ROKETSAN tarafından yerli ve milli imkanlarla geliştirilen Orta Menzilli Güdümlü Tanksavar Füzesi OMTAS, Kosova’ya ihraç edildi.
Kosova Güvenlik Güçleri (FSK)’ne Ait OMTAS İlk Defa Görüntülendi
NATO öncülüğünde müttefik ülkeler ile birlikte düzenlenen ”Defender Europe 2023” tatbikatında Kosova Güvenlik Güçleri (FSK) kendi bölümünde envanterinde bulunan silah sistemlerini sergiledi.
Sergilenen sistemler içerisinde ROKETSAN üretimi ‘Orta Menzilli Güdümlü Tanksavar Füzesi (OMTAS)” da görüntülendi ve bu bağlamda ROKETSAN’ın OMTAS’ı ihraç ettiği ülkenin Kosova olduğu belirlenmiş oldu.
OMTAS Teknik Özellikleri
Orta Menzilli Tanksavar Füzesi (OMTAS)
TANDEM harp başlığı sayesinde patlayıcılı reaktif zırh (ERA) çözümü uygulanmış zırhlı tehditlere karşı etkili bir ROKETSAN ürünü olan OMTAS aynı zamanda Mızrak-O olarak bilinmekte. Muharebe sahasında modern zırhlı tehditlere karşı en etkili çözümlerden olan OMTAS’ın teknik özellikleri şu şekilde:
TANDEM / Yüksek Patlayıcılı Parçalanmalı Harp Başlığı
160mm Çap
Gece / Gündüz Kullanım Kabiliyeti
Asgari 200m / Azamı 4 Kilometre Menzil
IIR Başlık Sayesinde Çift Yönlü RF Bağı Kabiliyeti
Seri Üretimlere Devam Ediliyor
PARS 4X4 Zırhlı Aracından Ateşlenen OMTAS
Halihazırda Türk Silahlı Kuvvetleri envanterinde kullanılan OMTAS (Mızrak-O) PARS 4×4 Zırhlı Araç ve KAPLAN Silah Taşıyıcı Araç (STA)’larda sabit silah sistemi ile birlikte kullanımda olup seri üretimlerine devam edilmekte.
“Güneş Batmayan İmparatorluk”un yüzyıllardan temsilcisi olan İngiliz Kraliyet ailesi, resmî rakamlara göre 28 milyar dolarlık bir servete sahip. Sadece ölen eski kraliçe 2. Elizabeth’in kişisel serveti, hayata gözlerini yumduğu İskoçya’daki Balmoral Kalesi de dahil, atlar, pul koleksiyonu, mücevherler ve sanat eserleri 500 milyon dolardı.
Kraliyetin 28 milyar dolarlık bilinen servetinin 19 milyar dolarını kraliyetin mal varlığını kontrol eden üst kurul Crown Estate yönetiyor. Şirket, elde edilen gelirin yüzde 25’ini Kraliyet ailesinin masraflarının karşılanması için bir fona aktarıyor ama kraliyet gelirlerinin yüzde 75 gibi büyük bir kısmı devletin hazinesine gidiyor. Ama masraf büyük, yetmiyor…
Kraliyetin mirası şu an yeni Kral 3. Charles’ta ama bu durum öyle “ben ağayım ben paşayım” şeklinde olmuyor. Yaklaşık 5 milyar dolar değere sahip Buckingham Sarayı krala ait ama satma yetkisine sahip değil mesela. İngilizler “padişahım çok yaşa” diyerek her şeye göz yummuyor. 1760 yılından itibaren monarşi karşıtları, dolaylı olarak kraliyet ailesinin giderlerinin vergi mükellefleri tarafından ödenmesine karşı çıkıyor. Çünkü masraflar çok büyük. Sadece ailenin güvenliğine devlet tarafından harcanan para 345 milyon sterlin.
Buna rağmen kraliyetin varlığını sürdürmesinin en önemli nedeni; ‘tarafsızlık’…
Ölen Kraliçe’nin sadece siyasette değil, başka konularda da tartışma yaratacak bir şey söylemediğini bilirsiniz. Röportaj vermez, hayatını konu alan bir belgesel için bile kamera karşısına geçmez. Hatta şöyle ilginç bir olay var. Kraliçe hakkındaki en önemli biyografilerden birini yazan tarihçi Ben Pimlott, kitap çıktıktan sonra saraya yemeğe davet edilir. Aslında bu kraliçenin de kitabı beğendiğinin işaretidir ancak 2. Elizabeth kitabı okumuş olmasına rağmen hakkında tek kelime etmez, yorum yapmaz. Böyle iradesini koruyan, bu iradesini korumak için küçüklükten bu yana büyütülen biridir. Çünkü kraliyet ailesi “Kraliyetin yüceltilmesi ancak ve ancak, kral ya da kraliçenin kişisel özellikleri sayesinde mümkündür.” söylemini motto edinir. İngiltere’de monarşi böyle ayakta kalır.
Trablusgarp’ın (Libya) merkezi olan şehir Trablus’tur. Adı Yunanca üç şehir manasına gelmektedir. Bu üç şehir; merkez Oea, Sabratha (Zwagha), Leptis Magna (Lubdah)’dır (Kavas, 2012). Bölgeye ilk olarak M.Ö VII. yüzyılda Fenikeliler yerleşmişlerdir. Fenikeliler Tripolis (üç şehir) ismiyle bugün Lübnan toprakları içinde kalan Akdeniz’de bir kıyı şehri daha kurmuşlardır. Beyrut’un 83 kilometre kuzeyinde kalan bu şehir ile birlikte batı sahilindeki Tripoli şehri de Müslüman olan Arap kavimlerince ele geçirildiğinde buralara ilk önce Atrablus ismi verilmiş, ancak daha sonra başındaki elif harfi atılarak Tarablus olarak adlandırılmıştır. Bu iki şehirden Şam bölgesinde olana “Trablusü’l-Şam” ve batıda olana ise “ Trablusü’l-Garp” isimleri verilmiştir. Osmanlılar tarafından fethedildiğinde ise bu bölgelere “Trablusşam” ve “Trablusgarp” demişlerdir (Çakar, 2012). Trablus o dönem Libya’sını oluşturan üç bölgeden ilkidir.
Osmanlılar Trablusgarp’ı fethettiğinde bugün Libya’nın bütününü içine alan bölgeye hepsini kapsayacak şekilde Trablusgarp olarak adlandırmışladır. Yani sadece sahilde yer alan Trablus şehrini Trablusgarp olarak nitelendirmemiş, Fizan, Bingazi (Berka bölgesi) hatta en güneydeki Sudan sınırında bulunan Kufra bölgesini de kapsayacak şekilde Trablusgarp demişlerdir (Kavas, 2012).
Trablus şehri, ülkenin kuzey-batı kısmını oluşturmaktadır ve 365,000 kilometre karelik bir alanı kapsamakatadır. Akdeniz’in güney sahilinde bulunan bu kadim şehir 29 derece kuzey paralelinde yer almaktadır (John, 2006).
İkinci bölgesi, Fizan olarak adlandırılan bölgedir. Günümüz Libya’sının Güney’inde bulunan Sahra ile sınırdaştır. Coğrafi şartları çetin olduğundan ötürü nüfus yoğunluğu epey azdır. Rakımı 200 ila 500 metre kadar yüksekliğe çıkabilmektedir. Yüz ölçümü 570.000 km2 kadardır. Bu yüzölçümünü teşkil eden toprakların %95’ini kum ve çöl oluşturmaktadır. Bu kumullarda hammade denilen geniş kayalıklar ile serir denilen küçük çakıl taşlarından oluşan çöllerinde yerleşim düşük yoğunlukta da olsa vahalar ve adalar halinde bulunmaktadır Tarihsel sürecinde merkez şehri Mezruk idi (Günümüzde ise merkez şehri Sebha’dır). Merzuk başı çekmekle beraber Fizan bölgesi Sahra’dan Akdeniz’e kadar ulaşan ticaret yolları üzerinde yer almaktaydı (Çaycı, 1995).
Üçüncü bölgesi ise Berka’dır. Bu Yunanlıların orada kurduğu bir şehrin adıydı ancak zaman içinde İskenderiye ile İfrikiye (Tunus Bölgesinde yer alıyor) arasında birden çok şehir ve küçük yerleşim yerlerinin olduğu büyük bir bölgeyi kapsayan yerin adı olmuştur. Günümüz Libya’sında ise merkezinde Bingazi bulunmaktadır. Arapların deyişiyle Berka’nın Batılıların adlandırmasıyla Sirenayka’nın İskenderiye ile arasındaki mesafe yürüyerek bir aylık sürmektedir (Taş, 2016).
En büyük şehirleri Derne, Tobrek ve Bingazi’dir. 885.400 metrekare yüz ölçümü olmasına rağmen (ki bu alan Libya’nın yüz ölçümünün yaklaşık yarısıdır) tarihi boyunca hiçbir zaman kalabalık bir nüfusa sahip olmamıştır. Sebebi ise alanın büyük bölümünü çöl oluşturmaktadır. Bu çöl ise Berka Çölü olarak isimlendirilmektedir.
2. Türkiye – Libya İlişkileri
2.1. Tarihsel Süreçte Türkiye – Libya İlişkileri
Hızır (Batılıların adlandırmasıyla Barbaros) Hayreddin Paşa’nın Osmanlı Donanmasının Kaptan-ı Deryalığına (Amiral) getirildiği 1534 yılından itibaren zaten Akdeniz’de XV. yüzyıldan beri yükselişte olan Osmanlı varlığı büyük bir ivme yakalamış ve peşi sıra gelecek zaferlerin önünü açmıştır. Hızır Hayreddin Paşa, kendi denizcilik kabiliyetleriyle kazandırdığı zaferlerin yanı sıra, bu zaferlerde dikkat çeken önemli denizcilerin yetişmesine de vesile olmuştur. Bu denizcilerden en önemlisi Trablusgarp tarihi için çok önemli bir isim olan Turgut Reis’dir. 1538’de Osmanlı tarihi ve Hızır Hayrettin Paşa’nın büyük zaferi Preveze Deniz Savaşı’na gönüllü olarak, kendi gemisiyle katılmıştır. Ancak akabinde 1540’ta Korsika’daki akınları sırasında Amiral Andrea Doria’nın yeğeni Giannettino Doria’ya esir düşmüştür (Bostan, 2012).
Turgut Reis
Kaptan-ı Derya Hızır Hayrettin Paşa Osmanlı İmparatorluğu’nun Fransa ile yaptığı anlaşmanın akabinde yeni bir sefere çıkmış ancak Güney Fransa’da geçen altı ayın ardından Fransa Kralı François ile İspanyol Kralının barış konusunda anlaşması neticesinde geri dönmüş, dönerken de Cenova’da esir tutulan Turgut Reis’i de kurtarmıştır (Bostan, 2010).
Turgut Reis, üç yıl süren esaret hayatının ardından gemi sayısını hızla arttırarak Batı Akdeniz’de seferlerine devam etmiştir. 1547’de Akdeniz leventlerinin kaptanı unvanı verildikten sonra, 1551’de Osmanlı Sultanı Kanunî Sultan Süleyman tarafından kendisine Kur’an-ı Kerim ve altın bir kılıç hediye edilmiş ve Trablusgarp’ın seferine katılması istenmiştir. Bunun üzerine Osmanlı Kaptan-ı Derya’sı Sinan Paşa’nın yüz yirmi gemilik donanmasına katılmasıyla Trablusgarp’a sefer düzenlenmiştir. 15 Ağustos 1551’de Trablusgarp fethedilerek Osmanlı İmparatorluğu topraklarına katılmış yüzlerce yıl sürecek Türk hakimiyeti başlamıştır (Bostan, 2012).
Osmanlı İmparatorluğu’nda yabancıların mülk edinmelerine ilk kez 1867 yılında yapılan düzenlemeyle izin verilmiştir. Daha önceleri yabancılar, Osmanlı tebaası olan şahıslar vasıtasıyla mülk edinebiliyorlardı. Bu mülk, resmi kayıtlarda kendi şahsına kayıt edilemediğinden Osmanlı tebaasından şahıslarla sözleşme yapılıp ancak işletmesi yapılabiliyordu. Ancak bu hususun neticesinde ortaya çıkan karışıklıkları bertaraf etmek için bu tarz bir uygulamaya gidilmiştir (Halaçoğlu, 1980).
Bu uygulamanın Osmanlı için olumlu ve olumsuz yanları uzun uzun tartışılabilecek bir konudur. Ancak yabancı devletler tarafından satın alınan topraklara yapılan yatırımlar neticesinde o topraklar üzerinde söz sahibi olma hakkına eriştiklerini söyleyebiliriz.
Smyrna’dan bir görsel (temsili).
İtalyanlar bölgede yalnızca toprak edinmekle ve nüfuslarını Trablusgarp’a yerleştirmekte kalmayıp, uzun vadede politikaları olan Trablusgarp’a postane, demiryolu hattı ve liman gibi stratejik öneme sahip yatırımları ve işletmeleri de kendi bünyelerinde tutmuşlardır. Zaten Osmanlı İmparatorluğu’nun farklı bölgelerinde de olduğu gibi bu tarz kritik öneme sahip işletmelerin çok azı yerli sermayenin kontrolündedir. Bununla birlikte İtalyanların Trablusgarp’taki çıkarlarının ve hedeflerinin önünde rakip olarak İngilizler veya Fransızlar vardır. Bu yatırımlardan İtalyanlar bilhassa postane işletmesinde kritik bir yer tutmuşlardır. Daha da ileri giderek Trablusgarp’taki postane , uzunca bir süre “Trablusgarp İtalya Postanesi’’ adıyla faaliyet göstermiştir. 1906 yılında ise Postacılık Kongresi’nde Osmanlıların yaptığı itirazlar ise netice vermemiştir (Yiner, 2006).
