Suriye Son Durum Haritası (Mart 2017)

Suriye’de Taraflar
Esad Rejimi  – Hizbullah, Rusya, İran ve Şii Milisler
Muhalifler – Ahrar uş-Şam, Şam’ın Fethi Cephesi, ÖSO vb.
PYD/YPG  – SDG çatısı altındaki küçük gruplar ve PKK
IŞİD – Örgüte biat eden yerel milis güçler ve aşiretler

*Turuncu renk: Rejim ve YPG’nin ortak kontrol ettiği iddia edilen yada hakimiyeti kimde olduğu belli olmayan bölge

7 Mart 2017:

1 Mart 2017:

Suriye ile ilgili geçen ayın bazı önemli başlıkları(eskiden yeniye):

Fırat Kalkanı Harekatı ve Rakka Operasyonu son durum haritaları için tıklayın.

– Suriye’de ilk kez rejim güçleri ile muhalif silahlı gruplar Kalamun bölgesinde IŞİD’e karşı ortak operasyon yaptı.

– Rusya, Suriye’de askerlerimizin olduğu binayı bombaladı. 3 asker şehit olurken, 1’i ağır 11 askerimiz de yaralandı. Putin taziye için aradı.

– Türk Ordusunun Menbiç’in kuzeyini bombaladığı iddia ediliyor. Ayrıca bugün Menbiç çevresinde YPG’nin kazdığı hendekler görüntülendi.

– Cenevre Görüşmeleri’nde ki muhalefet heyettinde; askeri gruplardan 10, SMDK’dan 5, yerel 2 ve Rusya ile Mısır’a yakın 3 kişi yer aldı.

– Cenevre-4 Görüşmeleri yine başarısız sonuçlandı.

– Rusya Dişleri Bakanı Lavrov, “Rusya Suriye’ye müdahil olduğunda, Şam 2 ya da 3 haftada düşecek durumdaydı” dedi.

– Eski CIA direktörü David Petraeus, PYD için “ABD’nin terör örgütü olarak kabul ettiği PKK’nın kuzeni” dedi.

– Barzani, PYD’nin Suriye’ye almadığı peşmergeler için, “Suriye peşmergelerinin kendi bölgelerine dönmesini destekleyeceğiz” dedi.

– Daha önce YPG’li komutandan ödül alan ABD’nin ‘IŞİD Özel Temsilcisi’ McGurk, “Suriye için uygun garantörler Türkiye ve Rusya’dır.” dedi.

– Muhalifler Suriye’nin güneyinde Dera’da rejime karşı ilerlerken, IŞİD’de muhaliflere saldırısı sonucu bazı bölgeleri ele geçirdi.

– Suudi Arabistan Dışişleri Bakanı, Suriye’ye ABD’nin yanında IŞİD’e karşı savaşmak için özel birlikler göndermek istediklerini söyledi.

– Hamaney’in başdanışmanı Ali Ekber Velayeti, “Türkiye, Irak ve Suriye’den ya kendisi çıkar ya da Irak ve Suriye halkı onları çıkarır” dedi.

– Suudi Dışişleri Bakanı Cubeyr, ‘IŞİD’i tamamen yok edeceğiz ve Şii güçlere karşı da Irak ve Suriye’de Trump’layız’ ifadesinde bulundu.

– Muhalifler, Cenevre-4 görüşmelerinde öncekilerden farklı olarak, ilk kez rejim ile doğrudan görüşme ve müzakere talep etti.

– Fırat Kalkanı Harekatı’nda muhalifleri koordine eden Havar-Kilis Operasyon Odası’da resmi olarak El Bab’ın alındığını duyurdu. (23 Şubat)

– Putin, Cenevre’nin gerekliliğini vurgulayarak, “Suriye’nin bütünlüğünün korunması için komşu ülkelerle işbirliğine devam edeceğiz” dedi.

– Devrim Muhafızlarına ve İran destekli Şii milislere güvenmeyen Rusya, Suriye’de ki ‘askeri polis’ sayısını arttırma kararı aldı.

– Rejim güçleri ile ABD’nin sahadaki en önemli müttefiki YPG’nin toprakları El Bab güneyinde birleşti.

– TSK, El Bab’da 14 askerimizin şehit olduğu ve en sert çatışmaların yaşandığı Akil Tepesi’ne geçici askeri üs kurdu.

– ABD Merkez Komutanlığı, “Türkiye’ye mesaj olarak” Menbiç’teki YPG güçlerini ‘Savaşa hazırlar’ fotoğraflarıyla yayınladı.

– BM’de Esad rejiminin Suriye’de kimyasal silah kullandığına dair kesinleşen belgelere rağmen, Çin ve Rusya ‘yaptırımları’ veto etti.

– Rusya ve rejim güçleri, Palmira’nın tamamen IŞİD’in elinden alındığını açıkladı.

– Suriye Peşmergesi, Ağustos 2014’te Sincar’a yerleşen PKK’yı çıkarmak için 500 peşmergenin bölgeye konuşlandırıldığını resmi olarak açıkladı. PKK ile Roj peşmergeleri arasında çıkan çatışmalarda; 1 PKK’lı öldü, 3 PKK’lı ile 4 peşmerge yaralandı.

– Rusya, bugünden itibaren YPG’nin kontrolünde bulunan Menbiç’in batısındaki köylerin rejim kontrolüne geçeceğini açıkladı.

– Menbiç’in batısı Rusya garantörlüğünde rejime geçerken, kuzeyinde ise ABD askerleri konuşlandırıldı.

– PYD mensupları, Suriye’de kontrol ettiği Kamışlı’da, muhaliflerin çatısı altındaki Barzani destekli ENKS bürolarını basıp ateşe verdi.

– Peşmerge, Irak’ta PKK ile yaşanan çatışmaların ardından Suriye’de ENKS bürolarını yakan PYD/PKK’yı terörist olarak nitelendirdi.

– Muhalifler, rejime ait MiG-21 tipi savaş uçağı düşürdü. Hatay’a düşen uçak, resmi makamlar tarafından doğrulandı.

– YPG, Menbiç ve çevresini kendileri ile birlikte ABD’nin savunacağını, ilçenin batısındaki 6 köyün ise rejim güçlerine verildiği açıkladı.

Kaynak: StratejikOrtak.com

Türkiye ve Rusya’nın Askeri Güçleri

Rusya;  kuzey Avrasya’da bir ülkedir. 17 milyon km²’lik  yüzölçümü ile dünyanın en geniş ülkesidir ve dünya yaşam alanının sekizde birini kapsar. Türkiye ise topraklarının büyük bölümü Anadolu’ya, küçük bir bölümü ise Balkanlar’ın uzantısı olan Trakya’ya yayılmış bir ülkedir. Toplam yüzölçümü  783 bin km² olan Türkiye bu anlamda dünya ülkeleri arasında 37. sıradadır.

Türkiye ve Rusya’nın Askeri Güçlerinin Karşılaştırılması

           TÜRKİYE                            RUSYA
79 milyon Nüfus 142 milyon
783 bin km² Yüzölçümü 17 milyon km²
410 bin Aktif asker sayısı 766 bin
185 bin Yedek asker sayısı 2 milyon

 

     TÜRKİYE                                            RUSYA
3.778 Tanklar 15.398
7.550 Zırhlı savaş araçları 31.298
1.013 Kundağı motorlu silahlar (obüs, uçaksavar vb.) 5.972
697 Çekili Topçular (Havan, roket, füze) 4.625
811 Çoklu roketatarlar 3.793

 

T-14 Armata, Rus 5. jenerasyon ana muharebe tankı.
           TÜRKİYE                                         RUSYA
98 Havaalanları 1.218
1.007
Toplam Uçaklar 3.547
207 Av Önleme Uçakları 751
439
Nakliye Uçakları 1.124
276
Eğitim Uçakları 370
445 Helikopterler 1.237
64 Taarruz Helikopterleri 478

 

T-129 ATAK
         TÜRKİYE                                              RUSYA
 194 Toplam Donanma Gücü  352
 0 Uçak Gemisi  1
 16 Fırkateyn  4
 0 Destroyer  15
 8 Korvert  81
  13 Denizaltı  60
 29 Sahil Güvenlik Botu  14
 15 Mayın Gemileri  45

 

Admiral Flota Sovetskogo Soyuza Kuznetsov. Rus Donanması’na bağlı bir uçak gemisidir.
         TÜRKİYE                                            RUSYA
 18 milyar dolar Savunma bütçesi  46 milyar dolar
 47.000 Petrol üretimi (günlük/varil)  10 milyon
 720 bin Petrol tüketimi (günlük/varil)  3.3 milyon
 296 milyon Bilinen petrol rezervi (varil) 80 milyar
 2.800 km Sınır uzunluğu  22.400 km
 1200 km Kıyı şeridi uzunluğu  102 bin km

 

Kaynak: askerigucu.com, wikipedia.

28 Şubat Medyası: Bugünü de Etkileyen Bir Kötülük

28 Şubat medyasının temel görevi, devlet katında alınan kararları, tıpkı kendisinin yaptığı gibi kamuoyunun da sorgulamadan benimsemesi için çaba göstermekti. Bu açıdan günümüz iktidar medyası ile 28 Şubat gazeteciliği arasında büyük benzerlikler var.

Aşağıda okuyacağınız “Türk basınıyla iftihar ediyoruz” başlıklı haber, Hürriyet gazetesinin 6 Mart 1997 tarihli nüshasında, yani 28 Şubat 1997’deki ünlü Milli Güvenlik Kurulu (MGK) toplantısından sadece beş gün sonra yayımlandı:

“Son günlerde Başbakan Necmettin Erbakan’ın ‘Geveze basın’ ve ‘Yazdıklarının yüzde 90’ı yalan’ gibi eleştirilerine uğrayan Türk basını, dün Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı’nın ‘Basınımızla iftihar ediyoruz’ övgüsüyle karşılaştı.”

Haberin devamında, Karadayı’nın bir kokteylde gazetecilerin elini tek tek sıktıktan sonra onlara söylediği sözler vardı:

“Hepinizi tebrik ediyorum, sizlerle iftihar ediyorum, çok büyük bir hizmet yapıyorsunuz, çok güzel şeyler yazıyorsunuz, bunu bütün samimiyetimle söylüyorum, çok iyi gözlüyor ve çok iyi muhakeme ediyorsunuz.”

