk aşamada büyük olmayacak olsa da yeni düzenlemelere uyum sağlamalarının belirli bir zaman dilimi alacağı düşünülmektedir.

Başta ABD ve İngiltere olmak üzere ileri gelen bütün yabancı ülkelerin üzerinde önemle durdukları nokta burasıdır. Bu iki ülke başta olmak üzere, devir törenlerine katılan batılı ülke temsilcilerinin bazılarının, Hong Kong tarihinde tam anlamıyla ilk defa gerçekleştirilen serbest bir seçimle işbaşına gelen Hong Kong Yasama Meclisi üyeleri yerine Çin tarafından atanan happy wheels demo yeni üyelerin yemin törenine iştirak etmemeleri bu hassasiyetin açık bir göstergesidir. Yeni meclis üyelerinin çoğunluğu eski mecliste görev yapmakta olanlar arasından seçilmekle beraber, yine aynı mecliste kalabalık bir grupla temsil edilen Demokrat Parti temsilcilerinin tümü meclis dışında tutulmuştur.

Çin’in, şu anda Portekiz sömürgesi olan Makao’yu da benzer şekilde 1999 yılında egemenliği altına alacak olması ve kendi toprakları olarak gördükleri Tayvan’a da sürekli olarak “Tek Ülke İki Ayrı İdari Sistem” esası çerçevesinde birleşme öneriyor olmaları nedeniyle, en azından açıklanan bu amaçlarına erişinceye kadar Hong Kong’a yönelik taahhütlerine uyacakları kanaati taşınmaktadır.

Zaten aksi bir durumun ortaya çıkması halinde, uluslararası arenada sergilenecek olan muhtemel tepkilerin, Çin’in son derece zararına olacağı çok açıktır. Belirtilen bu hususların bütün yönleriyle açıklığa kavuşması için vaktin çok erken olduğu, gelişmelerden sonuçlar çıkarabilmek için belirli bir zamana ihtiyaç bulunduğu görüşü tarafsız bütün kesimlerin ortak kanısıdır. Bu çerçevede, gelecek yıl yapılması taahhüt edilen seçim büyük bir merak ve heyecanla beklenmektedir.

Hong Kong’un İdari Yapısı

– Yürütme Erki

1.) Baş İdareci
Ortak Deklerasyon’da belirtilen ilke ve esaslara uygun olarak Çin Meclisince (Çin Ulusal Halk Kongresi) 1990 yılında alınan karar uyarınca, 1996 yılı başında, 96 üyesi Hong Kong’tan ve 54 üyesi Çin’den olmak üzere 150 üyeli bir Hazırlık Komitesi oluşturulmuştur. Hazırlık Komitesi ilk Baş İdareciyi ve ilk seçime kadar iş başında kalacak geçici yasama üyelerini seçecek 400 üyeli Seçici Komiteyi gene aynı yıl içerisinde belirlemiştir.

Hong Kong Özel Yönetim Bölgesinin Başkanı Leung Chun Ying
Hong Kong Özel Yönetim Bölgesinin Başkanı (Baş İdareci) Leung Chun Ying

Yürütme organının başı olarak İdare ve Yasama Meclisince alınan kararları doğrudan ya da sekreterleri vasıtasıyla yürütmekle görevli olan ve ülkemizde Başbakana tanınan nitelikteki yetki ve görevlerle donatılmış olan Baş İdarecinin yetkileri arasında, kendine yürütme faaliyetlerinde danışmanlık görevini ifa edecek ve bu konumu itibariyle yürütme erki üzerinde önemli etkisi olan İdare Meclisi üyelerini atamak ve Bakanlar Kurulu mahiyetindeki Sekreterler Kurulu üyelerini belirlemek yer almaktadır. Aşağıdaki paragraflarda bu siyasi kurumlar sırasıyla incelenecektir.

2.) İdare Meclisi

Baş İdareci tarafından 1997 yılı içerisinde yeniden seçilen meclis üyeleri 15 kişiden oluşmaktadır. Bu üyelerin üçü eski meclis üyesidir. Kurulun kararları genellikle tavsiye niteliğinde bulunmakta ve bu kararların uygulanmasından meclis olarak sorumlu tutulmaktadırlar. Yukarıda belirttiğimiz gibi, bu meclisin görevi genellikle “danışma” niteliklidir. Ancak, toplum hayatında doğrudan etkili olacak kararların yasama meclisine teklif edilmesi konusunda yetkilerinin olmasından dolayı, Hong Kong yürütme organları içerisinde gene de çok önemli bir yere sahiptir. Konsey, normal olarak haftada bir kere gizli oturumla toplanmakta, kararlar bilahare halka açıklanmaktadır. Baş İdareci yerel kuruluşların önemli kararlar öncesinde meclisten görüş almasını talep etmektedir. Kararlar oybirliği ile alınmaktadır.

3.) Sekreterler Kurulu

Baş İdareci tarafından 21 Şubat 1997 tarihinde açıklanan ve eski sekreterlerden ikisi hariç diğerlerinin yerlerini koruduğu Sekreterler Kurulu devirle birlikte göreve başlamış bulunmaktadır. Yasama organınca alınan kararların yürütülmesini sağlamakla görevlendirilen ve 23 sekreterliğe ayrılan kurulun görev ve yetkilerinin sınırları, ülkemizdeki Bakanlar Kurulu ve Bakanların görev ve yetkileri ile çok büyük bir oranda uyuşmaktadır. Son atanan Sekreterler Kurulu üyelerinin tümü Çin kökenlidir.

– Yasama Erki

Yasama Meclisi

Yukarıda belirttiğimiz üzere, İngiltere ile Çin arasında imzalanan Ortak Deklârasyonda belirtilen ilke ve esaslara uygun olarak, Çin Meclisince 1990 yılında alınan karar uyarınca 1996 yılı başında, 96 üyesi Hong Kong’tan 54 üyesi Çin’den olmak üzere 150 üyeli Hazırlık Komitesi oluşturulmuştur.

Hong Kong Yasama Meclisi Başkanı Jasper Tsang
Hong Kong Yasama Meclisi Başkanı Jasper Tsang

Hazırlık Komitesi ilk seçime kadar iş başında kalacak geçici yasama üyelerini seçecek 400 üyeli Seçici Komiteyi gene aynı yıl içerisinde belirlemiş ve belirtilen zaman diliminde Hong Kong tarihinde ilk defa 1995 yılında serbest seçimle gelmiş Yasama Meclisinin yerini alan 60 üyeli geçici Yasama Meclisi üyeleri tesbit edilmiştir.

Demokratik haklar konusunda daha fazla özgürlük ve daha doğru bir ifadeyle bütün kurumlarıyla demokratik sistemi Hong Kong’ta hayata geçirme taraftarı olan ve bu tutumlarıyla Çin yönetimiyle bağdaşmayan Demokratik Parti üyeleri dışındaki Çin yanlısı 36 seçimle gelmiş üye Yasama Meclisindeki yerlerini korumuş ve diğer 24 üye ise bu komite tarafından ilk kez atanmıştır.

Yasama erkinin kanunları yürürlüğe koyma, kamu harcamalarını ve Sekreterler Kurulunun çalışmaları denetleme gibi bütün yetkilerine sahip olan söz konusu Meclis 1 Temmuz 1997 tarihi itibariyle göreve başlamış bulunmaktadır. İngiliz Kolonisyel idaresi altında yürürlüğe konulan son seçim Kanununun Çin tarafından kabul edilmemesi nedeniyle, ülkenin seçim sistemi hakkında bu aşamada bir bilgi verilmesi imkanı bulunamamaktadır.

Çin ve Hong Kong’un son yıllarda gösterdikleri büyük gelişmeler ardında, çok iyi bir şekilde işleyen ortaklıklarının olduğu söylenebilir. Belki de Çin tarafının “Bir Ülke İki Ayrı İdari Sistem” esasını tereddütsüz kabul etmesinin altında yatan başlıca etkende, bu son derece iyi ve karlı bir şekilde işleyen ortaklığı bozmamak düşüncesidir.

Kaynak: UG

Önemli Başlıklarla İsrail-Filistin Sorunu

İsrail-Filistin sorunu yalnızca toprak, su ya da diğer kaynakların paylaşımından çok, dinsel mekânların paylaşılamamasıyla birlikte hala devam eden, içerisinde birçok normatif unsur barındıran ve literatürde ‘çözümü zor çatışmalar’ sınıfına giren büyük bir anlaşmazlıktır.

Bilindiği üzere İsrail-Filistin çatışması, I. Dünya Savaşı sonrası Filistin Toprakları’nın İngiliz mandasına girmesi ve bu dönemde Yahudilerin bölgeye göçü ile başlayan bir süreçtir. Yahudiler bölgede sosyal ve askeri örgütlenmeler oluşturdu, ‘Yişuv’ adı verilen yerleşim birimleri kurdu ve böylelikle Yahudiler, 1948 yılında resmen ilan edilecek olan İsrail Devleti’nin temellerini attı.[1]

‘‘1920 yılında Filistin’de ikamet eden bir Fransız ile kolonilerden birinde yerleşmiş bulunan bir Yahudi arasında geçen bir konuşmada Yahudi şöyle diyordu: ‘Filistin’de bizim iki düşmanımız var, sıtma ve Araplar. Sıtma’nın ilacı kinin, Araplara gelince onların ilacı da bu ve böyle diyerek elinde taşıdığı tüfeği göstermekteydi.’ İşte bu tarihlerden itibaren, Yahudiler silah biriktirip savaş için hazırlanmışlardır.’’ [2]

1947 yılında BM Genel Kurulu’nun aldığı meşhur 181-II sayılı kararda; iki devlet kurulması ve de Arapların yâda Yahudiler’in çoğunlukta olduğu bölgelere göre bir taksim yapılması öngörüldü. Unutulmamalıdır ki burada Kudüs üç din açısından da kutsal olmasından dolayı ‘Corpus Seperatum’ statüsünde kabul edildi.