1910 yılına gelindiğinde ise İtalyanlar Trablusgarp’taki faaliyetlerinde büyük aşama kat etmişlerdir. Osmanlı’dan kazandıkları tüm kapitülasyon türevi ayrıcalıklara karşın Trablusgarp’ta ekonomik alanlardaki çalışmalarından ötürü kısıtlandığından yakınmaktaydılar. Trablusgarp Vekili Sadık, ilettiği raporda İtalya’nın icraatlarını ifade etmiştir;
“İtalya Trablusgarp’taki cüretli hareketlerine Abdülhamit Dönemi’nde başlamıştı. Trablusgarp’ta zorla Banco di Roma müessesesini kurmuş, Bingazi’de de bir postane açmıştı. Trablusgarp’ta halifeye bağlı milyonlarca Müslüman Meşrutiyet idaresinden çok şey bekledikleri halde ümitleri boşa çıkmıştı. İstibdat Devri’nde başlayan bu hareketler, Meşrutiyet idaresinde de O’nun bıraktığı yerden devam etti. Trablus her konuda ihmal edildi. İtalyan emellerini herkesten fazla bilmesi gereken eski Roma elçisi Sadrazam Hakkı Paşa kabinesinin ilk icraatı Banco di Roma’nın resmiyetini tasdik etmek oldu. Bundan sonra İtalya’nın faaliyetleri kat kat artmaya başladı. Birçok yerde Banco di Roma’nın şubeleri açıldı. Bu müessese bütün ticareti eline geçirdi ve yerli tüccarı iflas ettirdi. Emlak ve arazi satın almaya başladı. Hükümet ise bu hale seyirci kalıyordu. Osmanlı sancağını taşıyan vapur 4-5 ayda bir defa Trablusgarp’a gidebiliyordu. Maden araştırması için İtalyalı bir heyete izin veriliyordu. Velhasıl diğer devletlerin hiçbirine verilmeyen imtiyaz, İtalya’ya verildi. İtalya’ya verilecek sadece bir şey kaldı. O da bütün İtalyan kamuoyunun hayali, idari hakimiyet meselesiydi.” (Sadık, 1911).
Banco di Roma
Bu mektuptan 11 gün sonra İtalya tarafından 23 Eylül 1911’de Osmanlı Devleti’ne nota vererek savaşın fitilini ateşlemişlerdir. Akabinde ise İtalyanlar Trablusgarp’a farklı kollardan asker çıkartmışlardır. Burada askeri bir harekatın yanı sıra istihbari bir faaliyetten de bahsetmek mümkündür. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan ancak o yıllarda Kurmay Binbaşı rütbesiyle Mustafa Kemal, “gazete muhabiri Şerif Bey” kimliği ile Mısır üzerinden Trablusgarp’a ulaşmıştır. Şiddetli çarpışmalara sahne olan savaşta Osmanlılar ağır kayıplar vererek geri çekilmek durumunda kalmışlardır. Ancak İtalyanlar büyük sayısal ve silah üstünlüğüne karşın kayda değer bir başarı elde edememiş, kazandıkları topraklarda ise kontörlü tamamen ele geçirememişlerdir. Burada Teşkilat-ı Mahsusa’nın yerel Arap kabilelerinin örgütlemesi ve gerilla saldırılarını çok başarılı bir biçimde ifa etmeleri İtalyanlar’ın zafer kazanamamasında etkin bir roldedir.
8 Ekim 1912 tarihinde Karadağ’ın bağımsızlığını kazanmak maksadıyla Balkan Savaşı patlak verince öne sürülen her şartta barış yapmaya mecbur kalmıştır. Ege’de bulunan İtalya Deniz Kuvvetleri Osmanlıların Balkan bölgesine sevkini engellemekteydi. Akabinde ise ağır bir anlaşma olan Uşi Anlaşmasına varan süreçte bir araya gelen heyetler antlaşmayı imza ettiler (The American Journal of International Law, 1913).
Uşi Anlaşması gereği Trablusgarp (Libya) Türk hakimiyetinden çıkmış oldu. Bölgeyi Akdeniz’deki hakimiyeti için sömürgesi haline getirmeye çalışan İtalya’nın 1930’lardaki saldırgan ve yayılmacı faaliyetlerine karşın, Libya’da “Çöl Aslanı” olarak adlandırılan Ömer Muhtar, yerel halkla birlikte İtalyanlara karşı mücadele etmiş. büyük başarılar elde etse de sonunda ele geçirilerek idam edilmiştir (Kavas, 2007). 1911-1943 dönemleri arasında İtalyan işgalinde kalan Libya bir sömürge haline gelmiştir.
1943 sonrasında İtalyanlar ve Almanlar yenilip Libya’yı terk ettikleri sırada, Trablus ve Bingazi İngilizler; Fizan ise Fransızlar tarafından işgal edilmiştir. Birleşmiş Milletler (BM) tarafından Libya’nın geleceğinin ne olacağı konuşulurken Libya-Türkiye ilişkileri tekrar başlamıştır. Berka şehrinde geçici bir devlet yapılanması oluşturulmuştur. Libya adına “Şeyh İdris es-Senûsî” Türkiye’ye çağrı yaparak üst düzeyde vazifelendireceği uzmanlar talep etti. Bu bağlamda, Libya hükümetine başkanlık eden aslen Karamanlı olan Sadullah Koloğlu (Libya’nın ilk Başbakanı) başta olmak üzere Türkiye’den birçok üst düzey görevli gönderilmiştir. Akabinde gelişen süreçlerde 24 Aralık 1951’de Libya devletini ilan eden Kral “I. İdris es-Senûsî” dünyanın en fakir ülkesinin kralı konumunda bulunmaktaydı. Libya 1953’te İngilizler, 1954’te Amerikalılar ile yaptığı anlaşmalarla bu ülkelere askeri üs kurma hakkı vermiştir. Karşılığında ise bu ülkelerden temin ettiği kira ve tazminatlarla Libya ekonomisine katkı sağlamıştır. 1960’ların başında ise Libya’da oldukça zengin petrol kaynakları bulununca ülkenin kaderi değişmiştir. Dünyanın en fakir ülkesi konumunda olan Libya bir anda en zengin ülkeler arasına girmiştir. Yıl 1969’u gösterdiğinde Albay Muammer Kaddafi darbe yoluyla iktidarı ele geçirmiştir ve bu süreçte ilişkiler dondurulmuştur (Kızıltoprak, 2020).
2.2. Muammer Kaddafi Dönemi İlişkileri
1963 yılında Libya silahlı kuvvetleri içinde Üsteğmen Muammer Kaddafi ve üç arkadaşı 1952 “Mısır Hür Subaylar Hareketinden” esinlenerek aynı isimle gizli bir teşkilat kurmuşlardır (Çıldır, 2016). Hemen hemen altı yıl süren bu teşkilatlanma 1969 yılına gelindiğinde artık olgunlaşmıştır. 1 Eylül 1969 yılında “Devrim Komuta Konseyi” olarak adlandırdıkları bu teşkilat “Kudüs Operasyonu” kod adıyla kansız ve kesin aldıkları bir darbe gerçekleştirildi. Senusi’nin de Türkiye’de olmasından yararlanan subaylar, ülke yönetimine el koyduklarını açıkladılar. Darbenin lideri olan Yüzbaşı rütbesinde olan Muammer Kaddafi ise aynı yıl Albay rütbesine yükseltilerek Libya ordusunun başına getirilmiştir. Albay Muammer Kaddafi çocukluk yıllarından beri etkilendiği Cemal Abdülnasır’ın söylemlerinden ve Arap sosyalizminden fazlasıyla etkilenmiştir (Bearman, 1986).
Cemal Abdülnasır
Antikapitalist, antiemperyalist ve antisemitist ideoloijye dayanan Abdulnasır ideolojisi, kendilerine has bir modeli olan “Arap Sosyalizmi’ni” kendisine model alan Muammer Kaddafi, konseyin sözcüsü olarak Libya’daki monarşinin kaldırıldığını, yerine “Libya Büyük Sosyalist Arap Cumhuriyeti” kurulduğunu ilan etmişlerdir. Darbenin kansız olması nispetiyle gerçekleşen devrim Beyaz Devrim olarak anılsa da, daha sonraları “1 Eylül Devrimi” olarak tanımlandı. Albay Muammer Kaddafi öncülüğünde 1 Eylül Darbesi’nin ideolojik temeli ise özgürlük, sosyalizm ve birlik olarak belirlenmiştir (Bearman, 1986).
Muammer Kaddafi ve lideri olduğu konsey yönetimi ele alır almaz ilk olarak devletin başkentini Bingazi’den Trablusgarp’a taşınmıştır. (Bearman, 1986). Sürecin devamında ise İtalyanlar başta olmak üzere Libya’daki tüm yabancılara ait araziler devletleştirilmiştir. İtalyanlar ise ülkeden gönderilmişlerdir. Bu politikadan Kral Senusi hanedanı da nasibini almış ve bütün üyeleri ülkeden sınır dışı edilmiştir. Krallık döneminde görev yapan üst düzey devlet görevlileri, burjuvazi ve tüccar sınıfı da aynı kaderi paylaşmıştır. Kurulan Halk Mahkemeleriyle Libya’nın ileri gelen ayrıcalıklı sınıfın tüm seçkinlerini de yargılatmış ve tüm mal varlıklarına da el koydurtmuştur (Olivieri, 2011).
Muammer Kaddafi döneminde Türkiye ile Libya’nın ilişkilerinin tekrar samimi ve sıcak bir eksene oturması 1974 yılında Türkiye’nin yaptığı “Kıbrıs Barış Harekatı” dönemine denk gelmektedir. Türkiye’nin harekata girişmesi neticesinde ABD öncülüğünde nerdeyse tüm dünyadan ambargo yemiştir. Konuyla alakalı olarak, Kaddafi tarafından Libya devleti ve halkının desteğini iletmek için, 2 Ocak 1975’te Türkiye’ye gelen Libya Başbakanı Callud Türk kamuoyuna şu açıklamayı yapmıştır:
“Bizim Libya Devrim Konseyi olarak ve Libya halkı olarak şu veya bu nedenle kopan tarih bağlarının tekrar birleştirilmesi hususunda ısrarımız vardır. İki ülke arasında köprülerin onarılması için her türlü gayreti göstermeye hazırız. Bu hususta kapıları tamamıyla açık tutuyoruz. Arap milletiyle Türk milletinin bir araya gelmesi büyük bir olaydır” (Hürriyet Gazetesi Sayı: 9432)
5 Şubat’ta ABD yardımlarının kesilmesi ve Türkiye’ye mühimmat getirmekte olan gemilerin geri çevrildiği gün T.C. (Türkiye Cumhuriyeti) Dışişleri Bakanlığında sessiz sedasız bir törenle Türkiye-Libya petrol anlaşması imzalanmıştır. Anlaşmanın detaylarına bakacak olursak, Libya uygun fiyatla 3 milyon ton ham petrol ve 200 bin ton fueloili Türkiye’ye vermeyi taahhüt etmiştir. Bunun dışında Türkiye’ye konulan silah ambargosu nedeniyle bu konudaki askeri mühimmat ve teçhizat sevkini arttıran Kaddafi, savaş uçaklarını ve füzelerini de Türkiye’nin hizmetine sunmuştur. Yapılan bu yardımlarla alakalı olarak Libya tarafından hibe edilen silahların sevki esnasında çekilen fotoğraflar da o dönem basında yer almıştır (Gül, 2011).
İlişkiler bu hadise neticesinde uzunca bir süre samimi bir eksende devam etmiştir. Ancak diplomasi tarihine de geçmiş olan 6 Ekim 1996 yılındaki o meşhur çadırda Muammer Kaddafi ve Necmettin Erbakan arasında geçen o görüşme krize sebep olmuştur. O görüşmede Muammer Kaddafi şu sözleri sarf etmiştir:
“Kürtlerin de Araplar gibi istiklale hakları vardır. Araplar da bölgelerinde Kürtler gibi böyle savaşa girmiş ve istiklallerine kavuşmuştur. İstiklallerine kavuşmak isteyen milletlere savaş açmak hiçbir netice vermiyor.”
“Türkiye Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kendi iradesini kaybetmiştir. Türkiye ABD üslerinin işgali altındadır. Türkiye’nin iradesi hürriyetine kavuşuncaya kadar mücadele etmemiz gerekir.” (Özkök, 2011)
1996 yılındaki bu hadiseden sonra 2009 yılına kadar Libya ve Türkiye arasındaki ziyaretler Başbakanlık düzeyinde gerçekleşmemiştir. Ancak 23 Kasım 2009’da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve beraberindeki devlet erkânı, milletvekilleri ve yüzden fazla iş adamıyla Libya’ya 3 gün sürecek bir ziyaret gerçekleştirmişlerdir. Bu görüşme esnasında iki ülke arasındaki ticaret hacminin artırılması ve enerji alanındaki işbirliği detaylı olarak ele alındığını bizzat Başbakan Recep Tayyip Erdoğan açıklamıştır.
2010 yılının Aralık ayına girilirken Tunus’ta üniversite mezunu olan ancak seyyar satıcılık yaparak geçinen Muhammed Bouzazi isimli gencin kendisini yakmasıyla yakın tarihin en mühim sosyal ve politik dönüşümlerinden biri gerçekleşmiştir. “Arap Baharı” olarak nitelendirilen Orta Doğu’da iktidarların değişim süreci Arap coğrafyasında “baskıcı ve otoriter” idarelere karşı gerçekleşen farklı tür ölçeklerdeki halk hareketlerini ifade etmek ve süreci bir demokratikleşme dalgası olarak olumlu açıdan yorumlamak amacıyla türetilen anonim bir tanımlamadır (Gürkan D. Durgun B. 2012).
17 Şubat 2011 tarihinde başlayan eylemleri çok zorlanmadan bastırabilen Kaddafi, bir hafta sonra Zaviya Kentine bir kez daha sıçrayan eylemleri bu kez zor bastıran Kaddafi kentteki otoritesini güçlükle tesis edebilmiştir. 24 Şubat 2011’de Zaviya’da yapılan eylemler Kaddafi iktidarının yıkılmasında dönüm noktası olmuştur. Kısa sürede (Nasıl olduğu hala muammadır) silahlı ve kanlı bir kalkışmaya dönüşen Hüseyin Darbouk öncülüğündeki bu kalkışma ancak iki hafta gibi bir sürede 9-10 Mart 2011’de jetler ve tanklar kullanılarak bastırılabilmiştir. Tarihe I. Zaviya Savaşı olarak geçen hadisede resmi olmayan kayıtlara göre 250 ile 600 arasında Libyalı hayatını kaybetmiş, 300’den fazla kişi de yaralanmıştır (Caner C. Şengül B. 2018).