“Silahsız kuvvetler”in tankı: Medya

12 Eylül 1980 darbesi, darbecilerin halkın hiç değilse bir bölümünün fiili desteğine ihtiyaç duymadıkları; her şeyin ordu ve devlet içinde kotarılıp pişirildiği son darbeydi. Bundan yaklaşık 20 yıl sonra (28 Şubat 1997) askerler siyasete müdahaleye karar verdiklerinde can sıkıcı bir sosyal gerçekle yüz yüze olduklarını idrak ettiler: Dünya ve toplum değişmişti, askerlerin sivil siyasete müdahaleleri artık eskisi gibi hoş karşılanmıyordu. Üstelik toplumda darbeyi “meşru” kılacak bir gerilim de yoktu. Oysa yeni dönemde bu mutlaka sağlanmalı, halkın hiç değilse bir bölümünde darbeye dair rıza sağlanmalıydı.

Fakat her şeyden ve herkesten önce medya razı edilmeliydi, çünkü medyanın desteği olmaksızın halkta rıza üretmek mümkün değildi. Medyayı darbeye razı etmek için dozu düşük bir tehdit yeterliydi, hatta çoğu gazeteci için buna da gerek yoktu, onlar zaten gönüllüydü.

28 Şubat bir anlamda Türkiye’deki darbe endüstrisinin “sivilleştirilmesi” sürecinin ilk ayağıydı. Askerlerin kullandığı ve o günlerde çok revaçta olan “sıra artık silahsız kuvvetlerde” cümlesi dönemin temel sloganı olarak tarihe geçti. Slogan, dönemin Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Genel Başkanı Deniz Baykal’ın, ordunun 28 Şubat’ta “adeta bir sivil toplum örgütü gibi çalıştığı” cümlesiyle taçlandırılmıştı. Medyanın başrolünü oynadığı ve büyük bir başarıyla sonuçlanan bu hazırlık sürecinden sonra “sivil toplum”un bir bölümü müdahaleye ikna edildi ve hatta onun bir parçası oldu.

İftihar mı utanç mı?

Dönemin genelkurmay başkanının iftihar ettiği gazeteciler gerçekte meslekleri adına o kadar utandırıcı şeyler yapıyorlardı ki, yıllar sonra o günlere dönüp 28 Şubat dosyaları hazırladıklarında, o “iftiharlık” performanslarından hiç söz etmeyeceklerdi. Oysa “28 Şubat” olarak anılan darbe sürecinin en önemli unsurlarından biri medyaydı.

28 Şubat döneminde medya, demokratik bir ülkede oynaması gerektiği rolün tam tersini icra etti. Toplumun değil, devletin bir parçası gibi çalıştı, askerlerin vesayet pozisyonunu güçlendirecek korku üretim merkezi olarak işlev gördü, onları siyasete müdahale için cesaretlendirdi, kışkırttı.

Altı yıl sonra gelen sınırlı cesaret

28 Şubat 1997’nin hemen öncesinde ve sonrasında askerlerin siyasete nasıl ve ne ölçüde müdahale ettiklerine dair ilk haberler ve yazı dizileri için yaklaşık altı yıl beklemek, 2003’e ulaşmak gerekecekti. (Hiç şüphesiz 3 Kasım 2002 seçimlerinde bilinen sonuç elde edilmeseydi ve böylece 28 Şubat rejiminin örtük bir devamı mümkün olsaydı bunları da okuyamayacaktık.)

Ne var ki, yukarıda da belirtildiği gibi, bu haberlerde ve yazı dizilerinde biraz sonra örneklerini göstereceğimiz manşetlere, haberlere hiç değinilmiyordu. Yine de, 28 Şubat’ın nasıl bir dönem olduğunu en iyi, bir zamanlar onu destekleyenlerin kaleminden öğrenebileceğimiz düşüncesiyle, o yazı dizilerinin ilkinden (ve en çok ses getireninden) birkaç anekdotu buraya almak faydalı olabilir.

Sözünü ettiğim yazı dizisi, “Rejimin bıçaksırtı günleri: Yazılamayan 28 Şubat” başlığı altında 7 Eylül 2003’te Vatan gazetesinde yayımlanmaya başladı. Diziyi, 28 Şubat günlerinde, darbenin iki koçbaşından biri olan Sabah gazetesinin Ankara temsilciliğini yürüten Bilal Çetin kaleme almıştı.

Dizi, “doğru mu, hakikaten yazıldığı gibi mi oldu?” dedirtecek, dudak uçurtacak “hikâye”lerle doluydu. Artık “yazılamayanların yazılabildiği” günler geldiği için, bir zamanların 28 Şubat kışkırtıcısı gazetelerinden Sabah bile bu hikâyeleri alıntılamakta sakınca görmüyordu. 2003’te Sabah gazetesinde yazmakta olan Ahmet Hakan mesela, bunlardan birini şöyle anlatıyordu:

“(…) Düşünün bir medya patronu olarak Enver Ören, Genelkurmay’a çağrılıyor. Dönemin anlı şanlı komutanları Ören’e fırça atıyorlar. Enver Ören konuşma ilerledikçe terlemeye başlıyor. Böbrek rahatsızlığı çektiğini söylüyor ve su istiyor. Üst üste birkaç kez su isteyince Çevik Bir, görevli askere ‘Oğlum sürahi getirin’ talimatını veriyor.. Korku, heyecan ve panikten kıpkırmızı olan Enver Ören, sürekli su içiyor. Elleri titriyor ve sürahiyi yere düşürüyor. Sürahi gürültüyle kırılıyor, Ören’in üstü başı su içinde kalıyor. Neredeyse bayılmak üzere olan Enver Ören ‘Ben mesajı aldım’ diyor… Bunları okuduğumda gerçekten sarsıldım…”

Dizideki, okuyanın zihnine hemen “doğru olabilir mi bu?” sorusunu getiren bir başka “anı” şöyleydi:

“Genelkurmay Başkanı’nın odasında sert tartışma… Çevik Bir. Karadayı’nın yakasına yapıştı… Tankların Sincan’a yürüdüğü gün Genelkurmay Başkanı Karadayı, 2’nci Başkan Çevik Bir’i çağırıp ‘Bu emri kim verdi, niye haberim yok’ diye çıkıştı. Ve kıyamet koptu… Karadayı, tank emrini Çevik Bir’in verdiğini öğrenince köpürdü: ‘Keşke yapmasaydın. Durum çok nazik…’ Çevik Bir kıpkırmızı oldu, kendini kaybetti. Karadayı’nın üzerine yürüdü, iki eliyle yakasına yapışıp sert konuştu: ‘Komutanım, Türkiye elden gidiyor, siz ne diyorsunuz. Demirel de bizi uyutuyor. İrticanın Türkiye’yi ele geçirmesini seyredecek miyiz?..’ Çevik Paşa adeta şoka girmişti. Odasına döndü, arkadaşlarına ‘Ben bittim’ dedi. Hatta Adli Müşavir Tuğgeneral Erdal Şenel’e ‘Herhalde artık beni tutuklarsınız’ diye takıldı… Genelkurmay Genel Sekreteri Özkasnak, ‘Komutanım, gidin özür dileyin’ diye akıl verdi. Bir, tekrar Karadayı’nın yanına gitti. Kucaklaştılar, ikisi de bu tatsız olayı unutmaya karar verdi.”

Üçüncü gün, “28 Şubat’ın en ağır uyarısı” vardı Vatan‘ın sürmanşetinde. Çevik Bir, dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener’e şu mesajı göndermişti:

“Söyleyin o kadına, gelirsek bakanlığın önünde avanesiyle birlikte yağlı kazığa oturturuz…”

Dizideki dördüncü gün “anı”sı bundan biraz daha renksizdi:

“Karadayı’nın odasında darbe tartışması… Sincan sonrası gergin günler… Kuvvet komutanları ve 2’nci başkan Çevik Bir Genelkurmay Başkanı Karadayı’nın odasında. Gündem: İhtilalin zamanı…”

Emir komuta zincirine bağlı bir medya

Dizi yayımlanırken, 28 Şubat sürecinde kışkırtıcı rol oynamayı reddetmiş nadir gazetecilerden biri olan Zülfikâr Doğan, “emir-komuta zincirine bağlı seçkin medya”nın rolünün zikredilmediği bir 28 Şubat dizisinin anlamlı olmayacağını belirten bir yorum kaleme aldı. Doğan’ın eleştirileri, 28 Şubat medyası hakkında esaslı bir fikir veriyordu:

“Gerçekten 28 Şubat’ta olan-biteni, yazılamayanları yazmak mühim. Ama sadece işe gelenleri, bugüne ve geleceğe bir etkisi olmayacak olanları değil, gerçekleri, tüm gerçekleri, hepsini yazmak mühim olan. Bilal’in bizzat kendisinin de halen yürüttüğü Ankara mümessilliği ile birlikte gazetelerin Ankara mümessillerinin o devirdeki ‘misyonunu’ da tüm çıplaklığı ile yazmak gerek. Açıkçası 28 Şubat’tan ‘siyaseten – iktisaden – maddeten ve medyaten’ menfaat sağlayanları,muhabirlikten gazete patronu olanları, menfaat pazarlıklarını, bu pazarlıklarda medya elitinin rolünü, ‘yaz’ denilenin yazılıp, ‘yazma’ denilenin yazılmadığı o devrin, emir-komuta zincirine bağlı, seçkin medyasını, patron komutasını da yazmalı. Asker destekli mümessilleri, siyasetçi-asker talebiyle yapılan medya atamalarını, milyon dolarlık medya transferlerinin aktörlerinin, bugün ‘medya etikçisi-temiz ellerci’ kesilmelerini, parasını, gücünü, bankasını, (o bankalarda yönetici olan ve ne hikmetse hortumculuktan vareste tutulan gazetecileri, paşaları) şirketlerini yitiren eski patronlarını bir gecede terk edip satmalarını da yazmak gerek. 28 Şubat’ı yazarken asıl medyayı yazmak gerek.”