1947 Birleşmiş Milletler Planı Haritası
1947 Birleşmiş Milletler Planı

Filistin’de ‘manda’ yönetimi kalkarken, Tel Aviv’de 14 Mayıs 1948 yılında Ben Gurion İsrail Devleti’nin bağımsızlığını ilan etmesi de eş zamanlı olarak gerçekleşti. Bunu yaparken de Theodor Herzl’in resminin altında durmayı ihmal etmedi. Böylelikle siyonizmin kurucusu olan Theodor Herzl’e vefa borcu ödemek istiyordu.[3] Kısa bir süre içinde Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler birliği İsrail’i tanıdığını ilan etti. Bu bağımsızlık ilanından sonra 15 Mayıs tarihinde bölgedeki beş Arap devleti( Suriye, Lübnan, Mısır, Ürdün ve Irak) İsrail’e savaş ilan etti. Araplar ağır bir yenilgi aldı ve böylece Arap-İsrail uyuşmazlığının en önemli sorunlarından biri olan, Filistinli mültecilerin statüsü ve geri dönüş sorunu gün yüzüne çıkmış oldu. Yahudiler kendilerini savaşın tartışmasız galibi olarak görüp savaşı ‘Bağımsızlık Savaşı’ olarak adlandırdılar.[4]

I. ve II. Dünya Savaşından sonra tamamen gücü biten İngiltere ve Fransa artık tarih sahnesinden çekiliyor, yerini özellikle 1956 Süveyş Krizi’nden sonra Amerika ve Sovyetler Birliğine bırakıyordu. Ortadoğu artık Soğuk Savaş’ın en şiddetli olaylarına tanıklık etmeye başlamış ve Arap ülkelerinin de İsrail düşmanlığı giderek artmıştı. 1967(Altı Gün) Savaşı, bölgede önemli sorunlara sebebiyet vermiştir. İsrail sınırlarını genişletirken yeni mülteciler oluştu. Bölgede Nasır furyası eserken savaşın sonunda Mısır bölgedeki Arap liderliğini kaybetti ve şuana kadar süren Pan-Arabizm düşüncesi yerini yavaş yavaş Filistin milliyetçiliğine bırakmaya başladı. Ayrıca kutsalların kutsalı sayılan Doğu Kudüs, İsrail’in eline geçti. Bu tarihten itibaren işgal edilen Batı Şeria, Gazze ve Doğu Kudüs’te bağımsız bir Filistin Devleti kurulması düşüncesi iyiden iyiye kendini hissettirmeye başladı. Bu arada Mısır’da Enver Sedat, Suriye’de Hafız Esad dönemi başlamıştı fakat Enver Sedat’ın 1977 yılında İsrail’in başkent ilan ettiği Kudüs’e yaptığı resmi ziyaret, Filistin milliyetçiliği fikrini daha da arttırmıştı.

İlerleyen yıllar da çatışmalar her zaman devam etmiş fakat artık Arap dünyası amaçlarını İsrail’i bu topraklardan çıkarmak yerine kaybettikleri toprakları geri kazanmak üzerine oturtmuşlardı. 1973 Yom Kippur Savaşı da tam da bu amaç üzerinden çıkmış; Mısır, Suriye ve İsrail arasında yaşanmıştır. İsrail’in ‘Yom Kippur’ adı verilen dini bayramda, Müslümanlar içinde ‘Ramazan Ayında’ bu savaş gerçekleşti. Araplar için lehte devam eden savaş Amerika’nın yardımlarıyla aleyhine döndü ve yenilgi kaçınılmaz oldu. Ama önemli olan şudur ki, Arap Dünyası ‘PETROL’ü siyasi bir güç olarak kullanabileceğini görmüştür.

filistinin-kaybettigi-topraklar

1974 yılına gelindiğin de Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), BM Genel Kurulu tarafından tanındı. Filistin’in efsane lideri Yaser ARAFAT’da, belinde tabancasıyla BM Genel Kurulu salonuna girmiş ve: ‘‘Bugün buraya bir elimde zeytin dalı, bir elimde özgürlük Savaşçısı’nın silahı ile geldim, elimdeki zeytin dalının düşmesine izin vermeyin.’’ cümlelerini üç kez tekrar etmiş ve sözlerini sonlandırdığın da ayakta alkışlanmıştır.

İsrail’in artarak devam eden baskı ve şiddet politikaları, Filistinlilere karşı uyguladığı sürgün politikaları I. İntifada’nın genel sebeplerini oluşturmuştur ve 1987’de başlayan ayaklanmalar 1993 Oslo Anlaşmaları’nın imzalanmasına kadar sürmüştür. 1980‘lerin sonunda FKÖ ‘iki devletli çözüm’ formülüne göz kırpmaya başlamıştır. 1991’de Oslo Görüşmeleri başlamış: Yaser ARAFAT bağımsız bir Filistin Devlet’i kurmak isterken, İsrail ise özerk bir devlet vererek kendi güvenliklerini sağlamayı düşünmektedir. 1995’te İzak Rabin verdiği tavizler sonucunda suikasta kurban gitmiş ve bu tarihten sonra artık barış görüşmelerinin kötüye gittiği herkesçe görülmüştür. 1996’dan sonra gelen Netenyahu, Filistinlilere verilen sözleri yerine getirmiyor, Kudüs’de yeni Yahudi yerleşim yerlerinin açılmasına izin veriyor, dahası Harem-i Şerif’in altında kazılar başlatıyordu. Kısaca barış görüşmeleri Rabin’in ölümüyle bitmiştir denilebilir.

Temmuz 2000’de Camp David(Final Status Talks) görüşmeleri başlamıştır. 1993’te ilk anlaşma imzalandığında 5 yıllık bir anlaşmaydı ve 5 yılın sonunda devam etmesi öngörülmekteydi. Fakat 1998’de Netenyahu’dan dolayı görüşmelerin devamı getirilemedi. 2000’de başlayan nihai statü görüşmeleri’nin dört ana konusu vardır: sınırlar, mülteciler’in geri dönüşü, Yahudi yerleşimlerinin durumu ve en önemlisi Kudüs’ün statüsü. Ancak kısa bir süre sonra anlaşmazlıklardan dolayı gürüşmeler çökmüştür. İsrail ve Amerika Basını’nda Arafat’a karşı suçlamalar başlamıştır biz ne isterse Arafat’a verdik fakat o hiçbirini kabul etmedi’ söylemleri baş göstermiştir. 28 Eylül 2000’de Sabra ve Şatilla kasabı Ariel Şaron’un Mescid-i Aksaya ziyaret gerçekleştirmesi II. İntifadayı başlatmıştır.

Camp David’in çökmesinin asıl sebebi: İsrail’in Harem-i Şerif’in altını almak istemesi(yerin altıda üstü kadar değerlidir) , Ürdün-Filistin sınırını İsrail’in kontrol etmek istemesi, Filistin’in hava sahasını kontrol etmek istemesi kısacası bağımsız bir devlet yerine ‘esir’ bir devlet vaat edilmiş olması. Aynı zamanda Kudüs Filistin’e verilecek ancak, kutsal yerlerin dışındaki Kudüs’ün Filistin’in başkenti olmasına izin verilecekti. (Arafat on Jerusalem Interview by Bora BAYRAKTAR)

Yapılan görüşmelerin sonuçsuz kalmasından sonra İsrail her zaman yaptığı gibi baskı politikaları izlemeye devam etmiş, Filistin halkını kendi ülkelerinde azınlık konumuna getirmiş ve de hayatlarını açık hava hapishanesine çevirerek gün geçtikçe barış ümitlerine son vermiştir.

Ömer Talha Aslan

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR


(Arafat on Jerusalem Interview by Bora BAYRAKTAR)
Bora Bayraktar, ‘Bir Barış Süreci Örneği Olaral Oslo’(doktora tezi,Marmara üniversitesi,2012)
Mustafa Torlak ,‘Siyonizmin Penceresinden Arap – İsrail Çatışmalarının Orta Doğu’daki Güç Dengesine Yansımaları’(yüksek lisans tezi,Kadir Has Üniversitesi,2010)
[1] Demet Gökçınar, ‘Arap-İsrail Uyuşmazlığında Filistin Sorunu’(yüksek lisans tezi,Atılım Üniversitesi,2009),s.11 [2](KARAMAN, Uluslararası İlişkiler… s.33)
[3](OKUYAN, Aslan ve Androcles… S.147)
[4](SÜER, ATMACA, Arap İsrail… s.36)

Şeriflerin Osmanlı’ya İsyanı ve Sonrası Durum

1. Dünya Savaşı sırasında İngilizlerin desteğiyle Osmanlı’ya isyan eden Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali, çocukları ve Şerefin isyan sonraki durumu:

Hüseyin bin Ali İstanbul’da doğdu. Emir seçilen amcası Abdullah, Hicaz’a hareket etmeden vefat edince uzun süredir vezir rütbesiyle Şura-yı Devlet üyeliği yapan Şerif Hüseyin, Kasım 1908’de Mekke emiri tayin edildi. Hüseyin bin Ali 5 oğla sahipti;

Birinci oğlu Ali, ikinci oğlu Abdullah, üçüncü oğlu Faysal, dördüncü Prens Zeyid ve beşinci oğlu Genç yaşta ölen Hasan…

serif-huseyin-ogullari
Şerif Hüseyin’in ilk 3 oğlu, soldan sağa oturanlar: Ali, Abdullah, Faysal

Cemal Paşa’nın Ağustos 1915 ve Mayıs 1916’da Beyrut ve Şam’da devlete ihanetle suçladığı bazı Arapları idam ettirmesiyle oluşan gergin ortamı değerlendiren Şerif Hüseyin Haziran 1916’da Mekke’de isyanı başlattı. (İslam Ansiklopedisi Şerif Hüseyin maddesi)

Arap İsyancılar
Arap İsyancılar

Fahrettin Paşa’nın Mondros’dan sonra Padişah buyruğu ile Medine’den çıktıktan sonra fiilen Hicaz’da son bulan Osmanlı hakimiyeti ile vaadedilen büyük Arap Krallığı yerine egemenliği altındaki bölgede Hicaz Krallığını kurdu. Çünkü İngilizler, kendisi ile daha önceden yaptığı anlaşmalara ters bir şekilde farklı anlaşmalar da yapmıştı. Ancak buna rağmen Hicaz’ı alan Şerif Hüseyin’in, 2.oğlu Ürdün’e, 3.oğlu kısa bir Suriye deneyiminden sonra Irak’a kral oldu. Böylece Şerif’in Arap yarımadasında etkisi devam ediyordu.