Kaddafi
Hadiseler Libya genelinde yayılınca Kaddafi yönetimi, ABD öncülüğündeki Batılı devletlere müdahale için kolladıkları fırsatı vermiştir. Uzun zamandır Kaddafi yönetimini “Başıbozuk” Devlet olarak adlandıran Avrupa ve ABD daha önce Arap coğrafyalarında hiç uygulamadığı bir yola başvurarak NATO ve BM’ i devreye sokmuştur. En nihayetinde 19.Mart.2011 günü NATO öncülüğündeki Batılı Kuvvetler Kaddafi yönetiminin sivil vatandaşları öldürmesini öne sürerek “Şafak Yolculuğu Operasyonu’yla” havadan ve denizden harekat başlatmışlardır. 20 Mart günü geldiğinde The Guardian gazetesinin haberine göre 2500’e yakın Libya askeri ölmüş, 1502 asker esir düşmüş, buna ek olarak Libya savunma sistemleri, havalimanları, zırhlı araçları ve askeri tesisleri etkisiz hale getirilmiştir.
Olaylar Tunus’ta ilk başladığı sıralarda Kaddafi bu süreci doğru okuyamamış, basit tedbirler alarak geçiştirmeye çalışmıştır. Aslında ülkesinde idaresinden rahatsız olan vatandaşlarının fazla olmadığını da düşünüyordu ve olayların bu raddeye geleceğini tahmni etmiyordu. En nihayetinde çok hızlı bir şekilde organize olan ve silahlanan muhalifler, gösterilerini ülke geneline yaymayı başarmışlardır. Burada en önemli husus Kaddafi yönetimine karşı muhalifleri organize edebilecek olan CIA merkezli istihbarat faaliyetlerini de göz ardı etmemek gerektiğidir. Libya hadiseleri başladığında ilk başlarda sessiz kalmayı tercih eden Türkiye olayların başlamasından yaklaşık 3 ay sonra Kaddafi’ye görevi bırakma çağrısı yapmıştır.
2.3. İç Savaş Sonrası İlişkiler ve Hafter
Kaddafi’nin devrilmesiyle Libya uzun yıllardır devam eden tek adam rejimi sona ermiştir, ancak “Arap Baharı’nın” başarıya ulaştığını söylemek zordur. İç savaşın bu denli organize ve muhalifler açısından başarıya ulaşmasının üç ana nedeni vardır. Birincisi BM ve NATO’nun aktif olarak sürecin içerisine girmiş olmasıdır. Eylemlerin başladığı günden Kaddafi’nin devrilmesi sürecine kadar her adımda NATO ve Batılı kuvvetler muhaliflere açık destek vermiştir. İkincisi, muhaliflerin yine yabancı devletlerin özellikle istihbarat örgütlerinin desteği ve tavsiyesiyle “Ulusal Geçiş Konseyi’ni” kurabilmiş olmasıdır. Buradan yola çıkarak sürecin başında başına buyruk hareket eden ve kontrolsüz şekilde olan muhalif gruplar kısa sürede teşkilatlı ve kuvvetli bir hale gelebilmişlerdir. Libya Arap Baharı’ndaki başarının üçüncü sebebiyse ülke çapındaki tüm muhalif grupların amasız ve şartsız olarak bir araya gelebilmesidir. Yıllarca Muammer Kaddafi yönetimine karşı muhalif olarak hareket eden grup, kendi içinde birçok farklı görüşü barındırmasına rağmen, rejime karşı bu görüş farklılıklarını göstermemiş birlikte hareket etmişlerdir. Ancak, iç savaş sürecinin başarıya ulaşmasına rağmen, Libya halkının huzura kavuştuğunu söylemek mümkün olmamıştır. Kaddafi’nin iktidardan gönderilişine dek geçen sürede tüm görüş farklılıklarını göz ardı eden muhalif grup, rejimin devrilmesinin akabinde kendi içlerinde hesaplaşma ve alan kapma içine girmişlerdir (Caner C. Şengül B. 2018).
Ancak Kaddafi devrilene dek tek vücut hareket eden muhalif gruplar daha sonra iç savaşta ele geçirdikleri ve kendi kontrolünde olan bölgelerdeki hakimiyetlerini korumak maksadıyla silah bırakmamışlardır. 2014 yılında genel seçimlerinin yapılması ve yeni bir hükümetin kurulması konuşulup tartışılmasına rağmen Libya çoktan üç ana yönetim bölgesine bölünmüştür. Libya topraklarının çok büyük bölümü Libya Ulusal Ordusu yani General Hafter’in kontrolündeki (Bingazi) “Tobruk Hükümetinde” bulunmaktaydı. İkinci büyük hakimiyet alanı ise 2015 yılında BM direktifi ile kurulan ve merkezi Trablus olan “Ulusal Mutabakat Hükümetiydi.” Üçüncü bölge ise güney batı çöllerine hakim Tuareg ve Tebu ailelerinin başında olduğu Berberi aşiretlerinin kontrolü altındaydı. Kaddafi devrilene kadar tüm gruplarla birlikte hareket eden ve geleneksel Berberi kabileciliğini savunmakta olan Tuareg’ler iç savaşın akabinde hakimiyet alanlarını merkezi hükümete bırakmak istememişlerdir. Halen Libya’da varlığını sürdüren bu üç otorite asgari müşretek kararlarda anlaşıp bir merkezi idare tesis edemedikleri için ülkede siyasi birlik ve toprak bütünlüğü sağlanamamaktadır. Tabii üç büyük yönetimin yanı sıra IŞİD ve küçük ama silahlı farklı yerel grupların da bazı bölgelerde varlıklarını sürdürdüğü ve çözümsüzlüğe etkilerini de söylemek mümkündür (Caner C. Şengül B. 2018).
4. Nisan 2019’a gelindiğinde ise Libya Ulusal Ordusu’nun başında bulunan General Hafter’in BM tarafından tanınmış olan Serrac liderliğindeki, “Ulusal Mutabakat Hükümeti’ni” (UMH) ortadan kaldırmak için “Batı Libya Taarruzu” adını verdiği saldırıyı başlatmıştır. Bu saldırıda Fransa başta olmak üzere Rusya (paralı asker grubu wagner), Birleşik Arap Emirlikleri, Suudi Arabistan, İsrail ve birçok ülke Hafter’i desteklemişlerdir. Serrac’ın önderliğindeki UMH’yi ise Türkiye ve Katar desteklemişlerdir. Türkiye bu süreçte Özgür Suriye Ordusu’nu sahaya sürmüş aynı zamanda istihbarat desteği verdiği de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından açıklanmıştır. ABD ise bu ilk taarruz sürecinde net bir taraf seçmemiş iki tarafla da görüşmelerini sürdürmüştür.
General Hafter
Bu kanlı taarruzda gelen tepkiler ve uluslararası camianın baskıları üzerine birçok kez ateşkes ilan edilip bozulmuş ve en nihayetinde özellikle Trükiye’nin insansız hava araçlarıyla destek vermesi akabinde Hafter açısından 4.Haziran.2020’de başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
3. Akdeniz ve Libya’nın Stratejik Önemi
Doğu Akdeniz’de son yıllarda ortaya çıkan enerji yataklarının yanı sıra Türkiye Cumhuriyeti güvenlik politikalarında da çok önemli yer tutması sebebiyle aktif bir rol üstlenmiştir.
Doğu Akdeniz’in stratejik önemi ve Türkiye Cumhuriyeti için menfaatleri hususunda Emekli Amiral Cahit Yaycı Kritik Dergisi Ocak 2020, 4.sayısında şu görüşlerini aktarmıştır:
“GKRY (Güney Kıbrıs Rum Yönetimi), 2 Nisan 2004’te (21.Mart.2003’ten itibaren geçerli olmak üzere) sözde “Kıbrıs Cumhuriyeti” adına MEB (Münhasır Ekonomik Bölge) ilanında bulunmuş, 2003’te Mısır, 2007’de Lübnan ve 2010’da İsrail ile MEB sınırlandırma andlaşmaları imzalamıştır. GKRY tarafından 17 Eylül 2019’da sözde 7 nolu parsel için de ENI ve TOTAL firmalarıyla anlaşma imzalanmış, ayrıca sözde 2, 3, 8, 9 nolu parsellere anlaşmayla TOTAL firması da dahil edilmiştir. GKRY tarafından 2019-2020 döneminde 9 farklı sondaj faaliyetinin hedeflendiği açıklanmıştır. GKRY’nin yanı sıra Yunanistan’ın Girit, Kaşot, Kerpe, Rodos ve Meis adalarını birleştiren hayali bir hattı esas alarak Mısır ve Libya ile münhasır ekonomik bölge sınırı çizme çabaları da sürmektedir. Bu konjonktürde; “Yunanistan-Mısır ve Yunanistan-GKRY arasında deniz yetki alanlarının paylaşımına dair andlaşmaların imzalanması” ulusal hak ve menfaatlerimize zarar verebilecek en kötü senaryodur. Böyle bir durumda uluslararası hukuktan kaynaklanan yaklaşık 186 bin kilometrekarelik deniz yetki alanımız 41 bin kilometrekare ile sınırlanacak, sözde Seville Haritası hayata geçmiş olacaktır.” (Yaycı, 2020).
Sürecin devamında Türkiye, Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar nezdinde konunun önemini uluslararası her platformda dillendirilmiş, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın direktifleriyle Libyalı idarecilerle mekik diplomasisi yapılmıştır. Tüm bu çabaların nihayetinde 27 Kasım 2019’da Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Libya Devleti Hükümeti arasında “Akdeniz’de Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasına İlişkin Mutabakat Muhtırası” İstanbul’da imzalanmıştır. Türkiye ile Libya arasında imzalanan “Deniz Yetki Alanları Sınırlandırılmasına Dair Mutabakat Muhtırası” 7195 sayılı kanunla 6 Aralık 2019’da onaylanmış ve 7 Aralık 2019’da Resmi Gazete’ de yayımlanarak, iç hukukta yürürlüğe girmiştir. Libya Ulusal Mutabakat Başkanlık Konseyi’nce ise 6.Aralık.2019’da onaylanmış ve Libya iç hukukunda yürürlüğe girmiştir. Bu anlaşmanın Birleşmiş Milletler’e bildirilmesiyle beraber tüm dünyaya ilan edilmiştir. Bu anlaşmanın kazanımıyla birlikte Libya ile Türkiye denizden resmen komşu olmuşlardır (Yaycı, 2020).
Türkiye Cumhuriyeti ile Libya Devleti arasında imzalanan bu “Deniz Yetki Alanları Sınırlandırılmasına Dair Mutabakat Muhtırası” sonucu elde ettiği birçok kazanım olmuştur.
İlk kez Türkiye Cumhuriyeti ile bir kıyıdaş devlet arasında Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) sınırlandırma anlaşması imzalamıştır. Hukuki ve yasal bir zemin elde edilmiştir. Kazanılıp tescil edilen bir hak olmuştur. Politik ve psikolojik üstünlük ele geçirilmiştir. Türkiye’nin Akdeniz’de yer alan Deniz yetki alanları batı sınırı uluslararası hukuka uygun bir hale getirilmiştir (Yaycı, 2020).
Ayrıca bu anlaşma ile GKRY ve Yunanistan’ın savunduğu ve Avrupa Birliği’nce desteklenen denizin Sevr anlaşması olarak nitelendirilen “sözde Seville Haritası” vasıtasıyla Türkiye’yi 41 bin kilometrekarelik deniz sahasına sıkıştırmak maksadı ile yapılan politik hesaplar devre dışı bırakılmıştır. En nihayetinde ise Türkiye Cumhuriyeti için Doğu Akdeniz’deki felaket senaryosu olan Yunanistan-Mısır ve Yunanistan-GKRY arasında planlanan sınırlandırma anlaşması yapılması imkanı da bertaraf edilmiştir. (Yaycı, 2020).
[vc_toggle title=”KAYNAK”]
KAYNAKÇA
Bearman J. (1986), Qadhafi’s Libya, Zed Books Inc. UK.
Bostan İ. (2012) Turgut Reis. İstanbul .
Caner C. Şengül B. (2018) Uluslar arası Afro-Avrasya Araştırmaları Dergisi.
Çakar E. (2012) Doğu Akdeniz Sahilinde Bir Osmanlı Sancağı: Trablus (1516-1579), Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara.
Çaycı A. (1995) Büyük Sahra’da Türk-Fransız Rekabeti, TTK yayınları, Ankara.
Doğan G. Durgun B. (2012), Arap Baharı Ve Libya: Tarihsel Süreç ve Demokratikleşme Kavramı Çerçevesinde Bir Değerlendirme, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Yıl: 2012/1, Sayı:15.
John R. (2006) Historical Dictionary of Libya, Fourth Edition, The Scarecrow Press, Inc., Maryland.
Kavas A.(2007) Diyanet İslam Ansiklopedisi. Cilt: 34.
Taş A. (2016) Osmanlı Garp Ocaklarından Trablusgarp Eyaleti: Karamanlılar Dönemi: (1711-1835), Basılmamış Doktora Tezi. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İslam Tarihi ve Sanatları Anabilim Dalı İstanbul.
The American Journal of International Law.1913.
Sadık (1911). Trablusgarp Hakkında Bir Mütalaa.
Yiner A. (2006) Müşir Recep Paşa’nın Askeri ve Siyasi Hayatı (1842-1908). Basılmamış Doktora Tezi. İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı. İstanbul.
Yaycı C. Sorular ve Cevaplar ile Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) Kavramı, İstanbul 2020.
1799 Fransız İhtilali ile Avrupa’da milliyetçi duygular yükselmeye başlamıştır. Fakat aynı zamanda bu ihtilalin din adamlarının çeşitli sömürülerine bir başkaldırı niteliği taşıması sebebiyle sekülerizm-laiklik fikirleri de ortaya çıkmıştır. Bu da gösteriyor ki modern dünyada milliyetçilik dendiğinde anlaşılan kavram, aslında sekülerizm ile iç içe bir durumdadır (1). Fakat Türkiye’deki milliyetçiliği incelediğimizde özellikle Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) ve Büyük Birlik Partisi (BBP) gibi partilerde dini vurgunun çok fazla yapıldığı göze çarpmaktadır. Okuyor olduğunuz bu makalede bu iki parti dışında kalan milliyetçi grup olan seküler değerlere bağlı Türk milliyetçiliği incelenmektedir.