Radikal bile…

28 Şubat’ın iki koçbaşı, genel yayın yönetmenliğini Ertuğrul Özkök’ün yürüttüğü Hürriyet ve Zafer Mutlu yönetimindeki Sabah gazeteleriydi, ama laik-seküler merkez medya gazeteleri arasında kendisini seçilmiş iktidarı devirmesi için orduyu kışkırtma zilletinden kurtarabilmiş gazete yok gibiydi. Özgürlükçü iddialarla yayına başlayan, Susurluk sürecinde bu iddiasını perçinleyen Radikal gazetesi bile (o dönemde genel yayın yönetmeni İsmet Berkan), akıntıya kapılan gazeteler arasındaydı.

Radikal, 15 Şubat 1997’de, yani MGK’nın ünlü 28 Şubat kararlarını ilan etmesinden 13 gün önce “İslam Faşizmi” manşetiyle çıktı. Manşet açık açık, “Sizi bir askeri darbeyle korkutmaya çalışıyorlar, bunun için 12 Eylül’ü kullanıyorlar, onlara kanmayın, İslam faşizmindense müdahale iyidir”e getiriyordu lafı:

“Türkiye tarihinde bir daha 12 Eylül 1980 yaşanmasın diyenlerin kulakları barış/uzlaşma/eşitlik/kardeşlik yalanlarıyla dolu. Kimse yanlış hesap yapmasın, kulakları yalanla dolu olanların çoğunlukta olduğunu unutmasın. Koskoca bir halkın ‘parlamento aritmetiği’ ile sonuna kadar kandırabilineceğini sanmasın. (…) Onlar var ya onlar; alkolü, sinemayı, müziği, resmi, heykeli, baleyi, dansı yasaklamayı özlüyorlar. Kadınların kapanmasını, evde oturmasını, pantolon-etek giymemesini, yüzmemesini ve hatta kahkaha ile gülmemesini istiyorlar. Düşledikleri, özledikleri,  öngördükleri rejimin adı doğrudan faşizmdir.”

Radikal gibi bir gazetenin 28 Şubat’a giden günlerde “İslam Faşizmi” manşetiyle çıkmasının postmodern darbecilere nasıl bir moral destek sağladığını tahayyül etmek zor değil. Radikal, sonraki yıllarda birkaç örnekte daha görüleceği gibi  “darbeli günler”de tuhaf bir biçimde Hürriyet’leşiyordu.

Medyanın 28 Şubat performansından başka örnekler

28 Şubat döneminde gazeteciler gazeteciden çok aktiviste benziyorlardı. Kendilerine hükümeti askerler adına yıpratma görevi vehmetmişlerdi ve bu yolda mesleğin en temel kabullerini bile çiğnemekte tereddüt etmediler. Mesela haberleri haber dilinde yazmak, hiç değilse onlara habermiş süsü vermek zahmetine bile katlanmadılar. Radikal’in yukarıda aktardığım manşetinde olduğu gibi, pür yorumdan ibaret metinler gazetelerin birinci sayfalarında arz-ı endam etmeye başladı. Bazı köşe yazılarını manşetten yayımlamak da bu dönemin kötü alışkanlıklarından biri olarak yerleşti.

O günlerden birkaç örneği hatırlayalım:

4 Şubat 1997’de tankların Ankara Sincan’da yaptığı gövde gösterisi, basında öforik bir dille kaleme alınmış “haber”lerle karşılandı. Gazeteler bu olayı ordunun “şeriat yanlılarına” açık bir uyarısı olarak yansıttılar. Merkez medyada, seçilmiş bir hükümete karşı ordunun tanklı uyarılarda bulunmaya hakkının olmadığını ima eden ya da haberi bu açıdan gören hiçbir gazete olmadı. Bu da normaldi çünkü basın zaten aylardır, gün gelip de ordu müdahaleye karar verdiğinde halkı bunun iyi ve doğru bir şey olacağı yönünde “doldurmuş olmak” hedefine kilitlenmişti.

Merkez medya “kapalı” bir rejim peşindeydi ama bir yandan da iktidardaki Erbakan-Çiller koalisyonunu “Türkiye’yi kapalı rejime sürüklemekle” suçluyordu. Mesela Milliyet’in, Erbakan ve Çiller’in yan yana fotoğraflarının süslediği “Bu kafayla 2000’e” manşeti buna dairdi. Milliyet birkaç gün sonra da “Çiller Erbakan’ı aratmadı” manşetiyle çıktı. Alt başlıkta Çiller’in Erbakan’ı ne surette aratmadığının izahı vardı: “Başörtüsü taktı, besmele çekti…”

28 Şubat’ta MGK’nın hükümete “Muhtıra gibi tavsiye”si, Sincan’da tankların yürütülmesinin yol açtığı coşkudan daha büyük bir coşkuyla karşılandı. Fakat “Erbakan’ın pes etmemesi” ve MGK bildirisini imzalamaması, artık meselenin halledilmiş olduğunu düşünen merkez medya gazetelerini kızdırdı. O günlerde Erbakan’ın her zamanki yatıştırıcı üslubuyla sarf ettiği “Orduyla uyum içindeyiz” cümlesine askerlerden gelen yalanlama ise tam tersine memnuniyet yaratmış görünüyordu. Bu kızgınlık-memnuniyet kombinasyonunu en iyi, Radikal’in 3 Mart 1997 tarihli nüshasının birinci sayfası yansıtıyordu:

Manşet: “Erbakan pes etmiyor… MGK bildirisini imzalamadığı gibi türbanı gündeme getirmeye hazırlanıyor…”

Birinci sayfanın ikinci büyük haberi: “Genelkurmay, Erbakan’ın ‘Orduyla uyum içindeyiz’ sözlerini yalanladı: RP’yle mutabık değiliz… Genelkurmay Genel Sekreteri Tümgeneral Erol Özkasnak: TSK ancak Atatürk ilkelerine gönülden bağlı olanlarla mutabık olabilir. Onun dışında kimseyle uyum içinde değildir.”

Fakat dönemin en akılda kalıcı, en pervasız manşeti kolayca tahmin edilebileceği gibi Hürriyet’ten gelmişti: “Gerekirse silah bile kullanırız…”

Tayyip Erdoğan’a verilen 10 ay hapis cezasını “Tayyip’e şok ceza, siyasi hayatı bitebilir” manşetiyle duyuran Hürriyet, manşete eklediği editoryal kutu için de “Muhtar bile olamaz” başlığını uygun görmüştü.

Bugünün gazeteciliğine sarkan kötülük

Görüldüğü gibi 28 Şubat döneminin gazeteleri ve televizyonları, yayın organından ziyade propaganda bültenine benziyordu. Temel görevleri, devlet katında alınan kararları, tıpkı kendilerinin yaptığı gibi kamuoyunun da sorgulamadan benimsemesi için azami çabayı göstermekti.

Aradan yıllar geçti, medyanın 28 Şubat’ta savaş açtığı RP’nin içinden çıkan Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) “manşetlerle savaşarak” iktidara geldi, her türlü badireyi atlatarak iktidarını korudu ve bu arada kendi çevresinde, onu destekleyen bir medya yarattı.

Ne var ki ortaya çıkan medya, Batı ülkelerinde örneklerini gördüğümüz, belirli siyasetleri ve siyasi partileri desteklemek, fakat bunu yaparken de temel gazetecilik işlevlerini yerine getirmekten geri durmamak diye özetleyebileceğimiz eleştirel gazetecilik çizgisinin çok dışında bir çizgiye yöneldi. 28 Şubat medyasının benimsediği çizgiydi bu. Yani kendisini, iktidar katında alınan kararları hiç sorgulamaksızın topluma benimsetmekle görevli sayıyor, vesayet medyasıyla farkını ise kendisinin desteklediği iktidarın “vesayetçi” değil “seçilmiş” olmasında arıyordu. İktidarlar gerçekten de farklıydı, fakat hiç kuşkusuz bu fark, seçilmiş de olsa, iktidarı bu tarzda destekleyen bir medyaya herhangi bir meşruiyet sağlamıyordu.

Yani 28 Şubat gazeteciliğini sadece kendi döneminde olup bitmiş bir kötülük olarak değil, bugünün gazeteciliğini de etkileyen bir kötülük olarak düşünmeliyiz.

Kaynak: Alper Görmüş, Al Jazeera

PKK’nın kurduğu Suriye Demokratik Güçleri (SDG) İçindeki Örgütler

Suriye’nin kuzeyinde ABD desteğiyle birçok bölgede kontrolü ele geçiren PKK’nın Suriye kolu PYD ve silahlı gücü YPG, yine ABD desteğiyle bünyesine Arap, Türkmen ve bazı etnik gruplardan üyeler dahil ederek 13 Ekim 2015’te Suriye Demokratik Güçleri (SDG) adında yeni bir grup kurdu. Yüzde 90’a yakınını YPG’lilerin oluşturduğu iddia edilen SDG’nin içerisinde farklı örgütler yer alıyor.

YPG’nin ele geçirdiği/ele geçireceği bölgeleri kontrol etmek için kurdurduğu ‘Menbiç Askeri Konseyi’ ve ‘Deyrizor Askeri Konseyi’ gibi oluşumların yer aldığı SDG şeffaf bir oluşum olduğunu iddia ederek her geçen gün büyüse de, terörist başı Öcalan posteri önünde yemin etmeleri gerçekleri gözler önüne seriyor.

Kaynak: StratejikOrtak.com

14. Yılında 1 Mart Tezkeresini Anlamak

 

1 Mart tezkeresi, Irak krizi konusunda hükümet tarafından 25 Şubat 2003’te TBMM’ye sunulup genel kurulda reddedilen ve tam adı “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yabancı ülkelere gönderilmesi ve yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunması için Hükümet’e yetki verilmesine ilişkin başbakanlık tezkeresi” olan tezkeredir.