Ortadoğu’da son bulan Osmanlı hakimiyeti, Şerif Hüseyin’in önünü açtığı gibi, yıllarca Osmanlı ve Osmanlıdan yana tavır alan Reşidilerin, baskısı altında ezilen Necd emiri İbni Suud’un da önünü açtı. İngilizler, Aralık 1915’te İbn Suud ile de bir anlaşma yaparak daha önce Şerif Hüseyin’in egemenliğine bırakılan Basra körfezinin güney kıyılarında Suudi hakimiyetini kabul etti.

Abdul Aziz Ibn Suud, İngiliz subaylarla
Abdul Aziz Ibn Suud, İngiliz subaylarla

Şerif Hüseyin Suudilerin büyümesini engellemek için Yemen imamı ve İbn Reşd ile anlaşıp Abdülaziz İbni Suud‘a karşı savaş açtı. İbni Suud, koalisyonu bozguna uğrattı; daha sonra da Reşidileri yenip topraklarını aldı. Bu arada Şerif Hüseyin, Türkiye’de Halifeliğin kaldırılması sonucu kendisini Halife ilan etti. Bu adım Suudileri Hicaz’a yürümeye teşvik etti. Suudiler savaşı kazanıp Taif’e girince Şerif Hüseyin, hakimiyeti 1.oğlu Ali’ye bırakıp Kıbrıs’a gitmiş, daha sonra 2. oğlu Abdullah’ın yanına Ürdün’e geçmiştir.

Şerif Hüseyin Ürdün'de (Fotoğrafta günümüzde de Ürdün Kraliyet Sarayı Muhafız Alayını oluşturan Çerkes askerler görülmekte)
Şerif Hüseyin Ürdün’de (Fotoğrafta günümüzde de Ürdün Kraliyet Sarayı Muhafız Alayını oluşturan Çerkes askerler görülmekte)

İbni Suud, saldırılarını devam ettirip, Mekke’yi, bir süre sonra da Medine’yi ele geçirmesi üzerine Cidde’ye çekilen Ali, krallıktan vazgeçerek önce bir Britanya gemisiyle Aden’e, oradan da kardeşi Şerif’in üçüncü oğlu Irak Kralı Faysal’ın yanına kaçtı.

Necd Emiri olan Suud, Hicaz’ı da alarak önce kendini Hicaz Kralı ilerleyen yıllarda da Suudi Arabistan Krallığını ilan etti.

Sonuç olarak aslında Şerif Hüseyin kumarını oynadı ve kazandı. Ancak kazanmışken masadan kalkmadı ve daha fazla kazanmak istedi. Osmanlıya karşı kendisinin otoritesinden faydalanan İngilizler, artık tek alternatif olmayan Şerif Hüseyin’in kötü olan elini desteklemediler. Ancak Araplar arasında ünlü olan Haşimi soyunu da tam olarak bitirmeyip Ürdün ve Irak’ta hakimiyet sürmelerine izin verdiler. Irak, 1958’deki darbeye kadar ellerinde kalırken, Ürdün Şerif Hüseyin’in torunu tarafından hala yönetilmekte…

Ürdün Kralı Abdullah, Büyük Arap Ayaklanması anma törenlerinde Akabe Şerif Hüseyin Bin Ali Müzesi
Ürdün Kralı Abdullah, Büyük Arap Ayaklanması anma törenlerinde Akabe Şerif Hüseyin Bin Ali Müzesi

Şehmus Kızılkan

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Dünya ve ‘‘Beş’’ Tartışması: BM Güvenlik Konseyi

İkinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkan büyük devletlerin (ABD, Sovyetler Birliği, İngiltere, Fransa ve Çin Halk Cumhuriyeti ) liderliğinde oluşturulan bir dünya örgütü olan Birleşmiş Milletler (BM), 20. yüzyılın ilk yarısında yaşanan savaşların ve barışa yönelik tehditlerin tekrarını önlemek ve uluslararası barış ve güvenliği korumak amacıyla kurulmuştur.

BM’nin kurucu antlaşması niteliğindeki BM Şartı, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 50 ülke tarafından 26 Haziran 1945 tarihinde San Francisco’da imzalanmıştır. Polonya’nın da daha sonra BM Yasası’nı imzalamasıyla, kurucu üye devletlerin sayısı 51’e yükselmiştir. BM Teşkilatı, BM Şartı’nda öngörüldüğü üzere, BM Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) beş daimi üyesi dâhil BM’nin üye devletlerinin çoğunluğunun Teşkilat Şartı’nın onay işlemlerini tamamlamalarıyla, 24 Ekim 1945 tarihinde resmen faaliyete geçmiştir. Merkezi New York’tadır.

BM TEŞKİLATININ AMACI

BM amaçlarını üç madde de toplamaktadır. Bunlar:

  • Savaşları ve barışa yönelik tehditleri önlemek
  • Ülkeler arasında ilişkiler kurmak
  • Uluslararası ekonomik ve sosyal işbirliğini sağlamak

TARTIŞMALARIN ODAK NOKTASI: GÜVENLİK KONSEYİ

bm-guvenlik-konseyi

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK), Birleşmiş Milletler’in, üye ülkeler arasında güvenlik ve barışı korumakla yükümlü, en güçlü organıdır. Birleşmiş Milletler’in diğer organları sadece tavsiye kararı alabilirken, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin kararları, tüm üye ülkeler açısından bağlayıcılık taşımaktadır. Bu bağlayıcılık, üye ülkelerin tamamına yakını tarafından imzalanmış olan Birleşmiş Milletler Tüzüğü’nde açık bir şekilde belirtilmiştir.

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, 15 üye ülkeye sahiptir. Bu ülkelerden beş tanesi daimi üye, on tanesi ise seçilmiş üyelerdir. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde, kararları veto etme hakkı bulunan daimi üyeler Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Krallık, Fransa, Çin Halk Cumhuriyeti ve Rusya ile on geçici üye ülke bulunur. Dönüşümlü 10 üye ülke her iki yılda bir Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yapılan seçimlerle belirlenir.

Tablo1. Güvenli Konseyi Daimi Üyeler
Tablo1. Güvenli Konseyi Daimi Üyeler

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Kararları, üye ülkeler tarafından verilen bir önergenin, 15 üye ülkeden dokuzu tarafından kabul edilmesi ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Daimi Üyesi ülkelerden birinden ret oyu almamış olması şartıyla alınır.

Daimi üyelerin veto hakkı vardır. Veto hakları, BM’nin bu kurumunu tam anlamıyla demokratik bir kurum olmaktan çıkarmaktadır. Tartışmalar tam da bu haktan ötürü cereyan etmektedir. 193 üyeli Birleşmiş Milletlerden bağlayıcı karar çıkması için söz konusu beş ülkenin veto hakkını kullanmamasından geçmektedir. Bu özelliğiyle ‘‘evrenselliğini’’ yitiren Birleşmiş Milletlerin kuruluş aşamasını incelediğimizde balığın baştan koktuğunu görmekteyiz.

bmgk-veto-sayilari
Görsel2. 1946-2007 yılları arası daimi beşlinin uyguladıkları veto sayıları

Prof. Dr. Mehmet Emin Çağıran, Uluslararası Örgütler kitabında bu konuya dikkat çekmiş ve şu ifadeleri kullanmıştır:

‘‘Savaş sonrasının uluslararası düzenleri savaşın galipleri olan güçlü devletlerin inisiyatifleriyle ve onların istediği şekilde kurulmuştur. Askeri ve iktisadi bakımdan büyük devletlerle rekabet edecek durumda olmayan diğer devletler ister istemez yeni kurulan örgütler içerisinde yerini almışlardır. İkinci Dünya Savaşı devam ederken başlayan ve 1945 San Francisco Konferansına kadar devam eden BM’nin kuruluş sürecinde siyasi örgütlerin kuruluşunda güç ilişkilerinin önemi ve formalitelerinin yeri açıkça görülmektedir: Müttefikler cephesinin büyük güçleri ABD, İngiltere ve Sovyetler Birliği’nin (bunlara daha sonra diğer iki büyük devlet Çin ve Fransa katılacaktır) Mihveri mağlup ettikten sonra yeni bir uluslararası düzen kurma beyanları, Birleşmiş Milletler adını alacak bu yeni düzenin anayasasını ve kurumsal yapısını kendi aralarında görüşüp hazırlamaları, savaşın sonunda devletleri yeni düzeni şeklen müzakere esasen teyit etmek için bir uluslararası konferansa çağırmaları, bu konferansta imzalanıp kabul edilen metnin devletlerin onayından geçtikten sonra yürürlüğe girmesi ve BM’nin çalışmaya başlaması. BM aslında Dumbarton Oaks ve Yalta’da kurulmuştu; San Francisco Konferansı uluslararası ilişkilerin temel ilkeleri gereği daha ziyade formaliteleri yerine getirmeye hizmet etmiştir.’’

Herhangi basit bir uluslararası andlaşma için yıllarca müzakere eden ve kabulden sonraki iç hukuk işlemleri aylar süren devletler, 1945 yılında aynı yıl içinde hem müzakerelerini hem de iç hukuk işlemlerini tamamlamışlardır. Buradan hareketle şunu söyleyebiliriz ki, 5 büyük gücün hazırladığı taslağı, 46 devlete sadece iç hukuktan geçirmek düştü.

Prof. Dr. Fahir Armaoğlu, Siyasi Tarih adlı kitabında Yalta Konferansı hakkında:

‘Burada bahis konusu olan veto ve üyelik meselesiydi. Güvenlik Konseyinin devamlı üyeleri için veto ilkesi kabul edildi. Üyelik meselesinde ise Ruslar, Türkiye ile, Rusya ile diplomatik münasebetler kurmamış olan Güney Amerika devletlerinin Birleşmiş Millet Teşkilatına üye olarak alınmamalarını istedi. Tartışmalardan sonra, 1 Mart 1945’e kadar ortak düşmana savaş ilan etmiş olanların üyeliğe alınması kabul edildi. Bunun üzerine Türkiye 23 Şubat 1945’te Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etti.’’