1. Sekülerleşmenin Gelişimi
MHP’nin gelişiminde önemli rol oynadığı Türk-İslam Sentezi fikri, Milli Görüş çizgisinden gelen AK Parti’nin 20 yılı aşkın süredir devam eden iktidarı döneminde güçlenmemiş aksine önemli derecede kan kaybetmiştir. Bu kaybın en somut göstergesi parti içerisinde bulunan daha Atatürkçü-Seküler milliyetçiliği destekleyen kanadın 2017’de ayrılarak İYİ Parti’yi kurması ve henüz 1 yıllık bir parti iken %7 gibi bir oy alması gösterilebilir (2).
İYİ Parti ‘nin kurucusu ve ilk genel başkanı Meral Akşener
AK Parti hükümetinin inanç ile kurduğu ilişki kendilerinin sıklıkla eleştirilmesine sebep olmuştur. Bu eleştiriler 2007 yılında gerçekleştirilen Cumhuriyet Mitingleri ile Türkiye’nin İran veya Malezya gibi olacağı endişesi ile toplumun verdiği reaksiyonlardan birisidir. Sonraki süreçte AK Parti’ye açılan kapatma davası da sürecin somut tezahürü olarak değerlendirilebilir (3).
AK Parti yönetiminin Erdoğan’ın söylemiyle “dindar ve kindar nesil yetiştirmek” hedefi doğrultusunda imam-hatip okullarının sayısını artırması, bazı heykelleri müstehcen olduğu gerekçesi ile kaldırması, yüksek hızlı trenlerde alkollü içecek satışını yasaklaması, alkol reklamlarının yasaklanması, kadınlara özel plaj açılması, devlet kanallarında yılbaşı programlarını yasaklaması ancak mevlit programlarının sıklığının sürekli artırılması, karma yurtların yerine kız-erkek ayrı yurt uygulamasına geçilmesi, alkollü mekanların şehir merkezlerinden uzaklaştırılmasına dair kamuoyu yoklamaları gibi uygulamalarına rağmen yeni neslin inanç terimlerine dair bakışında beklenilen değişim gerçekleşmediğinden rahatsızlık duyulmaktadır (3).
Beklenen değişimin gerçekleşmemesinin sebepleri incelendiğinde pek çok sosyoloğa göre şehirleşme/modernleşme ve okur-yazar oranının artması ile sekülerleşme arasında doğru orantı olduğu fikridir (10). Şehirleşmenin artması ile beraber insanlar kendi kültürü dışından insanlarla çok daha sık iletişim kurmak mecburiyetinde kalmış ve bunun sonucunda fonksiyonel kavramlar üzerinde uzlaşmak zorunda kalmışlardır. Böylece farklı dünya görüşlerini tanımış ve bireyler gündelik yaşamlarındaki sinir uçları törpülemişlerdir.
Eğitim seviyesinin artması sonucu da olayları yorumlarken kurulan neden-sonuç ilişkisi inanç ve metafizik algısından, deney ve gözlem algısına kaymıştır. Bunu bir örnek ile açıklamak gerekirse, birisi çocuk istediğinde eskiden türbelere gidiyorken bugün tüp bebek merkezlerini tercih ediyorsa, sosyologlara göre bunda sekülerleşmenin ve okur-yazarlığın artmasının etkisi vardır (3).
Sekülerleşme dinsizleşme olarak algılanmamalıdır. Bir birey dine inanmaya devam edip gündelik hayatında ona daha az yer verebilir. Örneğin, bir bireyin annesi işe başlamadan önce namaz kılıp, dua edip, besmele çekip öyle başlıyorsa ancak evladı sadece besmele çekip başlıyorsa bu da bir sekülerleşmedir (3).
Yeni doğan nesillerin şehir hayatının içine doğmuş olmaları ve bu sekülerleşmeye doğdukları andan itibaren maruz kalmaları sonucu milliyetçilik ve inanç gibi olguları ebeveynlerine ziyade daha farklı yorumlamışlardır.
2. Siyasi Arenada Seküler Milliyetçilik
2.1 İYİ Parti ve Zafer Partisi
MHP’nin 1 Kasım 2015’te gerçekleşen genel seçimde halktaki desteğinin düşmesi sonucu parti içinde bulunan muhalefet artık Devlet Bahçeli’nin görevi bırakması gerektiği ile ilgili fikirler ortaya atmaya başlamış ve bu uğurda olağanüstü kongre talebinde bulunmaya başlamıştı. Bu esnada 15 Temmuz 2016 tarihinde gelen darbe teşebbüsü ile Bahçeli, beka endişesi gerekçesi ile siyasi duruşunda keskin bir değişim yaparak AK Parti ile ortak hareket etme kararı almıştır. Bu karar sonrasında Erdoğan’ın eli daha da güçlenmiş ve OHAL devam ediyorken 16 Nisan 2017’de hükümet sistemini değiştirecek referandumu yapmıştır.
Türkiye referanduma giderken MHP içerisindeki muhalifler OHAL esnasında seçime gitmenin gayrihukuki olduğu ve bu sistem değişikliğinin hatalı olduğu gerekçeleriyle MHP’nin belirlediği politikalara uymamış ve “Hayır” oyu için çalışmalar yapmışlardır. Referandum sonucunda %51,6 ile “Evet” çıkmış olmasına rağmen 2015 seçimlerine kıyasla Evetçi partilerin %10 oy kaybettiği ve bunun MHP’li seçmende daha çok gözlemlenmesi sonucu MHP’li muhalifler kendi partilerini kurmak için uygun bir ortam oluştuğuna kanaat getirip 25 Ekim 2017’de İYİ Parti’yi kurmuşlardır (4, 8).
2018 yılında gerçekleştirilen Cumhurbaşkanlığı seçimi sonucunda henüz birinci yılını tamamlamamış olan İYİ Parti’nin %10 civarına gelmiş olması ve gelen oyların çoğunlukla Ege ve Akdeniz bölgesindeki şehirli (seküler) MHP’lilerden gelmiş olması İYİ Parti’nin seküler milliyetçiliğin Türk siyasetindeki temsilcisi olduğunun düşüncesinin ortaya çıkmasına sebebiyet vermiştir (4).
Zafer Partisi ise kurucusu Ümit Özdağ’ın İYİ Parti içerisinde illegal bağlantıları bulunan kişilerin olduğu iddiası ve AK Parti’den ayrılan merkez sağ seçmeni kendilerine çekmek için milliyetçi politikalardan taviz verildiği iddiası ile 26 Ağustos 2021’de kurulmuştur. İYİ Parti içerisindeki milliyetçi hassasiyeti nispeten daha yüksek olan seküler kanada hitap eden Parti, özellikle sığınmacılar ve kaçaklar ile ilgili politikaları ile taraftar bulmaktadır (6).
Zafer Partisi ‘nin kurucusu ve genel başkanı Ümit Özdağ
3. Seküler Milliyetçiliğin Doktrinleşmesi
Türk-İslam Sentezci Milliyetçilik, Sünni İslam’ın, Hz. Muhammet’in ve dört halife devrinin üzerine kurulmuş Osmanlı tarihinin ön plana çıkartılması ile söylemleşmiş bir ideolojidir. Seküler Milliyetçilik ise felsefi yaklaşımları temel alıp modernizmi referans gösteren faaliyetler ile ön plana çıkmaktadır (5).
Reha Oğuz Türkkan
Milliyetçiliğe seküler bakış ilk olarak H. Nihal Atsız ve Reha Oğuz Türkkan gibi isimlerden gelmiştir. Milliyetçiliğin ikinci kuşağını oluşturan bu isimler birinci nesil Osmanlı Türkçülerine kıyasla (Ziya Gökalp, Yusuf Akçura) soy milliyetçiliğini daha fazla öne çıkartmış ve kültürel milliyetçiliği ikinci plana atmışlardır (9). Birinci nesil milliyetçilerden olan Yusuf Akçura’nın milliyetçiliğinde ortak kültüre vurgu yapılsa da Ziya Gökalp’e kıyasla seküler değerlere vurgu daha fazladır (1).
H. Nihal Atsız
İkinci nesil milliyetçiler veya diğer bir adıyla Türkçü-Turancı milliyetçiler, soy ile din kavramlarını keskin bir şekilde birbirinden ayırmışlardır. Onlara göre ideolojiler toplumların çıkarlarını gözetler. Örneğin, Liberalizm İngilizlerin, Komünizm Slavların, İslamcılık ise Arapların çıkarlarını gözetir. Bu nedenle İslam, toplumsal ahlak bakımından çeşitli faydalar içermesine rağmen, Arap milliyetçiliğine hizmet etmektedir ve Türklerin milli bilincine zarar vermektedir.Ayrıca, başka dinlere inanan ve farklı mezheplere göre ibadet eden Türkler de bulunmaktadır ve bu gibi sebeplerle hiçbir Türk diğerlerine kıyasla ötekileştirilmemelidir. Bunlara ek olarak, Atsız gibi bazı Türkçüler, On Birinci Yüzyıldan Kurtuluş Savaşı’na kadarki süreçte Türklerin İslamiyet’i tek başına koruduğunu, İslamiyet’in Türklere borçlu olduğunu düşünmüşlerdir (9).
Milliyetçilik düşüncesinin olduğu gibi inançların da milliyetçilik ile anlaşmakta problemleri vardır. Çünkü İlahi dinlerin çoğu evrensel oldukları iddiası içerdiklerinden milliyetçilik düşüncesi ile kavgalıdırlar. Bunun bir diğer sebebi de milliyetçilik kavramının dünyaya ait olması ve ahiret vurgusu yapan dinlerin dünyevileşmeyi ayıp görmesidir (1).
Yeni nesil Türk Milliyetçiliği olan Seküler Türk Milliyetçiliği ise Kemalizm’i temel alarak din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması esasına net bir şekilde bağlıdır ve ikinci nesilde bulunan militarizm vurgusu yerine demokratik değerlere vurgu öne çıkmaktadır (1, 9).
Seküler Türk Milliyetçileri her ne kadar demokratik değerlere bağlı olsalar da Avrupa Birliği (AB) üyeliğine pek sıcak bakmamakta, onun yerine Turan fikri üzerine gidilmesinin daha yararlı olacağı kanaatindedirler (1).
Bahadırhan Dinçaslan
Günümüz Seküler Milliyetçiliğin önemli figürlerinden Bahadırhan Dinçaslan’a göre dini değerlerin yanı sıra metafizik inançların da kamusal alana müdahale etmesi son derece tehlikelidir. Dinçlaslan, Türkiye’deki vatandaşların tamamının ulus kimliğinin Türk olduğunu belirtmesine rağmen bu ulus kimliğinin bütün milleti içermediğini ifade eder. İfade ettiği şey ise devlet aidiyetidir (7).
Dinçaslan, Seküler Türk Milliyetçiliğinin kesin bir ifade özgürlüğü ve vatandaşın çıkarı gözetilmeden devlet faydasının gözetilemeyeceği şeklindedir. Bu ideoloji demokratik temellere dayanması sebebiyle hukukun üstünlüğünün katıksız bir savunucusudur ve bu sebepledir ki aile kurmanın hukuki müessesi olan evliliğin eşcinseller için engellenmesini gayri-hukuki görür. Ayrıca kadınların toplum hayatındaki yaşantısının adil olmadığı ve bunun için milliyetçi feministlerin faaliyetlerde bulunması gerektiğini vurgular (7).
Turan fikrinin ise Seküler Milliyetçiliğin ana meselelerinden birisi olduğu belirtilmektedir. Turan’daki hedef, nasıl ki Amerika Birleşik Devletleri dendiğinde pek çok farklı devletten oluşmasına rağmen tekil bir toplum akla geliyorsa, Turan denildiğinde de aynı tekillikte bir toplumun akıllara gelmesidir (7).
Şu an toplumda gelişmekte olan yeni nesil milliyetçi düşünce, devlet gibi soyut kavramların ilahlaştırılarak bireyi baskılama aracı olarak kullanılmasına karşı çıkmaktadır. Ekonomik olarak ise serbest piyasanın rekabetine güvenmek gerektiğini ve devletin bu piyasada tekellerin oluşmasını önlemek amacıyla düzenlemeler yapması gerektiğini savunmaktadır (7).
Ayrıca sığınmacı ve kaçakların ülkeden çıkartılmasının elzem olduğunu savunmaktadırlar (7).
Sonuç
Seküler Türk Milliyetçiliği Anadolu halkının şehirleşmesi sayesinde Atatürk’ün belirttiği milliyetçilik fikrinin anlaşıldığı ve demokratik değerlere bağlı, seküler hassasiyeti yüksek olan milliyetçiliği temel aldığı iddiası taşımaktadır. Bazı siyasi partiler de toplumdaki bu talebe yönelik hareket etme eğilimindedirler. Henüz çok genç bir hareket olması sebebiyle üzerine daha fazla çalışma yapılmasına ihtiyaç duyulmaktadır.
[vc_toggle title=”KAYNAK”]
KAYNAKÇA
Şevkli, S. (2009). Resmi söylemden kültürel kimliğe Türkiye’de seküler milliyetçilik(Doctoral dissertation, İstanbul Bilgi Üniversitesi).
Savunma Sanayii İcra Komitesi kararıyla 1991 yılında kurulan Savunma Teknolojileri Mühendislik ve Ticaret A.Ş (STM), bugün kamuoyu ile iki yeni güzel gelişme paylaştı.
”MaviVatan’ın derinliklerinden iki güzel haber!”
STM Twitter hesabından yaptığı açıklamada:
”Donanmamızın envanterinde bulunan TCG PREVEZE denizaltımızın modernizasyonunda kritik sistemlerin kabul faaliyetlerini başarıyla tamamladık!