ABD ve koalisyon ortakları, yeni dünya düzeni kurmak emeliyle, 11 Eylül 2001 saldırılarını bahane ederek Ortadoğu ve gizliden İslam Dünyasına saldırıya geçmişti. Önce Afganistan’ı işgal eden ABD ve müttefiklerinin sonraki hedefi de Irak’tı. Bunun için de Irak’ın kuzeyinden yürüteceği operasyon için toprak ve hava sahasını kullanmak için Türkiye’den izin talep etmiş, 1 Mart 2003’te yapılan gizli oturumda 250 ret, 264 kabul, 19 çekimser oy kullanılmıştır. Ancak, Anayasa’nın 96. maddesinde öngörülen 267 salt çoğunluğa ulaşılamamış, bu durumda, tezkere kabul edilmemiş sayılmıştır.

O dönemde siyasi yasaklı olan ve sonradan bu yasağı meclis tarafından çıkartılan bir yasa ile kaldırılan Recep Tayyip Erdoğan, yenilenecek olan Siirt seçimlerine hazırlanmaktaydı. Recep Tayyip Erdoğan bu tezkerenin yanında durarak meclisten geçmesini istiyordu.

Dönemin Başbakanı Abdullah Gül’ün danışmanlığını yapan Ahmet Sever kaleme aldığı bir eserde AKP içindeki durumu şöyle anlatıyordu

“Özellikle, Beşir Atalay, Mehmet Aydın, Ertuğrul Yalçınbayır, Bülent Arınç, Zeki Ergezen, Azmi Ateş ve Kemalettin Göktaş gibi önemli isimler tezkereye karşıydı ve parti içinde açıkça bunun kulisini yapıyordu. Recep Tayyip Erdoğan ise, tezkerenin mutlaka meclisten geçmesi gerektiğini vurguluyordu.”

O dönemde, AKP’nin kurucularından Yalçınbayır‘ın sonraları Özgür Düşünce gazetesine verdiği röportaj şöyle:

1 Mart 2003 Irak tezkeresiyle ilgili vatandaşın gerçekleri öğrenmesi gerektiğini belirten Yalçınbayır, “TBMM’de Kapalı oturum yapılalı 13 sene oldu, gizlilik kararı hâlâ kaldırılmadı. Bu gizli tutanaklar açılırsa oradaki konuşmalar kamuoyuna yansır. Oradaki konuşmalar içinde dönemin CHP lideri Deniz Baykal’ın etkileyici tespitleri ve konuşmaları ortaya çıkar. Bazı AKP’lileri etkilemiştir. Tayyip Bey’in sözü yerine Deniz Bey’in sözü dikkate alınmıştır. Gizli tutanaklarda önemli hususlar var” dedi.

1 Mart Tezkeresi’nin meclise takılması ile ABD büyük bir hayal kırıklığına uğramıştır. Türk hava sahasını, liman ve topraklarını kullanamayan ABD Irak işgali sırasında büyük bir başarısızlığa uğramış ve ağır bir ekonomik ve sosyal fatura ödemek zorunda kalmıştır. Başkan Bush ve ekibi Amerikan toplumu tarafından dahi büyük ölçüde tepki almış, umduğunun aksine Irak’ta hiç beklemediği ölçüde sivil direnişle karşı karşıya kalmıştır.

Dönemin ABD Başkanı George W. Bush, 1 Mart tezkeresinin TBMM’de reddedilmesine kadar uzanan süreci ve o dönemde yaşananlara ilişkin düşüncelerini yıllar sonra yazdığı “Decision Points’’ adlı kitabında şöyle anlatacaktı:

‘’Türklere, topraklarını kullanmamıza izin vermesi için aylardır baskı yapıyorduk, böylece 4’üncü Piyade Tümeni’nden 15 bin askeri kuzeyden Irak’a sokabilecektik. Ekonomik ve askeri yardımda bulunma, Türkiye’ye Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) kilit programlarına erişim sağlaması için yardım etme ve Türkiye’nin AB’ye katılımına güçlü desteğimizi sürdürme sözü vermiştik. Bir noktada, izni alacağız gibi görünüyordu. (Dönemin Başbakanı)  Abdullah Gül’ün kabinesi, talebimizi onaylamıştı. Ancak TBMM 1 Mart’ta tezkereye ilişkin nihai oylamayı yaptığında, tezkere az farkla kabul edilmedi. Hayal kırıklığına ve hüsrana uğramıştım. Şimdiye kadar yaptığımız en önemli taleplerimizden birinde, NATO müttefikimiz Türkiye, Amerika’yı yarı yolda bırakmıştır.’’

Tezkerenin reddinin ardından yaşanan Çuval Olayının, meclis kararına misilleme olarak gerçekleştirildiği iddia edilmektedir.

Başına çuval geçirilen Türk Askerler

Tezkerenin reddedilmesi savaş karşıtlarını memnun ederken, bir kesim ise Türkiye’nin tarihi bir fırsatı kaçırdığını sa­vunuyordu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan ise, aradan 13 yıl geçtikten sonra gazetecilerin konuyla ilgili sorusuna karşılık şu açıklamayı yaptı.

“Ben 1 Mart tezkeresinin yanındaydım. Karşı olanlar bunu söylemediler. O zaman Bush benden bir ricada bulundu. Ama maalesef kendi arkadaşlarımızın yanlışıyla baş başa kaldık. 1 Mart tezkeresi geçseydi bu Türkiye’yi masaya getirecekti. Ufku görmek çok önemli. Şimdi Suriye’de de bu iş ancak bir yere kadar böyle gider. Türkiye olarak hassasiyetlerimizi korumak zorundayız. Bu hava sahası aynı zamanda NATO hava sahasıdır. Onlar da gerekli adımları atmak durumundalar. Bunlar aynı zamanda herkes için test niteliği taşıyor. Her türlü ihtimale karşı hazır durumdayız. Türk Silahlı Kuvvetleri ülkemize yönelik tehditlere karşı her türlü yetkiye sahiptir.”

Türkiye o dönem tezkerenin Meclisten geçmesi durumunda izleyeceği yol, alacağı tedbirler askeri ve siyasi olarak önceden ayrıntılı bir biçimde plânlanmıştı. Ancak aksi durumda, yani tezkerenin geçmemesi durumunda, Türkiye’nin izleyeceği politika ve alacağı askeri tedbirler konusunda plânlama yapılmamıştır. Bu yapılmadığı için 1 Mart tezkeresinin reddedilmesi Türkiye’ye faturası ağır olmuştur. Bu faturanın neden olduğu olayları şöyle sıralamak mümkündür.

  • PKK Terör Örgütü mevcut durumdan geniş ölçüde lehine olacak şekilde yararlanmıştır.
  • ABD’nin PKK’ya bilinen sempatik tutumu daha da artmış, öyle ki yaptıkları silah yardımı yanında, Kuzey Irak’a gönderdikleri bazı elemanları sayesinde PKK’ya eğitim desteği verdikleri bile tespit edilmiştir.
  • Türkiye’ye karşı kin ve nefret tohumları yeniden yeşer­tilerek etrafa zehir saçılmaya devam edilmiş ve bölücülük had safhaya ulaşmıştır.
  • Tezkerenin TBMM’den geçmemesi, Kuzey Irak’ta belli bir hatta kadar ilerlemesi plânlanan ve en üst düzey alarm seviyesin­de hazırlık yaparak Kuzey Irak sınır hattında günlerce bekleyen birliklerimizde hayal kırıklığının yaşanmasına neden olmuştur. Bu durum, İç Güvenlik Bölgesinde ki birliklerin moral ve motivasyonlarını olumsuz yönde etkilemiştir.
  • Daha önce Türk Askeri karşısında el-pençe divan duran Mesut Barzani ve ona bağlı unsurlar, ABD’den cesaret alarak bu sefer Türkiye’ye kafa tutmaya ve küstahça açıkla­malar yapmaya başlamış, ‘‘Türkiye Kerkük’e karışırsa, biz de Di­yarbakır’a karışırız’’ deme cesaretini göstermiş ve bu durum ABD askerlerinin Irak’tan çekilmesine kadar devam etmiştir. Devamında ise Çuval olayı meydana gelmiştir.
  • Bölgede bulunan Türkmenler tecavüz ve saldırılara maruz kalmış, binlerce Türkmen hunharca şehit edilmiştir. Irak’ın işgalinin ardından 10 Nisan 2003 tarihinde Kerkük, 11 Nisan 2003 tarihinde de Musul’da tapu kayıtlarının tutulduğu devlet dairelerinin peşmergelerce basılarak büyük ölçüde Türkmenlere ait olan kayıtların tamamı yakılmıştır.

Görüldüğü üzere o günkü denklemde Türkiye stratejik olarak atması gereken adımlarını atamamış ve büyük zararlar görmüştür. Lakin şunu da göz ardı etmemek gerekmektedir. Türkiye bölgede nasıl bir adım atacaksa tek plan dâhilinde değil, çıkabilecek sonuçlara göre planlar üreterek yapmalıdır.

İşgal edilen Irak’ı fiilen 3 bölerek ABD, istediğini almamakla kalmamış, aynı zamanda olası Türkiye müdahalesinin de önünü kesmiştir. Çünkü Recep Tayyip Erdoğan ve ekibinin hazırladığı planlar doğrultusunda, Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması konusunda kilit ülkeydi. Tezkere sonrasında Türkiye kendi planlarını uyguladığı sürece amaçlarına ulaşmış olacaktı.

Bu gün bile tezkereyi tartışanlar var. Bazı kesimlerce tezkere, Türkiye’nin aleyhine bile gözükse de Büyük devlet olmak, her türlü anlaşmadan aleyhine bile gözükse de çıkar sağlamaktır. Buna Hudeybiye Antlaşmasını örnek verebiliriz. Türkiye o dönem eline geçen fırsatı değerlendirememiştir.

Türkiye 2003 yılında yaptığı bölgesel hatayı tekrar yapmamak için Suriye de Fırat Kalkanı Operasyonunu başlatmıştır. Çünkü yaşadığımız yüzyılda ülkenin güvenliği, sınırlarının dışından başlamaktadır.