Beş büyük gücün askeri, ekonomik ve kültürel faaliyetlerinin meşrulaştırılması işlemine 46’sı kurucu olmak üzere 193 üye imza atmıştır. Bir uluslararası örgüt kategorisinde meydana gelen bu meşrulaştırma işleminde demokrasi aramak boşa kürek çekmekten başka bir şey olmayacaktır.

Günümüzde süre gelen Dünya Beş’ten Büyük tezini çürütmek adına, en basitinden, bu meşrulaştırma işlemini örnek verebiliriz.

Dünya mı Beş’ten Büyük Yoksa Beş mi Dünyadan?

Bu sorunun cevabını ararken inceleyeceğimiz ölçütler:

  • Ekonomik Güç
  • Askeri Güç
  • Eğitim ve araştırma olacaktır.

EKONOMİK GÜÇ

Bu ölçütümüzde ilk ele alacağımız konu ihracat rakamları olacaktır. Zira devletlerin birincil gelir kaynağı ihracattır. Cia World Factbook verileri baz alındığında;

Tablo2. Ülkelere göre ihracat rakamları
Tablo2. Ülkelere göre ihracat rakamları

Daimi beşlinin dünya ihracatından payı $5.156.900.000.000’dır. Yaklaşık olarak 35 Türkiye etmektedir. İhraç edilen ürünlerin büyük bir kısmı Dünya’nın ilerlemesini hızlandıran teknoloji ve bilimdir.

İkinci ele alınacak konu Gayri Safi Yurtiçi Hasılası (GSYİH)’dır. Uluslararası para fonu (IMF), Dünya Bankası ve Cia World Factbook verileri baz alınarak;

Tablo3. Ülkelerin gayri safi yurt içi hasılaya (SAGP) göre sıralanışı
Tablo3. Ülkelerin gayri safi yurt içi hasılaya (SAGP) göre sıralanışı

Söz konusu 5 ülke IMF verilerine göre Dünya Gayri Safi Yurtiçi Hasılasının yaklaşık olarak %41,11’ini oluşturmaktadır. 5 ülke %41,11’lik pay sahibi iken 174 ülke %58,89’luk paya sahiptir.

Ekonomik güç bağlamında son ve önemli konu silah ticareti sonucunda elde edilen gelirler olacaktır.

Tablo4. En fazla silah ihracatı yapan ülkeler ve elde ettikleri gelir
Tablo4. En fazla silah ihracatı yapan ülkeler ve elde ettikleri gelir

Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi daimi üyelerinin silah ihracatında ilk 6 içinde olması, ekonomik gelirden ziyade BM’nin amaçları arasında sıralanan ‘’savaş ve barışa yönelik tehditleri önlemek’’ ilkesi açısından oldukça önemlidir. Savaş ve barışa yönelik tehditleri önleyecek 5’linin harıl harıl silah ihraç etmesi hiçte hafife alınacak bir nokta değildir.

Silah ticaretini önemli ekonomik gelir kalemi olarak gören bu devletlerden kendi tekerlerine çomak sokmasını beklemek ahmakça olacaktır.

ASKERİ GÜÇ

Askeri gücün belirlenmesinde kullanılan personel sayısı, nükleer silah sayısı, askeri harcamalar sırasıyla ele alınacaktır.

Tablo5. Asker sayısına göre ülkeler listesi
Tablo5. Asker sayısına göre ülkeler listesi

Söz konusu 5 devlet 9.413.651 askeri personele sahip bulunmaktadır.

Günümüzde insanlık için oldukça tehlikeli, devletler adına övünç kaynağı ve caydırıcı güç olan nükleer silahlar askeri güç olarak önemli bir yer tutmaktadır.

Tablo6. Nükleer silaha sahip devletler
Tablo6. Nükleer silaha sahip devletler

Toplam nükleer silahların %98’ine Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi daimi üyeleri sahiptir. Bir kez daha insanlık için tehlikeli silahlara sahip olanların insanlara güvenlik sağlamasını umduğumuzu görmekteyiz.

Askeri güç konusundaki ele alınacak son konu askeri harcamalardır.

Tablo7. En fazla askeri harcama yapan 10 ülke
Tablo7. En fazla askeri harcama yapan 10 ülke

Güvenlik Konseyi daimi beşlinin toplam askeri harcaması 1033,3 milyar dolardır. İhracatta olduğu gibi askeri harcamalarda da daimi beşlinin ilk 6’da oluşu dikkat çekicidir.

Görsel3. 2012 Yılında Yapılan Askeri Harcamaların Devletler Özelinde Dağılımı
Görsel3. 2012 Yılında Yapılan Askeri Harcamaların Devletler Özelinde Dağılımı

EĞİTİM ve ARAŞTIRMA

Son olarak OECD verileri temel alınan eğitim ve araştırmaya ayrılan bütçelere bakacak olursak;

Tablo8. Toplam kamu harcamalarından eğitime en fazla pay ayıran ülkeler
Tablo8. Toplam kamu harcamalarından eğitime en fazla pay ayıran ülkeler
Tablo9. Ülkelerin uzay araştırmaları için ayırdığı bütçeler
Tablo9. Ülkelerin uzay araştırmaları için ayırdığı bütçeler

SONUÇ

Dünya beşten, matematiksel olarak, büyüktür ancak belli kıstaslar çerçevesinde incelediğimizde durum hiçte öyle değildir. Gerek ekonomik güç gerek askeri güç karşılaştırması yapıldığında veto yetkisine sahip beşlinin üstünlüğünü görmekteyiz.

Dünya yönetimini pastaya benzetecek olursak pasta 5’e bölünmüş, pastayı süsleyen çilek, mum ve kokonatlar, geriye kalan 188 üye arasında ‘‘adil ve eşitçe’’ paylaştırılmıştır. Evrensel barış ve huzur maskesi altında küresel hâkimiyet meşruluğundan başka bir şey olmayan bu sistem, insanlığa hiçbir faydasının bulunmadığı gibi zararı olmuş ve olmaya devam edecektir.

Dünya, silahlanma yarışına, terörizme, nükleer silahlara vs. son vermesi için devletlere ve terörist gruplara çekinmeden silah satan, nükleer silahlarla gövde gösterisi yapan ve sermaye ile istediği her şeyi yaptıran grup, beşli görevlendirmiştir. İşte tam da bu yüzden dünya 5’ten küçüktür.

İstediği vakit terörü kışkırtabilen, hükümetleri devirebilen, azınlıkları isyana sevk edebilen ve bu durum karşısında yine aynı gruptan yardım beklenildiği için Dünya 5’ten küçüktür.

Dünya, 5’linin ekonomisine, askeri gücüne, eğitim seviyesine, bilimine ve refahına ulaşamadığı için küçüktür.

Dünya, 5’ten kölelik bakımından büyük, nitelik bakımından küçüktür.

Abdullah Özdil

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR


KAYNAKÇA
Armaoğlu, Fahir, 20.yy Siyasi Tarihi, Timaş Yayınevi, İstanbul, 2013, 2013 s.
Çağıran, Mehmet Emin, Uluslararası Örgütler, Turhan Kitabevi, Ankara, 2014, 459 s.
www.mfa.gov.tr/birlesmis-milletler-teskilati-ve-turkiye.tr.mfa

TABLO
1. www.un.org/en/sc/members/
2. www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/rankorder/2078rank.html
3.tr.wikipedia.org/wiki/%C3%9Clkelerin_GSY%C4%B0H%E2%80%99ya_(SAGP)_g%C3%B6re_s%C4%B1ralan%C4%B1%C5%9F%C4%B1 4. armstrade.sipri.org/armstrade/page/toplist.php
5. tr.wikipedia.org/wiki/Asker_say%C4%B1s%C4%B1na_g%C3%B6re_%C3%BClkeler_listesi#IISS2010
6. SIPRI Yearbook 2015 (Oxford University Press: Oxford, 2015).
7. www.hurriyet.com.tr/sipri-listesinde-turkiye-15inci-siraya-indi-28723325
8. www.haberler.com/turkiye-egitime-en-fazla-pay-ayiran-ulkeler-7201630-haberi/
9. therichest.com

GÖRSEL
Başlık Görseli http://www.unicankara.org.tr/docs/logoson.png
Görsel1. https://upload.wikimedia.org/wikipedia/commons/3/31/UN_security_council_2005.jpg
Görsel2. upload.wikimedia.org/wikipedia/tr/5/50/Daimi_be%C5%9Flerin_vetolar%C4%B1.png
Görsel3. http://www.sipri.org/news/pix/states-with-the-highest-military-expenditure-2012/view

İsrail’in Kuruluşu ve Ortadoğu’da İşgal

Tüm Yahudilerin Filistin’e dönerek, burada bağımsız bir devlet kurma amacıyla kurulan Siyonist hareket, Macaristan doğumlu bir Yahudi olan gazeteci Theodor Herlz’in girişimiyle 1897 yılında İsviçre’nin Basel kentinde ilk dünya Siyonist Kongresi’nin toplanmasıyla yeniden canlandı ve giderek güçlendi. Söz konusu hareket Avrupalı devletlerin politikalarına etki etmeye başlamış ve en önemli başarıyı 1917 yılındaki Balfour Deklarasyonu ile İngiliz dış politikasında elde etmişlerdir. Filistin topraklarında bir Yahudi devletinin kurulmasına İngiltere’nin destek vereceğini belirten bu bildiriyi tetikleyen en önemli neden, devam eden I. Dünya Savaşı için silah sanayinde güçlü ve aynı zamanda Yahudi olan Rothschild ailesinin desteğini almaktı. Bu tarihten II. Dünya Savaşı’nın başlamasına kadar olan süreçte Filistin topraklarına Yahudi göçü devam etmiş ancak II. Dünya Savaşı sırasında, Yahudi göçünün Arapları kışkırtmasından çekinildiği için bir süre durmuş ve savaşın sonlarına doğru devam etmiştir.