Gür Sınıfı denizaltılarımıza entegre edilecek, Advent-Müren Milli Savaş Yönetim Sistemi’nin platform entegrasyon sorumluluğunu da, STM olarak üstlendik” dedi.
🌊 #MaviVatan'ın derinliklerinden iki güzel haber! 🇹🇷
⚓️ Donanmamızın envanterinde bulunan TCG PREVEZE denizaltımızın modernizasyonunda kritik sistemlerin kabul faaliyetlerini başarıyla tamamladık!
PREVEZE Sınıfı Denizaltı Yarı Ömür Modernizasyonu Projesi
PREVEZE sınıfı Denizaltıların Yarı Ömür Modernizasyonu halihazırda STM, ASELSAN, HAVELSAN ve ASFAT iş ortaklığı ile yürütülmekte.
Bu denizaltılardan birisi olan TCG-PREVEZE (S-353)’ün modernizasyon sürecinde kritik sistemlerin kabul faaliyetleri başarıyla tamamlanmış oldu.
Modernizasyon kapsamında Atalet Seyir Sistemi, Tuzluluk- Derinlik- Yoğunluk Ölçüm Sistemi, Yüzer Anten, Uydu Muhabere Direği, Hücum ve Seyir Periskop Sistemi, Acil Durum Sualtı Muhabere Sistemi, Soğutulmuş Su Sistemi, Statik Konverter ve Hava Tazeleme Sistemi tedarik faaliyetlerinin STM tarafından yürütülmesi planlanmaktadır. [1]
GÜR Sınıfı Denizaltılara Milli Savaş Yönetim Sistemi
28 Şubat 2023 tarihinde TUBİTAK ile STM arasında imzalanan sözleşme kapsamında GÜR sınıfı denizaltılara ADVENT-MÜREN Savaş Yönetim Sistemi entegrasyonu yapılmasına karar verilmişti.
PREVEZE sınıfı denizaltılar için yerli ve milli olarak TUBİTAK-BİLGEM aracılığıyla geliştirilen MÜREN Savaş Yönetim Sistemi (SYS), halihazırda PREVEZE ve AY sınıfına entegre edildi. Bu entegrasyon ile birlikte denizaltılarımız yerli olarak geliştirilen AKYA torpido sisteminin atış yeteneğini kazanmış olacaklar.
Bu yıl içerisinde teslimatı planlanan F-16 Block-30 uçaklarının aviyonik gelişimi için başlatılan ÖZGÜR modernizasyonu kapsamında ilk teslimat bugün gerçekleşti.
Savunma Sanayii Başkanı Prof.Dr İsmail Demir bugün yaptığı açıklamada:
”Savunma sanayiimizin yerli ve milli sistemlerle ÖZGÜR’leştirdiği ilk F-16’larımızı teslim ettik. Bundan sonra F-16’larımız çok daha ileri kabiliyetlere sahip, modernize olmuş şekilde Hava Kuvvetlerimizin hizmetine devam edecek. Türkiye Yüzyılı’na armağan olsun” dedi.
Savunma sanayiimizin yerli ve milli sistemlerle ÖZGÜR’leştirdiği ilk F-16’larımızı teslim ettik.
Bundan sonra F-16’larımız çok daha ileri kabiliyetlere sahip, modernize olmuş şekilde Hava Kuvvetlerimizin hizmetine devam edecek. Türkiye Yüzyılı’na armağan olsun! pic.twitter.com/Xf4SktldYM
Türk Hava Kuvvetleri envanterinde bulunan F-16’lara yerli alternatif çözüm kapsamında ASELSAN tarafından geliştirilen MURAD Milli AESA radarı entegrasyonunun yapılması planlanıyor. Bu bağlamda gelecek dönemde artık Block-40 ve 50 model F-16’larımızda AESA radarı da yer alacak.
ÖZGÜR, ATMACA ve GEZGİN Kullanabilecek!
ÖZGÜR’den Fırlatılabilecek Füze Tipleri
Savunma Sanayii Başkanı Sayın Prof.Dr İsmail Demir tarafından paylaşılan videoda bir görsel dikkat çekti. Paylaşılan bu görsele göre ROKETSAN tarafından geliştirilen ATMACA Gemisavar Füzesi ve GEZGİN Seyir Füzesi, ÖZGÜR Modernizasyonu geçiren F-16’lar tarafından fırlatılabilecek.
Modernizasyon kapsamında entegrasyonu yapılan milli görev bilgisayarı ve yazılımlar ile birlikte ileride geliştirilecek füzelerin de F-16’larda kullanılması öngörülüyor
F-16 Block-40 ve Block-50’lere de ÖZGÜR Modernizasyonu Uygulanabilecek
T.C Cumhurbaşkanlığı Savunma Sanayii Başkanı Prof.Dr İsmail Demir, şu ifadelere yer vermişti:
“Block 30’larda Özgür Projemizle bu bir yere getirildi. Block 40 ve 50’lerde uygulanacak duruma geliyor. O konuda hiçbir tereddüdümüz yok.”
Leopard-2A4 Tankları İçin ASELSAN ve BMC Ortaklığı!
Cumhurbaşkanlığı Savunma Sanayii Başkanlığı tarafından Türk Silahlı Kuvvetleri’nin envanterindeki Leopard-2A4 tanklarının modernizasyonu için ilk defa 2022 yılında duyurulan ”Tanklara İlave Yetenek Kazandırma(TİYK)-LEO 2A4” projesinin sözleşmesi ASELSAN ve BMC ortaklığında imzalandı.
İlk Modernizasyon M-60T FIRAT Modernizasyonu
M60TM Fırat Modernizasyonu
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin elindeki tankların modernizasyonu anlamında ilk somut adım Fırat Kalkanı Harekatı zamanında M60T Sabra tanklarının ”FIRAT” modernizasyon geçirerek M60-TM’ye yükseltilmesi ile gerçekleşmişti. Bu modernizasyon ile birlikte M60T Sabra tankları dünyada yalnızca üç ülkede bulunan ”Aktif Koruma Sistemi’ne sahip olmuştu.
LEOPARD-2A4 T1 İlave Zırh Modernizasyonu
Leopard-2A4 T1 İlave Zırh Entegrasyonu
M60-TM’lerin ardından ise Leopard-2A4 tankları için uygulanan ilk modernizasyon ROKETSAN tarafından gelmişti. ROKETSAN tarafından geliştirilen Leopard-2A4 T1 İlave Zırh Modernizasyonu ile birlikte Leopard-2A4’ler ROKETSAN tarafından güçlendirilmiş ilave zırh korumasına sahip oldu. Toplamda 40 adet Leopard-2A4 tankı bu modernizasyona tabii tutularak 2021 yılında teslim edildi.
BMC ALTAY Kuleli Leopard-2A4 Modernizasyonu
BMC Modernizasyonu ile Birlikte Leopard-2A4
Yeni Nesil Altay projesini geliştiren BMC Savunma tarafından ise şase kısmı aynı kalan Leopard-2A4 tankına ALTAY Ana Muharebe Tankı’nın ana kulesi entegre edilerek daha farklı bir çözüm geliştirilmişti ancak bu modernizasyon paketi için seri üretim sürecine girilmedi ve yalnızca gösterim olarak kaldı.
Leopard-2A4 Aktif Koruma Sistemi’ne Kavuşuyor!
ASELSAN ve BMC ortaklığında yürütülecek olan Tanklara İlave Yetenek Kazandırılması (TİYK) LEO-2A4 modernizasyonu ile birlikte Leopard-2A4 tanklarına yalnızca ilave zırh entegresi değil aynı zamanda tankların atış kontrol sisteminin yenilenmesi, uzaktan komutalı silah sistemi entegrasyonu, tank lazer uyarı sistemi ve aktif koruma sistemi entegrasyonu sağlanması planlanıyor.
Cumhurbaşkanlığı Savunma Sanayii Başkanlığı’ndan yapılan açıklamada söz konusu modernizasyon kapsamında 81 adet Leopard-2A4 Ana Muharebe Tankı’nın (opsiyonel adet belirlenmiş değil) modernizasyona tabii tutulması planlanıyor.
Terör ve terörizm kavramları birbirlerine çok yakın iki kavram olarak görünse de aslında birbirlerinden farklı iki kavramdır. Terör kavramı, içerisinde şiddet ve korku barındırırken terörizm kavramı ise bu şiddetin ve korkunun uzun süre hissedilmesini ve sistematik bir şekilde ilerlemesini ifade etmektedir. Ayrıca terörizm kavramı siyasi bir amaç da taşımaktadır. Bu anlamlarıyla terör ve terörizm kavramları birbirlerinden farklı iki kavramdır.
Terör ve terörizm olguları hayatımızın her alanında karşımıza çıkabilecek ve çıktıktan sonra da insanlar üzerinde derin acılar bırakan iki eylemdir. İnsanlık tarihi boyunca terör ve terörizm olayları gelişim göstermiştir. Bu gelişim teknolojinin gelişmesiyle beraber kullanılan araçlarda da değişiklik göstermiştir.
Devletler, terörü ve terörizmi uzun yıllar boyunca kendi halklarına karşı kullanmışlardır. Bu durumun temel sebebi geniş veya dar bir kitlenin hakimiyetini elde tutmaktır. Nitekim farklı sebeplerden dolayı da devlet terörü uygulanabilmektedir. Örneğin Fransa’nın sömürgeleştirdiği topraklarda hakimiyeti sağlamak ve oradaki enerji veya hammadde yataklarını kontrol altına alabilmek için uyguladığı sert politikalar da devlet terörü kapsamında değerlendirilebilir.
Nitekim devletler kendi çıkarları doğrultusunda binlerce insanı katletmekten çekinmezler. Bu duruma da Fransa örneğini verebiliriz. Başta Mısır, Nijer, Fas, Tunus gibi ülkeler olmak üzere çok sayıda sömürgeleştirdiği topraklarda katliamlara sebep olmuştur. Devlet terörünün bir başka önemli yaklaşımından biri ise hedef olan grubun farklılıkları neticesinde, o grup üzerinde baskı ve şiddet uygulayarak hakimiyet kurmaya çalışması vardır. Nitekim bu açıklamaya örnek olarak ABD’yi örnek olarak gösterebiliriz. Geçtiğimiz yıllarda ırk ayrımcılığı yaparak bir insanın ölümüne sebep olmuştur. Terör ve terörizm kavramı yalnızca uluslararası ilişkiler alanıyla sınırlı kalmayıp farklı alanlarda kendini göstermeye başlamıştır.
2. Devlet Terörü
Devlet terörü veya terörizmi kavramının uluslararası ilişkiler alanında net ve kesin bir tanımlaması yoktur. Ancak genel kabul görmüş ifadeyle açıklayacak olursak devlet terörü, devletin bizzat kendisinin veya devletin araçlarını kullanan yandaşlar tarafından kendi halkına uyguladığı şiddettir. Bu şiddet eylemi yalnızca kendi halkıyla sınırlı değildir. Devletler sömürgeleştirdiği veya himayesine aldığı devletlerin halklarına da devlet terörü uygulayabilmektedir. Önceden tasarlanmış şiddet eylemleri olarak ifade edilmektedir. 7 madde ile devlet terörünü açıklayabiliriz;
Devlet terörü sistematiktir.
Şiddet ve şiddet tehdidi içermektedir.
Politiktir.
Devlet temsilcileri ya da devletin kaynakları ile çalışan yandaşlar tarafından uygulanmaktadır.
Korku yaratmak amaçlanmaktadır.
Mağdurdan daha geniş bir gruba mesaj iletmek amaçlanır.
Söz konusu mağdur kitle silah veya örgütlenme yapısı içinde değildir. (Claridge, 1996: 52)
Devlet terörünün, devletin uyguladığı diğer şiddet biçimlerinden farkı vardır. Örneğin devlet terörünün hedef kitlesi sınırlı bir kesim de olabilir veya daha geniş bir kesime de hitap edebilmektedir. İkinci olarak mevcut hedef kitlesiyle beraber bir üst otorite de mevcuttur. Ancak devlet terörü, devlet dışı aktörler tarafından uygulanan teröre göre farklılıklar göstermektedir. Nitekim bu farklılıklarda bahsedecek olursak örneğin devletler, devlet dışı aktörler gibi reklam yapma amacı veya kendilerini tanıtma amacı gütmezler. Bunun sonucunda da gerçekleşen eylemin kim tarafından yapıldığı sorusu yanıtsız kalır.
Devletlerin teröre başvurmalarının altında birçok sebep yer almaktadır. Örneğin devletler nüfuslarını kontrol altına alabilmek veya fethettikleri bölgelerdeki sömürgecilik faaliyetlerini sorunsuz bir şekilde ilerletebilmek için teröre başvurabilmektedir. Nitekim uygulanan bu devlet terörünün sonucunda ise binlerce hatta belki milyonlarca insan hayatlarını kaybetmektedir. 20. Yy. boyunca devletler savaşlar dışında 170 milyondan fazla insanın ölümüne neden olmuşlardır. Bu terörlerin çeşitli nedenleri olduğu gibi devletlerin elinde bulundurdukları iktidarı bırakamama veya vazgeçememe durumları da bu nedenler arasında yer almaktadır.
3. ABD ve Devlet Terörü Politikaları
25 Mayıs 2020 tarihinde polis memuru tarafından öldürülen George Floyd, ABD’nin uygulamış olduğu devlet terörüne örnek olarak gösterilebilir. ABD’ nin gerçekleştirdiği devlet terörü kavramına birçok örnek verilebilir. Nitekim bu konu hakkında 1921 Tulsa katliamı da örnek verilebilir. Meydana gelen bu katliamda birçok siyahi insan polisler tarafından kurşuna dizilerek öldürülmüştür. Tulsa katliamı ABD tarihi boyunca meydana gelmiş olan en kanlı katliam olarak tarih sayfalarında yerini almaktadır.1 Nitekim bu kötü maziden kurtulmaya çalışan ABD’nin günümüzde siyahilere yönelik halen daha tam anlamıyla demokratik davrandığı söylenemez.