Al Bab Alındı: Türkiye’nin Sıradaki Hedefleri, Menbiç’in Önemi, Rakka Formülleri

Yaklaşık 2 aydır dünya kamuoyu ve medyasının yakından takip ettiği Al Bab operasyonunun, 24 Şubat itibariyle Türk Silahlı Kuvvetlerinden yapılan yazılı açıklama ile sonlandığı ve bölgenin kontrol altına alındığı bildirildi. Al Bab, 24 Ağustos’ta Suriye topraklarında Cerablus ile başlayan,ikinci aşaması Çobanbey olan Fırat Kalkanı operasyonu kapsamındaki kilit noktalardan birisiydi.

27 Şubat, Kuzey Suriye

Al Bab Arapçada ”kapı” manasına gelmektedir. Kontol Türk askeri ve Özgür Suriye Ordusu güçlerine geçince kapı açıldı.Peki bundan sonra ne olacak? Hedef neresi? Türkiye operasyon sahasını genişletecek mi, yoksa geri mi dönecek? Analizimde önümüzdeki süreci paylaşmaya çalışacağım.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Al Bab alınmadan kısa bir süre önce Türkiye’nin bölgede daha fazla derine inmeyeceğini vurgulamıştı. Fakat Al Bab zaferinden sonra Türk Dışişlerinden, sıradaki hedefin Rakka olacağı yönünde sinyaller gelmişti.

Saha kaynaklarının verdiği bilgiler ise, Özgür Suriye Ordusu birliklerinin Ypg kontrolündeki Menbiç’e harekat planladığı yönünde. Öte yandan Türk topçu birlikleri 2 gündür Tel Rıfat’taki Ypg mevzilerini yoğun vuruyor. Al Bab’tan Rakka’ya stratejik olarak direkt bir operasyon yapılması mümkün olmadığından ilk hedefin Menbiç-Afrin hattı olması kuvvetle muhtemel.

Tüm bu gelişmeler eşiğinde, kısa süre önce Fırat Kalkanı birlikleri ile Esad rejimine bağlı Suriye Ordusu, Al Bab’ın yaklaşık 12 km. güneyindeki Tadif kasabasında çatışmaya başladı.Evvelinden bahsedecek olursak, rejim güçleri yaklaşık 1 ay önce Tadif kasabasının güney yönünden harekat yaparak DAEŞ unsurlarını bölgede sıkıştırmış ve son ikmal hatlarını kesmişti. 2 gün önce ise DAEŞ bölgeden geri çekilmiş ve kontrol rejim güçlerinin eline geçmişti.

PYD-YPG’nin Kantonları Rejim Üzerinden Birleşti

Sonra ne oldu?

İddialara göre Rejim güçlerinin içindeki İran destekli milisler Türkiye-Rusya ilişkilerini provoke etmek için Tadif’ten Al Bab’taki Fırat Kalkanı birliklerine saldırı düzenledi.ÖSO kuvvetleri saldırılara önce top atışlarıyla karşılık verdi. Çatışmalar şiddetlenince Tadif’e karşı harekete geçti.

Rejim güçlerinin Tadif’i kontrol altına aldıktan sonra doğu yoluna yönelerek TSK/ÖSO’yu Al Bab’ta sıkıştırması, ve Menbiç’teki Ypg’nin elini güçlendirmesini engellemek için ÖSO kuvvetlerinin Tadif’e doğru bir karşı atağa geçtiği de sahadan gelen bilgiler arasında.

ÖSO kuvvetleri Tadif merkezine kadar ilerleyerek rejim güçleri ile sokak çatışmalarına başladı.

Sahada Rakka mı? yoksa Menbiç mi? sorularının cevabını beklerken Fırat Kalkanı birliklerinin rejim güçleri ile sıcak temasa başlaması diplomatik ilişkilere zarar verebileceği gibi, sınırın YPG/DAEŞ’ten temizlenmesi amacının dışına çıkan bir gelişme.

Türkiye, kontrol altında tutulan Fırat Kalkanı bölgelerinin terörden tam arındırılmış bir konjonktürde korunması için operasyon sahasını genişletme kararı alırsa, Rakka’da DAEŞ’e karşı bir harekat planını ajandasına eklemiş görünüyor.

Peki Türkiye’nin Rakka formülleri neler?

Türkiye’nin dikey derinliği arttırarak Rakka operasyonuna dahil olmak istemesi hiç kuşkusuz bölge ülkesi olmasıdır. Suriye’deki her gelişme Türkiye’nin güvenliğini doğrudan etkiliyor. Bölgeyi istikrarsızlaştıran her türlü unsura karşı mücadele etmek temel önceliği.

2016 Eylül ayında isminin verilmesini istemeyen üst düzey bir yetkili, planlama aşamasında olan Rakka operasyonu hakkında Ankara’da gazetecilere bilgi vermişti. Üst düzey yetkili,Ankara’ya gelen ABD Dışişleri Bakanı Yardımcısı Blinken ve dönemin başkanı Obama’nın IŞİD’le mücadele özel temsilcisi McGurk’e hem Rakka operasyonu hem Menbiç için ‘Arap unsurların birlikte çalışması önerisi yapıldığını’ söylemişti. Bahsedilen Arap unsurlar, Suriye Demokratik Güçleri(SDG)’nin içerisindeki kuzey Suriye’li yerel Araplar,Arap aşiretler ve Suriye Demokratik Güçleri’nin içindeki eski Özgür Suriye Ordusu fraksiyonları.Buna göre Türkiye, SDG’nin içindeki Arap unsurlar ile Fırat Kalkanı birliklerinin ortak bir yönetim kurmasını istiyor.

Türkiye’nin Rakka operasyonu için olası güzergahları (batı güzergahı rejim kontrolüne geçti)

Trump yönetiminin başa gelmesiyle Türkiye-ABD görüşmeleri hız kazandı.Hatta görüşmelerin ilk başlığı Rakka.Reuters kaynaklarının edindiği bilgilere göre Türkiye ABD’ye ilk kez remi olarak Rakka planını sundu.Bu kez yerel Araplar resmi bir dille Türkiye’nin istekleri arasında yer almış oldu.Hatta bazı yeni maddeler de eklenmiş.Türkiye’nin eğitim kamplarında eğitilmeleri suretiyle, 9 ila 10 bin arasında yerel bir Arap gücü isteniyor.ABD’nin bu plana bir itirazı yok fakat Türkiye’ye YPG’yi kabullendirmeye ve birlikte savaşmaya ikna etmeye çalıştığı, Ankara bu teklife yanaşmazsa operasyona sadece hava unsuru olarak katılabileceği yönünde bazı bilgiler sızmıştı.

Türkiye’nin sunduğu bir diğer formül ise operasyonun Ypg kontrolündeki Akçakale-Tal Abyad rotası üzerinden yapılması.Plana göre, sayıca 10 bin kadar öngörülen TSK birlikleri Akçakale sınırından bölgeye girerek Tal Abyad yolu üzerinden Rakka’ya ilerleyecek.Buna göre Ypg ile bir anlaşma/koordinasyon bile olasılıklar arasında sıralanabilir.

Türkiye’nin bir takım endişeleri de mevcut. Rakka 1 milyon nüfusa sahip bir Arap kenti.Ankara, Rakka’ya 7-8 binlik Kürt ile harekat yapılırsa etnik savaşın başlayabileceğini öngörüyor. Bu olası savaşın Türkiye’nin sınır güvenliğini tehlikeye atacağını da belirtiyor.

Hedeflerden bir diğeri ise Suriye’nin kuzeyindeki Menbiç kenti.

Neden Menbiç?

Menbiç’in dört bin yıla yakın bir tarihi var, adı Aramice’den gelmektedir. Aramice, Hazreti İbrahim’in, Hazreti İsa’nın anadilidir,asıl adı -Manbac-‘tır . Manası ise Pınarbaşı demektir.

Menbiç  Halep’i doğuda Rakka’ya bağlayan, kuzeyde Anadolu’ya taşıyan yolların kesiştiği stratejik bir nokta.Irak Şam İslam Devleti (IŞİD/DAEŞ) örgütünün Türkiye’ye ve dünyaya açılan kapısı.Türkiye’nin Suriye’nin birliği ve bütünlüğünü gözeterek terörden  arındırılmış güvenli bölge planının tam ortası.Tarafların hepsi için önem arz eden kritik bir nokta.

Türkiye sınırından yaklaşık 40 kilometre uzakta olan Menbiç, 2016 yaz aylarına kadar IŞİD’in sınır bölgesinde kontrol ettiği stratejik noktalardan birisiydi.

Türkiye’nin Suriye sahasında olmazsa olmazlar listesindeki ilk planlarından biri de Menbiç’teki YPG varlığını sonlandırmak. Menbiç harekatı aynı zamanda Türkiye-ABD ilişkileri için bir sınav niteliğinde.

Temmuz 2016’da Menbiç operasyonu ayrıntılarının Türkiye, Amerika ve Suriyeli Kürtler arasında İncirlik’te yapılan gizli bir toplantıda görüşüldüğü  yönünde iddialar ortaya atılmıştı. Bu iddia daha önce de Lübnan merkezli yayımlanan es-Sefir gazetesi tarafından da dile getirilmişti.

Türkiye’nin ABD’den bir takım beklentileri vardı. Bunlardan biri de Menbiç’in temizlenmesi konusunda ABD ile bir koordinasyon ve ortak operasyon önerisiydi.ABD bu beklentiye pek olumlu yaklaşmamakla birlikte, Pentagon Suriye’deki Kürt güçleri terör örgütü olarak görmediklerini, onların DAEŞ’e karşı mücadele veren meşru birlikler olduğunu belirtmişti.Milli Savunma Bakanı Fikri Işık 23 Şubatta yaptığı bir açıklamada ”Eğer bunu ABD yapmazsa, o zaman bu konuda Türkiye Menbiç operasyonunu mutlaka değerlendirecektir. Bu Rakka operasyonunu da etkileyecek bir gelişme” açıklamalarında bulunmuştu.

Trump yönetimiyle ABD’deki pozisyonlarda da bir takım değişimler oldu.En azından Türkiye’nin isteklerini ve formüllerini daha ilgiyle dinliyorlar.Türkiye’nin sunduğu operasyon formülleri hala ABD tarafında değerlendirilmekte.