BM’nin kurduğu BM Özel Komisyonu(UNSCOP), Filistin topraklarında iki ayrı devletin kurulması ve Kudüs kentinin BM denetimi altına alınmasını önerdi. Bu öneri Arap ülkeleri ve Türkiye’nin olumsuz oylarına rağmen 29 Kasım 1947’de BM Genel Kurulu’nca kabul edildi. Bu tarihten itibaren taraflar silahlanmayı hızlandırdı ve 1948 yılının Nisan ayında Yahudi aşırı gruplar, Deir Yassin adlı bir Arap köyünü yerle bir ettiler ve halkın çoğunu öldürdüler. Bu olay aynı zamanda “Filistin Mültecileri” sorununun da kökenidir.

14 Mayıs 1948 tarihinde saat 16:00’da yani “manda” yönetiminin kaldırılmasına iki saat kala, İsrail Devleti’nin kurulduğu açıklandı. 16:30’da ABD, 17:00’da da Sovyetler Birliği tarafından tanındı. Bu tarihten sadece 1 gün sonra, 15 Mayıs’ta, güneyden Mısır, doğudan Ürdün, kuzeyden Suriye ve Lübnan orduları saldırıya geçtiler. Aylarca süren savaşlardan sonra İsrail, Negev Çölü’nün tümünü ve Galilee bölgesini eline geçirerek 1947 yılında BM tarafından kendisine ayrılan bölgeden daha geniş bir bölgeye hakim oldu. Bu yenilgiden sonra Arap devletleri “fedayiin” denilen birimlerle yıpratma savaşına başlamışlardır.

1952 yılında Mısır’da iktidarı tümüyle eline geçiren Cemal Abdulnasır, Arap milliyetçiliğinin kahramanı konumundaydı ve Filistin davasının sözcülüğünü yapmaktan geri durmuyordu. Bu dava sözcülüğüne Mısır’dan sonra Suriye’de 1966 yılında iktidarı ele geçiren Baas(yeniden doğuş) Partisi devam ettirdi. Nasır’ı, İsrail’e karşı pasif davranmakla suçlayan Suriye de etkisiz kalacaktı. Arap dünyasının liderliğine ve dolayısıyla “İsrail Sorunu”nun çözücülüğüne soyunan bu iki devletin çabalarını 5 Haziran 1967 tarihinde başlayan ve tarihe “6 Gün Savaşları” olarak geçen Arap-İsrail Savaşı bitirmiştir. Çünkü, Filistin topraklarından ziyade kaybettikleri kendi topraklarını geri alma gayreti içerisine girmişlerdir. Suriye, stratejik Golan Tepeleri’ni, Mısır ise 1979 yılında geri alacağı Sina Çölü’nün tamamını kaybetmiştir.

Bölgede bulunan güçlü Arap ülkeleri, işgal altındaki Filistin topraklarından ziyade kendi ülkesel bütünlüklerini kazanma ve/ya koruma adına politika değişimine gidince, sorunu çözmek güçsüz Filistin Kurtuluş Örgütü(FKÖ)’ne kalmıştır. Bu konuda alınmış BM kararları da (bk. 242-338 sayılı kararlar) ortadayken İsrail Devleti işgal ettiği topraklardan çekilmemekte ısrar etmekte ve bu sorun dünya barışı için adil bir çözüm beklemektedir.

Hüseyin Kaylı

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Ortadoğu’da Bir Kapışma Alanı: Kuveyt

Osmanlı İmparatorluğu’nun, İran sınırında, (güneydoğusunun) idari yapılanması kuzeyde Zagros dağlarından Dicle nehrine açılan düzlüklerde Musul Vilayeti, merkezde kadim dönemlerden kalma tarihi şehri ile Bağdat Vilayeti ve güneyde körfeze çıkışı olan Basra Vilayeti… Bu 3’lü idari yapılanma, Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki İngiliz işgali sırasında birleştirilerek günümüz Irak Devleti’ni ortaya çıkmasına neden olacaktır.

parcalanmis-osmanli
Osmanlı Devleti’nin Günümüz Irak’ını Oluşturan Vilayetleri: Musul, Bağdat, Basra

Kuveyt ise 1800’lerin sonunda Osmanlı’nın güneydeki Basra vilayetine bağlı limanı olan bir ticaret kasabasıydı. Ta ki Almanlar, Osmanlı ile ilişkilerine arttırana dek…

kuveyt-limani
Kuveyt Limanı

1871 yılında ulusal birliğini sağladıktan sonra Almanya, yarıştaki kaybını kapamak için saldırgan bir politika izledi. II. Abdülhamit döneminde başlayan Alman-Osmanlı ilişkileri sonucunda Berlin-Bağdat demiryolu imtiyaz haklarını alan Almanlar bir de Basra körfezinde buharlı gemi seferlerine başladı. Daha önceki dönemlerde de büyük bir Alman nüfusunun Fırat kıyılarına yerleştirilmesi gündeme gelmiş ancak bir hayalden öteye geçememişti.

berlin-bagdat-demiryolu
Berlin – Bağdat Demiryolu

Bu gelişmeler İngilizleri dehşete düşürmeye yetti bile. Napolyon’un Mısır kıyılarına çıkmasından beri diğer ezeli rakipleri, sömürgeci devletlerin, Britanya adası ile Hindistan arasındaki yolu kesmesi ve Hindistan için bir tehlike haline gelmesi, İngilizlerin en korkulu rüyalarından biridir. Almanların Ortadoğu’daki artan ticari varlığı ve Hindistan için potansiyel bir tehlike olması, İngilizleri hemen bir şeyler yapmaya itti.

Telaşa kapılan İngilizler, küçük ticaret limanı Kuveyt’in şeyhine yaptıkları yardımlarla Almanların gemileri için kolaylık sağlamasını engelledi. Bu hamle, Kuveyt’in ayrı bir statü kazanmasına neden olacak süreci başlatacak olan hamleydi. Artık Kuveyt, Irak için bir dış kapı haline gelecek, Basra Körfezi’ndeki İngiliz politikası da bu kapının sağlamlığını güvence edecekti.

Kuveyt
Kuveyt

Birinci Dünya Savaşı’nın ilk dönemlerinde Osmanlıya savaş ilan etmeyen İngilizler, ilk iş olarak Kuveyt’i İngiliz himayesinde bağımsız bir devlet olarak tanıdığını ilan etti; ve böylece Osmanlılar için Kuveyt sayfası tamamen kapandı. Daha sonra çoğunluğu Hintli olan ordusu ile Basra’ya çıktı. Bu durum, Osmanlı için bütün Ortadoğu sayfasını kapatacak süreci başlattı.

Savaştan sonraki yıllarda Kuveyt’in bu statüsü devam ederken, Irak, İngilizlerden kısmi bağımsızlığını almıştı. Irak toplumunun Kuveyt üstündeki hak iddiası ilk dönem krallıkta da daha sonraki cumhuriyette de sürmekteydi. Iraklı politikacıların görüşü ”Kuveyt şeyhinin Irak’ın vilayeti Basra’nın Kuveyt denen kısmının kaymakamı olduğudur.” Ancak, ülkedeki İngiliz politikasının ve yardımlarının özellikle de 1938’de petrol bulunması ile artması sonucu 1961 yılına gelindiğinde Kuveyt’in bağımsızlığı kabul görecek bir konum kazandı.

Emir Ahmed el Cabir el Sabbah , İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetlerine ait uçakla
Emir Ahmed el Cabir el Sabbah , İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetlerine ait uçakla

Kuveyt bağımsız oldu olmasına ama Iraklıların kendisine bakışı değişmedi. 1991 yılında aynı tarihi nedenlerle Saddam ülkeyi işgal etti ve yine benzer tarihi çıkarlar nedeniyle de Batılı koalisyon gücü Irak’a karşı Körfez savaşını başlattı.

Şehmus Kızılkan

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Türkiye-Ermenistan İlişkilerinin Geleceği

Türkiye-Ermenistan arasındaki krizin temelini 1915 Olayları oluşturmaktadır. 20.yy’ın ikinci yarısında ilişkilerin düzeltilmesine yönelik atılan somut adımlar uzun süreli olmamıştır. 1993 yılında kapatılan Alican Sınır Kapısı o tarihten itibaren kapalıdır. Komşu iki ülkenin birbirine açılan kapılarının kapalı olması basitçe ikili ilişkilerin olmadığı anlamına gelmektedir. Dönem dönem ilişkiler düzeltilmeye çalışılsa dahi kapalı kapılar ardında ilişkilerin uzun süreli olmayacağı ortadadır. Üst düzey Türk diplomatlarının girişimleri ve açıklamaları sürekli karşılıksız kalmıştır. Günümüzde geldiğimiz durumda ise iki ülke ilişkilerinin normalleşmesi dahi güç görünmektedir. Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin gelişmesinin önünde kendi sorunlarından ziyade üçüncü ülkelerinde etkileri çok fazladır.

Uçak krizinin ardından bozulan Türk-Rus ilişkileri, Ermenistan ilişkileri açısından bir anahtar niteliğindedir. Ermenistan’ın Rusya’dan izinsiz adım atmayacağı/atamayacağı göz önünde bulundurulduğunda Rusya krizi normalleşme önünde büyük bir engeldir. Bir diğer üçüncü ülke ise Azerbaycan’dır. Azerbaycan Türkiye için ‘gardaş’ olmasından dolayı Türkiye’nin kırmızı çizgisi durumundadır. Ermenistan’ın işgal ettiği Karabağ bölgesinden çekilmediği sürece Türk-Ermeni ilişkilerinde olumlu yönde ilerleme olmayacağı bir diğer durumdur. Nitekim Türkiye normalleşme koşulu olarak Karabağ meselesinin çözümünü şart olarak koşmuştur. 1 Nisan 2016 tarihinde başlayan çatışmaların, Karabağ sorununun çözümünü zorlaştırdığını söyleyebiliriz. Bunun sonucunda ilişkilerin normalleşme ihtimalinin tekrar ortadan kalktığını söylemek zor olmayacaktır.