Tulsa katliamından biraz bahsetmemiz gerekirse tarihler 31 Mayıs 1921’i gösterirken 19 yaşında ayakkabı boyacılığı yapan siyahi genç Dick Rowland, bindiği asansörde beyaz bir kıza tecavüz ettiği gerekçesiyle gözaltına alındı. Nitekim gazetelerin en ön sayfalarında ‘zenci, asansörde kıza saldırdı’ başlıklarıyla yer almasının ardından haber kısa süre sonra tüm şehirde duyuldu. Bunun ardından beyazlar ve siyahlar arasında gergin bir ortamın başlaması da kısa sürmedi.
Ellerinde silah bulunan ve öfkeleri dinmeyen beyaz isyancı gruplar 300’e yakın siyahi insanı öldürdü. Bu katliamda 800’e yakın insanın yaralandığı ve on binlerce insanın da evsiz kaldığı kayıtlara geçmiştir. Nitekim bunlarla da sınırlı kalmayan öfkeli beyaz isyancılar, bölgede bulunan yüzlerce evi ve işyerini yağmaladı ve ardından kundakladı.2
Bu katliamda ölen insanların çoğunun kaydı bile tutulmadan yetkililerin cesetleri hızlı bir şekilde gömdüğü tespit edildi. Bu kanlı olay ABD tarihi boyunca meydana gelmiş en kanlı siyah-beyaz savaşı olarak tarihe geçmiştir. Günümüze gelindiğinde ise siyahi ayrımcılık konusunda ABD’nin halen tam anlamıyla demokratik ve adil davrandığını söyleyemeyiz. Nitekim az önce de bahsettiğimiz gibi George Floyd yakın zamanda bir Amerikan polisi tarafından boynuna dokuz dakika bastırılması sonucunda nefessiz kalarak öldürülmüştür. Milyonlarca insan protesto etmiştir ancak ne yazık ki ABD halen siyahilere yönelik devlet terörü uygulamaya devam etmektedir.
4. Libya ve Devlet Terörü Politikaları
Bildiğimiz gibi Arap Baharı’nın etkisiyle neredeyse tüm Arap coğrafyası bu durumdan etkilenmiştir. Libya da Arap Baharı sürecinden etkilenen ülkeler arasındadır. Demokrasi kavramı hemen hemen her dönemde insanların muhtaç olduğu ve her zaman hak, hukuk, adalet kavramlarını arayacakları temel haklar olarak yer almaktadır. Ancak her ülke kendisini demokratik olarak tanıtsa da derinlere inildiğinde durumun öyle olmadığı görülmektedir. Nitekim Libya devletini incelediğimizde ülkeyi 40 yıl yöneten Kaddafi, kendi halkına zulmeden ve terör uygulayan devletlerin başında gelmektedir. Kaddafi, kendi kişiliği bakımından da Batı tarafından pek sevilmeyen, katlanılmak zorunda olan bir kişiydi. 3 Aynı zamanda Kaddafi, araplar tarafından sevilmeyen bir kişiydi. Bu özelliği onu diktatör bir karakter olmaya itmiştir.
Kaddafi
Arap Baharı’nın esintileri Libya devletinde esmeye başlarken Kaddafi yönetimi daha olaylar henüz patlak vermeden sert bir dille koltuğunu bırakmayacağını ve asla devlet başkanlığı görevinden vazgeçmeyeceğini dile getirmiştir. Bunun ardından da olaylar büyümeye başlayınca Kaddafi yönetimi kendi halkına çok sert bir şekilde saldırmıştır. Tüm bunlarla yetinmeyen diktatör rejim, halka kimyasal silahlarla saldırmıştır.
Arap Baharı sürecinde Libya yönetimi kendi halkına çok sert bir şekilde devlet terörü uygulayan ülkelerin başında gelmektedir. Libya yönetiminin ağır baskılarından sonra BM Güvenlik Konseyi 18 Mart 2011 tarihinde ve 1973 sayılı kararında şu ifadeleri dile getirmiştir: ‘Libya sivil halka karşı insanlık dışı sayılabilecek suçlar işlemiştir ve insan haklarını çok ciddi şekilde ihlal etmiştir.’ Nitekim tüm bunların ardından kınamakla yetinen BM, olaya herhangi bir müdahalede bulunamamıştır ve Kaddafi yönetimi kendi ülkesinin insanına devlet terörü uygulamaya devam etmiştir.
Arap Baharı sürecinde Libya’daki olaylar, diğer ülkelere göre en ağır bilonçolara sebep olmuştur. Yüz binlerce insan diktatör Kaddafi rejiminin hedefinde olmuştur ve kimyasal silahlarla hayatlarını kaybetmişlerdir. Olaylar karşısında daha fazla direnemeyen Muammer Kaddafi çözümü memleketi olan Site’ye kaçmakla buldu. Ancak NATO güçlerine ve Ulusal Geçiş Konseyi’ne pek fazla direnemeyen Kaddafi, drenaj borusunda saklanırken yakalandı. Yaptığı onca işkencenin, zulümün ve acımasızlıkların karşılığında halkı onu linç ederek öldürmüştür. Devlet terörü kapsamında değerlendirecek olursak Kaddafi, devlet terörünü çok ciddi ve acımasız bir şekilde uygulamış bir devlet yöneticisidir.
5. Suriye ve Devlet Terörü Politikaları
Suriye devletli içerisinde etnik ve mezhepsel açıdan birçok farklı insanları barındırdığı için heterojen yapıda kabul edilen bir devlettir. Ülkede demokrasi var gibi görünse aslında tüm yetki devlet başkanında ve onun çevresindedir. Yani halk oy kullanma yetkisinde sahip ancak halkın ülke içerisinde yasal yollarla herhangi bir değişiklik yapabilmesi hakkı yoktur. Bu haktan yoksun olmaları Anayasaya eklenen bazı maddelerce belirtilmiştir.
Suriye yönetimi, azınlık kabul edilen Arap Alevilerinin (bir diğer adıyla Nusayri) elindedir. Ülkedeki yapılanma Baas Partisidir ve bu sebepten ötürü ülke Baas ideolojisine göre yönetilmektedir. Beşar Esad babasının ölümünden sonra başa geldiğinde ilk zamanlarda her kesim tarafından sevilen politikaları zamanlar içler acısı bir hal almaya başlamıştı. İlk ayaklanmalar 2011 yılında meydana gelmiştir ancak diğer ülkelere göre çok büyük ayaklanmalar olmamıştır. Daha sonra bir grup öğrencinin duvarlara ‘rejim yıkılsın istiyoruz’ yazmalarının ardından tutuklanmalarıyla beraber olaylar iyice büyümüş ve polis halka çok sert şekilde karşılık vermiştir. Suriye’de yönetim azınlık kesim olan Alevilerin elinde olması sebebiyle rejime karşı ilk ayaklananlar Sünni kesimler olmuştur. 4
Beşar Esad
Her ne kadar Aleviler de bazı durumlardan rahatsızlık duymuş olsalar da Radikal İslamcılara karşı Esad rejimini desteklemişlerdir. Suriye’deki muhalifler ülkedeki etnik yapı çeşitliliğine benzer bir şekilde farklı gruplara ayrılmıştır. Çatışmaların büyümesiyle beraber direnişçi gruplar Suriye’nin bazı bölgelerini ele geçirmeyi başarmıştır ancak Esad rejimini devirememiştir. Nitekim tüm bu olaylar yaşanırken Esad yönetimi ayaklananlara karşı çok sert bir politika izlemiş ve direnişçileri bastırmaya çalışmıştır. Esad rejimi de Arap Baharının etkileriyle kendi halkına devlet terörü uygulamış bir yöneticidir. Nitekim bu konu hakkında Recep Tayyip Erdoğan da Esad rejimini şu sözleriyle suçlamıştır: ‘Esed devlet terörü estirmiş bir teröristtir.’5 Şeklinde açıklama yaparak Esad rejimini devlet terörü uygulamasından dolayı suçlamış ve kınamıştır.
6. Çin ve Devlet Terörü Politikaları
Yüzyıllar boyunca dünyanın her bölgesinde soykırımlar, savaşlar, katliamlar meydana gelmiştir. Çin’in Doğu Türkistan’a yaptığı zulümler de bu acı durumun bir örneği olarak gösterilmektedir. Farklı iki devlet olarak görülse de 1949 yılından itibaren Doğu Türkistan, Çin Halk Cumhuriyeti’nin hakimiyeti altına girmiştir.6
Devlet terörü tanımında bahsettiğimiz üzere devletlerin kendi halkına veya himayesi altına aldığı devletin vatandaşlarına uyguladığı terördür. Nitekim bu tanımlamaya uygun olarak devlet terörü kapsamında Çin’in politikalarını da örnek vermemiz gerekmektedir. Doğu Türkistan bölgesi gerek zengin yeraltı kaynakları gerekse de konumu gereği stratejik bir öneme sahip olmasından dolayı her zaman farklı devletlerin hedefinde olmuştur. Çin bu bölgeyi himayesi altına almasından itibaren çok şiddetli bir asimilasyon politikası izlemiştir. Bölgede yaşayan Müslümanları yok etmeye çalışmışlardır.
Milyonlarca insan Çin’in uyguladığı işkenceler veya aç bırakılma sebebiyle hayatını kaybetmiştir. Yapılan zulümlere biraz daha örnek verecek olursak; Çift yönlü politika izlenmektedir. Doğu Türkistan’da yaşayan kızlar oradan alınarak Çinli erkeklerle, Çin’deki kızlar da Doğu Türkistan’a taşınarak evlilikler sağlanmakta ve nüfus değişimi amaçlanmaktadır. Bu nüfus değişim politikası çok ciddi sorunlara da neden olmaktadır. Türkler kendi anavatanlarında azınlık konumuna düşmüşlerdir.
Çin’in uyguladığı bir başka zulüm ise doğum yasağıdır. Bu yasak 1979 tarihinden itibaren uygulanmaktadır. Çin, Doğu Türkistanlı ailelerin köyde yaşayan insanlar için en fazla iki tane, şehirde yaşayanlar için ise en fazla bir çocuk yapabilme hakkı sunmaktadır.7 Bu yasağa uymayan kişiler de çok ciddi şekilde cezalandırılmaktadır. Örneğin bu yasak dışında daha fazla çocuğa hamile kalan kadınlar, hamileliklerinin kaçıncı ayında olursa olsunlar kürtaja zorlanmaktadır. Eğer bebek doğmuşsa da hastanede öldürülmektedirler.
Çin’in, Doğu Türkistan politikası devlet terörü kapsamında verebileceğimiz çok acı bir örnektir. Her ne kadar BM bu insanlık dışı durumda büyük bir sorumluluğa sahip olsa da bu zulmü engelleyememiş ve görevini yerine getirememiştir diyebiliriz. Birleşmiş Milletler Güvenlik Kurulunda Çin’in veto hakkının bulunması ne yazık ki Doğu Türkistan için gereğinin yapılmasına engel olmuştur.
7. Mısır ve Devlet Terörü Politikaları
Bilindiği üzere Mısır’da seçimle başa gelen ilk Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’dir. Fakat 2012 yılına gelindiğinde seçimin ikinci aşaması gerçekleşecekti ancak Muhammed Mursi’nin tekrar cumhurbaşkanı olmaması adına, Yüksek Askeri Konsey tarafından cumhurbaşkanının yetkilerini kısıtlayacak bazı önlemler alındı. Örneğin yeni yasalarla beraber artık cumhurbaşkanı, subayları ve başsavcıyı atayamayacaktı. Nitekim Muhammed Mursi yeniden seçilmesinin ardından o dönemde ülkede mevcut olan problemleri çözmesi adına askeri konsey tarafından 100 günlük bir süre verildi.
Muhammed MursiTantavi
Nitekim Mursi’nin, Askeri Konsey Başkanı Tantavi’nin emekli olması gerektiğini vurguladıktan sonra bunu referanduma götürmesi ve referandum sonucunda da %64 evet oyuyla kabul edilmesinin ardından Mursi karşıtı protestolar kendini göstermeye başladı.8 Bu durumun ardından Tahrir meydanı göstericilerle dolup taştı. Tarihler 1 Temmuz 2013’ü gösterdiğinde ordu yönetime el koydu ve devletin başına geçti. Nitekim gelişen olaylarla birlikte Mursi yanlıları bu kararları kabul etmedi ve halk büyük bir direnişe başladı.
Bu direnişin ardından 8 Temmuz günü oturma eylemi gerçekleştiren halka, silahla karşılık verildi ve 100’den fazla insanın hayatını kaybetmesine sebep oldular. Ardından 17 Temmuz günü darbe karşıtı halk ile asker arasında Rabia Camii meydanında büyük bir çatışma yaşandı ve aralarında gazetecilerin, muhabirlerin de bulunduğu çok sayıda kişi hayatını kaybetti.
Öfkesi dinmek bilmeyen halka asker nota verdi ancak karşılığı olmayınca OHAL ilan edildi. Askerlerin OHAL ilan etmelerindeki en önemli amaç öldürdükleri halkın cesetlerini sokaktan toplamaktı. Nitekim öldürdükleri vatandaşlarını önce ezdiler daha sonra da yaktılar. 31 Aralık 2014 tarihinde bu olayda yaklaşık 3000’ yakın insanın hayatını kaybettiği tespit edildi ve çok sayıda gösterici idam kararına çarptırıldı. Mursi ise casusluk suçlamasından yargılandı ve ardından idam edildi. Bu yaşanan olaylarla birlikte Mısır eski kışına geri döndü. Devlet terörü kapsamında yaşanan gelişmeleri değerlendirmemiz gerekirse Mısır’da yaşanan olaylar devlet terörünün çok acı örneklerindendir.
Ece Hallum
Stratejik Ortak Misafir Yazarı
[vc_toggle title=”KAYNAK”]
KAYNAKÇA
Tuygan, Ali. ‘Arap Baharı ve Libya Örneği’. Serbest Kürsü, Yıl:2011, Cilt:XXXV, Sayı:272.
Acar, Harun. “Suriye Halkının Beşar Esad’a Direnme Hakkı: Üç Sözleşmeci Bakış”. Uluslararası İlişkiler, Cilt 10, Sayı 37 (Bahar 2013).
Acet İnce, Gül Seda. ‘ÇİN’İN VAHŞİ YÜZÜ: DOĞU TÜRKİSTAN ZULMÜ VE ULUSLARARASI TOPLUMUN SORUMLULUKLARI’. ASEAD CİLT 6 SAYI 4 Yıl 2019.