Sonuç Olarak;

Fırat Kalkanı bölgesinden Rakka’ya yapılacak olası bir harekat stratejik açıdan başarısız sonuçlanabilir.Dolayısıyla Al Bab içerisinde beklemekte olan birliklerin rotası Rakka’dan önce Menbiç olabilir.

ABD, YPG ile Türkiye’yi birbirine kabullendirmeyi başarırsa planlar ani bir değişimle Akçakale-Tal Abyad rotası üzerinden Rakka olabilir.

Nihai Al Bab operasyonunun başarıyla sonuçlanmasıyla Fırat Kalkanı alanı içerisindeki bölgeler tamamen temizlenmiş oldu.Bunun üzerine Türkiye’nin terörden tam arındırılmış bölge planlarını rafa kaldırıp bölgeden çekilmesi, en son olsa da ihtimaller dahilinde sayılabilecek öngörülerden biridir.

Bana göre; aylardır süren planlar,diplomatik görüşmeler,stratejiler,çizilen yol haritaları Türkiye’nin uzun bir süre daha Suriye içerisinde kalacağını işaret ediyor.


1.http://www.bbc.com/turkce/haberler/2016/06/160602_financial_times_menbic

2.http://www.sabah.com.tr/dunya/2017/02/23/rakka-icin-menbic-sarti

3.http://t24.com.tr/haber/menbic-neden-onemli,355011

4.http://www.aljazeera.com.tr/al-jazeera-ozel/rakka-icin-sdg-oso-isbirligi-formulu

5.http://www.ydh.com.tr/HD14780_menbic-operasyonunda-gizli-anlasma.html

Ukrayna Savaşı’nın 3 Yılı: Nedenler, Süreç ve Son Durum

Ukrayna’da ilk protestolar eski Cumhurbaşkanı  Viktor Yanukoviç’in AB ile ortaklık ve serbest ticaret anlaşması müzakerelerini askıya aldığı 21 Kasım 2013’te başladı. Avrupa yanlısı halkın, Yevromaydan adı verilen ayaklanmasının yarattığı baskı nedeniyle Cumhurbaşkanı 22 Şubat’ta istifasını verdi ve hükümet düştü.

Hükümetin düşmesinin ardından olaylar Kiev’de biraz da olsa yatışırken Rus etnik kökenli Ukraynalı’lar, Ukrayna’nın Rusya ile iyi ilişkiler kurması taraftarı Yanukoviç’in düşmesi  sonrası kurulan yeni Kiev yönetimine karşı ayaklandılar. Rusya, Kırım’ı ilhak etti. Duma’dan sonra Federasyon Konseyi de Ukrayna’dan tek taraflı bağımsızlığını ilan eden Kırım’ın Rusya’ya bağlanmasını öngören anlaşmaya onay verdi.

Olaylar şiddetlenerek uluslararası boyuta taşındı. Odessa, Kharkiv, Donetsk, Lugansk gibi Rus etnik kökenlilerin nüfusça yoğun olduğu şehirlerde ayaklanmalar başladı. Ukrayna’nın Donbass bölgesinde Rus etnikli vatandaşlar ile Kiev yanlıları arasında çatışmalar tırmandı.Rus yanlısı isyancılar kısa bir süre içerisinde hükümet ve kamu binalarını ele geçirdi.Şiddet giderek tırmanmış ve bunun neticesinde 2 Mayıs 2014’te Odessa kentinde çoğunluğunu aşırılık yanlısı futbol taraftarlarının oluşturduğu Kiev destekçisi 2 bin kişi sokaklara çıktmıştır. Durumdan etkilenerek hükümete destek vermeyenler de protestolara başlamıştır.Yüzlerce Rusya yanlısı göstericinin haftalardır çadır kurduğu Kulikovo alanında gerginliğin en üst noktası yaşanmıştır.Kampı basan Kiev yönetimi yanlıları, çadırları molotof kokteylleriyle ateşe vererek yakmaya başlamış, bunun üzerine alandan kaçan insanlar sendika binasına sığınmıştır.Ancak sendika binasının da Kiev yanlısı göstericiler tarafından ateşe verilmesi sonucu 50’ye yakın kişi yanarak hayatını kaybetmiştir. Yangından kurtulanlar ise dövülerek katledilmiştir.

Olaylar akabinde Rus yanlısı ayrılıkçı milisler giderek kontrol ettikleri alanları genişletmiş ve Donetsk ve Lugansk Halk cumhuriyetlerini kurmuşlardır. 26 Haziran 2014’te Donetsk ve Lugansk cumhuriyetleri birleşerek, de-facto Halk Birliği Cumhuriyetini (Novorossiya) kurduklarını ilan etmişlerdir.

Temmuz ayında Ukrayna Ordusu Rus ayrılıkçıların elindeki en önemli noktalar olarak değerlendirilen Kramatorsk ve Sloviansk’ı ele geçirmiştir. Ağustos başı itibariyle çatışmalar Lugansk ve Donetsk’de yeniden şiddetlenmiştir.

Bu süreçte Rusya’nın desteğinin artmasıyla Rus yanlısı ayrılıkçılar yeniden stratejik kazanımlar elde etmiştir.

Yaşanan sivil kayıpları ve şiddet olaylarını durdurmak için karşılıklı olarak ilk adım Belarus’un başkenti Minsk’te 5 Eylül 2014 tarihinde atılmıştır. Rusya, Ukrayna, Ukrayna’nın doğusundaki milislerin temsilcileri ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) arasında ateşkes imzalandı.Ateşkes metninde Ukrayna’nın doğusunda ordu ve ayrılıkçı güçler arasındaki silahlı çatışmaları durdurmaya yönelik üzerinde anlaşmaya varılan 12 madde yer alıyordu.

Ateşkes yaklaşık 1 ay sürmüş ve Ekim ayında Minsk ateşkesi bozularak Ukrayna ordusu ile Novorossiya milisleri arasında çatışmalar yeniden şiddelenerek başlamıştır. Şiddet giderek diğer bölgelere de yayılarak toparlanamaz bir hal almıştır. Ukrayna ordusu direnci kırılarak Ocak ayında Donetsk havalimanından çekilmek zorunda kalmıştır.

12 Şubat 2015 tarihinde Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Almanya Başbakanı  Angela Merkel, Ukrayna Devlet Başkanı Petro Poroşenko ve Fransa Cumhurbaşkanı François Hollande’ın Ukrayna krizini görüşmek üzere bir araya geldiği zirveden 16 saat sonra ateşkes kararı çıkmıştır. Minsk 2 ateşkes kararının çıkmasının ardından taraflar kısmen antlaşmaya uymuş, büyük çaplı bir saldırı gerçekleşmese de Lugansk ve Donetsk kırsalında aralıklarla sıcak temas devam etmiştir.

Ocak 2017’de Ukrayna’nın doğusunda yeniden başlayan çatışmalarla ateşkes ikinci kez bozulmuştur.2014-2015 yıllarında yaşanan çatışmalar kadar kanlı olmamakla beraber, sivil alanlarda ağır silahlar ve Grad füzeleri kullanılmıştır.Ukrayna ordusu Minsk anlaşmasına göre silahsız olması gereken bölgelere girerek atışlar yapmış, Donetsk kent merkezini Tochka füzeleri ile vurmuştur. Buna karşılık Rusya ise, 20.000 nüfuslu, Donetsk’e 10 km. mesafedeki, Ukrayna yanlısı milislerin güçlü olduğu Avdiivka sanayi kasabasına tank atışları başlatmıştır.

Kasaba günlerce elektrik ve sudan mahrum kalmıştır. Birleşmiş Milletler acil insani yardım operasyonu başlatarak, güvenli bölgelere tahliye edilen siviller için gıda-yiyecek-giyecek yardımlarında bulunmuştur.

Taraflar birbirlerini çıkar amaçlı çatışma ortamı yaratmak için ateşkesi bozdukları gerekçesiyle suçlamıştır.

Washington ile Avrupalı müttefikleri, Moskova’ya karşı yaptırımları sürdürmenin bahanesi olarak, defalarca, Rusya yanlısı ayrılıkçıların anlaşmayı ihlal ettiği iddialarına başvurdular. Ukrayna hükümet güçlerinin ihlalleri hakkında ise hiç bir tepki verici yorumda bulunmadılar. Ukrayna dışişleri bakanlığı, “Donbass’taki son tırmanma, Rusya’nın, durumun istikrara kavuşmasını önlemek amacıyla, Minsk anlaşmasındaki taahhütlerini düpedüz hiçe saymaya devam ettiğinin açık bir belirtisidir“ açıklamasıyla Rusya’yı sorumlu tutmuştur.

Rusya cephesinden ise ilk açıklama Kremlin sözcüsü Dmitriy Peskov’dan geldi  “Çatışmanın, Devlet Başkanı Petro Poroşenko hükümetinin halkın dikkatini  Ukrayna’nın uzun süredir devam eden ekonomik ve siyasi krizinden uzaklaştırmak üzere tasarladığı kasıtlı bir “provokasyon”un sonucu olduğunu“ belirtti. Rusya Devlet Başkanı  Vladimir Putin ise, çatışmaların temelinde Ukrayna’nın Avrupa Birliği fonundan mali destek alma çabaları yattığını ileri sürdü. Zira Kiev yönetimi uzun zamandır mali bir çöküş içerisinde. Bir takım iddialara göre rüşvet,yolsuzluk baş göstermiş, ordu generellari bile usulsüz işlere karışmış.

Çatışmalar hala Donetsk oblastı bölgelerde devam etmektedir. Rusya ve Kiev yönetimi yeni bir ateşkes anlaşması için zaman zaman görüşmelerde bulunsa da, henüz bir uzlaşı sağlanamamıştır.

MPT-76’yı İlk Kez Kullanan Birlik ile Deniz Piyadeleri Irak Sınırında

2

Hakkari’de Dağ ve Komando Tugayı’nın özel eğitimli komandoları ile İzmir Foça’dan gelen özel eğitimli Amfibi Deniz Piyadeleri’nin beraber düzenlediği operasyonlarda Çukurca, Yüksekova ve Kuzey Irak’ın kesişim noktası olan Hisar Dağı’ndaki teröristlerin temizlendiği belirtildi. Hisar Dağı’nda, Türkiye- Irak sınırının sıfır noktasındaki 68’inci sınır taşı yanına, daha önce keskin nişancı bir terörist tarafından şehit olan Piyade Yüzbaşı Özgür Çevik‘in adının verildiği üs bölgesi kuruldu.