Küreselleşen dünya düzeninde iki ülke ilişkilerinin çözülmesi veya bozulması yalnız bu iki ülkeye bağlı değildir. Bu ülkeler üzerinde ve bölgede çıkarları bulunan tüm ülkeler bu normalleşmeye engel olabilmekle beraber çıkarları için ilişkilerin iyileşmesine yönelik adımlarda atabilirler. Ülkeler arasında ebedi dostluk veya ebedi düşmanlık olmadığı tezine dayanarak Türk-Ermeni ilişkilerinde geleceğe yönelik olumlu veya olumsuz öngörüde bulunmamız zor olacaktır. Fakat Türkiye-Ermenistan ilişkilerinin politik zeminden ziyade milliyetçilik olgusuna dayanması, yakın gelecekte bir iyileşme olmayacağının en büyük göstergesidir.

Yazarın konu ile alakalı diğer iki yazısı:

Okan Şahin

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Rusya’nın Doğu Türkistan Projesi ve İlişkiler

0

Rusya’nın, Kazakistan’ın kuzeyinde yer alan Altay Dağları eteğindeki Tümen Oblastı’nda akan İrtiş Nehri’nin sularını, bin kilometreden fazla boru döşeyerek, Kazakistan üzerinden, Çin’in Sincan-Uygur Özerk Bölgesi’ne (Doğu Türkistan’a) taşımayı Pekin’e proje olarak teklif ettiği ileri sürülmüştür. [1]

Doğu Türkistan, hem Müslüman Uygur Türklerinin ana vatanıdır, tarihi ata topraklarıdır; hem de güncel uluslar arası politikada jeopolitik açıdan önemi giderek artan bir coğrafyadır.

Pekin Yönetimi, Müslüman Uygur Türklerinin asimilasyonunu öngören bir politika takip etmektedir. Bu da, Müslüman Uygur Türklerini Pekin Yönetimi ile karşı karşıya getirmektedir. Sovyetlerin dağılmasından sonra, önce yeni “öteki” olarak uluslararası terörizmin, sonra da bunun bir devamı (parçası) olarak “İslami terörizm” nitelemesinin öne çıkarılması, Pekin Yönetiminin bunlar üzerinden Doğu Türkistan halkını hedef almasına ve asimilasyon politikasını “bu kılıf” üzerinden yürütmesine imkân vermiş, buna yol açmıştır. Ancak Afganistan’da Sovyet işgaline gösterilen İslami direnişte başarıya ulaşılması, 2001’de Afganistan’a giren ABD’nin burada benzeri bir direniş ile karşılaşması, Af-Pak Bölgesinin Wakhan Koridoru üzerinden Doğu Türkistan’a açılıyor olması, Pekin Yönetimi karşısında Doğu Türkistan halkının İslami direnişçilerden destek görmesine yol açmıştır. Bu tabloda, Doğu Türkistan, Çin’in sorunlu bölgesi, adeta” yumuşak karnı” olarak görülmeye başlanmıştır. Çin’in güçlenmesi ve uluslararası politikada yeni bir kutup olarak algılanmaya başlanması, başta ABD ve Rusya olmak üzere, bundan rahatsız olan ülkeleri Doğu Türkistan ile ilgilenmeye itmiştir. Bu açıdan bakılınca, ABD’nin Doğu Türkistan’ın sürgündeki hükümetine ev sahipliği yapması ile, Rusya’nın Doğu Türkistan’a su taşıma projesi arasında, özde, bir fark yoktur.

dogu-turkistan-nerede

Doğu Türkistan, 1.68 milyon km² büyüklüğünde bir coğrafyadır ve bu coğrafyanın sadece 150 bin km²’si kullanılabilir tarım arazisidir. Genişliği batıdan doğuya 1000 km., kuzeyden güneye 400 km. olan, 324 bin km² büyüklüğü ile dünyanın ikinci büyük kum çölü olan Taklamakan Çölü de, bu coğrafyanın içerisinde yer alır. Doğu Türkistan’ın nüfusu, 50 milyon dolaylarındadır. Ancak Doğu Türkistan; (i) Çin’in Batıya açılma yolu üzerindedir, (ii) zengin enerji kaynaklarını (petrol, doğal gaz, kömür ve diğer madenler) içermektedir, (iii) Çin’in güncel “Bir Kuşak, Bir Yol” Projesinin (Yeni İpek Yolu Projesinin) önemli bir parçasıdır. Ve bu durum, Doğu Türkistan’ın, Çin’in iç kesimlerinden sistemli ve bilinçli bir şekilde göç almasına neden olmaktadır; Pekin, bu göçü teşvik ve himaye etmektedir. Belirtilen nedenlerden dolayı, Doğu Türkistan’ın nüfusunun hızla artmakta olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Çin'in Yeni İpek Yolu Projesi
Çin’in Yeni İpek Yolu Projesi

Çin, 9.5 milyon km² büyüklüğünde bir ülkeye ve bu ülke üzerinde yaşayan 1.367 milyar nüfusa sahiptir; Dünyanın en kalabalık ülkesidir. Rusya ise, Çin’in iki katı büyüklüğünde (17 milyon km²) bir ülkeye ve 142 milyonluk bir nüfusa sahiptir. Çin, Rusya’nın yarısı kadar olan ülkesinde, Rusya’nın nüfusunun on katı büyüklüğünde bir nüfusu barındırmaktadır. Tersinden bakılır ise, Rusya da, Çin’in iki katı kadar olan ülkesinde, Çin’in nüfusunun onda biri dolaylarında bir nüfusu barındırmaktadır. Bu durum, Çin’in kalabalık nüfusunun komşu ülkelere taşma eğilimi gösterdiği gerçeği ile birlikte mütalaa edildiğinde, Çin’in Rusya’nın Uzakdoğu topraklarına taşma potansiyelini çağrıştırmaktadır. Daha açık bir ifade ile, Rusya’nın Uzakdoğu toprakları, potansiyel olarak Çin’in “taşma” alanına dahil bir coğrafya olarak gözükmektedir. (i) Küresel ısınmanın Rusya’nın Uzakdoğu topraklarını geçen her gün daha çok kullanıma açılmasına neden olması; (ii) buna bağlı olarak, Rusya’nın uzakdoğusunun yer üstü ve yer altı kaynaklarına yönelik ilginin giderek artması; (iii) Rusya’nın en uzun kıyı şeridine sahip olduğu Arktik Okyanusu kıyılarından işleyecek yeni bir deniz ticaret yolunun kendisini belli etmesi ve (iv) Arktik Okyanusunun deniz yatağının petrol ve doğal gaz yönünden zengin olması, Çin’in Rusya’nın bu bölgesine “taşma” potansiyelini güçlendirmektedir. Çünkü bu potansiyelin içinde, Çin’in, kalabalık nüfusunu seyrekleştirme, enerji ihtiyacını karşılama, dış ticaretini kolaylaştırma ve ulaşım maliyetini aşağıya çekmek suretiyle dış ticarette rekabet şansını artırma vardır.

Onun içindir ki; Rusya’nın boru hattı inşa ederek Kazakistan üzerinden Doğu Türkistan’a yılda 70 milyon m³ su taşıma projesine bakarken, Moskova’nın Doğu Türkistan’ın artan su ihtiyacından hareketle suyu da petrol gibi değerlendirmek istemesinden çok, Çin’e yakın durarak, Çin ile ilgili söz konusu endişelerini (taşma endişesini) aşağıya çekme düşüncesini görmek daha uygun olacaktır diye değerlendirilmektedir.

Fazla gündeme gelmese de, Çin’in Ukrayna’da gıda, tarım ve hayvancılık konularında ciddi ekonomik yatırımları (varlığı) bulunmaktadır. Rusya ile Ukrayna arasında devam eden sorun, Çin’in buradaki varlığını tehdit etme potansiyelini de içermektedir. Öyle ki, 2015 yılı içinde, Çin Donanmasından küçük bir görev gücünün Doğu Akdeniz’de Rus Donanması ile ortak tatbikat yapması, daha geniş kapsamlı bir tatbikatın Asya’nın doğusunda Japon Denizi’nde yapılması, Çin’in Ukrayna’daki varlığını koruma güdüsü ile de açıklanabilir. Elbette ki, söz konusu tatbikatlar, Rusya’nın Ukrayna krizi üzerinden, Çin’in de Güney Çin Denizi anlaşmazlığı üzerinden ABD/Batı ile karşı karşıya bulunmaları ile de açıklanabilecektir. Ancak burada vurgulanmak istenen husus, Rusya’nın Çin’in Ukrayna’daki varlığını Batı karşısında “istismar” etmiş olabileceği, şimdi aynı şeyi Doğu Türkistan’a yönelik söz konusu proje ile yapmayı düşünmüş olabileceğidir.

Bu noktada, Rus Diplomasisinin, koşulları çok iyi değerlendirme yeteneğinin (dolayısıyla gücünün) kendisini belli ettiğini söylemek mümkündür.

Önümüzdeki aylarda, Filipinler’in Güney Çin Denizi anlaşmazlığında Pekin’in aleyhine olarak gittiği uluslararası hakemlik kurumundan karar çıkması beklenmekte ve şimdiden, bu kararın kuvvetle muhtemel Filipinler lehine olacağı konuşulmaktadır. Bu da, Güney Çin Denizi anlaşmazlığında tansiyonun her gün biraz daha yükselmesine neden olmaktadır. Çin, anlaşmazlık konusu atoller üzerinde inşa ettiği yapay adadaki askeri imkân ve yeteneklerini sürekli takviye etmekte; ABD de, bu anlaşmazlıkta Çin’in karşısında yer alan ülkeler ile birlikte bölgedeki askeri varlığını artırmaktadır. Rusya’nın Doğu Türkistan’a su götürme projesi, böyle bir ortamda; yani Çin’in ABD karşısında giderek Rusya’nın desteğine daha çok ihtiyaç duymaya başladığı bir sırada gündeme gelmiştir. Tarafların (Çin’in ve Rusya’nın), önümüzdeki Mayıs (2016) ayında, ortak hava savunma tatbikatı yapacak olmaları bu bağlamda oldukça anlamlıdır. Eğer (i) Kuzey Kore’nin nükleer başlık taşıyabilen kıtalararası balistik füze denemeleri sonrasında ABD’nin Asya için bir hava savunma sistemi kurmayı gündeme getirirken Çin’in benzeri bir hava sistemi ile öne çıkmamış olduğu ve (ii) Pekin Yönetiminin geçtiğimiz yıl (2015) içinde ilan ettiği “tartışmalı” Yüksek İrtifa Hava Savunma Bilgi Bölgesi uygulamasında “gevşeklik” gösterdiği dikkate alınırsa; bu, bir taraftan Çin’in askeri gücünün henüz ekonomik gücüne paralel bir noktaya gelmemiş olduğu, diğer taraftan da mevcut konjonktürde Çin’in askeri açıdan Rusya’nın desteğini aradığı anlamına gelecektir. Çin, ABD karşısında, Rusya’nın hava savunma sistemi (S-300, S-400) üzerinden öne çıkmış bir ülke olmasını ve, esasen Rusya’nın Ukrayna ve Suriye krizleri üzerinden güncel askeri imkan ve yeteneklerini “ortaya dökmesini” (güncel askeri gücünü sergilemesini) görmezden gelememiştir.