“ABD’de Etnik-Kültürel İrkçılık”. Anadolu Ajansı. 25 Aralık 2022. https://www.aa.com.tr/tr/analiz/abd- de-etnik-kulturel-irkcilik/1870540 (Erişim tarihi: 25 Aralık 2022).
Dipnotlar 1 “ABD’de Etnik-Kültürel İrkçılık”. Anadolu Ajansı. 25 Aralık 2022. https://www.aa.com.tr/tr/analiz/abd-de- etnik-kulturel-irkcilik/1870540 (Erişim tarihi: 25 Aralık 2022). 2 İbid. 3 Tuygan, Ali, ‘Arap Baharı ve Libya Örneği’, Serbest Kürsü, Yıl:2011, Cilt:XXXV, Sayı:272 4 Acar, Harun, “Suriye Halkının Beşar Esad’a Direnme Hakkı: Üç Sözleşmeci Bakış”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 10, Sayı 37 (Bahar 2013), s. 117- 144. 5 “Beşar Esad’ın Yargılanacağı Mahkeme Kuruldu”. BBC Türkçe. 26 Aralık 2022. https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-42493610 (Erişim tarihi: 26 Aralık 2022). 6 Acet İnce, Gül Seda, ‘ÇİN’İN VAHŞİ YÜZÜ: DOĞU TÜRKİSTAN ZULMÜ VE ULUSLARARASI TOPLUMUN SORUMLULUKLARI’, ASEAD CİLT 6 SAYI 4 Yıl 2019, S 572-584. 7 İbid ss.577. 8 “Arap Baharının İlk Devriminin Üzerinden 10 Yıl Geçti”. Anadolu Ajansı. 25 Aralık 2022. https://www.aa.com.tr/tr/dunya/arap-baharinin-ilk-devriminin-uzerinden-10-yil-gecti/2109556 (Erişim tarihi: 25 Aralık 2022).
Bir Siyasetçinin Portresi: Bülent Ecevit ve Ortanın Solu Düşüncesi
1. Bülent Ecevit Kimdir?
Mustafa Bülent Ecevit, 28 Mayıs 1925 günü İstanbul ‘da hekim ve CHP milletvekili Prof. Fahri Ecevit ve ressam Fatma Nazlı Ecevit’in oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Ecevit baba tarafından Huzur-u Hümayun Kürdizade Mustafa Efendi’nin torunu, anne tarafından ise Mekke Şeyhülislamı Hacı Emin Paşa’nın 5. Kuşak torunudur (Gezici, 2006). Hatta bu köklerinden dolayı Ecevit’e annesinden dolayı olarak Medine’de oldukça büyük topraklar miras kalmıştır (Bilgici, 2016). Fakat Ecevit bu mirasla ilgili herhangi bir girişimde bulunmamıştır.
Ecevit, 1944 yılında Robert Kolej de lise eğitimini tamamlamıştır. Bu okulda öğrenci iken iyi derecede İngilizce öğrenmiş ve üst düzey şiir çevirileri yapmaya başlamıştı, bu çeviriler daha sonra onun için bir geçim kaynağına dönüşmüştür. Ama daha önemlisi Ecevit, Robert Kolej’de ölene kadar beraber olacağı eşi Rahşan Hanım ile tanıştı. Rahşan ve Bülent çifti lisede beraber olmaya başlamış ve mezun olduktan sonra 2 sene içinde evlenmişlerdir. Çift Bülent Ecevit’in ölümüne dek hiç ayrılmamıştır.
Bülent Ecevit ‘in bütün şiirlerinin toplandığı şiir kitabı
Bülent Ecevit’in gazetecilik ve siyaset kariyeri dışında bir de şair kimliği var. Ecevit şiirler çevirmiş, Hint felsefesine ilgi duymuş ve birçok şiir yazmıştır. Bülent Ecevit’in bütün şiirlerinin toplandığı yayımlanmış bir adet şiir kitabı bulunmaktadır.
1.1 Eğitimi ve Çalışma Yılları
Ecevit, kariyerinin ilk yıllarında gazetelerde çevirmenlik yaptıktan sonra Londra basın ataşeliğinde katiplik görevini yürüttü. Bülent Ecevit Londra’da iken Londra Üniversitesinde İngiliz Dili ve Edebiyatı, Sanskritçe, Bengalce ve Sanat tarihi üzerine eğitim aldı fakat bu eğitimi tamamlamadı.
Ecevit çifti bulundukları Londra’dan CHP’nin iktidardan düşmesiyle Türkiye’ye geri döndü ve Bülent Ecevit CHP’nin yayın organı Ulus gazetesinde çalışmaya başladı. Daha sonra Ulus gazetesi kapanınca Yeni Ulus gazetesine geçti ve aynı zamanda Halkçı gazetesinde yazmaya başladı ve burada yazı işleri müdürlüğü yaptı.
Ecevit, 1955 yılında ABD’de The Journal and Sentinel’de konuk gazeteci olarak çalıştı. Daha sonra 1957’de Fellowship Bursu ile yeniden ABD’ye gitti Harvard Üniversitesinde sekiz ay Sosyal Psikoloji ve Orta Doğu tarihi üzerine incelemeler yaptı. Henry Kissinger’dan dersler aldı ve Bertrand Russel gibi isimlerle birlikte antikomünizm konferansına katıldı.
Buna ek olarak Bülent Ecevit Ankara Hukuk Fakültesi ve Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi İngiliz Filolojisine kayıt yaptırmasına rağmen eğitimine devam etmedi ve hiç üniversite diploması almadı. (Çolak, 2020)
1.2 Siyasi Kariyeri
Ecevit çifti DP döneminde otoriter yönetime daha fazla dayanamayarak 1954 yılında CHP üyesi oldu (Ecevit, 1965). Bülent Ecevit ilk başlarda Gençlik Kolları’nda görev yaptı fakat 1957 seçimlerinde İsmet İnönü’nün damadı Metin Toker’in adaylığını devretmesiyle milletvekili oldu. Daha sonra Bülent Ecevit 1959’da Parti Meclisine girdi. 1960 askeri müdahalesinden sonra parti kontenjanından kurucu üye olarak meclise girdi ve 1961 seçimlerinde Zonguldak milletvekili olarak seçildi.
Genç Ecevit 1961-1965 yılları arasında İnönü başkanlığındaki 3 koalisyon hükümetinde de çalışma bakanı olarak görev yaptı ve bu dönemde Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu’nun çıkarılması gibi faaliyetlerle oldukça dikkat çekti (Kartal, 2006). 1965 yılında yapılan seçimlerde AP birinci parti oldu ve CHP oldukça oy kaybetti bu seçimde Zonguldak vekili seçilen Ecevit, partinin kabuk değiştirmesi gerektiğini düşünüyordu. Bu noktada CHP içinde Bülent Ecevit’in önderlik ettiği ‘Ortanın Solu’ görüşü ortaya çıktı.
Parti içinde bu görüşe karşı sert bir hizip oluştu. 1966 yılında Ecevit’in CHP Genel Sekreteri seçilmesiyle Ortanın Solu düşüncesi partiye hâkim oldu ve karşı hizip Turhan Feyzioğlu önderliğinde partiden ayrıldı. Bu Cumhuriyet Halk Partisi’nde bir değişimin habercisiydi. CHP, kabuk değiştirecek ve yeni bir dönem başlayacaktı.
2. Ortanın Solu Düşüncesinin Ortaya Çıkışı
CHP Genel Başkanı İsmet İnönü 1965 seçimlerinden kısa bir süre önce Milliyet gazetesine verdiği röportajda ‘Ortanın Solu’ politikasını resmen ilan etmiştir. İsmet İnönü 29 Temmuz 1965’te verdiği röportajda Ortanın Solu düşüncesini önce Devletçilik ile ilişkilendirmiş iki hafta sonra verdiği röportajında ise Halkçılık ve Laiklikle temellendirmiştir (Fedayi, 2006).
‘Ortanın Solu’ söylemi ilk olarak 1965 senesinde ortaya atılmış olsa da bu düşüncenin temeli 27 Mayıs öncesindeki ‘İlk Hedefler Beyannamesi’ne kadar uzanır (Fedayi, 2006). Söz konusu beyanname 1959 yılında liberal çizgide olan Hürriyet Partisi’nin CHP’ye katılmasından sonra yapılan 14. Parti Kurultayı’nda halka açıklanmıştır. Kurultay da CHP ön plana çıkmış ve söz konusu beyanname de şunlar dile getirilmiştir;
“Antidemokratik yasalar, yöntem ve anlayış kaldırılacaktır. (…) Yasaların Anayasaya uygunluğunu denetleyecek bir anayasa mahkemesi oluşturulacaktır. Demokratik anlayışta, halk egemenliğine dayanan, sosyal adalet ve güvenlik ilkelerine dayanan bir devlet düzenine uygun anayasa oluşturulacaktır. Devlet başkanı yansız olacaktır. Yargıç güvencesi sağlanacaktır. Partizanca yönetime ve sosyal adaletsizliğe son verilecektir. Seçim güvenliği sağlanacak, nispi temsile geçilecektir…” (Tuğluoğlu, 2017).
İlk Hedefler Beyannamesi, CHP için bir kabuk değiştirme politikasıdır. Çok partili hayata geçtikten sonra ilk kez bu beyanname ile CHP daha liberal bir çizgiye gelerek Avrupa modelinde bir sosyal demokrasi anlayışını benimsemiştir. Bülent Ecevit 1995 yılında verdiği bir röportajda ilgili bildirgenin önemini şöyle vurgulamıştır; “İlk Hedefler Bildirgesi, çok partili yaşama geçildikten sonra CHP’nin kendini yenileme, demokrasiye daha çok gerçeklik, devlete daha belirgin bir sosyal nitelik ve halkçılık ilkesine içerik kazandırma yolunda attığı ilk adımdır. Ortanın Solu hareketinin düşünsel zemininin de bir ölçüde o bildirgeyle hazırlanmış olduğu söylenebilir.”
CHP 1965 yılına bu politikalar eşliğinde girmiş, İsmet İnönü önderliğindeki parti halka solculuğun kötü olmadığını anlatmaya çalışmış ve yeni söylemler üretmeye çalışmıştır. Fakat, söylemler muğlak ve havada kalmış, parti eski imajından sıyrılamamıştır. Ayrıca buna ek olarak komünizmin büyük tehlike ve düşman görüldüğü o dönemde partinin rakibi olan AP, Ortanın Solu düşüncesini kendi amaçları için manipüle etmeye çalışmıştır.
Süleyman Demirel
Bu doğrultuda AP Genel Başkanı Süleyman Demirel, “Ortanın Solu, Moskova’nın yolu.” Diyerek, CHP’yi komünizmle yakınlık kurmakla itham etmiştir. CHP ise bu itham ve söylemlere karşı düzgün bir argüman üretememiş ve başarısız bir seçim dönemi geçirmiştir. Nitekim seçim sonuçları da bunu göstermektedir (CHP, bir önceki seçime göre büyük oy kaybetmiş ve oy oranı %28,7’ye gerilemiş, AP ise oyların %52,8’ni alarak iktidar olmuştur).
Turan Güneş
1965 seçimleri sonrasında CHP’de hizipler arası bir yarışma başlamıştır. Bülent Ecevit ve Turan Güneş’in önderliğindeki grup Ortanın Solu düşüncesini savunmuş, halka düzgün anlatılamadığı için başarısız olduğunu savunmuştur. Turhan Feyzioğlu önderliğindeki grup ise partinin köklerinden koptuğu için başarısız olduğunu savunmuştur.
Turhan Feyzioğlu
1966 yılında yapılan Kurultay’daki Genel Sekreterlik seçiminde Ortanın Solu düşüncesinin lideri olan Bülent Ecevit, seçimi kazanınca partinin yeni yörüngesi belli olmuştu. Ortanın Solu, geleneksel görüşe karşı zafer kazanmıştı. Bunun sonucunda Turhan Feyzioğlu ve arkadaşları partiden ayrılmış ve Cumhuriyetçi Güven Partisi’ni kurmuştur. Devamındaki süreçte de sağcı ve muhafazakâr kesim partiden ayrılmıştır. Daha sonra da 1970 ve 1972 yıllarında Kemal Satır ve Nihat Erim gibi isimlerde Ortanın Solu görüşüne muhalefet ederek partiden ayrılmışlardır. Bir nevi parti içinde büyük bir tasfiye olmuş ve parti yapı değişikliğine uğrayarak, yeni bir görünüme kavuşmuştur (Sencer, 1974).
2.1. Ortanın Solu Düşüncesinin Gelişimi
Bu düşüncenin ortaya çıkışında 1962 Küba Füzesinin de büyük etkisi[1] olmuştu. Bu kriz sırasında ABD Başkanı, İsmet İnönü’ye bir mektup gönderdi (Johnson Mektubu). Johnson bu mektupta diplomatik üsluptan uzak, tehditvari ve sert bir dil kullanmıştı. Ayrıca Johnson, Kıbrıs sorunu üzerine eğer Türkiye bir çıkarma yaparsa Türkiye-Yunanistan savaşı çıkabileceğini ve ABD’nin Türk Ordusuna sağladığı silahların da kullanılmayacağını söylüyordu ve hatta olası bir Sovyet Müdahalesi karşılığında NATO’nun yardıma gelmeyeceğini de ima ediyordu.
Asıl sorun bu mektubun basına sızdırılması ile ortaya çıkmıştı. Mektup basına sızınca ülke içerisinde anti-Amerikancı, ulusalcı ve solcu sesler yükselmeye başladı. Bunun üzerine de İsmet İnönü, “Yarın yeni bir dünya kurulur, Türkiye’de orada yerini alır.” diyerek denge politikasına geçmeye karar verdi ve SSCB ile ikili ilişkiler kurulmaya başlandı (Koç, 2014).
1966 parti kurultayı sonrasında CHP için artık bir dönüm noktası olmuştur. Demokrasi ve özgürlük vurguları yeterli olmadığı için parti iktisadi kalkınma, vergi düzenlemesi, toprak reformu, toplu sözleşme ve sosyal adalet gibi konulara da ağırlık vermek istiyordu. CHP, artık ortanın solunda konumlanıyordu (Toker, 2020).