Üs bölgesinden PKK’lı teröristlerin Avaşin, Basyan ve Zap kampları gece gündüz izlenip, en küçük bir hareketlilikte anında müdahale edildiği belirtildi.

Yerli Milli Piyade Tüfeği MPT-76’nın ilk olarak verildiği birlik olarak kayıtlara geçen Hakkari Dağ ve Komando Tugayı’nın bölgedeki operasyonlarından görüntüler yayınlandı.

Türkiye Siyaseti

Politikada olgun-yetkin-dürüst insanlarla başarılı olunur. Unutmayın Anadolu’da bir söz vardır “ Gelin olacak kızın mazisine, damat olacak erkeğinde istikbaline bakılır. “

Tanımda insanla ilgili olarak belirtilen özelliklerden birisi olan “us sahibi olması” nın, insanoğlunun bilim, sanat ve ilim ile sosyalleşmesi yönünde yaptığı uğraşlardaki önemi yadsınamaz.

Tarihi boyunca insanoğlu bu önemli özelliğini kullanarak, doğanın gücü ve varoluş nedeninin gizemlerini araştırmıştır.  Önceleri bilimsellikten uzak, iyilik ve kötülük temelinde Şamanizm, Hinduizm Budizm ve diğer pagan dinleri ilkeleri doğrultusunda sürdürdükleri araştırmalarını, daha sonra tek tanrıcı monoteist dinlerin ilkeleri doğrultusunda bilimselliği kısıtlı olarak kullanarak sürdürmüşlerdir.  Ta ki, insanoğlunun us sahibi olmasının önemini kavraması sonucu ussallığı ön plana çıkarttığı 15. Yüzyıldaki Rönesans ve Reform olgusuna kadar.  Bu tarihten sonra Batıda dinselliğin yerine bilim, sanat ve ilmi önceleyen ussallık ve sanayileşme devrimi önem kazanmağa başlamıştır. 

15. yüzyıldan sonra Batı ülkelerinde insan hakları, özgürlükler, adalette eşitlik, kardeşlik ve demokrasi ilkelerinden hareketle insan toplulukları birlikte yaşama iradelerini kuvvetlendirmeğe başlamışlardır. Bunun doğal sonucu, 18. Yüzyılda özellikle Fransız devriminin sonrasındaki siyasal gelişmeler sonucu insan toplulukları iradelerini ulus devletler kurarak göstermişlerdir.  Günümüzde ise, ussallığı önceleyip sanayileşme süreçlerini tamamlamış olan ulus devletler birlikte yaşama alanlarını daha da genişleterek siyasi ve sosyal yapılanmalarını küreselleşme adı altında yaygınlaştırma aşamasına geçmişlerdir.

Ancak burada dikkat çekici olan, küreselleşmede söz sahibi olan ve bu uğurda çaba gösteren ülkelerden hiçbirisinin ülkelerindeki ulus devlet yapılanmalarını bozmamalarıdır. Bunun nedeni ya, küreselleşme yapılanmasının başarısızlığı halinde var olan yapılarını korumak istemeleri, ya da, söz konusu yapılanma sırasındaki söz sahipliklerini kaybetmek istememeleri olsa gerek.

Öte yandan, birlikte yaşam şeklindeki iradelerini Batıdakinden farklı modellerle oluşturmuş olan “BRIC”,  “Shangai İşbirliği Örgütü” adlarıyla tanınan ülkelerarası birliktelikler de küreselleşmede ortak söz ve pay sahibi olmak için uğraş vermektedirler. Amaçları, küreselleşmede Batı yayılmacılığının tekelleşmesine engel olmak istemektir.  Dünya insanlarının büyük bir çoğunluğu tarafından kabul gören ve vazgeçilemeyecek hale gelen küreselleşme konusunda söz konusu birlikteliklerin de öyle ya da böyle Batı ile anlaşmaya varacakları kanısındayım.

Yukarıda belirtilen ve küreselleşmede yer alıp söz sahibi ülkeler arasında yer almayan ülkelerden Batıdaki gibi ussallığı önceleyip birlikte yaşama iradesini gösteremeyenler, diğer bir deyişle ulus devlet olamayanlar anılan ülkelerin pazarlık konusu haline geleceklerdir.  Genellikle Afrika ve Arabistan’daki ülkelerden çoğu bu statüde olup, bunlarla ilgili oynanan oyunları günümüzde izlemekteyiz.

Bu doğrultuda;

OHAL’de gündeme bakınca Anayasa süreci çok yakında başlıyor, aslında uzun zamandır gündemde vardı bu Anayasa, ancak istenilen şekilde masaya oturtulamadı. Anayasa konusunda sağlıklı bir zemin oluşmadan sunulacak mı yoksa biraz daha bekletilecek mi bunu zaman belirleyecek ancak katılımcı bir Anayasa ve Gençlerinde söz sahibi olduğu bir Anayasa’dan mı bahis edeceğiz yoksa hiç bilgimiz olmadan “EVET” veya “ HAYIR” şıkları arasında kalıp gönül verdiğimiz parti liderlerinin bizi yönlendirmesi ile “OY “ mu kullanacağız.

Anayasa demişken;

İktidar mensubu, ‘terörle birlikte yaşamaya alışmalıyız’ diyor. İktidar terörle yaşamayı değil terörle mücadeleyi başarmalı. Bölücü terör, Türkiye’nin kalbinde Ankara’da, bakanlıklara yüz metrede eylem yapabiliyor. Bu aynı zamanda terörle mücadelede devletin kurumlarının ve istihbaratın zafiyetini gösteriyor.

Toplum olarak ciddi bir paranoya ve yakında derin bir travmanın içerisinde kendimizi bulmadan önce, sosyal devlet olma ilkelerinin hayata geçirilmesi şarttır. Bu durumda güvenlik ve sosyal adalet sağlanmalıdır.

1961 Anayasası, gerekse 1982 Anayasası döneminde verdiği kararlarıyla sosyal devlet ilkesini tanımlamaya çalışmıştır. Örneğin, 16-27 Eylül 1967 tarih ve K.1967/29  sayılı Kararında sosyal devleti şu şekilde tanımlamıştır:

“(Sosyal devlet) ferdin huzur ve refahını gerçekleştiren ve teminat altına alan, kişi ve toplum arasında denge kuran, emek ve sermaye ilişkilerini dengeli olarak düzenleyen, özel teşebbüsün güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını sağlayan, çalışanların insanca yaşaması ve çalışma hayatının kararlılık içinde gelişmesi için sosyal, iktisadî ve malî tedbirler alarak çalışanları koruyan, işsizliği önleyici ve millî gelirin adalete uygun biçimde dağılmasını sağlayıcı tedbirler alan adaletli bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmeye kendini yükümlü sayan, hukuka bağlı kararlılık içinde ve gerçekçi bir özgürlük rejimini uygulayan devlet demektir”

1982 Anayasasının “sosyal ve ekonomik hakların sınırı” başlıklı 65’inci maddesi  de sosyal haklar bu niteliğini açıkça belirtmektedir, bu durum şu şekilde oluşmaktadır: “Devlet, sosyal ve ekonomik alanlarda Anayasa ile belirlenen görevlerini, ekonomik istikrarın korunmasını gözeterek, malî kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine getirilir”. “Ekonomik istikrarın korunması ” ve “malî kaynaklarının yeterliliği” ise tamamıyla siyasal iktidarın takdirinde olan hususlardır. Dolayısıyla ülkemizde sosyal devletin ne ölçüde ve hangi araçlarla gerçekleşeceğinin takdiri siyasal iktidara kalmış bir sorundur.

Anayasa Mahkemesi Anayasa’nın 17’nci  maddesinde “yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma hakkı” Anayasa Mahkemesi 16 Ekim 1996 Tarih ve K.1996/38  sayılı Kararında şöyle belirlenmiştir:

“Anayasa’nın 65. maddesinde, devletin sosyal ve ekonomik alanlarda belirtilen görevlerini, ekonomik istikrarın korunmasını gözeterek mali kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine getireceği öngörülmektedir. Böylece, Anayasa’nın 60. maddesiyle bireylere tanınan ‘sosyal güvenlik hakkının sağlanması için alınacak önlemler ve kurulacak teşkilat bakımından Devleti görevlendirilmekte, 65. madde ile de bu göreve kimi sınırlamalar getirilmektedir. Ancak 60. madde ile tanınan ‘sosyal güvenlik hakkı’ yine Anayasa’nın 17. maddesinde düzenlenen ‘yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma hakkı’ ile bağlantılıdır. Dolayısıyla Devlet, ekonomik ve sosyal alandaki görevlerini yerine getirirken yapacağı düzenlemelerde ‘yaşama hakkını ortadan kaldıran ya da kısıtlayan kurallar getiremeyecektir. Bu nedenle, sağlık yardımlarının yataklı tedavi kurumlarında altı ayı geçemeyeceğine ilişkin itiraz konusu kural, Anayasa’nın 65. maddesi kapsamında değerlendirilemez”

Siyasal iktidar belki yanlış bir politika uygulayacaktır. Ancak unutulmamalıdır ki, demokratik mantıkta, kendinden doğru ve yanlışlar yoktur; neyin doğru, neyin yanlış olduğuna nihaî tahlilde halk karar verir.

Muratcan Işıldak

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

TSK ve Muhalifler Rejim Kontrolündeki Tadif’te İlerliyor

An itibariyle TSK ve ÖSO, Esad rejiminin bugün ele geçirdiği Tadif’te ilerliyor.

Neden Suriye’deyiz, Kiminle Savaşıyoruz?