Rusya'daki İrtiş Nehri ve Doğu Türkistan
Rusya’daki İrtiş Nehri ve Doğu Türkistan

Belirtilen hususlar ışığında, Rusya’nın Doğu Türkistan’a yönelik projesinin, Çin’in içinde bulunduğu durumdan yararlanarak, Moskova’nın Çin ile ilgili endişesini orta ve uzun vadede kontrol altında tutma amacına yönelik olduğu değerlendirilmektedir. Eğer Çin ile Sünni İslam Dünyası arasındaki yakınlaşma dikkate alınırsa, Rusya’nın Doğu Türkistan’daki varlığı, Moskova’nın, hem İslami aşırıcılık ile mücadelesine dolaylı olarak katkı sunabilecektir, hem de Pekin’in Sünni İslam Dünyası ile olan ilişkilerine nüfuz edebilmesine ayrıca imkân ve fırsat verebilecektir.

Çin, Asya’nın doğusunda, Doğu Çin Denizi anlaşmazlığı ve Güney Çin Denizi anlaşmazlığına ileri derecede angaje olmuş durumdadır. ABD, bu bölgedeki askeri varlığını güçlendirmekte ve yaymaktadır. Acaba böyle bir tablo olmasaydı, Moskova, İrtiş Nehrinin sularını Doğu Türkistan’a taşımayı öngören bir projeyi Pekin’e önerebilir miydi diye sormak gerekir. Koşulları “iyi okumanın” ve değerlendirmenin, ulusal güç unsurlarından biri olarak diplomasinin ne kadar önemli ve işlevsel olabileceğine işaret ettiği gibi; böyle bir diplomasinin ulusal güce güç kattığını de bu vesileyle ifade etmek gerekir.

Bu tabloya Doğu Türkistan açısından bakıldığında, Müslüman Uygur Türklerinin yeni “istismarlara” ve dolayısıyla yeni “acılara” açık olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.

Ankara-Moskova ilişkilerinin içinde bulunduğu olumsuz durum nedeniyle, acaba Müslüman Uygur Türklerinin yüzlerini dönmüş olduğu Ankara, bu oyuna girer mi; Türk Diplomasisinden, bir hamle gelebilir mi?

Prof. Dr. Osman Metin Öztürk (ascmer)


[1] http://www.turkrus.com/213429–bir-%E2%80%9Ccilgin-proje%E2%80%9D-de-rusya%E2%80%99dan-altay-daglarindan-cinin-uygur-bolgesine-su-xh.aspx

1915 Olayları Sonrası Süreç: 1915’ten Günümüze

Günümüzde pek çok araştırmacı, yazar ve devlet adamı 1915 olaylarına tarihi bir olaydan ziyade, politik bir olay olarak bakmaktadırlar. Buna gerekçe olarak Ermeni tarihçileri, 1915 olaylarının Osmanlı hükümetinin politik bir hamle ile bazı Ermeni Parti yöneticilerini 24 Nisan 1915’te tutuklamalarını göstermekteler. Bu tutuklama olayının altında yatan gerçek sebep araştırılmadan yapılan araştırmalar yetersiz olmakla birlikte, yanlış görüşlerin ortaya çıkmasına sebebiyet vermektedir. Bu örnekte olduğu gibi pek çok durum ön yargılı olarak ele alındığından, politik süzgeçte değerlendirilmektedir.

1915 olayları neredeyse yarım asır sonra geçmişin acılarından türetilen yeni bir tarih yazımı başlatmıştır. Yaşanan olaylar tek taraflı anlatılmakla birlikte dünya kamuoyunda popülerleştirilmeye yönelik bu hareketin iki kutuplu dünya düzeni hüküm sürerken ortaya çıkması oldukça anlamlıdır. 1960’lı yıllarda Sovyetler Birliğinde yaşayan Ermeni grupların ön ayak olmasıyla 1915 Olayları organize bir propaganda kampanyasıyla dünya gündemine yerleştirilmeye başlanmıştır. Soğuk Savaş koşullarında Batı dünyası yanında yer alan ve Batının güvenliği bakımından hayati rol oynamış olan Türkiye’ye yönelik bu kampanya önemli bir sınama ve mücadele alanına dönüşmüştür. (1)

1960’lı yıllarda Ermeni diasporası elindeki gücü kullanarak 1915 Olaylarını dünya gündemine getirmek istemiştir. Diaspora kısmen başarılı olsa dahi beklenilen sonucu alamamıştır. Beklenen sonucun alınamaması, 1915 Olaylarının kısa süreliğine de olsa gündemden düşmesine sebep olmuştur. Politik yollardan destek bulamayan Ermenistan diasporası çareyi şiddet ortamı oluşturmakta aramıştır. Şiddet ortamının başlangıcı olarak 1973 ASALA Terör Örgütünün kurulması gösterilir. Bu terör örgütünün ilk eylemi 27 Ocak 1973’te Santa Barbara Başkonsolosu Mehmet Baydar ve Konsolos Bahadır Demir’e yönelik yaptığı eylemdir. Daha sonraki yıllarda bu örgüt eylemlerini özellikle siyasilere yönelik artırarak devam etmiştir.

ASALA Terör Örgütü PKK ile sürekli işbirliği yapmış ve 6 Nisan 1980’de Lübnan’da imzalanan ikili anlaşma ile ASALA Türkiye’deki eylemlerini sona erdirmiş ve eylemlerini Karabağ’a taşımıştır.

Ermenistan SSCB’nin zayıflamasını fırsat bilerek 21 Eylül 1991’de ülke genelinde SSCB’den ayrılmak için referandum yaptı ve bu tarih, bağımsızlık tarihi olarak ilan edildi. Ermenistan bu referandumdan sonra egemen ülke kimliğiyle uluslararası toplumun tam üyesi olarak 1992’de Birleşmiş Milletlere katıldı. Türkiye Ermenistan’ın bağımsızlığını 16 Aralık 1991’de tanıyarak, bu bağımsızlığı ABD’den de önce tanıyan ilk ülkelerden birisi oldu. Türkiye, iki ülke arasında yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen ilk tanıyan ülkelerden olması yönüyle Ermenistan’a karşı barışçıl politika izlediğini göstermiştir. Dönemin başbakanı Süleyman Demirel, Karadeniz’e kıyısı olmamasına rağmen 1993 yılında Ermenistan’ı Karadeniz Ekonomik İşbirliği’ne kurucu üye olarak davet etmiştir. Türkiye’nin barışçıl yaklaşımı bunlarla da sınırlı kalmamıştır. Ermenistan ekonomik krizde iken Türkiye, sınırsız destekte bulunan tek ülke olmuştur. Türkiye’nin yaptığı bu barışçıl adımlar Ermenistan tarafından karşılık görmemiştir.

Ermenistan-Azerbaycan arasında 1991-1993 tarihleri arasında yaşanan Dağlık-Karabağ sorunu ve Ermenistan’ın bu bölgeyi işgali sonucunda Türkiye, Ermenistan sınır kapısını 7 Nisan 1993 yılında kapatmıştır. Bu tarihten itibaren Türkiye ilişkilerin normal düzeyine dönmesi için üç ön şart koşmuştur; Karabağ İşgalinin sona ermesi, Türkiye sınırının tanınması ve 1915 Soykırım iddialarından vazgeçilmesi. Ermenistan ise, Türkiye’nin soykırımı tanımasını ve sınırı açmasını istemiştir.

1993 yılından 2004 yılına kadar ilişkileri geliştirmeye yönelik somut adımlar atılmıştır. Türkiye 28-29 Haziran 2004’te İstanbul’da yapılacak olan NATO Zirvesi’ne Ermenistan Cumhurbaşkanı Robert Kaçaryan davet edilmiştir. Kaçaryan bu daveti reddetmekle beraber, Ermenistan’ın Türkiye olmadan da gelişebileceğini belirterek, diyalog girişimlerine karşı tavrını açıkça ortaya koymuştur. 10 Nisan 2005 yılında dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Ermenistan Devlet Başkanı’na bir mektup göndererek her iki ülkenin ve üçüncü taraf ülkelerinde katıldığı bir komisyonun kurulmasını teklif etmiştir. Ermenistan Devlet Başkanı, soykırım iddialarının şüphe duyulmayacak olduğunu belirterek bu teklifi reddetmiştir.

2007 yılına gelindiğinde Türk tarafı yine somut adımlar atmıştır. Akdamar Kilisesinin restore edilerek açılması ve Antalya-Erivan uçak seferlerinin başlaması, ilişkiler için yeni bir başlangıç olmuştur.

2008 yılı başında iki ülke arasında dillendirilen ‘Peynir Diplomasisi’ ve 2008 Temmuz’unda Erivan’dan gelen milli takım maçının Ermenistan’da birlikte izleme daveti bu defa da ‘Futbol Diplomasisini’ başlatmıştır.