Halk Partisi’nde yeni düzen şöyle olmuştu, Turan Güneş önderliğindeki kendilerine ‘Mülkiyeliler’ grubu denen ekip genel merkezde bilimsel faaliyetlerle uğraşıyor ve ortanın solu düşüncesine bilimsel bir temel kazandırmaya çalışıyordu. Bu sırada Ecevit’te ülke çapında parti örgütlerini dolaşıyor ve düşünceyi tabana anlatmakla uğraşıyordu (Fedayi, 2006).
Halk Partisi 1969 seçimlerine bu doğrultuda ve çalışmalarla girmişti. Fakat sonuç, 1965 seçimlerinden daha kötü olmuştu. Parti içindeki Ortanın Solu muhalifleri artık daha yüksek sesle haykırıyordu. Ecevit ve Turan Güneş baş suçlu görüyordu. Buna rağmen Ecevit, düşüncesine bağlı kalacağını söylüyordu (Ayata, 1995).
Akabinde 1971 yılında TSK, bir muhtıra yayınlamış ve Demirel’in istifasını istemişti, istifa etmemesi durumunda da yönetime el koyacağını söylüyordu. Sonucunda Demirel istifa etti ve CHP’li Nihat Erim önderliğinde yeni bir hükümet kuruldu. İsmet İnönü, Erim hükümetine desteğini açıklarken Ecevit bu hükümete karşı çıktı ve askeri dayatmayla iktidar olan hiçbir hükümete destek vermeyeceğini söylemişti. Bunun üzerine Ecevit ve İnönü arasında ipler gerilmişti ve İnönü, Ortanın Solu konusundaki desteğini geri çekmişti (Ayata, 1995).
Parti bir dönüm noktasına daha gidiyordu. Cumhuriyetçi ve geleneği temsil eden ve yeni kesimi oluşturan Ecevit arasında bir mücadele başlamıştı. Önce Ecevit, genel sekreter görevinden istifa etti ve yerel parti teşkilatların desteğini aramaya başladı ve o desteği de buldu. Bunun üzerine Ecevit üst yönetim tarafından Sosyalist olmakla suçlandı.
Bütün bu çabalara rağmen Ecevit büyük şehirlerde de destek bulmaya başladı ve olağanüstü kurultay talep etti. İnönü, Kurultay’a sadece önceden seçilmiş üyeleri çağırdı ve bu durum Ecevit tarafından çok sert şekilde eleştirildi. Kurultaydan bir gün önce 43 il başkanı, 8 il temsilcisi, 55 gençlik kolu temsilcisi ve 7 gençlik kolları başkanı Ecevit’e destek veren bir bildiri yayınladı (Ayata, 1995).
İnönü ve muhafazakârların tüm çabasına rağmen parti 14 Mayıs 1972’de parti genel Kurultay’a gitti. İnönü çıkıp ya Bülent ya ben dedi. Yine de seçimi Ecevit kazandı ve CHP’nin 3. Genel başkanı oldu. Bunun üzerine İsmet İnönü ertesi günü partiden istifa etti (Cem, 2017).
Kıbrıs Harekâtı ‘ndan bir görsel
Yeni bir kimliğe bürünen CHP, 1973’te sandıktan birinci çıktı. Fakat meclis üstünlüğünü alamadı. Koalisyon hükümeti kuruldu ve Ecevit büyük bir sorumluluk üstelenerek koalisyonun başbakanı olarak Temmuz 1974’te Kıbrıs’a Harekât düzenledi[2]. Kıbrıs’ta Türklerin güvenliği sağlandı ve de facto bir Türk devleti kuruldu. Bu durum sonucunda Ecevit, halktaki desteğini de arttırarak 1977 seçimlerine girdi. Bu seçim sonucunda CHP %41 alarak rekor kırdı, birçok şehirde birinci parti oldu. Fakat çoğunluk için yine 13 koltuk eksik kalmıştı.
Bu dönemde ülke bir Ecevit, bir Demirel tarafından kurulan koalisyon hükümetleriyle yönetiliyordu ve bu büyük bir istikrarsızlık oluşturmuştu. Üstelik Kıbrıs Harekâtı ve Haşhaş tarlası meselesi yüzünden, ABD tarafından uygulanan birçok ambargo da ülkede birçok alanda kıtlığa neden oluyordu.
Bir yandan da ülke içerisindeki sosyalist-ülkücü eylemleri çok büyük çaplara ulaşmış ve düzeni tehdit eder hale gelmişti.
Bütün bunların sonucunda 1980 yılında TSK, yönetime el koymuş, bütün siyasi partileri kapatmış ve parti liderlerini de tutuklamıştı. Bunların içerisinde yer alan Bülent Ecevit; Süleyman Demirel, Alpaslan Türkeş ve Necmettin Erbakan ile siyasetten menedilmişti.
Bu durum bir anlamda Ortanın Solu düşüncesinin de sonuydu. Bülent Ecevit darbe sonrası yasaklı olmuştu ayrıca içeriden çıktıktan sonra da askeri yönetim ve darbe aleyhinde sık sık demeç verdiği için sürekli mahkeme karşısına çıkıyor ve hapse giriyordu.
Ecevit’in yasaklı olduğu dönemde, eşi Rahşan Ecevit tarafından Demokratik Sol Parti adında yeni bir parti kurulmuştu. CHP de kapalı olduğu için, Bülent Ecevit yasağı kalktığı andan itibaren partinin başına geçti ve yeni bir siyaset gütmeye karar verdi.
Ortanın Solu düşüncesinden uzaklaşan Bülent Ecevit daha milliyetçi ve ulusalcı bir politika çizen halkçı parti oluşturmaya çalışıyordu. Yani bir anlamda başarılı bir anlamda da parlamento üstünlüğünü de kazanamadığı için başarısız olan Ortanın Solu düşüncesi 1980 darbesi ile son bulmuştu.
Sonuç
Bülent Ecevit, siyasette bulunduğu sürede oldukça etkili olmuş ve adını Türk siyaset tarihine yazdırmıştı. CHP içerisinde birçok kademede yapan Bülent Ecevit, önce genel sekreterlik döneminde gündeme getirdiği Ortanın Solu düşüncesi için çok uğraşmış ve genel başkanlığı süresinde de gerçekten başarıya ulaşmıştı. CHP, bu düşünce doğrultusunda yapısını değiştirmiş ve tabanını genişletmişti. Çok partili hayata geçildiği günden beri belli oy oranlarının altında kalan parti bu kabuk değişimin ardından önce %33 daha sonra %41 alarak gerçek bir merkez partisi haline gelmişti.
Fakat asla tam olarak muteber olamayan parti ve görüş, darbeyle sindirildi ve belki de tam dönüşümünü tamamlayamadı. Ancak bugünkü Cumhuriyet Halk Partisi bile siyasi çevresini, birikimini ve yapısını da aslında Ortanın Solundan alıyor. Parti o dönemde Merkez-Sol parti konumuna geçti ve bu düşünceyi sahiplenerek sosyal demokrat ve liberal bir yapıda ilerledi.
DSP sonrası siyasi yelpazesini değiştiren Bülent Ecevit, daha sonra tekrar başbakanlık konumuna geldi, PKK elebaşısının yakalanmasına liderlik etti. 2002 seçimlerine giderken sağlığı giderek kötüleşen Ecevit, söz konusu seçimlerde büyük bir yenilgi aldı ve siyaset sahnesinden çekildi. Akabinde de 2005 yılında Ortanın Solu Düşüncesinin Lideri, Karaoğlan ve Kıbrıs Fatihi gibi tüm unvanlarıyla bu dünyadan göçtü.
Berat Karaoğlan
Stratejik Ortak Misafir Yazarı
[vc_toggle title=”KAYNAK”]
KAYNAKÇA
Gezici, A. (2006). Bülent Ecevit: Bir Karaoğlan Masalı. Akis Kitap.
[1] SSCB’nin Küba’ya, ABD’nin de Türkiye ve İtalya’ya nükleer başlıklı füze yerleştirmesi sonucu yaşanan diplomatik kriz. Bknz: Mert Mahir Göz – 1962 Füze Krizi [2] Kıbrıs Barış Harekâtı.
[/vc_toggle]
TUSAŞ Genel Müdürü Prof.Dr Temel Kotil bu sabah TGRT Haber konuğu oldu ve güncel projeler kapsamında açıklamalarda bulundu.
Ağır Sınıf Taarruz Helikopteri ATAK-II, Jet Eğitim ve Hafif Taarruz Uçağı HÜRJET, Genel Maksat Helikopteri T-625 GÖKBEY ve ANKA-III MİUS projelerine değinen Kotil, bu projeler hakkında bilgiler verdi.
2029’dan itibaren ayda iki adet KAAN üretmeye başlayacağız.
Milli Muharip Uçak KAAN taksi testinde. 17 Mart 2023
İlk taksi testini 17 Mart 2023 tarihinde yapan Milli Muharip Uçak projesinin ismi 1 Mayıs tarihinde düzenlenen ”İstikbalin Yüzyılı Tanıtım Programı” kapsamında ”KAAN” olarak açıklanmıştı. 2028’ten itibaren envantere alınacak olan KAAN’ın 2030’dan sonra ise Türk motoru ile envantere girmeye devam etmesi planlanıyor. Proje hakkında yeni bir demeç veren Kotil, 2029 yılından itibaren ayda iki adet KAAN’ın üretilmeye başlanacağını paylaştı.
Bu Türde Bir Uçak 100 Milyon Dolara Satılıyor
Açıklamalarına devam eden Kotil, F-22’nin ABD politikaları dolayısıyla ABD haricinde kullanıcısının olmadığını ve dolayısıyla temin edilemediğinin altını çizerek 5.nesil bir uçağın 100 milyon dolar seviyesinde satıldığını söyledi.
HÜRJET Sorunlu mu Uçtu?
HÜRJET Jet Eğitim ve Hafif Taarruz Uçağı’nın ilk uçuşu. 25 Nisan 2023
Türkiye’nin yerli imkanlar dahilinde geliştirdiği ilk Jet Eğitim ve Hafif Taarruz Uçağı olan HÜRJET, ilk uçuşunu 25 Nisan 2023 tarihinde yapmıştı. Uçuş boyunca iniş takımları açık olan HÜRJET, kalkış esnasında motor tarafından küçük bir duman çıkarmıştı. Gerçekleşen bu olaylar sonrasında akıllarda proje içerisinde herhangi bir sorun olacağı oluşmuştu. Bu olaya da değinen Sayın Kotil:
“HÜRJET gibi ilk uçuşunu gerçekleştiren bütün uçakların iniş takımları açık olur ve kalkış yaparken de motordan çıkan duman motordaki yapılan yağlamadan dolayı çıktı ancak bu da normaldir, korkulacak bir durum yoktur” dedi.
ATAK-II İhraç mı Ediliyor?
ATAK-II Ağır Sınıf Taarruz Helikopteri
TUSAŞ tesislerinde İlk defa 23 Nisan’da motorlarını çalıştıran ve 28 Nisan 2023 tarihinde de rotorlarını gökyüzü ile buluşturan ATAK-II Ağır Sınıf Taarruz Helikopteri Ukrayna menşeili Motor kullanacak ve motorlar Türkiye’de üretilecek. Projeye değinen Kotil, Ağır Sınıf Taarruz Helikopterini üretebilen yalnızca 3 ülke olduğunu ve bunların ABD, Rusya ve Türkiye olduğunu söyledi. İhracat ile alakalı bir soru sorulduğunda ise Sayın Kotil, ATAK-II’nin ihracatı için bağlantıların kurulmaya başlandığını bildirdi.
Hava Kuvvetlerimizin Bütün İhtiyacını Karşılayabilecek Kapasitedeyiz
Projelerin tamamına değinen TUSAŞ Genel Müdürü Prof.Dr Temel Kotil, güncel olarak üretim ve AR-GE kapasitesi ile birlikte TUSAŞ’ın Hava Kuvvetlerimizin bütün ihtiyacını karşılayabilecek kapasitede olduğunu ve bunun 50 yıl süren bir çalışmanın eseri olduğunu söyledi.
Economist Intelligence Unit’e (EIU) göre, dünya nüfusunun yalnızca %8’i tam ve işleyen bir demokrasi içinde yaşıyor. Visualcapitalist’in hazırladığı grafiklerde Avrupa, Amerika, Doğu Asya&Okyanusya, Afrika ve Ortadoğu bölgelerindeki ülkelerin demokrasi puanları belirtilmiş. 8-10 puan arası olan ülkeler “tam demokrasi” olarak tanımlanıyor. Ona göre inceleyebilirsiniz.
Tam Demokrasi ile Yönetilen Ülkeler
Avrupa
Avrupa’da birçok ülke tam demokrasiye sahipken, bölgedeki en düşük puanlı rejimlerden bazıları Rusya ve Belarus. Türkiye ortanın da altında.
Ortadoğu
Demokrasiyi en iyi işleten ülke İsrail, Ermenistan ve Gürcistan olarak tanımlanmış. En kötü puan Taliban’ın yönettiği Afganistan’da.
Doğu Asya & Okyanusya
Avustralya, Japonya ve Güney Kore en iyi demokrasi puanlarına sahipken, darbecilerin yönetimde olduğu Myanmar en kötü demokrasiye sahip olarak görülüyor.
Afrika
Afrika’daki tek tam demokrasi küçük ada ülkesi Mauritius’tur. Kısmi demokrasi olarak da kıtanın güneyindeki üç ülke öne çıkıyor.
Amerika
Amerika’da yalnızca üç ülke tam demokrasi olarak kabul edilir. ABD’nin olmadığı bu üçlü sırada Kosta Rika, Kanada ve Uruguay bulunuyor.
28 eyalet ve 8 birlik bölgesine sahip olan Hindistan’ın 232 milyon ile en kalabalık nüfuslu eyaleti Uttar Pradesh; en az nüfuslu eyaleti ise 700 bin kişinin yaşadığı ülkenin kuzeydoğusundaki Sikkim eyaleti.
Bu eyaletler nüfus olarak 39 ülkeye eş değer. Onlar ve eyalet nüfusları infografik üzerinde gösterilmiş.