Bir tane adam var. Bu adam 1978’de (internetten baktığınızda 1978 çıkıyor karşınıza) PKK diye bir örgüt kurdu. Takvimler 1979‘u gösterdiğinde Filistin’e kaçtı, 1982’de Suriye’nin kontrolünde olan Bekaa Vadisi’ne yerleşti. O zamanlar Bekaa Vadisi Beşar Esad’ın babası olan Hafız Esad’ın yönetiminde olan Suriye’nin denetimindeydi. Bu adam orada kurduğu örgüte kendilerinin emperyalist dedikleri ülkelerden destek almaya başladı. Gel zaman git zaman bu örgüt büyümeye başladı ve ilk terörist eylemlerini Türkiye’de yapmaya başladı (Suriye için çok önemli bir su kaynağı olan Fırat Nehri üzerinde 1983’te Atatürk Barajı’nın yapımına başlandı. Tabi Hafız Esad buna çok kızdı ve bir karşılık verecekti. Elindeki kartlara baktı, masaya PKK kartını koydu ve Türkiye PKK belası ile tanıştı). Yıl 1984 Ağustos ayı Eruh ve Şemdinli baskınları oldu ve 2 şehit verdik. Bu örgütün kurucusu yakalanarak 16 Şubat 1999’da Türkiye’ye getirildi. Tabi kurduğu örgüt birileri tarafından desteklenmeye devam edildi.  Bu tiyatronun ilk perdesi.

Öcalan Lazkiye’de yüzerken

Gelelim tiyatronun ikinci perdesine. Yer Tunus, tarih 17 Aralık 2010, bir adam, adı Muhammed Buazizi. 17 Aralık 2010 günü satış yaptığı esnada Buazizi’nin yanına bir zabıta memuru geldi ve ona ruhsatsız iş yapamayacağını söyledi. Aralarında tartışma başladı ve zabıta memuru Buazizi’ye hakaret ettikten sonra tokat attı. (Arap Coğrafyasın ’da bir kadının erkeğe tokat atması ağır hakaret sayılır/sayılıyormuş. Buazizi’ye tokat atan kişi Tunus’ta belediye zabıtası olan bir kadın, adı Faida Hamdi).  Bu olayı sindiremeyen Buazizi, protesto için valiliğin önünde kendini yaktı. Halk yaşanan bu olayla birlikte adeta çılgına döndü ve sokaklara dökülmeye başladı. Ve Orta Doğu’yu yakıp kavuracak olan ateşin meşalesi böylece yakılmış oldu. Sırada medya vardı. Medyanın tetiği çekildi, atışlar tek tek yapılmaya başlandı; “Araplar demokrasi istiyor. Araplar özgürlük istiyor. Araplar insan hakları için diktatörlerine başkaldırıyor. Nihayetinde filmin adını “Arap Baharı” koydular. Tunus için Yasemin Devrimi denildi”.  Ve ateş Suriye’de… Tiyatronun ikinci perdesi böylece açıldı.

Takvimlerden yapraklar düşmeye devam ediyordu. Amerika Birleşik Devletleri Irak’a girdikten sonra, bir örgüt 2004 yılında el-Kaide’ye bağlılığını ilan etti ve biz Irak el-Kaidesi’yiz dediler.

2014’te (DAEŞ/DEAŞ/ISIS/IS) bizim IŞİD olarak bildiğimiz bu örgüt adını Irak el-Kaidesi yerine Irak ve Şam Devleti olarak değiştirdiğini duyurdu. 2015’te ise İslam Devleti olarak revize etti. Bu örgüt dünyanın en güçlü devletlerinin  “biz bunlarla savaşıyoruz” deyip Orta Doğu’ya gece gündüz bomba yağdırmasına rağmen büyüdü ve geldi sınırımıza dayandı. Savaş sınırın öbür yakasında olmasına rağmen bombalar bizim tarafa düşüyor, insanlarımız ölüyor (sınırın öbür yakası, bizim insanlar dediğime bakmayın. Orada ölenlerde bizim insanımız, din kardeşimiz). İşte o zaman biz tiyatronun seyircisi konumundan çıkıp salonu terk ettik. Bu oyunu bozmaya, tarihi gidişatı değiştirmeye. Çünkü nedenlerimiz vardı.

Neydi bunlar?

Sınır köylerimize, ilçelerimize, illerimize bombalar düşüyordu. İnsanlar ölüyordu. Buna bir çare bulun dediler.

Dünyanın en güçlü ülkelerinin bir araya gelip bir metrekare toprak alamadığı bu IŞİD denen örgütten birileri köy köy, ilçe ilçe onlardan toprak almaya başladı. Kimdi bunlar? PKK denen terör örgütünün Suriye uzantısı YPG. Sınırımızda ABD ve Avrupa destekli bir Kürdistan kuruluyor, bunlar yarın öbür gün bize savaş açar, Türkiye’deki Kürt kardeşlerimizi kışkırtır, bizi de Suriye gibi yaparlar dediler.

Her gün bir akrabasını, komşusunu kaybeden insanlar savaştan kaçıp komşu ülkelere gitmeye başladılar. Ve diğer bir komşu ülkeleri olan Türkiye’ye de gitmek için yola çıktı insanlar. Çok fazla Suriyeli var, bir çözüm bulun dediler.

Güvenli bölge kurulsa, bu insanlar oraya yerleştirilse dediler.

İşte bu nedenlerden dolayı Türkiye Suriye’deki savaşa dahil oldu.  Sınırına düşen bombaların kaynağına girdi, bu bombaları atanların elinde olan bölgeleri Özgür Suriye Ordusu ile beraber tek tek almak için. Önce Cerablus, sonra Çobanbey, sonra Dabık ve şimdilerde el-Bab’da.  Türkiye, Suriye’ye girdiğinden beri sınır köylerimize, ilçelerimize, illerimize bombalar düşmüyor.

Sınırında ABD ve Avrupa destekli bir Kürdistan kurulmasın diye Suriye’ye girdi (el-Bab’dan sonra YPG kontrolündeki Münbiç’e girecek). Irak bölündüğünde masanın başında elinde ceketi bekledi. Suriye’de elinde ceketi, masa başında beklememek için, kurulun yeni oluşumda söz sahi olmak için Suriye’ye girdi. Suriye’nin kuzeyinde, Türkiye’nin güneyinde bir oldu bittiye izin vermemek için Suriye’ye girdi Türkiye. IŞİD ile mücadelede kara harekatının ne kadar önemli olduğunu gösterdi  Türkiye (Türkiye daha önce de, kara harekatı noktasında ABD’nin başını çektiği koalisyon güçlerini ikna etmek için çok çabaladı. Baktı olmuyor Suriye’ye girdi).

En önemli neden; yarın YPG ve PKK birleşip Türkiye’ye saldırırsa başka bir cephe sahibi olmak için Suriye’ye girdi Türkiye (Özgür Suriye Ordusu kontrolünde olan bölge dolaylı olarak Türkiye’nin kontrolünde olacak).

Suriye’ye girip Cerablus’u aldıktan sonra, Suriyelilerin bir kısmı güvenli bölge olan Cerablus’a yerleşti.

Tiyatro salonunu terk eden Türkiye hazırlıklarını tamamladı ve 24.08.2016‘da Suriye’ye girdi. Hareketin adı “Fırat Kalkanı” oldu. Önce Cerablus, sonra el Rai (Çobanbey), sonra Dabık. Şimdi askerimiz Özgür Suriye Ordusu ile beraber El-Bab’da. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 17 Şubat 2017’de,  Suudi Arabistan kanalı El Arabiya’ya yaptığı açıklamada “sırada Münbiç var” dedi (Münbiç şimdilerde YPG kontrolünde).

Gelelim yazının başında verdiğimiz tiyatronun iki perdesine. Birinci perdede PKK ve kurucusundan bahsettik. Hafız Esad’ın beslediği yılan oğlu Beşar Esad’ı ısırdı ve ülkesinin parçalanmasında önemli rol oynadı. İlk ortaya çıktığında birkaç eşkıya denildi, bir şey yapamaz denildi. İşte o ciddiye alınmayan PKK 35 yıldır baş belamız. Yetmedi Suriye ayığı olan YPG ortaya çıktı. İşte o YPG ile şimdilerde Suriye’de savaşıyoruz.  

İkinci perdedeki hikaye. Irak el-Kaidesi olarak kurulan IŞİD, ABD Irak’a girince ortaya çıktı ya da birileri kurdu. İşte o dönemde, 2004’te kurulan IŞİD Suriye’nin bölünmesinde başrol oynadı. İşte Irak’a demokrasi getirmek istediğini söyleyen ABD bu IŞİD’i bitirmek için Suriye’deyiz diyor.

Ve hikayenin kahramanı, 2003’te başlayan Irak–ABD Savaşı’nda (daha doğrusu Irak’ın ABD tarafından işgalinde), komşuna tecavüz edilirken sadece yumruklarını sıktı ve bekledi. Bekledi ve günü geldiğinde Suriye’ye girdi.  İşte Suriye Hikayesi ve savaştığımız kişiler (ama siz yazının başında hikayede anlatılan kişi ya da örgütlerle savaştığımıza pek inanmayın. Biz aslında bunların ortaya çıkmasına sebep olan ve onları destekleyenlerle savaşıyoruz).

SİZCE BUNLAR TESADÜF MÜ? YOKSA TARİHİ DETERMİNİZ Mİ?

fadia hamdi

BİR DİPNOT  “Arap Baharı”nın fitilini ateşleyen tokadı atan Faida Hamdi’nin Aralık 2015’te yaptığı açıklama: “Bazen bütün olanlardan kendimi sorumlu tutuyorum. Ben de o gün o tezgâha el koyarak bir tarih yazdım. Ama Tunus her zamanki gibi acı çekiyor. Bölgeye ve ülkeme baktığımda pişman oluyorum. Ölüm her yerde kol geziyor. Aşırıcılık aldı başını gitti. Güzel insanlar ölüyor. Ama yoksulluk aynen sürüyor”

Murat Kaya*


*StratejikOrtak.com misafir yazar.

Rejim Güçleri Menbic’e Güneyden İlerliyor

Türkiye‘nin Rakka opesrayonu ile ilgili açıklamalarının ardından, rejim güçleri hızla Menbic‘in güneyine doğru ilerliyerek, hem IŞİD’ten toprak kazanmakta hemde TSK ve Muhaliflerin olası bir Rakka operasyonu için önlerini kesmeye çalışmakta.