2009 yılına gelindiğinde İsviçre’nin aracılığıyla Türkiye ve Ermenistan arasında yeni bir yol haritası belirlenmiştir. Bu yol haritası 10 Ekim 2009’da iki ülke arasında iki protokol imzalanarak taçlandırılmıştır. Bu protokoller yıllardır her iki ülkenin de parlamentosunda onay için beklemektedir. Onay için her iki ülkede karşı tarafın adım atmasını beklemektedir. Ermenistan’ın Alican Sınır Kapısının açılmasına yönelik talebi ve Türkiye’nin Karabağ işgalinin sona ermesi talebi sonuçsuz kaldığı için ilişkilerin normalleşemeyeceği ortadadır.

turkiye-ermenistan-protokol

2015 yılı olayların 100. Yılı olması dolayısıyla Sarkisyan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı Erivan’a, Cumhurbaşkanı Erdoğan’da Sarkisyan’ı Çanakkale’ye davet etmiştir. Ayrıca 16 Şubat 2015’te Ermenistan Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Tigran Balayan Twitter hesabından yaptığı açıklama ile Sarkisyan’ın protokolleri meclisten çektiğini duyurmuştu. Bu hamle ile de 2008 yılında başlayan Futbol Diplomasisi sona ermiş oldu.

»»» Okan Şahin’in ‘1915 Olayları ve Karşılıklı İddialar‘ başlıklı bir önceki yazısını da okuyabilirsiniz.

Okan Şahin

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR


(1) – 1915 Olaylarına Dair Türk-Ermeni Uyuşmazlığının Tarihi Arka Planı- Syf:2

Lübnan’da Seçilemeyen Cumhurbaşkanı ve ‘İlginç’ Sistem

Lübnan Mayıs 2014’teki son Cumburbaşkanı Mişel Süleyman’ın görev süresinin dolmasından bugüne cumhurbaşkanını seçemiyor. Ülkedeki cumhurbaşkanlığı seçimi, 39. oturumda da yeterli çoğunluk sağlanamadığı için yapılamadı. Cumhurbaşkanını seçemeyen ülke, parlamentodaki seçimi 2 Haziran 2016’ya, 40. oturuma ertelendi. 128 sandalyeli mecliste toplantı yeter sayısı olan 86 kişiye ulaşılamadığı için yine ertelenen oturuma sadece 41 milletvekili katılmıştı. Anayasa gereği 64 Hristiyan, 64 Müslüman vekilin oluşturduğu parlamentonun önümüzdeki oturumda da toplanamayacağı düşünülüyor. Ülkede cumhurbaşkanı seçilemediği için de, doğal olarak bürokrasi sağlıklı işlemiyor ve vatandaşlarda bıkkınlık hakim.

Cumhurbaşkanının seçilemediği Ortadoğu’nun incisi olarak gösterilen ülkede; genel kurmay başkanlığı, emniyet genel müdürlüğü, merkez bankası başkanlığı, büyükelçilik gibi kritik görevlere yeni isimlerin atanması ve anayasal olarak mevcut hükümetin istifası veya yeni bir hükümetin kurulması engellenmiş oluyor. Bunların yanında cumhurbaşkanının seçilememesiyle 2017’de yapılması planlanan parlamento seçimleri de imkansız hale geliyor.

Lübnan’daki bu siyasi çıkmazın ana sebebi olarak da ülkenin siyaset tarihindeki ilginç sistem gösteriliyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması sürecinde Fransız mandası olan Lübnan, İkinci Dünya Savaşı döneminde, 1943 yılında bağımsızlığını kazandı. Lübnan’daki dinsel ve mezhepsel çeşitlilikten ötürü varılan anlaşma gereği; -1943 yılındaki Milli Mutabakat- Cumhurbaşkanı Hristiyan, Meclis Başkanı Şii ve Başbakan Sünni olmak zorunda. O dönemlerde neredeyse ülkedeki Hristiyanlar ve Müslümanlar %50’ye %50 diye oranlanırken, günümüzde bu oranlardan bahsetmek pekte mümkün görünmüyor.

Kaynak: AA
Kaynak: AA

Lübnan’da gerek Filistin’den gelen, gerekse Suriye’den gelen göç dalgası sonucu, oldukça karışık ve ‘düzensiz’ bir yapı söz konusu. Dünya Bankası verilerine göre ülkenin nüfusu 4.5 milyona yakın(2010). Ancak ülkedeki mültecilerin nüfusunu ve geçen 6 yıl sonrasındaki durumu kimse bilemiyor. Çünkü 1932’den bu zamana kadar nüfus sayımı yapılmıyor ve insanlara dini kimliği sorulmuyor. Ancak tahminler ülkedeki Hristiyan nüfusun oldukça azaldığı, Müslüman nüfusunda arttığı yönünde. Nüfusa Müslümanlar arasındaki mezhepsel farklılık gözüyle bakacak olursak da, ülkede Şii nüfusun hızla arttığı biliniyor. Günümüzde Suriye iç savaşında askeri olarak boy gösteren Hizbullah ile özdeşleşen ülkede, tam bir devlet geleneğinin olmayışı da siyasi çıkmazın en belirgin arka planı olarak gösteriliyor. Cumhurbaşkanı olmadan(vekaleten cumhurbaşkanı var) 3. senesine giren ülkedeki bu istikrarsızlık ‘Lübnan geçmiş senelerdeki gibi bir iç savaş yaşar mı?’ korkusunu akıllara getiriyor. Ancak herkesin bildiği gibi Hizbullah ülkede hem askeri hemde siyasi açıdan muazzam derecede güçlü ve elindeki gücün farkında. Bu gücü kendi çıkarlarına zarar vermeyen Lübnan yönetimlerine karşı da kullanmıyor. Hatta hatırlayacağımız gibi geçtiğimiz günlerde Suudi Arabistan Lübnan ordusu ve emniyet teşkilatına yapacağı 4 milyar dolar değerindeki yardım kararından vazgeçmişti. Bunun sebebi ise Hizbullah’ın ülke siyasetinde oynadığı rolün Lübnan yönetimince engellenmemesiydi.

Dört bir yanındaki savaşlara ve siyasi krizlere rağmen bir şekilde varlığını sürdüren ülkede, ne yazık ki siyasi istikrarın oluşması için şartların tam olarak oturmadığı ve gelecekte bu konuda zorlukların yaşanmaya devam edeceği net bir şekilde görülüyor.

Abdulkerim Arslan

StratejikOrtak.com Yazarı

Kıbrıs İçin Verilen Emekler ve Karşılığı

Son zamanlarda Kıbrıs sorunu ile ilgili federal bir birleşme gündemde ve üzülerek görüyoruz ki Kıbrıs Federasyonu fikri gerçekleşmesi en büyük ihtimal. Neden mi üzülüyorum!

Türkiye’nin Kıbrıs Türkleri için verdiği mücadele sadece Kıbrıs Barış Harekatı değildir. Bunun haricinde yıllardır Kıbrıs’ın refahı için ayrılmış kaynaklar ve ülkemizin çektiği çileler vardır. Bizim çektiğimiz çileler sadece harekat sırasında verilen şehitler değil aynı zamanda ülkemize uygulanan ABD ambargosudur. 1974 yılında Kıbrıs Barış Harekatı sonrası başlatılan ambargo 1978’de kaldırılsa da fiilen 1980’de sona ermiştir. Bunun haricinde Kıbrıs’ın Türkiye için oluşturduğu en büyük sıkıntı ise sağ-sol olaylarıdır. Çünkü Kıbrıs’a müdahale etmek, o dönem başbakan olan Bülent Ecevit’in karizmasını artırmış ve ülkemizdeki sol harekete güç kazandırmıştır. Sol’un güçlenmesine karşılık meclisteki tüm sağ partiler milliyetçi cephe adıyla koalisyon kurmuş ve bu koalisyon hükümeti 1 mayıs 1977’de taksim katliamını gerçekleştirerek, 5000 civarında gencimizin ölümüne ve dolaylı olarak 12 eylül 1980 darbesine yol açan çatışma ortamını başlatmışlardır. Burada kötü olan şey, sol hareketin güçlenmesi değil onun yarattığı etkidir.

Nereden nereye geldin diyebilirsiniz ama domino taşı işte.

Verilen şehitler, 6 yıl süren ambargo ve ülkemizdeki çatışmaları geçtim. Benim en çok şikayet ettiğim konu Kıbrıs’a verilen yardımlar. Örneğin 1998-2011 arasında Kıbrıs’a ne kadar hibe ve kredi verdiğimize bir bakalım.

 1998: 48 milyon 300 bin TL
 1999: 68 milyon 567 bin 400 TL
 2000: 142 milyon 100 bin TL
 2001: 246 milyon 870 bin 838TL
 2002: 424 milyon 999 bin 933 TL
 2003: 432 milyon 54 bin 826 TL
 2004: 345 milyon 357 bin 498 TL
 2005: 516 milyon 110 bin 135 TL
 2006: 627 milyon 581 bin 129 TL
 2007: 564 milyon 556 bin 54 TL
 2008: 750 milyon 300 bin 523 TL
 2009: 928 milyon 690 bin 272 TL
 2010: 1 milyar 96 milyon 87 bin 450 TL
 2011: 880 milyon TL
Türkiye’nin KKTC’ye Yardımları (1998-2011)

Gördüğünüz gibi katlanarak artmış. Bu aralık yaklaşık olarak 7 milyar TL ediyor.
Elbette bu mebla Türkiye ekonomisi için pek birşey ifade etmiyor ama KKTC için müthiş bir rakam. Nede olsa nüfusu sadece 300 bin kişi.(çoğunluğu Türkiye’den göç edenler)

Yapılan nakdi yardımların yanı sıra turistlerinin, işletmecilerinin ve 50 bin askerin buradan gittiğini düşündüğümüzde aslında yardım çok çok daha fazla diyebiliriz.

Kıbrıs ile birlikte bunca çile çektikten sonra ve bu kadar ekonomilerini ayakta tutmamıza rağmen Rum tarafıyla birleşmek istemeleri bizleri üzüyor. Umuyorum ki Rumlarla birleşme gerçekleşmez ve bir gün KKTC Türkiye’ye 82. il olarak bağlanır.

Muhammed Ali Çalışkan

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR