Asya-Pasifik’te Taşlar Yerinden Oynadı

TPP’nin iptali bir bakıma Çin açısından olumlu olsa da Başkan Trump’ın daha bir hafta olmadan böyle ciddi bir konuda hızlı adım atmış olması Çin’i endişelendirdi.

Amerika’da Trump dönemi oldukça hızlı ve çalkantılı diyebileceğimiz bir şekilde başladı. Başkan Trump ayağının tozuyla “Trans-Pacific Partnership” (TPP) diye bilinen Trans-Pasifik Ticaret ve İşbirliği Anlaşması‘nı iptal ettiğini duyurdu, ki bu anlaşma Obama yönetiminin Çin’i çevreleme politikasının bir parçası olarak sunduğu anlaşmaydı.

Asya-Pasifik Ülkeleri

Öte yandan, bu anlaşma özellikle Amerika’nın ticari alanda Asya-Pasifik ülkelerinin Çin’den ziyade kendisiyle daha güçlü bir ekonomik entegrasyona gitmesini hedefleyen bir anlaşma özelliğini de taşıyordu. Birçok Asya-Pasifik ülkesinin gittikçe artan şekilde Çin’le olan ticaretlerine bağımlı hale gelmesi ve en önemli ticari ortak olarak Çin’i görmeye başlamaları Amerika’yı çok endişelendiren bir konu. Bu nedenle Obama yönetimi Amerikan ekonomisinin cari açığını arttıracak olması muhtemel bir anlaşmaya, elbette Çin’i dışlayarak, bölge ülkeleriyle daha entegre bir Amerikan ekonomisi hedeflemekteydi.

Avustralya, ABD yerine Çin’i düşünüyor

Bu arada Trump’ın kararının hemen sonrasında Avustralya dışişleri bakanının Çin’i Amerika yerine TPP’ye davet etmesiyse oldukça önemli bir gelişme. Çin’in genel stratejisi Avusturalya ve Yeni Zelanda ile Amerika’nın bağını olabildiğince zayıflatmak. Çin bunda da şu ana kadar başarılı oldu diyebiliriz. Çin Avustralya ve Yeni Zelanda ile olan toplam ticaretini hızla arttırıyor ve son beş yılda ikiye katlanmış bir ticaret hacmi var. Bu nedenle Avustralya’daki yönetimlerde Çin’e karşı çok daha olumlu bir söylem mevcut.

Bu açıdan bakıldığında Avustralya’nın Trump’ın kararı sonrası bu çıkışı manidar ve aslında Avustralya’nın Çin’e olan ticari bağımlılığının da bir göstergesi. TPP’ye Çin’in hemen girmesi ihtimali pek olmasa da bunun Avustralya tarafından bu kadar çabuk dile getirilmesi Trump yönetimine karşı gösterilen tepkinin bir sonucu. Kısacası, Trump daha ilk haftasında Asya Pasifik’te taşları yerinden oynattı. Benzer şekilde TPP’ye taraf olan bir diğer Amerikan müttefiki ülke Japonya’nın tavrı da önemli olacak. Ancak Japonya Avustralya’dan farklı olarak, tartışmalı adalar ve kıta sahanlığı meselesi nedeniyle Çin’i öncelikli tehdit olarak görüyor.

TPP’nin iptali bir bakıma Çin açısından olumlu olsa da Başkan Trump’ın daha bir hafta olmadan böyle ciddi bir konuda hızlı adım atmış olması Çin’i endişelendirdi. Bunun sebebi Trump’ın seçim öncesi söylediklerine büyük ölçüde sadık kalacağının işaretini vermiş olması. Yani, her ne kadar TPP’nin iptali Çin için bölge ülkeleriyle olan ticari bağları açısından olumlu olsa da Trump’ın Çin’e karşı daha sert politikaları da kısa süre içinde hayata geçireceğinin sinyalini veriyor. Trump’ın özellikle seçim öncesinde kullandığı söylemler Çin’de tedirginlik yaratıyordu. Yine Trump’ın başkan seçilmesi akabinde Tayvan lideriyle yaptığı telefon görüşmesi de Çin cephesinde oldukça sert tepki gördü.

Çin’in yuan’ı değersiz tutma politikası yok

Trump yönetimi, Çin’i yuan dolar kurunu manipüle etmekle suçladı. Dolar yuan paritesi son günler itibarıyla 6.9 civarındayken aynı parite bir yıl önce 6.6 seviyesindeydi. Son bir yılda FED’in faiz artırımlarına başlamasının da etkisiyle yuan dolar karşısında yüzde 5 kadar değer kaybetti. Bu oran birçok diğer gelişmekte olan ülkeye kıyasla çok daha düşük.

Aslında son birkaç yıldır Çin ekonomi yönetiminin kurlarda sert hareketleri ve yuan’ın değerinin daha fazla düşmesini önlemeye çalıştığını söylemek daha doğru olur. Merkez Bankası gerekli tedbirleri almasaydı yuan dolar kuru bugün 7’nin çok daha üzerinde olurdu. Bu da gösteriyor ki aslında Çin, en azından eskisi gibi yuan’ı değersiz tutmayı hedefleyen bir politika izlemiyor. Aksine yuan’ın dolar karşısında sürekli değer kaybetmemesi için ciddi tedbirler aldı. Ancak, bu durum Trump yönetimini ikna etmeye yetmeyebilir. Peki bundan sonra ne olacak?

Trump’ın gümrük vergisi vaadi ve korumacılık rüzgarları

Trump yönetimi büyük olasılıkla Çin’i kurlara müdahale etmekle suçlamaya devam edecek ve ithalata yeni gümrük vergileri getirecek. Trump’ın başkanlık seçimlerinde söylediği Çin’den gelen tüm ithal ürünlere yüzde 45 gümrük vergisi uygulanacağı vaadi oldukça ciddi bir mesele. Trump’ın bu kadar yüksek olmasa bile, ki bu konuda Kongreyi de ikna etmesi gerekecek, yeni gümrük vergileri getireceğine kesin gözüyle bakılabilir. Bu konuda Amerika’da Cumhuriyetçi Parti geneli ikna edilirse yasal bir düzenleme çıkabilir. Ancak nihayetinde Cumhuriyetçi Parti’de büyük firmaların lobi faaliyetinde bulunacakları hesaba katılırsa, gümrük vergisinin en azından yüzde 45 gibi yüksek bir oranda olmayacağı düşünülebilir. Bu oran düşürülerek veya farklı formüller bulunarak yeni korumacılık önlemleri alınması muhtemel.

Amerikalı firmaların Çin’de yüzlerce milyar dolar değerinde doğrudan yatırımı mevcut. Son yirmi yıldır sürekli artarak devam eden bu doğrudan yatırımlar 2015 yılı itibarıyla senede 75 milyar dolar civarına erişti. Bu da gösteriyor ki Amerika’nın Çin’e karşı atacağı korumacı önlemler sadece Çin’i değil aynı zamanda Amerikalı birçok firmayı cezalandırmak anlamına gelecek. Yine bu firmaların önemli bir kısmı da Çin’de üretim yapıp Amerika’ya ihracat yapmaya devam ediyor.

Global resesyon tehlikesi

Amerikan ekonomisi için kısa vadede iki türlü tehlike var; şayet sadece Çin cezalandırılmaya çalışılırsa, Obama yönetiminin Çin’den gelen araç lastiklerine vergi getirmesi örneğinde olduğu gibi, ithalat Çin yerine bu sefer diğer Asya ülkelerine kayacak. Sonuçta Amerika kendi aldığı malı daha pahalıya alıp Çin yerine diğer Asya ülkelerine daha fazla cari açık verecek. Sadece Çin’e ithalat vergisi uygulanması ters sonuçlar da doğurabilir. Tüm ülkelere karşı gümrük vergisi getirilirse de bu sefer tüm dünya ölçeğinde ciddi bir korumacılık dalgası yaratılacağından global bir resesyon ihtimali ortaya çıkacaktır.

Her hâlükârda Trump döneminin korumacılık ve yerelleşme trendini güçlendireceği kuvvetle muhtemeldir. Globalleşme yerine yerelleşme trendi, ki bunun Amerika’da başlaması aslında global kapitalizmin de başarısız bir model olduğunun yaratıcısı tarafından itirafıdır. Globalleşme yerine bölgesel ve kültürel yakınlığı olan ülkelerin kendi içinde öncelikli olarak birleşmeleri, ki buradaki kastedilen tek ülke haline gelmek değil iktisadi olarak ortak bir pazar yaratabilmek, gerektiğinin ispatıdır.

Türkiye nasıl etkilenecek?

Türkiye özelinde bunun anlamı aslında ne AB’nin ne de Şanghay İşbirliği Teşkilatı’nın gerçek bir fayda sağlamayacağıdır. Yatırıma aç Ortadoğu, Balkanlar, Kafkaslar, Afrika ve Orta Asya coğrafyasına öncelik verilmesi gerekiyor. Bu ülkeler içinde bir çeşit kendi içinde açık, dışarıya karşı yarı kapalı pazar modeli Çin’in kalkındığı modelin benzerini oluşturur. Bu şekilde bu ülkeler hem doğrudan yatırımda patlama yapar hem de kendi içinde yatırımların birim maliyeti çok ciddi oranda düşer. Bu sebeple Irak ve Suriye’nin istikrara kavuşması, gelmekte olan büyük iktisadi dönüşümden en fazla yararlanan ülkelerden biri olabilmemiz için şarttır.

Özetle büyük pazar olmak Çin ekonomisi için yatırım çekebilmenin ve uzun süreli büyüyebilmenin en güçlü dinamiğidir. Bundan sonraki elli yılda da Çin bu büyük ve dinamik pazarı sayesinde, bu pazar sıcak sermaye hareketlerine kapalı olsa da, kalkınmaya devam edecek. Örneğin dünyada en çok otomobilin satıldığı ülke Çin pazarı. Çin gelen tüm yabancı firmalara hem teknoloji transferini hem de yerli firmalarla en az yüzde 50’lik ortaklık kurmayı ön koşul olarak sunabilecek bir pazar gücüne sahip.

Türkiye Çin’in yaptığını tek başına yapamaz, ancak Türkiye’nin yanına sözgelimi Pakistan ve Azerbaycan gibi ortaklık kurulabilecek birkaç ülke katıldığında ciddi bir pazar büyüklüğüne ulaşılmış olur. Birkaç bölge ülkesi kendi pazarlarını dışa karşı korumaya ve kendi içlerinde açık pazar kurmaya başlarsa işte o zaman Çin’in önümüzdeki otuz yılda yine hızla büyümesini garanti eden pazar büyüklüğü gibi önemli bir avantaj elde edilir.

Çin’in olası karşı hamleleri

Trump yönetiminin tüm Çin mallarına ithalat vergisi getirmesi durumunda Çin’in muhtemel karşı hamleleri üç kategoriye ayrılabilir: Benzer şekilde Amerika’dan gelen ürünlere yeni gümrük vergileri getirilmesi; Çin’de çok büyük yatırımları olan Amerikan firmalarına yeni iş imkânları verilmemesi ve devlet tarafından çeşitli engellenmelere maruz bırakılmaları; Amerika dışında ve özellikle Trump’ın yine negatif bir söylem takındığı bölgeler olan Latin Amerika, Ortadoğu ve diğer Asya-Pasifik ülkeleriyle Çin‘in ticari ilişkilerinin daha da geliştirilip bir bakıma Amerika’nın çevrelenmesi.

Çin ekonomi yönetimi olası gümrük vergilerinin Çin ekonomisine zararını en aza indirgemeye çalışacaktır. İç talebi canlı tutacak ve güçlendirecek tedbirleri uygulayacaktır, buna örnek olarak yatırımların arttırılması ve daha gevşek bir maliye politikası sayılabilir. Bir yandan da Çin para biriminde bir miktar değer kaybı olası görünüyor. Toplamda Amerika’nın böyle bir hamlesinin Çin’in büyümesini yüzde 1-2 civarında etkileyebilmesi muhtemel. Ancak Çin’in sadece bu sebeple ekonomik krize girmesi ve büyümesinin durması da mümkün değil. Nihayetinde Çin artık ihracattan daha çok iç talebe bağımlı bir ekonomi haline gelmiş durumda.

Çin ekonomisi büyümeye devam edecek

2017 yılında büyük olasılıkla Trump yönetimi seçim öncesi vadettiği üzere Amerika ve Çin arasındaki ticari dengesizliği hedef alacak hamleler yapacak. Yeni gümrük vergileri getirilecek ve Çin ile ticaretin düşmesinin muhtemel olduğu bir döneme gireceğiz. Benzer şekilde Çin tarafı da bu hamlelere karşılık verecek. İki büyük ekonominin korumacılık hamlelerinin global ekonomiye de etkileri olacak. Emtia fiyatlarında düşüş muhtemel. Trump yönetiminin seçeceği hamleler global ekonominin yeni bir resesyona girip girmeyeceğini belirleyecek.

Ancak tüm bunlara rağmen Çin ekonomisi büyümeye devam edecek ve korumacılıkla ortaya çıkabilecek yerelleşme yeni bir ekonomik trend olarak benimsenecektir. Bu Amerikan ekonomisinde büyük firmaların zarar görmesine ve iç piyasada kısa süreli enflasyona sebep olabilir. Çin’de ise kısa vadede büyümeye negatif bir etki olacaktır. Çin tarafı böyle bir senaryoya kısmen de olsa hazırlıklı. Bu durumda iç talep canlı tutulacak ve diğer ülkeler ile ticaretin geliştirilmesi önem kazanacaktır. Özellikle Trump yönetiminin iptal ettiği TPP ve Asya-Pasifik ticaretinde de ortaya çıkan boşluğu Çin doldurmaya çalışacaktır.

Kaynak : Doç. Dr. Ahmet Göncü, Xi’an Jiaotong Liverpool Üniversitesi Öğretim Üyesi ve AA.

İkinci Dünya Savaşı ve Türkiye

II. Dünya Savaşı sırasında Türkiye’nin izlediği siyasi politikalara bakmadan önce, kısaca II. Dünya Savaşı’ndan bahsetmekte fayda var diye düşünüyorum.

II. Dünya Savaşı, 20. Yüzyılda, dünya çapında yapılan iki savaştan ikincisi olup, birçok milletin yer aldığı, 1939’dan 1945’e kadar süren küresel bir askeri çatışmadır.

Savaşa, dönemin büyük güçleri olan Birleşik Krallık, Sovyetler Birliği, ABD, Çin ve Fransa “Müttefik Devletler” olarak; Almanya, İtalya ve Japonya “Mihver Devletler” olarak katılmıştır. 100 milyondan fazla askerî personelin dahil olduğu savaşta, savaşa katılan ülkeler tüm ekonomik, endüstriyel ve bilimsel güçlerini, sivil ya da askeri kaynak farklılığı gözetmeksizin savaş için seferber etmiştir. Nükleer silahların kullanıldığı tek savaş olmakla kalmayıp, Yahudi soykırımı (Holokost) gibi kitlesel sivil ölümlerin gerçekleştirildiği II. Dünya Savaşı, insanlık tarihindeki en büyük ve en kanlı savaştır ve bu savaşta 40-50 milyon civarında insan hayatını kaybetmiştir.

II. Dünya Savaşı’na katılan devletler. Müttefik Devletler yeşil (Pearl Harbor Saldırısı’ndan sonra katılanlar açık yeşil), Mihver Devletleri mavi (işgal ve ilhak edilen devletler dâhil) ve tarafsız ülkeler gri renkle belirtilmiştir.

II. Dünya Savaşı’nın başlamasının en önemli nedenlerinden birisi, I. Dünya Savaşı’ndan sonra mağlup devletlerle yapılan, şartları ağır antlaşmalardır. Özellikle Almanya ile yapılan Versailles Antlaşması, bu duruma örnek olarak gösterilebilir. II. Dünya Savaşı’nın bir diğer önemli nedeni ise, İtalya’nın I. Dünya Savaşı sonucunda isteklerine ulaşamamasıdır. Bir diğer önemli neden ise, Japonya’nın Uzak Doğu’nun tek hakimi olmak istemesi ve bundan dolayı Avrupa Devletleri’ni burdan çıkarma isteğidir.

İşte saydığımız bu gibi nedenlerden dolayı II. Dünya Savaşı başlamıştır. Savaşın fitilini ateşleyen olay ise, Almanya’nın Polonya’ya savaş ilan etmesidir.

Savaş Yılları ve Türkiye

Türkiye Cumhuriyeti, 1920’li ve 1930’lu yıllarda, pek çok önemli iç ve dış sorunu çözümlemiş ve büyük kalkınma hareketleri gerçekleştirmiştir. Bu dönemde Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh!” ilkesini kendisine temel hedef alarak dış politikayı yürütmüş ve uluslararası alanda kendine önemli bir yer sağlamıştır. Ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin bu dış politika hedefi, diğer devletler için geçerli olmamış; Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden yaklaşık 1 yıl sonra da II. Dünya Savaşı patlak vermiştir.

İç siyasetinde tek parti dönemini yaşayan ve İsmet İnönü’nün yönetiminde bulunan Türkiye Cumhuriyeti, II. Dünya Savaşı başladığında, savaşın dışında kalarak, toprak bütünlüğünü korumayı amaçlayan bir politika izlemiştir. Aslında Türkiye’nin II. Dünya Savaşı sırasındaki hedefi, “tarafsız olmaktan çok, savaşın dışında kalabilmektir”. Çünkü Türkiye, toprak bütünlüğünü korumayı amaçlıyordu ve hangi tarafın bu amacına faydalı olacağını düşünüyorsa, o tarafı desteklemesi gayet doğaldı. Ama daha 16 yıllık bir devletin böyle büyük bir savaşın yükünü kaldıramayacağı da çok açık olduğu için, savaşa fiilen girmeyi kabul etmemiştir. Tabi doğal olarak Türkiye’nin jeopolitik öneminden dolayı, Mihver ve Müttefik Devletler, Türkiye’yi kendi yanlarında savaşa sokmak için büyük çaba gösterdiler ve baskılar uyguladılar. Ancak iki taraf da bu konuda başarılı olamadı ve Türkiye, savaş sonuna kadar, savaşın dışında kalmayı başardı.

Ayasofya’nın minaresine konuşlanmış hava savunma maksatlı MG 08 makineli tüfek birliği (Eylül 1941).

Türkiye savaşın dışında kalmak istiyordu ancak olası savaşa girme ihtimalini de ihmal etmiyordu. Bu kapsamda ordunun eksiklerini gidermek üzere Almanya’dan yaklaşık 120 milyon mark değerinde silah ve savaş araç ve gereçleri siparişinde bulundu. Bunun dışında da İngiltere ve Fransa ile bir “Karşılıklı Yardım Antlaşması” da imzaladı.

Ancak bildiğiniz gibi, 1940’ta İtalya’nın Yunanistan’a saldırması, Almanya’nın ise Macaristan ve Romanya’yı işgal etmesi, bunun akabinde de 1941’te de Balkanlar’ın doğrudan ya da dolaylı olarak Almanya’nın etkisi altına girmesi, doğal olarak Türkiye’yi, İngiltere’yi ve SSCB’yi endişeye sürükledi. Türkiye’nin bu endişesi Haziran 1941’e kadar sürdü ve bu tarihte imzalanan “Türk-Alman Dostluk Antlaşması” ile, Türkiye, Almanya’nın kendisine saldırmayacağına ait güvenceyi resmen almış oldu.

Türk-Alman Dostluk Paktı imzalanırken, 18 Haziran 1941

Savaşın gidişatı boyunca iki tarafında Türkiye’yi savaşa sokma gayretleri devam etmiştir. Churchill ile İnönü, 1943’te, Adana’da buluşarak bir takım görüşmelerde bulunmuşlardır.

Yine 1943’te, Churchill, Roosevelt ve İnönü’nün katılımları ile Kahire Konferansı yapılmıştır. İnönü ise gerekli hazırlık ve yardımın gerçekleştirilmesi durumunda, savaşa girilebileceği hususunda ilk kez yeşil ışık yakmıştır. İngiltere ve ABD Dışişlerinin arka arkaya vermiş oldukları notalar sonucunda, Türkiye Almanya’ya yaptığı krom sevkiyatını 21 Nisan 1941’de durdurmuştur ve 2 Ağustos 1944’te Almanya ile ilişkilerini kesmiştir. Ancak bunu yaparken de, İngiltere ve ABD’den, savaş sonrası barış konferansında tam bir müttefik işlemi göreceğine dair güvence aldı.

Adana Görüşmesi sırasında (soldan sağa) Fevzi Çakmak, Winston Churchill, İsmet İnönü ve Şükrü Saracoğlu.

İngiltere, 20 Şubat 1945’te, Türkiye’ye bir muhtıra vererek, 25 Nisan’da müttefikler arasında yapılacak olan San Francisco Konferansı’na, 1 Mart 1945’ten önce Almanya’ya savaş ilan eden ülkelerin davet edileceğini, Türkiye’nin de bu tarihten önce savaşa girmeye karar verirse, BM Bildirisi’ne katılabileceğini bildirdi. Türkiye de bunun üzerine 23 Şubat 1945’te, Almanya ve Japonya’ya savaş ilan etti ve 27 Şubat’ta da BM Bildirisi’ni imzaladı. Bunun üzerine 5 Mart’ta konferansa resmen davet edildi ve böylece BM’nin kurucu üyeleri arasına katıldı.

İkinci Kahire Konferansı 4-6 Aralık 1943. Roosevelt ve İnönü istediklerini alırlarken, Churchill bu sonuçtan biraz hayal kırıklığı yaşadı.

Bu olaylardan çok uzun bir süre geçmeden, Almanya ve Japonya savaştan çekildi ve II. Dünya Savaşı sona erdi. Böylece Türkiye, savaşa fiilen katılmadan, II. Dünya Savaşı’nın galip devletlerinden biri olmayı başardı. Ancak doğrudan doğruya savaşa katılmasa da, savaşın bütün sıkıntılarını ve yükünü de çekmekten geri kalmamıştır.

Türkiye, savaşın dışında ve tarafsız kalmayı esas kabul etmekle birlikte, II. Dünya Savaşı’nın başlarından itibaren, olası saldırılara veya savaşa girme ihtimalinin ortaya çıkmasına yönelik, ülkeyi savunmaya yönelik her türlü önlemi almış ve bu arada seferberlik ilan etmiştir. Bütün bunlarla birlikte Türkiye, izlediği dış politikayla sıcak savaşın getirebileceği yıkım ve sorunlardan uzak kalmıştır.

Sol üstten saat yönünde: Wanjialing Muharebesi’nde Çinli askerler, I. El-Alameyn Muharebesi’nde Avustralyalı 25 poundluk top, Doğu Cephesi’nde Alman Stuka bombacı uçakları (1943-44 kışı), Lingayen Körfezi’nde Amerikan gemileri, Wilhelm Keitel teslimiyet belgesini imzalarken, Stalingrad Muharebesi’nde Sovyet askerleri

Ancak burda eleştirmek istediğim bir nokta var. Bu durumu daha önce yazdığım “Lozan Hakkında Bilinmeyenler” adlı yazımda da belirtmiştim. II. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar İtalya’nın işgalinde kalan Oniki Ada’nın durumu, savaş sonrasında tekrar gündeme geldi. İtalya, 2. Dünya Savaşı’nı kaybetti. 1946 yılında Paris’te yapılan barış görüşmelerinde Oniki Ada’nın İtalya’dan alınarak Yunanistan’a verilmesi gündeme geldi. Adaların Yunanistan’a verilmesi yönündeki kararın gerekçesi ise, adalarda yaşayan nüfusun çoğunluğunun Rum olmasıydı. Oniki Ada ile ilgili kararın verildiği Paris Barış Konferansına, aslında Türkiye de resmen davet edilmişti. Ancak İsmet İnönü’nün başkanlığında toplanan hükümet, konferansa katılmama yönünde bir karar aldı. İnönü, savaşa girmeyen Türkiye’nin, savaş sonunda da herhangi bir çıkar peşinde koşmayacağını ifade ediyordu.

Ancak fiilen olmasa da, savaşın bitmesine kısa bir süre kala Almanya ve Japonya’ya savaş ilan eden Türkiye’nin, bu konuda takındığı tavrın kesinlikle yanlış olduğunu düşünüyorum. Toprak bütünlüğünü korumak demek, hakkımız olan yerlerden vazgeçmek anlamına gelmez. Eğer öyle olsaydı, Mustafa Kemal Atatürk, Hatay’ı, anavatana katmak için o kadar çaba göstermezdi. Konferansa bir Türk heyeti katılmış olsaydı, en azından Ege kıyılarına çok yakın adalardan bazılarının alınma şansı olabilirdi. Çünkü yalnızca nüfus dengesine göre karar vermek, Türkiye’ye karşı bir hukuksuzluktu ve bu durum konferansta dile getirilebilirdi. Örnek olarak; Batı Trakya’daki nüfusun yüzde 80’ine yakını Türk ve müslümandı ancak Lozan Antlaşması’nda Batı Trakya Yunanistan’a bırakılmıştı. Bu da nüfus dengesinin tek başına yeterli bir gerekçe olmadığını göstermekteydi.

Ancak Türkiye’nin konferansa katılmaması bu ihtimalleri en başından ortadan kaldırdı. 10 Şubat 1947’de İtalya Paris Antlaşması’nı imzaladı ve bu antlaşmayla Oniki Ada silahsızlandırılmak şartıyla Yunanistan’a bırakıldı.

Saygılar…

Metehan Arık

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR


Fahir Armaoğlu –  Siyasi Tarih

Baskın Oran – Türk Dış Politikası

www.serenti.org – II. Dünya Savaşında Türkiye’nin Dış Politikası

Suriye’de Muhalifler İkiye Bölündü: Tahrir el-Şam ve Ahrar uş-Şam

Suriye’nin muhalif gruplarından Fethu’ş-Şâm Cephesi (Şam’ın Fethi Cephesi) eski adıyla El Nusra, Ceyşu’s Sünne, Ensaruddin, Liva El Hak ve Nureddin Zengi adlı gruplar kendilerini feshederek Hey’etu Tahrîri’ş-Şâm (Şam’ı Özgürleştirme Heyeti) adı altında birleşti.

Yeni oluşumun lideri olarak Ahrâru’ş-Şâm Hareketi’nin eski lideri ve halen Ahrâru’ş-Şâm Hareketi şura üyesi olan Ebu Cabir Haşim eş Şeyh seçildi. Yeni oluşum içindeki gruplardan alınan bilgilere göre yeni oluşuma katılacak olan gruplar fesh edildi ve bundan sonra Hey’etu Tahrîri’ş-Şâm adı altında faaliyet gösterecekleri açıklandı.

Yeni Kurulan ‘Tahrir el-Şam’ Grubu

Şam’ın Fethi Cephesi: 2012 yılının başında Nusra Cephesi adı ile kurulan ve Suriye’de muhalif kanadın askeri en etkin gruplarından olan yapı, Temmuz 2016’da adını Şam’ın Fethi Cephesi yapmış ve El Kaide ile olan ilişkisini sonlandırmıştı. Aralık 2016’dan bu yana Astana toplantısına katılan gruplarla sorunlar yasayan grup son hafta içindeki çatışmalarda itidale çağrılmıştı. Suriye’de Deraa, Şam, Hama, Halep, Lazkiye’de faaliyette olan grup Hey’etu Tahrîri’ş-Şâm ile feshedildi.

Liva El Hak: Halep ve İdlib’te etkin olan grup 3 bin kadar savaşçıya sahip ve bölgenin yerel halkından oluşuyor. Ahrâru’ş-Şâm Hareketi ve Şam’ın Fethi Cephesi ile yakın ilişkileri olan grup 2014 yılındaki Halep operasyonlarında etkin rol oynadı. 2015 yılında Fetih Ordusu ile ittifak kuran grup bir süredir Nureddin Zengi hareketi ile Esed rejimi, IŞİD ve PYD’ye karşı ortak operasyonlar düzenliyordu.

Ceyşu’s Sünne: Humus kuşatmasından çıkan Arap ve Türkmenlerin İdlib’e geçisinden sonra Lazkiye kırsalında kurulan grup Fetih Ordusu’nun etkili bileşenlerinden. 2 bin savaşçısı olduğu tahmin edilen Ceyşu’s Sünne grubu Hama’nın kuzeyinde de Esed rejimine karşı etkili operasyonlarda rol almış, Fetih Ordusu bünyesinde Ahrâru’ş-Şâm Hareketi ve Şam’ın Fethi Cephesi ile bir çok operasyona katılmıştı. Ceyşu’s Sünne grubu Esed rejimi, IŞİD ve PYD’ye karşı mücadele eden gruplar arasında.

Nureddin Zengi Hareketi: Halep merkezli olan Nureddin Zengi hareketi, 2011 Kasım ayından bu yana Halep merkez ve kırsalında Esed rejimi, IŞİD ve PYD’ye karşı etkin mücadele veriyor. Yaklaşık 6 bin savaşçısı olan Nureddin Zengi, Fırat Kalkanı’na da destek veriyor. Fetih Ordusu’nun İdlib operasyonları sırasında Halep merkezde ve kuzeyinde zayıflayan Esed rejimine karşı mücadele veren Nureddin Zengi grubu Halep kuşatmalarında ve boşaltılmasından sonra da Batı Halep’te varlığını sürdürüyor.

Ensaruddin Cephesi: Birden çok farklı grubun bir araya gelmesi ile kurulan çatı örgütü durumundaki Ensaruddin Cephesi Lazkiye, Hama kuzeyi ve Halep güneyinde Fetih Ordusu ile ortak operasyonlara katıldı. Esed rejimi, IŞİD ve PYD’ye karşı mücadele eden grubun savaşçı sayısı tam olarak bilinmiyor.

Ahrar uş-Şam Grubuna Katılımlar

Kaynak: timeturk ve suriyegundemi

2016’nın Unutulan Savaşı: Ukrayna

2014’te Kırım’ı uluslararası hukuka aykırı olarak ilhak eden Rusya, yayılmacı siyasetini burada bırakmayıp Ukrayna’nın doğusunda da ayrılıkçıları destekledi. Hızla değişen dünya gündemi, Avrupa’nın yanı başında cereyan eden bu krizin unutulmasına neden olsa da Ukrayna-Rusya cephesinde sular tam olarak durulmuş değil. Peki risk ve ihtimaller neler?

Son yıllarda dünya gündeminin çok hızlı bir şekilde değişmesi, bazı bölgelerde devam eden ve milyonlarca kişiyi etkileyen çatışma ve savaşların gündemde yeterince yer bul(a)mamasına neden oldu. ABD-Rusya arasında yeniden Soğuk Savaş çanlarının çalmaya başlaması, DEAŞ terörünün Avrupa’ya yayılması ve bitmeyen Suriye savaşı gibi dünya gündemini meşgul eden ana sorunlar,  Avrupa’nın hemen yanı başında devam eden bir savaşın gözlerden ırak kalmasına neden oldu.

Ukrayna’nın doğusunda Rusya destekli gruplar ile hükümet güçleri arasında 2016’da yaşanan çatışmalarda resmi rakamlara göre 217 Ukrayna askeri öldü, bin 282’si ise yaralandı. Ülkenin doğusundaki Donetsk ve Luhansk merkezli alanda iki yılı aşkın süredir devam eden düşük yoğunluklu savaşta sivillerin de dahil olduğu 10 bine yakın kişi hayatını kaybetti. Birleşmiş Milletler (BM) İnsan Hakları Yüksek Komiserliği’nin, Ukrayna’daki insan hakları ile ilgili yayınlanan 16. raporuna göre, ülkenin doğusunda şu ana kadar 9 bin 758 kişinin öldü, 22 bin 779 kişi ise yaralandı. Ayrıca 1 milyondan fazla kişi savaş nedeniyle yerinden edildi. Savaşın yeni yılda şiddetlenebileceğine dair önemli veriler mevcut. Ancak bunlara değinmeden önce bu noktaya nasıl gelindiğini ve geçen yıl ülkenin doğusunda yaşananları hatırlamakta yarar var.

Kırım işgaliyle başlayan süreç

Rusya’nın 2014’ün ilk aylarında Kırım’ı önce işgal ve ardından uluslararası hukuka aykırı olarak ilhak etmesi ile başlayan süreç, Ukrayna’yı tamamen içe hapsetti. Kırım’ın işgali sürecinde ve sonrasında ABD-Avrupa merkezli Batı dünyasından Rusya’ya yönelik ekonomik yaptırımlar dışında elle tutulur bir destek bulamayan Ukrayna, Rusya gibi askeri, ekonomik ve siyasi açıdan kendisinden tartışılamayacak derecede güçlü olan bir devletle baş başa kaldı. 2008 Gürcistan müdahalesinden 6 yıl sonra bu kez Kırım’a asker çıkartan Rusya bir hafta gibi kısa bir sürede kontrolü ele geçirdi. Ardından uluslararası hukuka aykırı olarak düzenlenen referandumda önce Kırım’ın bağımsızlığı ardından da Rusya’ya bağlanma kararı çıktı.

Rusya’nın söz konusu yayılmacı politikası Kırım ile sınırlı kalmadı. Kırım’ın ardından Ukrayna’nın doğusundaki Donetsk ve Luhansk şehirlerinde Rusya destekli gruplar tarafından başlatılan çatışmalar kısa sürede bir savaşa dönüştü. Bölgede Kiev yönetiminin otoritesi kalmazken, Rusya destekli ayrılıkçılar “Novorossii” (Yeni Rusya) adı altında de-facto olarak kendi yönetimlerini kurduklarını ilan etti.

Minsk Anlaşması işlemiyor

Ukrayna’da çatışmaların durdurulması ve tarafların belli noktalarda geri adım atması amacıyla 2015’te Rusya-Ukrayna- Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı (AGİT) üçlü temas grubu ile ayrılıkçıların temsilcileri arasında imzalanan Minsk Anlaşması ise soruna çözüm getiremedi. Anlaşmanın işle(me)yişini masaya yatırmak amacıyla zaman zaman bir araya gelen Almanya, Fransa, Rusya ve Ukrayna’dan oluşan Normandiya Dörtlüsü’nün çabaları da 2016’da çatışmaları durdurmaya yetmedi.

Mevcut şartlar altında yeni yılda da Mink Anlaşması’nın çözüm getirmesi güç görünüyor. Çünkü iki ülke arasında siyasi gerilim 2016’da oldukça yükseldi.  Ukrayna Devlet Başkanı Petro Poroşenko Rusya’yı, Ukrayna ve bölgeye “tehdit” olarak tanımlayan bir kararname imzalarken, Ukrayna Başsavcılığı aralarında Rusya Savunma Bakanı Sergey Şoygu ve generallerin de bulunduğu 17 kişi hakkında soruşturma açtı.

Rusya Federasyonu Soruşturma Komitesi ise karşılık olarak Ukrayna Savunma Bakanı Stepan Poltorak ile birlikte çok sayıda askeri yetkili hakkında soruşturma başlattı.

Bunların yanı sıra Ağustos ayında Kırım’a Ukraynalı ajanların sızdığı iddiası ile sınırın kapatılması ve karşılıklı suçlamalar taraflar arasındaki gerilimin had safhaya çıkmasına neden oldu. Yıl sonunda Ukrayna Hava Kuvvetleri’nin Kırım yakınlarında yaptığı füze tatbikatı ve Rusya’nın “sınır ihlali halinde vururuz” açıklaması ise dikkatlerin bir anda yeniden bölgeye çevrilmesine neden oldu.

Rusya sınıra yığınak yapıyor

Bölgede son aylarda yaşanan önemli gelişmelerden biri de Rusya’nın Ukrayna sınırına yaptığı askeri yığınak. Ukrayna Savunma Bakanlığı’nın rakamlarına göre, Rusya, Ukrayna sınırındaki birliklerine 55 bin asker sevk etti. Bu kapsamda Yekaterinburg, Nijninovgorod ve Samara şehirlerinden askeri unsurlar sınırdaki Rus birliklerine sevk edilirken, sınıra yakın Rostov-on-Don ve Yelnya’da iki yeni askeri birlik tesis edildi.

Bağımsız uzmanlara göre, bölgede yaklaşık 40 bin Rusya destekli silahlı yerel unsur bulunuyor. Ukraynalı yetkililer ise söz konusu unsurların yanı sıra 6 bin düzenli Rus askeri ile 600 tank, bin 300 askeri araç, 860 top ve 300 çok başlıklı roket sisteminin Donetsk-Luhansk bölgesinde bulunduğunu savunuyor.

Rusya ise söz konusu rakamları yalanlayarak bölgede herhangi bir askeri varlığının ve desteğini olmadığını belirtiyor. Ancak 2014’te bölgede düşürülen Malezya yolcu uçağına dair Uluslararası Ortak Soruşturma Komisyonu’nun raporunda, uçağın dürüldüğü füze sisteminin Rusya’dan getirildiğini vurgulaması, ayrılıkçıların elinde gelişmiş Rus füzeleri olduğunu gösteriyor.

Ukrayna krizine dair karşımıza çıkan tabloya baktığımızda iyimser olmak zor. Gelinen noktada Minsk Anlaşması’nın işlemediği, Doğu Ukrayna’da savaşın devam ettiği, Rusya-Ukrayna arasında siyasi gerilimin arttığı, Rusya işgali altındaki Ukrayna toprağı olan Kırım’ın ise gündemin arka sıralarına itildiği görülüyor. Ukrayna’nın ve Rusya’nın karşılıklı askeri tatbikatları ve Rusya’nın Ukrayna sınırına yaptığı askeri sevkiyatı da endişe verici gelişmeler olarak karşımızda duruyor.

İhtimaller ve riskler

Bu aşamada ihtimaller ve riskler üzerine bir değerlendirme yapmaya çalıştığımızda, şu noktaların öne çıktığını söyleyebiliriz: Her şeyden önce şunu belirtmek gerekir ki, bölgede çatışmaların oranının zaman zaman artması Rusya ve Ukrayna yönetimleri tarafından kendi çıkarları doğrultusunda kullanılma potansiyeline sahip. Ukrayna yönetimi iç siyasette sıkıştığı noktalarda ülkenin doğusundaki çatışmaları Rusya’ya karşı kamuoyunu mobilize etmek ve ekonomi gibi önemli sorunları gündemin arka sıralarına atmak için kullanabilir. Rusya ise ayrılıkçıları doğrudan destekleyerek hem Ukrayna yönetimi üzerinde baskı unsurunu devam ettirme hem de Batı ile güç mücadelesinde önemli bir mevziiyi elinde tutma imkanını devam ettirmeyi tercih edebilir.

Diğer taraftan 2016’da ciddi bir siyasi kriz yaşayan Ukrayna , Başbakan Arseniy Yatsenyuk’un istifasıyla hükümet değişikliğine gitmek zorunda kaldı. Yeni yılda da benzer bir siyasi krizin yaşanması durumunda (ki mevcut şartlar altında böyle bir potansiyel var) halk bu kez faturayı Poroşenko’ya kesebilir. Böyle bir durumda ise Poroşenko’nun yapacağı tercih ülkenin doğusundaki savaşın gidişatı açısından da belirleyici olacaktır.

Ukrayna’nın NATO üyeliği konusundaki girişimlerinin 2017’de de artarak devam edeceğini söyleyebiliriz. Ancak Kırım Rus işgali altında ve Doğu Ukrayna Rusya destekli milislerin kontrolündeyken NATO’nun Ukrayna’nın üyeliğini kabul etmesi, doğrudan Rusya ile savaş ilan etmesi anlamına gelecektir. Bu olasılık düşük olmakla birlikte, NATO’nun Karadeniz’de varlığını artırma girişimleri Rusya’yı Doğu Ukrayna’da daha agresif davranmaya sevk edebilir. Ayrıca NATO’nun ABD öncülüğünde Polonya’ya 3 bin 500 asker, 87 tank ve 144 zırhlı araçtan oluşan sevkiyat kararı alması da, iki taraf arasında krizin tırmanma riskinin düşük olmadığının bir işareti olarak değerlendirilebilir.

Rusya açısından savaşın bu şekilde düşük yoğunlukta devam etmesi en iyi seçenek gibi görünüyor. Çünkü Suriye’de ciddi bir askeri operasyon yürüten Rusya’nın aynı anda Ukrayna’nın doğusuna da doğrudan müdahale etmesi, hele ki bölgede zaten kendi kontrolünde de-facto bir yapı varken rasyonel görünmüyor. Mevcut durum Rusya’ya Ukrayna yönetimi üzerinde baskı sağlama, Batı’ya karşı yaptırımlar konusunda pazarlık payını artırma imkanı veriyor. Bu nedenle kontrollü olarak gerginliğin belli bir seviyede tutulması mevcut konjonktürde Rusya için daha rasyonel görünüyor.

Diğer taraftan Batılı ülkelerin konumuna baktığımızda ABD’de yeni Başkan Donald Trump’ın eylemlerinde de söylemleri doğrultusunda hareket etmesi halinde Ukrayna konusunda Rusya’yı fazla zorlamayacağı öngörülebilir. Yine Ukrayna krizinin çözümü için belirli aralıklarla toplanan Normandiya Dörtlüsü’nün üyelerinden olan Almanya’da ise seçimlerin olması, Angela Merkel’in Ukrayna’dan ziyade daha fazla iç siyaseti ile uğraşmak zorunda kalacağı yönünde işaretler veriyor. İngiltere’nin Ukrayna’ya yaptığı askeri teçhizat yardımı ve Ukrayna askerlerinin eğitimine yönelik desteği ise sembolik açıdan önem taşıyor.

Kaynak: AA

Bir Egemenin Emniyet Sibobu: Dış Politika

Uluslararası Sistem

Uluslararası sistem, çeşitli aktörlerin birbirleri ile kurdukları ilişkiler ağıdır. Uluslararası sistemdeki temel aktörler:

  • Devletler
  • Hükümet dışı aktörler
  • Uluslararası örgütler
  • Ulusaşırı örgütler
  • Çok uluslu şirketlerdir.

Aktörlerin birbirleri ile olan ilişkilerini açıklamakta kullanılan kavramlar ise uluslararası politika ve dış politikadır.

Uluslararası Politika

Uluslararası sistemde egemen devletlerin birbiriyle olan siyasal ilişkilerini inceleyen bilim dalıdır. Uluslararası sistemin güç mücadelesini tarihi süreklilik içinde değişen egemen güçlerin ideolojik, siyasal ve ekonomik taleplerini yansıtır. Uluslararası Politikanın tarihsel gelişimi:

  • 1848 Westphalia Antlaşması
  • 1789 Fransız İhtilali (Bugünkü anlamda ulusal-ulus devletler kuruldu.)
  • 1815 Viyana Kongresi (Uluslararası sistemin kuralları oluştu.)
  • 1919 Milletler Cemiyeti (Uluslararası sistem resmileşti.)
  • 1945 Birleşmiş Milletler
  • 1945-65 Sömürgelerden Çekilme

Uluslararası Politika kavramı yer yer uluslararası ilişkiler ve dış politika kavramlarının yerine kullanılmaktadır. Uluslararası politika, dış politikayı da içeren daha geniş bir anlamda kullanılmasıyla farklılık gösterir. Uluslararası ilişkiler kavramı ise, tümünü içeren daha geniş kapsamlı bir terimdir.

Dış politika, uluslararası siyasal sorunlara bir devletin veya genel olarak devletlerin amaçlan, hedefleri ve davranışları açısından bakar, bir devletin uluslararası sisteme veya diğer devletlere karşı tutumunu inceler. Bu yönüyle dış politika çalışmaları uluslararası politikanın ancak girdilerini oluşturur.

Dış Politika

Dış politika; bir devletin, ulusal çıkarlarının biçimlendirdiği amaçlara ulaşmak için diğer devletlerle ve uluslararası kurumlarla arasında olan diplomatik siyasal, ekonomi ve hukuki ilişkileri kapsayan politikadır. Yani, devletlerin birbirleriyle olan ilişkilerinin yürütülmesi ve ortaya çıkabilecek ihtilafların çözümlenmesidir.

Dış politika, uluslararası siyasal sorunlara bir devletin veya genel olarak devletlerin amaçları, hedefleri ve davranışlar açısından bakar. Kısaca devletlerin güç ve rekabet yarışıdır.

Dış politika millilikten, bağımsızlıktan ve eşitlikten taviz vermeyen temeller üzerine kurulmalıdır.

Nihayetinde, Dış Politika bir karar alma sürecidir. Bu süreci;

  • Konjonktür
  • Ulusal Çevre 
  • Karar Merkezi

Devletlerin Dış Politikanın Amaçları

Bir devletin dış politikası incelenmesi amaçlandığında zihinde canlanan ve göz ardı edilmemesi istenen kavram ulusal çıkardır. Söz konusu kavram, genellikle devletlerin dış politika amaçları ile iç-içe geçmiş bir nitelik gösteren, bir nevi izlenen bir dış politikanın turnusol kağıdı niteliği anlamı taşımaktadır.

Donald Neuchterlein’ın tanımına göre ulusal çıkar ‘‘bir egemen devletin dış çevresini oluşturan diğer egemen devletler ile ilişkili olarak algılanan ihtiyaç ve arzular’’dır.

Tüm devletler, çeşitli davranış yahut davranış arzularını bu kavrama dayandırarak haklı göstermeye çalışmışlar, böylece ulusal çıkar, Mahatma Gandhi’nin Hindistan’da İngiliz yönetimine karşı uyguladığı pasifist politikalardan Adolf Hitler’in lebensraum dediği ve Almanların diğer ülkelerin topraklarını ele geçirmelerini meşru kılan yayılmacı hayat sahası politikasına kadar çeşitli eylemlere bir gerekçe oluşturmuştur.

Varolmaya İlişkin Amaçlar, Güvenlik-Prestij Yelpazesi Üzerindeki Amaçlar, uzun dönemli Jeopolitik ve İdeolojik Amaçlar ve Statükocu ve Emperyalist/Yayılmacı Amaçlar üst başlıklarında Egemenlerin dış politika amaçları sıralanacak olursa;

  • Anavatanın varlığını sürdürmek; J. Holsti, siyasal sınırlarla belirlenmiş bir anavatanın savunulmasının tüm devletlerde ortak olan ‘‘en temel amaç’’ olduğunu söylemektedir.
  • Devletin milli çıkarlarını belirlemek ve korumak
  • Diğer güçler üzerinde nüfuz sahibi olmak
  • Milli çıkarları elde edecek ekonomik, askeri ve siyasi kapasiteyi oluşturmak ve geliştirmek
  • Engelleri aşacak stratejiler geliştirme yetisine sahip olmak
  • Bu süreçleri sürekli gözden geçirmek ve yeni şartlara ayak uydurmak

Devletlerin dış politika amaçlarını başarıya ulaştırması için izleyeceği adımları, yani stratejilerini iyi seçmeleri gerekmektedir.

Devletlerin Dış Politika Stratejileri

Devletler, ister oldukça belirgin bazı dış politika amaçlarını gerçekleştirmeye yönelik faaliyet gösteriyor olsunlar isterse daha çok dışarıdan gelen etkilere tepki niteliğinde bir dış politika izliyor olsunlar, bu tutum ve davranışlarını belirli bazı dış politika stratejileri çerçevesinde gerçekleştirmeye çalışırlar. Bunlar, tarafsızlık, izolasyonizm ve bağlantısızlık stratejileri ile ittifak oluşturma stratejisidir.

a. Tarafsızlık

Tarafsızlık kavramının esas itibarıyla hukuki bir nitelik taşıdığını ve bir devletin, iki veya daha çok devlet arasında çıkmış olan bir savaşta kendini fiili ve hukuki bakımlardan savaş hali dışında tutması ve savaşan devletlerin de onu böyle saymaları anlamındadır. Bu anlamıyla tarafsızcılıktan (neutralism) farklıdır.

Devletlerin dış politika stratejilerinden birisi olarak tarafsızlık bazı durumlarda savaş dışı dönemleri de kapsayabilmektedir. Bu anlamda tarafsızlık askeri ittifaklara katılmama niteliğindedir. Bu eğilim, bir ülkenin dış politikasının ana öğesi olduğunda ise bir daimi tarafsızlık politikasında sözedilebilir.

b. İzolasyonizm (Yalnızcılık)

Holsti’nin tanımına göre, siyasal ve askeri bir strateji olarak izolasyonizm, uluslararası sistem ile ilgili sorunlara alt düzeyde bir katılım, diğer siyasal birimler veya toplumlar ile en alt düzeyde diplomatik veya ticari ilişki ve de diğer devletlere karşı herhangi bir askeri girişimde bulunma veya onlara herhangi bir askeri ayrıcalık tanıma konusunda isteksizlik olarak tanımlanabilir.

Uluslararası ilişkilerde siyasal ve özellikle de ekonomik karşılıklı-bağımlılık olgusunun giderek güç kazanması, günümüzde devletlerin bu türden bir dış politika stratejisi izleyebilmesini zorlaştırmaktadır.

c. Bağlantısızlık

Esas itibarıyla iki kutuplu bir sistemde Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkeleri tarafından benimsenen bu dış politika stratejisi, 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde ortaya çıkmıştır. İki kutuplu sistem sonrasında siyasal anlamı zayıflamış, daha çok benzer sosyo-ekonomik tercihleri olan ülkelerin zaman zaman hatırladıkları bir politika tutumuna dönüşmüştür.

Bağlantısızlık Hareketinin Evrimid. İttifak Oluşturma

Devletlerin dış politika stratejileri açısından en çok sözü edilen konulardan birisi de ittifaklardır. Günümüz dünyasında izolasyonist türden bir dış politika stratejisi izleyen ülke oldukça azdır. Daimi tarafsızlık ve tarafsızlaştırılmışlık gibi istisnai nitelikteki durumları da hariç tutarsak, uluslararası sistemde yer alan devletlerin çok büyük bir bölümü dış politikalarını sürdürmekte ittifaklar oluşturma stratejisinden geniş bir biçimde yararlanmaktadırlar.

Devletleri başka devletlerle ittifaklar oluşturmaya iten nedenlerin başında hepsinde ortak olan bir amacın varolmasına karşın öz kaynaklarının, kapasitelerinin bu amaca tek başlarına ulaşabilmekte yetersiz kalması gelmektedir. Bu amaç, statükocu bir nitelik taşıyabileceği gibi yayılmacılığa yönelik de olabilir.

Diğer taraftan, bazı durumlarda devletler belirli bir amaca ulaşmak için öz kaynakları yeterli olsa da bu amaca ulaşma çabalarında yine de başka ülkelerle ittifaklar oluşturmayı tercih edebilirler. Bunun nedeni de, sözkonusu amaca ulaşmanın maliyetini azaltmak yahut süresini kısaltmak veya sözkonusu politikalarına meşruiyet sağlamak veya başka devlet ya da devletleri etki altına almak olabilir.

Devletlerin Dış Politika Araçları

Devletler, yukarıda bahsedilen çeşitli amaçlara ulaşmak için bahsedilen türden stratejiler takip ederlerken bazı dış politika araçlarından yararlanırlar. Bu araçlar genel hatlarıyla şunlardır; siyasal etki araçları, ekonomik etki araçları ve askeri etki araçları.

a. Siyasal Etki Araçları

Siyasal etki araçlarını diplomasi ve propaganda oluşturmaktadır.

Diplomasi: Tarihsel gelişim içerisinde farklı diplomasi biçimleri meydana gelmiştir. Bunlar; Çok taraflı diplomasi, Konferans diplomasi, Parlamenter diplomasi, Zirve diplomasi, Mekik diplomasi, Nükleer diplomasi, Önleyici diplomasi, Sessiz diplomasi, Toplumsal diplomasi

b. Ekonomik Etki Araçları

Ekonomik etki araçları ekonomik önlemler adlı genel başlık altında sıralanmıştır. Bu önlemler Dış Ticarete ilişkin önlemler ve Finansal Önlemlerdir. Dış Ticaret ilişkin önlemler, Boykot, Ambargo ve Ablukadan, Finansal önlemler ise Dış Yardımdan oluşur.

c. Askeri Etki Araçları

Askeri etki araçlarını savaş ve silahlar oluşturmaktadır.

TÜRK DIŞ POLİTİKASININ GENEL ÖZELLİKLERİ

Türk Dış Politikası genel hatları ile statükocu, ittifaklar sistemini benimseyen, Denge politikası güden ve Batı ittifakından yana bir tavır çizmiştir.

Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Ortak Dış Politikası: Güç Dengesi

İkili arasındaki yoğun benzerlikler ve yoğun farklar, bu iki devletin dış politikalarında da kendini aynen göstermiştir.

Her ikisi de varlıklarını iki temel ülke üzerine kurmuşlardır: güç dengesini büyük dikkatle izleyip ondan yararlanarak yaşamak; işgal edilme tehdidi yoksa başka devletlerarasındaki savaşlara girmemek.

Türklerin Denge Politikası

Türk Dış Politikasını Etkileyen Temel Öğeler

Türk dış politikasını etkileyen ve ona bu bazen olumlu bazen olumsuz ama kesinlikle karmaşık nitelikleri kazandıran öğeler şu başlıklar altında ele alınabilir: Tarihsel Boyut, Kültürel Boyut: Türkiye çok yönlü bağlantılar ve kültürlere sahiptir. Bunları Asya, Orta Doğu/İslam ve Batı olarak sınıflandırmak mümkündür. Stratejik Boyut: bu boyut üçe ayrılır: Coğrafi Faktör (Türkiye’nin Jeostratejik Konumu, Türkiye’nin Komşuları, Türkiye’nin Boğazları ), Bölgesel Güvenlik Çemberi ve Dünya Göç Eksenleri. Son temel boyut ise İç Yapısal Boyuttur.

SONUÇ

Devletler, dış politika amaçlarını gerçekleştirmek için belirledikleri stratejide yol alırken, sıklıkla kullanılan dış politika araçlarından olan diplomaside vazgeçilmemesi gereken 2 ilke mevcuttur.

Bunlardan ilki, ister dost ister düşman olsun yahut ister güçlü ister zayıf olsun kısacası her ne statüye sahip olursa olsun diğer tüm devletlerin toprak bütünlüğüne saygı gösterilmesidir. Ulusal çıkarlar yerine kişisel çıkarlar veya bir zümrenin çıkarları doğrultusunda dış politika amacı belirlemek bu ilkenin sıklıkla göz ardı edilmesine neden olur. Bazı özel kılıflar uydurularak söz konusu amaçla hiçbir çıkarı olmayan halktan sağlanan maddi kaynaklar savurulur ve hatta halkın telef edilmesinden de geri durulmaz.

Diğer ilke ise,  başka devletlere zarar vermeden barışçı politikaları esas alma ve amaç edinmedir. Bulduğu her ortamda çığırtkanlık yerine sağduyuyu, hizmet ettirmeyi değil hizmet etmeyi tercih etmiş, günü kurtaran kararlar yerine şimdiyi ve geleceği daha iyi yapacak stratejiler geliştiren liderlerin sıklıkla üzerinde durduğu ilkedir.

Dış politika, bir devlet yönetiminin can damarlarından biridir. Yapılacak en ufak bir hata ya da elde edilecek bir başarı, yalnızca hükümetin kaderini değil koca bir neslin kaderini de etkiler. Bu yüzdendir ki dış politika kişilere göre değişen değil dönemlere ve olaylara göre değişebilendir. Çağlar öncesinden gelen eskimiş ve sabit fikirlere bağlı kalınarak değil sürekli, ulusal çıkarlar doğrultusunda, güncellenen bilgi akışıyla idare edilmelidir.

Çığırtkanlıkla, blöflerle ve halkı manipüle ederek alınan kararlar dış politika da cevap bulmaz ve dün söyleneni bugün inkâr edilmesine sebep olur. Bu durum yarın diyeceklerinize inancı azaltır ve uluslararası sistemde yalnızlaşırsınız. Ekonomik, siyasi ve güvenlik konularında bağımlı bir ülkeyseniz eğer bu durum sonun başlangıcıdır.

Uyuşmazlıkların çözümünde restler yerine etkili diplomasi kullanılarak karşı tarafı baskı altına almak en makul olanıdır. Diplomasi önemli bir iletişim aracıdır. Diplomatik bir hatanın telafisi tavizi de beraberinde getirir. Bu nedenle dış politika yönetimini gelenekleri olan, işinin ehli uzman kadrosu bulunan, bürokrasi engeline takılmadan kendi başına karar alabilen bir kurum gerçekleştirmelidir.

Dış politika yönetiminde, göz ardı edilmeden dikkate alınması dâhilinde, başarıya götürecek prensip: üslupta yumuşak, özde kararlı olmaktır.

Abdullah Özdil

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR


KAYNAKÇA

Sönmezoğlu, Faruk, Uluslararası Politika ve Dış Politika Analizi, Der yayınları, s.345-603, 2012, İstanbul

Oran, Baskın, Türk Dış Politikası, İletişim yayınları, Cilt 1, s.18-46, 2001, İstanbul

bilgiyelpazesi.com/egitim_ogretim/konu_anlatimli_dersler/uluslararasi_iliskiler_politika_konu_anlatimlar/dis_politika.asp

enfal.de/sosyalbilimler/u/005.htm

politikakademi.org/2010/11/ds-politika-uluslararas-politika-ve-html/

Suriye Türkmenleri: Madalyonun Görünmeyen Yüzü

Yakın Doğu’ya Türk göçlerinin başlangıç tarihi net olarak bilinmemektedir. Ancak 7. Yüzyıldan itibaren Oğuz boyları akıncılarının Irak ve Suriye’de görünmeye başladığı ve yoğun Türk göçlerinin 10. ve 11. yüzyıllarda gerçekleştiği bilinmektedir. Özellikle Halep, Lazkiye, Trablusşam ve Asi Irmağı vadisi boyunca Hama, Humus ve Şam bölgesinde yerleşim yoğunluk kazanmıştır.

1906’da yayınlanan Halep Vilayeti Salnamesinde günümüz Suriye coğrafyasında ne kadar Türk’ün yaşadığına ilişkin verilere rastlanmaktadır. Belgede, Halep’te yer alan Türk mahallelerinin adları sayılmaktadır. Halep dışında 350 Türk köyünün varlığı belgede yer almaktadır. Buna göre Halep şehri ve çevresinde 200 bin, Lazkiye bölgesinde 150 bin, Telkere civarında 50 bin, Kuneytra (Golan) bölgesinde 100 bin ve diğer bölgelerde 300 bine yakın Türk yaşamaktadır. Böylece belgeden 20. yüzyılın başlarında Suriye’de 1 milyona yakın Türk’ün yaşadığı anlaşılmaktadır.

Suriye’de Türkmenlerin yaşadığı yerler

Günümüzde Suriye Türkmenlerinin nüfusuna ilişkin resmi veya bilimsel araştırmalara dayalı rakamlar bulunmamaktadır. Son resmi sayıma göre Suriye’nin nüfusu yaklaşık 23 milyondur. Bu nüfus içinde Türkmen nüfusuna ilişkin farklı rakamlar verilmektedir. Suriye Türkmenlerinin ifadelerine göre Türkçe konuşan Türkmen sayısının yaklaşık bir buçuk milyon, Türkçeyi unutmuş Türkmenlerle beraber sayının 3,5 milyon civarında olduğu olduğu belirtilmektedir.

Dillerini unutmuş olan Türkmenler kimliklerinin bilincinde olmakla birlikte yaşadıkları bölgenin dili, kültürü ile bütünleşmiştir. Ancak Türkmen kimliklerinin bilincedirler. Suriye’de büyük gruplar halinde yaşayan Türkmenler, milli benliklerini koruyabildikleri halde küçük gruplar halinde yaşayanlar önemli ölçüde Araplaşmıştır. (İç savaş öncesinde) Halep’te 975 bin, Humus ’ta 835 bin, Şam’da 460 bin, Lazkiye’de 385 bin Hama ’da 350 bin, Rakka’da 120 bin, Dera’da 75 bin, Tartus’ta 50 bin, Kuneytra’da 50 bin İdlip’te 25 bin ve diğer bölgelerde 175 bin Türkmen yaşamaktadır. (Öztürkmen, 2011, 6-8).

Suriye Türkmenleri’nin Halep İli’nin kuzeyinde çoğunlukta oldukları bölgeler. Türk Silahlı Kuvvetleri, bölgedeki ulusal ve güvenlik çıkarlarını gözeterek 24 Ağustos 2016’da, kuzey Halep’teki Türkmenler’in kaderini etkileyebilecek şekilde Fırat Kalkanı Operasyonu’nu başlatmıştır.

Dini yapıya bakıldığında Suriye Türkmenlerinin büyük çoğunluğu Sünni Hanefi mezhebine mensuptur. Çok az sayıda Alevi Türkmen bulunmaktadır. Suriye Türkmenlerinin konuştukları diller Arapça ve Türkçedir. Türkiye Türkçesine çok yakın bir Türkçe konuşulmaktadır.

2011’de başlayan Suriye iç savaşının en büyük mağdurlarında biri Suriye Türkmenleri’dir. Halep Türkmen Bölgesi İŞİD ve PYD’nin kontrolü altında bulunuyor. Bayır-Bucak dediğimiz Lazkiye Türkmen Bölgesi’nin Bayır köyleri boşaldı; Bucak bölgesi köyleri ise rejimin kontrolünde. Rakka Türkmen bölgesi İŞID’in kontrolündedir. Hama-Humus Türkmen bölgesinde yaşayan Türkmenler etnik temizliğe maruz kalmıştır; köyleri ve toprakları ellerinden alınmıştır. Suriye Türkmenlerinin en büyük mağduriyeti burada yaşanmıştır. Şam-Golan Türkmen bölgesi tümüyle Rejimin kontrolündedir. Bugün bir sonuç olarak; Suriye Türkmenleri kendi topraklarında varlıklarını ve kimliklerini koruyamaz duruma gelmiştir. 

Suriye’de iç savaşın başlamasının ardından hızlı bir şekilde örgütlenen Suriye Türkmenleri, muhaliflerin yanında Suriye rejimine ve IŞİD’e  karşı savaşmaktadır. 7 Ağustos 2012 tarihinde, Türkmen komutan Albay Ebu Bekir Muhammed Abbas tarafından Suriye Türkmen Ordusu adında, bugün personel sayısı 10 bin civarında olan bir örgüt kurulmuştur. Daha çok ülkenin kuzeyinde, Halep, İdlip ve Lazkiye’de etkinlik gösteren Türkmen Cephesi bu alanda diğer muhaliflerle birlikte birçok başarı kaydetmiştir. Eylül 2015 itibariyle Rusya’nın, Bayır-Bucak bölgesinde Türkmen Dağı’nı hedef alan saldırıları nedeniyle Suriye Türkmenleri bir kez daha gündeme geldi.

Bayır–Bucak, Hatay sınırlarından başlayıp Lazkiye sınırlarına kadar uzanan 60 km kadar derinlikte coğrafi yapısı itibari ile Amanos Dağları’nın devamı olan bölgenin adıdır. Hatay’ın Yayladağı ilçesi dahil olmak üzere Lazkiye’ye kadar uzanan bölgede tamamıyla Bayır–Bucak Türkmenleri yaşamaktadır. Bayır–Bucak Türkmenleri, Karamanoğlu Türkmenlerinden olup Osmanlı döneminde İç Anadolu ve Akdeniz bölgelerinden getirilip yerleştirilmişlerdir. (Öztürkmen, 2011, 13).

1935’de Suriye ve Lübnan’daki dini ve etnik toplulukların dağılımı.

IŞİD’i bahane edip daha çok muhaliflere karşı Suriye’deki iç savaşa doğrudan mühahil olan Rusya’nın asıl amacı, Suriye nüfusunun yüzde 70’ini barındıran ve Doğu Akdeniz’e çıkışı olan Batı Suriye’de Rusya koruması altında bir rejim bölgesi kurmak, Rejim bölgesinin yakın çevresinde güvenli bölge oluşturmak, Suriye’den Akdeniz’e çıkışı tamamen kontrol altına almak, İdlib’i ele geçirmek ve Halep’i kuşatmaktır. Bu doğrultuda yaptığı hava operasyonları sonucu,  Şii milislerle desteklenen Suriye ordusu, Türkiye sınırındaki Lazkiye kırsalını muhaliflerden geri almıştı. Öte yandan Rusya’nın saldırıları sonucu binlerce Türkmen Türkiye sınırına akın etmiş ve Türkiye, Suriye toprakları içinde Türkmenlerin insani ihtiyaçlarını karşılayarak bir çadır kent kurmuştur. Rusya’nın soydaş ve müttefik olan Türkmenleri bombalarken zaman zaman Türkiye hava sahasını ihlal etmesi sonunda, 24 Kasım 2015’te Rusya’ya ait bir savaş uçağının, Türkiye tarafından kendi sınırları içinde vurulup Kızıldağ’a düşmesi ile sonuçlanmıştır. Bu durum ardından Rusya ile Türkiye arasında bir krize dönüşmüşse de son dönemde ilişkiler stratejik ortaklığa kadar gelişmiştir.

Mehmet Enes Bağlama

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR


Öztürkmen, A., Duman, B., Orhan, O., 2011, Suriye’de Değişimin Ortaya Çıkardığı Toplum: Suriye Türkmenleri, Orsam-Ortadoğu Türkmenleri Programı Raporu, Ankara.

Türkiye’nin Yeni Stratejik Gerçekliği: Terörle Sınır Ötesi Mücadele

Terörizmin hedefi öncelikli olarak Ankara’nın, Ortadoğu’nun yeni-Sykes Picot’larına direnme gücünü kırmaktır.

Günler içerisinde yaşadığımız, yüreklerimizi burkan ve onlarca sivil hayatın kurban olduğu terör saldırıları bir kez daha ‘Türkiye niçin terörün hedefi oluyor’ sorusunun sorulmasına neden oldu. Genel olarak terör eylemleri bu sorunun panikle sorulmasını kolaylaştıracak korkunun yaratılmasını da hedefler; çünkü korku ve endişe sarmalında bu soru karar vericileri izledikleri politikanın siyasi maliyeti üzerine düşünmeye iter.

Sykes-Picot,
Mavi alan Fransız sömürgesi; A alanı Fransız Mandası
Kırmızı alan İngiliz sömürgesi; B alanı İngiliz Mandası

Elbette cümlemize “genel olarak” ibaresini koyarak başladık çünkü Türkiye özelinde yaşanan ve son dönemde kamuoyunda Türkiye’nin saldırı altında olduğu izlenimini doğuran terör eylemlerinin yol açtığı sadece endişe ve öfke gibi duygular değil. Suruç, Ankara saldırılarından Beşiktaş, Ortaköy, İzmir saldırılarına, şahit olduğumuz bu yeni saldırı dalgası kamuoyunda yansımasını bulan farklı bir siyasi farkındalığın ortaya çıkmasına zemin hazırladı. Bu siyasi farkındalığın odak noktasında da Ortadoğu bölgesinin içinde bulunduğu siyasi konjonktür var.

Kandil-Kobani-Musul-Sincar: Ne hedefleniyor?

Türkiye 30 yıldan uzun bir süredir Kandil kaynaklı PKK terörü ile -ki kimi zaman Irak-Suriye ekseninde de yansımasını bulmuştu- mücadele ediyor. Bu açıdan Türkiye dediğimizde hem askeri hem siyasi hem de toplumsal öğeleri açısından terörle mücadele konusunda deneyimli bir ülkeden bahsediyoruz. Ve bu ülke kamuoyu, terör tehdidinin Ortadoğu’daki dengelemeler için Türkiye’ye karşı kullanılması konusunda da bu terör tehdidi karşısında müttefikleri tarafından yalnız bırakılması konusunda da farklı hikâyelerle süsleyebileceğimiz tecrübelere sahip. Bugünkü Ortadoğu maalesef bu tecrübelere yenilerini ekliyor, çünkü ABD’nin 2003 Irak müdahalesi ve 2011 Arap Baharı sonrası büyük güçlerin değişken ve çifte standartlı politikaları bölge devletlerinin toprak bütünlüklerini etnik ve mezhepsel hatlar üzerinden sorgulanmaya açtı. İç savaşlar vesayet savaşlarını, vesayet savaşları radikalleşmeyi, radikalleşme yurtsuzlaşmayı; üstelik silahlar altında, şiddet gösterisinin bir parçası olarak yurtsuzlaşmayı berberinde getirdi.

Bugün bu Ortadoğu, Kandil dışında üç hattan daha Türkiye’ye saldıran terör odaklarını barındırıyor. Bu üç hat (Kobani kaynaklı PYD terörü, Musul kaynaklı DEAŞ terörü ve Sincar kaynaklı PKK terörü) Irak-Suriye jeopolitik ve jeo-ekonomik mücadelesine ve bu ülkelerin “Sykes-Picot düzeni öldü” çığlıkları arasında çözülmesi sürecine oturuveriyor. Dolayısıyla Türkiye’ye yönelik çok yönlü/çok failli terör saldırılarının amacı sadece karar vericileri siyasa değişikliğine zorlamaktan daha öteye gidiyor. Türkiye 2003’ten itibaren bölgeye dayatılan devletlerin çözülme sürecine direniyor. Devletimsi yapılar üzerinden bölgede karışık ve şiddete dayalı bir denge kurma stratejisinin olumsuz sonuçları konusunda Ankara hem Washington’u hem de diğer ilgili başkentleri defalarca uyardı. Uyarmakla kalmadı, kalamazdı; bu direnci Türkiye kimi zaman meşru müdafaa hakkını kullanarak, kimi zaman reform taleplerini destekleyerek, kimi zaman da bölgede yeni bir ekonomik ilişkiler bütününün lokomotifliğine soyunarak gösterdi. Amaç Ortadoğu’daki istikrarsızlığın belirli güven alanları, hatları üzerinden aşılmasıydı. Bugün bu amaç değişmediğine göre terörizmin hedefi en öncelikli olarak Ankara’nın Ortadoğu’nun yeni-Sykes Picot’larına direnme gücünü kırmaktır. Ankara ve bölge arasında hem gerçek hem de temsili sınırı kalınlaştırarak, bu direncin bölgede, bölge ülkeleriyle bir siyasa biçimine dönüşmesini engellemektir.

Kamuoyundaki terör algısı

Ancak saldırıların çok boyutlu doğası bize amacın bu kadarla sınırlı olmadığını da gösteriyor. Türkiye’nin Ortadoğu’da ve bugün bölgede aktif olan aktörler nezdinde sahip olduğu hareket kabiliyetinin Türkiye içerisinde yapılan saldırılarla kısıtlanmaya çalışılması, bu saldırıların hedeflerinden birinin de şiddet üzerinden Türkiye’de sivil toplum-devlet ve sivil toplum içi bağların çözülmesi olduğunu düşündürüyor. Terör tehdidinin iktisadi istikrarı hedef alması, Türkiye turizminin tehditle baltalanmaya çalışılması ve benzeri manipülasyonlar 15 Temmuz darbe girişiminin açtığı yaralara eklenince tablo netleşiyor.

15 Temmuz Gecesi

2003 sonrası Ortadoğu’ya dayatılan çözülen devletler/başarısız devletler çözümü (ki bu çözüm, Ortadoğu’da tüm üretici/sorgulayıcı/yenileyici/talepkâr kuvvetlerin kana bulanmasını ve savaşın mahkumlarına dönüşmesini sağladı) Türkiye’ye dayatılmaya çalışılıyor. Bu nedenle de tüm siyasal tartışmaların ötesinde kamuoyunda teröre karşı özel bir farkındalık şekilleniyor.

Adil Gür (Milliyet, 9 Ocak 2017, Rakamların Dilinden) son yaptıkları kamuoyu araştırmasında bu farkındalığı masaya yatırıyor ve Türkiye kamuoyunda terör algısının son saldırılar sonrasında nasıl şekillendiğini inceliyor. Buna göre araştırmaya katılan her 4 kişiden 1’i “terör örgütlerinin tek başına hareket etmediğini, arkalarında birtakım güçler olduğunu” düşünüyor. Olağan şüpheliler olarak kimlerin akla geldiğini de çalışma tespit etmiş. Buna göre Türkiye’de kamuoyu Ortadoğu’nun eski ve yeni Sykes-Picot’larından kimi sorumlu tuttuğunu açıkça söylüyor. Liste, ABD ve AB gibi ülkeleri kapsıyor. Dolayısıyla Türkiye’de kamuoyunun Türkiye’de gerçekleşen terör saldırılarını geniş ve jeopolitik pencereden, Ortadoğu’nun istikrarsızlaştırılması üzerinden okuduğu aşikâr.

Bu nedenle de akademik ve politik çevrelerin “bataklığın kurutulması” olarak adlandırdıkları bir mücadele biçimine kamuoyunun yüksek düzeyde destek vermesi şaşırtıcı değil. Bilindiği gibi literatürde terör-bataklık benzetmesi sıklıkla kullanılır. Bu benzetmenin amacı size zarar veren, canınızı acıtan sineklerle yani terör örgütleriyle mücadelenin onları var eden jeopolitik-jeo-ekonomik şartları ortadan kaldırmakla gerçekleşebileceğini göstermektir. Bu nedenle Beşiktaş, Ortaköy ve İzmir’de ortaya çıkan terör odaklarıyla mücadele Kobani, Musul, Sincar’ın bugünkü rolünden çıkartılmasıyla olur. Kamuoyunun Suriye’den gelen şehit haberlerine rağmen hükümetin Fırat Kalkanı ile başlattığı Suriye’nin kuzeyinin PYD ve DEAŞ’tan temizlenmesi politikasına destek vermesi bu jeopolitik çerçevenin okunduğunu göstermektedir. Sınır ötesi operasyonlar ve terörle mücadelenin yani teröre karşı meşru müdafaanın sınırın ötesinde, gerektiğinde saldırı araçlarının kullanılarak gerçekleşmesine verilen destek bu okumanın kilit noktasıdır.

Suriye-Irak mutabakatları nereye oturuyor?

65. hükümet sınır ötesi terörle mücadeleyi kolaylaştıracak iki hamle yaptı: İlk hamle Türkiye’nin savunma stratejisinde yapılan değişiklikle savunma için saldırının kullanılabilir hale getirildiği bir konsept değişikliğiydi. İkinci hamle saldırının amacının terörle mücadele ve bölgesel istikrar olduğunun vurgulanmasına dayanıyordu. Yani Türkiye’nin askeri operasyonlarının amacı komşularının toprağını almak değil onların toprak bütünlüklerini güçlendirmekti.

Bu amaçta işbirliği yapabileceği dostların sayısını da Türkiye artıracağını açıklıyordu. Bu iki hamle iki coğrafi ayakta somutlandı. İlk ayak Suriye’de kuzeyde bir terör kuşağının önlenmesi için gerçekleştirilen Fırat Kalkanı idi. ÖSO birliklerine verilen destekle El-Bab ve Münbiç hattında ilerlemesi planlanan operasyon Rusya ile ulaşılan mutabakat sonrasında ve Astana’da Cenevre süreci bu sefer bölgeden gelen inisiyatifle tekrar canlanmadan önce önemli bir merhale kaydetti. Ancak Suriye odaklı PKK/PYD/YPG ve DEAŞ terörizmini sonlandırmayı amaçlayan Fırat Kalkanı’nın bugün hedefleri arasında yer almayan Kobani yapılanmasıyla ilgilenmesi gerektiğinin bir zorunluluk ortaya çıktığını vurgulayalım.

Beşiktaş saldırısının gerçekleşmesinde Kobani kaynaklı terör bağlantılarının kullanılması bu zorunluluğun altını kalın bir şekilde çiziyor. Dolayısıyla Türkiye’nin Kobani’deki PKK/PYD varlığını bastırması gereken günler gelmiştir. Elbette bu varlığın hareketlerini Türkiye’ye tehdit olmaktan şu ana kadar destek bulduğu ABD de çıkartabilir. Türkiye’nin Trump döneminden beklediği ve Türkiye-ABD ilişkilerini iyileştirecek hamlelerin en önemlilerinden biri de budur. Pek çoğumuz ABD’ndeki yönetim değişikliğinden fazla bir şey ummuyor ama unutulmaması, sürekli tekrarlanması gereken ve çok sık duymadığımız bir gerçek var. 2013’te Suriye’de taşlar yerinden oynayıp-oturmuşken NATO Stratejik İstihbarat Belgesinde PYD terör örgütü olarak ilan edilmişti. Bu nedenle Obama Yönetimi’nin Ortadoğu dizaynının altının kolaylıkla boşaltılabileceğini düşünenler de haklı olabilir. En azından ocak ayının ilk günlerinde Türkiye’deki basının MC-160 nolu 2013 tarihli dokümanı sayfalarına taşımaları ABD’den beklentinin yönünü açıkça gösteriyor.

Terörle sınır ötesi mücadelenin ikinci ayağı Irak sahnesinde ilk amaç Sincar’ın ikinci bir Kandil olmasının önüne geçmek. İkinci amaç ise Irak’ın toprak bütünlüğünün DEAŞ ve benzeri unsurlara karşı güçlendirilmesine katkı vermek. Türkiye’nin bu iki amaçlı Irak stratejisini hatırlamak istemeyenler DEAŞ ile mücadele için Başika’ya Türkiye’nin dönemin Irak hükümeti tarafından davet edildiğini unutuyorlar. Şu bir gerçek ki Başika konusu uzun bir süredir merkezi Irak hükümeti ve Türkiye arasında bir sorun kaynağı. Bu nedenle de Irak hükümeti ile yapılan mutabakat, en az Rusya ve İran ile yapılan Suriye mutabakatı kadar önemli. Bilindiği gibi Türkiye Başika’daki askeri varlığını Irak topraklarından Türkiye’ye yönelik tehdidin bitmesine bağlamıştı. Bu bağlamda varılan mutabakat ve öncesinde İbadi’nin Türkiye’ye yönelik terör saldırılarının Irak’tan kaynaklanmasına izin vermeyeceklerine yönelik açıklamaları Ankara’nın Sincar ve Musul mesajının Bağdat’ta anlaşıldığını gösteriyor.

Türkiye’nin sınır ötesi operasyon kabiliyeti

Suriye ve Irak mutabakatları birlikte okunduğunda Türkiye’nin ve 65. hükümetin sınır ötesi terörle mücadele stratejisinin mihenk taşları daha net anlaşılabilir. Mutabakatlarda açıkça söylenmeyen, ama bölge Obama sonrası döneme hazırlanırken bu mutabakatların önünü açan gerçeklik, Türkiye’nin sınır ötesi Fırat Kalkanı gibi uzun süreli askeri operasyonları yapabilme yani alanda askeri olarak var olabilme kabiliyetidir.

Fırat Kalkanı, Kaynak: SuriyeGundemi

Mutabakatlarda açıkça söylenen ya da ima edilen hususlar da bu askeri var olabilme kapasitesi kadar önemli. Türkiye ‘bataklığın kurutulması’ için Suriye ve Irak’ın siyasi istikrarına yatırım yapmakta kararlı görünüyor. Bu ülkelerin toprak bütünlüğünün meşrulaştırılmasını takip edecek ikinci adım, savaş ve çatışmalar sonrasında bölgenin iktisadi yeniden yapılanmasına sağlanan katkı olacak. Terör saldırılarının Türkiye’nin ekonomik potansiyelini hedeflemesi nasıl tesadüfi değilse bölge devletlerinin istikrarı önceleyen siyasi çözümler için ekonomik ilişkilerin gelişeceğini zikretmeleri de tesadüfi değil. Bu çerçevede Türkiye, Irak ve Suriye’de farklı etnik ve mezhepsel taraflarla denge sağlamayı da uygulayacağı siyasetin parçası yapmış görünüyor ki Barzani’yle son yapılan görüşme bu noktada son derece anlamlı.

Bölge Obama sonrası döneme hazırlanıyor

Kısaca bölge ülkeleri yeni askeri, iktisadi ve siyasi gerçeklikleri dikkate alarak Obama sonrası döneme hazırlanıyorlar. Her aktör masaya elini güçlendirerek oturmak istiyor ama bölge devletlerinin 2003 ve 2011’de dalgalar halinde dayatılan çözülme süreçlerinden duydukları yorgunluk ve edindikleri tecrübe onları istikrarı öncelemeye itiyor. İstikrar demek, etnik-mezhepsel fay hatlarının provoke edilmemesi, merkezi hükümetlerin güçlenmesi ve bölgenin ekonomik yeniden inşası demek. Bu süreçte Irak ve Suriye Türkiye’nin terör silahıyla tehdit edilmesinin nasıl sonuçlar doğurabileceğini anladıklarını hem mutabakatlar hem de yapılan açıklamalarda hissettiriyorlar.

Körü körüne güven duyabileceğimiz süreçler değil bunlar ama kontrollü, askeri ve siyasi varlıkla desteklenen iyileşme süreçlerinin kapısını açabilirler. Bu bakımdan önümüzdeki bir-iki aylık süreç son derece kritik önemde olacak. Sorun şu; bölgede ve bölge dışında bölge aktörlerinin bu tür bir istikrarda uzlaştığını görmek istemeyen ve itirazı olanlar var. Mutabakatlar ciddileştikçe itirazlar da ciddileşiyor. Bu yüzden hep aynı şiddet sarmalını yaşıyormuşuz gibi geliyor oysa İsrail, Rusya yakınlaşmaları ile Suriye ve Irak mutabakatlarının önemini ve terörle sınır ötesi mücadelede masaya ne getirdiklerini kavramamız gereken bir dönemdeyiz.

Kaynak: Prof. Dr. Nurşin A. Güney, AA.

Trump’un Muhtemel Ortadoğu Politikası

Amerika Birleşik Devletlerinin 45. Başkanı Donald TRUMP  öyle görünüyor ki ‘kalıplaşmış’ sistemleri revize edecek. Bunun için ilk olarak Amerika’da içe dönük istihdamı sağlama politikası izleyeceği buna ilaveten alt yapı yatırımlarına da önem vereceğini yapmış olduğu açıklamalar ile görülmektedir . Bu durum Trump’ın içe dönük politikalara ağırlık vereceğini işaret etmektedir. Esasında bu durum, II. Dünya savaşı öncesi Amerika reflekslerinin Trump üzerinden yeniden dönüşümü olarak görülebilir.

Trump’ın başkan olması hem iç hem de dış aktörlerce kabul görmez bir şekilde tenkit edilse de Trump’ı destekleyen kesimler olduğu da ortada. Trump özellikle de Rusya ile  ilgili düşüncelerini  sosyal medya üzerinden yaparak Rusya ile iyi ilişkilere karşı olanları ‘aptal insanlar ve ahmaklar’ yorumunda bulunmuştur.

Esasen, Rusya, Asya ve Ortadoğu ülkeleri de yeni başkanın dış politikada izleyeceği yolu merak etmektedir. Asya’da Çin Halk Cumhuriyetinin ‘tek Çin politikasını’ kabul etmeyeceğini açıklayan Trump kendisine sert bir üslup ile yanıt bulması kutuplaşabilecek bir süreci yeniden sinyal ediyor olabilir..

Ortadoğu coğrafyasında ise İsrail ile ilişkilerini yeniden canlandırma hevesi güden Trump; Başkan seçilmeden önce dile getirdiği “Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıyacağız” sözleri Hamas’ın sert tutumu ve bununla birlikte Gazze’nin İsrail’in yoğun saldırılara maruz kalabileceğini düşündürebilir. Hatta, Donald Trump’ın İsrail yanlısı tutumu bölgeye sükûnetten çok tansiyonu yükseltecek gelişmelere neden olabilir. Bu hususla yeni ABD yönetiminde iki şeyin netleştiğini görüyoruz. Biri İsrail eşittir Amerika, diğeri yeniden ‘anti İran’ Ortadoğu stratejisi. Trump’ın biraz geçmişi biraz da yeni ABD dış politikasını harmanladığını düşünmekteyiz.

Çin göreve gelecek yeni ABD yönetiminin kendilerini Güney Çin Denizi’ne erişmekten alıkoymayı denemesi durumunda “askeri çatışmaya hazırlıklı olması gerektiği” uyarısında bulundu.

Donald Trump’un  Ortadoğu coğrafyasına bakışını tam kestirmek kolay değil. Bu durum politikacılarda da kuşku uyandırıyor. “Amerika’nın yeni yönetimi Türkiye’ye FETÖ elebaşı Fetullah Gülen’i iade etmeliyiz, Suriye’de Esad’lı çözüm olabilir, İsrail’in yeniden yanında olacağız tasarrufları, ABD’nin gerçekte ve derinde stratejisi nedir” sualini sormamızı sağlayabilir.

Buna göre;

-İlk senaryo petrol alanlarını tam hakimiyet altına alma stratejisi. Trump’ın gelecek planları arasında petrol ve doğal gaz faktörü son derece hayati önem arz etmektedir. Bu hususla dünyanın en büyük petrol ve doğal gaz şirketlerinden birisi olan Exxon Mobil CEO’su RexTillerson’ı dışişleri bakanı koltuğuna getirmesi hedef. Öte yandan Trump; ‘eski başkan Barack Obama’nın büyümesine göz yumduğu DAEŞ’in bütün petrolleri aldı, belki yeni bir şansımız vardır demeçleri ilk senaryonun ılımlı Ortadoğu politikasının nedenleri arasındadır.

-ikinci senaryo ise İsrail üzerindeki baskıyı kırmak için enerji faktörünü kullanma. Obama yönetiminin son evrelerinde İsrail’e uluslararası örgütler aracılığı ile yapmış olduğu baskılar Trump dönemiyle son bulacaktır. Yeni yönetim ile Amerika senatosunda Yahudi lobisi geçmişe göre daha güçlü karşımıza çıkabilir.

Trump, Tel Aviv’deki ABD Büyükelçiliğini Kudüs’e taşımak istiyor

Özelikle Arap halkının yoğun olarak yaşadığı bu coğrafyada kapitalizmin en etkin kullanımı İsrail ile iyi diplomatik ilişkiler neticesinden geçmektedir. Ekonomi açısından İsrail ve ABD’nin birbirlerini terk etmesini düşünmek hayalperestliktir. Bir diğer husus İsrail ; ABD’nin Ortadoğu politikası açısından bir sigorta niteliğindedir. Geçmiş dönemlerde de yaşadığımız gibi Arap-İsrail çatışmaları İsrail ve ABD açısından tehlike hissettirmektedir.  Ortadoğu bölgesinde olası Arap birliği sağlanması durumunda hem İsrail hem de ABD çıkarları ‘Din merkezli’ bakımından bölgedeki emperyalist yaklaşımına ters düşmektedir. Buna ek olarak Trump İslamcı radikal terörü ortadan kaldıracağız şeklindeki açıklamaları Ortadoğu stratejisi ve olası askeri operasyonları için ‘kılıf’ bulma şeklidir. En başta İslam’ı ve terörü yan yana koymak hiç de akıllıca bir iş değildir. Yarattıkları sahte terör gruplarına, kelime anlamı ‘Barış’ olan bir dinin adını takmaları, yine yaratmış oldukları İslam kelimesi adı altında oluşturdukları ayrılıkçı terörist grupların üyelerinin bir çoğu Amerika ve Avrupa’dan  geldiğini, Türk silahlı kuvvetlerinin raporlarında  defaatle teyit edilmiştir. İslamcı radikal terörle savaşmak gibi bir bahaneyle uluslararası kamuoyu oluşturma gayretinde olan Trump aslında ABD’nin gerçek iç güdüsünün dışa yansımasıdır. Batılı güçlerin şu gerçeği ayırt etmesinde fayda vardır. İslam’ı Müslümanlara bırakıp , onlar Ortadoğu da yarattıkları terörizm ile savaşmalıdırlar.

Öte yandan İran üzerindeki ambargoların kaldırılması ABD’nin İsrail üzerinden İran’a gizli silah satışını açık etmiştir. Amerika’nın, Humeyni’nin İran devriminden sonra aldığı bu gizli silah satışı ekonomik çıkarların piramidin en tepesinde yer aldığını görüyoruz. Trump ‘anti-İran’ fikrini tekrar yaymak istemesinin altında yatan gerçeği başkanlığın ilk dönemlerinde İran’a silah satışını tekrar gizlilik esasına bağlı kalarak dikkatleri üzerine toplamak istememesidir.

Sonuç olarak görüyoruz ki; Amerika Birleşik Devletlerinin vizyonu asla ve asla değişmeyecektir. Yeni başkanlar ile birlikte hedefin öncelik sırası değişebilir yani misyon değişiklik gösterebilir. Başkan Donald Trump da Ortadoğu’ya biraz eski biraz yeni bakış açılarıyla değişmez ABD dış politikasını yürütecektir.Bu durum şuan yaşadığımız gibi daha ılımlı yaklaşım sergileyip daha sonralardan yine bildiğimiz sert ve hedeflerinden ayrılmayan bir Amerika Birleşik Devletleri görüntüsünü hep birlikte izleyeceğiz…

 

Yeni Suriye Anayasası: Ülkenin Adı değişiyor, PYD’ye Özerlik Veriliyor

Rusya’nın, Astana görüşmeleri sırasında muhaliflere sunduğu belirtilen anayasa taslağının detayları ortaya çıkıyor. Her ne kadar Türk Dışişleri Bakanlığı, bizim konu(muhaliflere böyle bir taslağın sunulduğu) hakkında bilgimiz yok açıklaması yapsa da, Rus Interfax ajansı haberini muhalif kaynaklardan edindiğini belirtti.

İşte taslakta olduğu iddia edilen 8 kritik nokta:

– Mevcut Suriye anayasasının 1’inci maddesi, ülkenin resmi adını “Suriye Arap Cumhuriyeti” olarak belirtirken, taslakta ülkenin adı “Suriye Cumhuriyeti” olarak değiştiriliyor.

– Anayasanın 3’üncü maddesi, Suriye cumhurbaşkanının Müslüman olmak zorunda olduğunu belirtirken taslakta böyle bir zorunluluk bulunmuyor.

İSLAM HUKUKU İFADESİ KALDIRILDI

– Anayasanın 3’üncü maddesinde, İslam hukuku, yasamanın temeli olarak gösterilirken, taslakta bu ifadeye yer verilmiyor.

TASLAKTA PYD’ye “ÖZERKLİK” VAR

– Suriye anayasasının birinci maddesi, ülkenin üniterliğine vurgu yaparken, bu vurgu taslakta da korunuyor. Ancak taslak metin, Kürtlere ‘özerklik’ verilmesini içeriyor.

– Belgede, idari bölgelerin bölgesel esasa dayanarak, kendi dillerini seçme hakkı da tanınıyor. Bu da Kürtçe’nin özerk bölgede Arapçanın yanısıra resmi dil olmasının önünü açıyor.

BEŞAR ESAD 7 YIL DAHA GÖREV YAPACAK

– Taslakta dikkat çeken bir diğer madde ise cumhurbaşkanının görev süresinin, bir seferlik yedi yıllık dönemle sınırlandırılması. Bu da mevcut Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ın yedi yıl sonra görevinden ayrılması anlamına geliyor.

– Cumhurbaşkanı aynı zamanda genelkurmay başkanı olmayı sürdürse de yetkileri, oluşturulacak olan “Bölgeler Meclisi” tarafından kısıtlanacak.

– Taslağa göre, anayasa mahkemesinin başkanını cumhurbaşkanı değil, meclis seçecek.

Kolombiya’da FARC ve ELN ile Barış Görüşmeleri

1960’lı yıllarda Kolombiya liberal-muhafazakar çatışmaları ile boğuşuyordu. Biri liberal diğeri ise muhafazakar iki büyük partinin bu kavgası yeni değildi. Bin gün savaşı da (1899-1902) yine liberallerle muhafazakarların çarpıştığı bir iç savaştı. 1960’lı yıllarda ki bu siyasi atmosfer FARC (Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri) ve ELN (Ulusal Kurtuluş Ordusu) gibi devrim amacı taşıyan örgütlerin ortaya çıkmasını sağladı.

Kolombiya’nın Konumu

1964’ten günümüze kadar geçen süreçte 270.000 kadar insanın hayatını kaybettiği ve kaybolup bulunamayanların da öldüğü düşünüldüğünde 300.000’den fazla can kaybının olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. 7 milyon insanın evsiz kalması da cabası. Bu 7 milyon yerinden yurdundan olan insanın 5 milyon kadarı, eski Venezuela devlet başkanı Hugo Chavez döneminde Venezuela vatandaşlığı elde ettiler. 30 milyonluk Venezuela’nın 5 milyonu Kolombiya kökenli ve hepsi de savaştan mağdur olan insanlardan oluşuyor (Venezuela’da ki ekonomik krizden dolayı yarım milyonu geri döndü).

2010’da görevine gelen Kolombiya devlet başkanı Juan Manuel Santos FARC ve ELN ile ilgili barış girişimleri sayesinde 2016 yılının Nobel barış ödülünü aldı.

FARC ve hükumet arasında imzalanan barış antlaşmasından sonra pek çok kişi Kolombiya’da devrim denemelerinin bittiğini ve iç savaşın sona erdiğini düşünüyor ama yanılıyorlar. ELN halen mücadelesini sürdürüyor.

FARC’tan öncede hükumete karşı devrim mücadelesi yürüten başka örgütlerde vardı. EPL (Popüler Kurtuluş Ordusu), PCCC (Gizli Kolombiya Komünist Partisi), PCC M-L (Kolombiya Komünist Partisi Marksist-Leninist), M19 (19 Nisan Hareketi), MOEC (Köylü,Öğrenci, İşçi Hareketi), CGSB (Simon Bolivar Gerilla Kordinasyon Kurulu), ERP (Halkın Devrimci Ordusu) gibi örgütler eskiden iç savaşa dahillerdi ama 90’lı yıllarda Sovyetler Birliğinin dağıtılması yüzünden pek çoğu varlığını artık idame ettiremediler. Fakat FARC ve ELN desteklerini yitirmelerine rağmen ayakta kalmayı başardılar ve günümüze kadar geldiler ama oldukça güç kaybettiler ve bu yüzden devrimin olabilirliği de azaldı.

80’li yıllarda Nikaragua’da Sandinistaların başarılı bir şekilde komünist devrimi tamamlamaları (Nikaragua’da hala Sandinistler iktidarda), Honduras ve El Salvador’da da benzer girişimlerin olması ve Latin Amerika’da ki bazı ABD destekli askeri diktatörlüklerin çözülüyor olması gibi etkenler insanları heyecanlandırmış ve haliyle Kolombiya’da ki devrimci örgütlerinde faaliyetlerini arttırmasına sebep olmuştu. Hepsi için böylesine umut verici gelişmelerin olduğu bir anda Sovyetler Birliğinin dağıtılması beklenmeyen bir sürpriz olmuştu. Büyük bir yükselişle geçen 80’li yıllarından ardından ani bir çözülme yaşanıyordu.

90’lı yıllarda FARC ve ELN mücadeleye devam ettiyseler de devamlı küçülmeye doğru gittiler. Diğer devrimci örgütlenmelerin ortadan kalkmasıyla oluşan boşluğu bir nebze olsun FARC ve ELN doldurmaya çalıştı ve kısabir süreliğine de olsa gerilla ordusunda artış kaydettiler. Örneğin FARC 2001 yılında 16.000 olan gerilla sayısı 2013’te 10.000 olmuştu. Şimdi ise 8000 kadar. ELN ise diğer devrimci örgütlerden gelenler sayesinde 1999’da en yüksek mevcuda ulaşarak 4000 gerilla olmuştu ama bu artış önceden mücadeleyi bırakan örgütlerden gelen geçici ve günü kurtarabilecek takviyelerdi. Şimdi ise yarıya inerek 2000 olmuş durumda.

Hükumet FARC ile barışın ardından ELN’ye de göz kırptı ama ELN halen operasyonlarını sürdürüyor. Muhtemelen FARC’tan oluşacak boşluğu ELN dolduracağı için tıpkı daha önce diğer gerilla örgütlenmelerinin çözüldükten sonra FARC ve ELN’nin bir miktar güçlenmesi gibi FARC’tan eğer militan akışı olursa ELN tekrar geçici bir büyüme gösterecektir. Bu yüzden ben ELN’nin şimdilik barışa yanaşacağını düşünmüyorum. Tam aksine kısa bir süre de olsa büyüyeceklerini düşünüyorum.

FARC ile barış antlaşmasının ilk denemesinde halk az bir farkla barışa hayır demişti. Katılım oranının %40’ı bile geçmediği referandumda %50,24 ile hayır çıktı ve bütün dünya şok oldu. Aslında bu şaşılacak bir durum değildi. Çünkü anlaşmaya göre FARC liderlerinin siyasi yaşama katılabilecek olması halk için “bu adamların cezalandırılması gerekirken siyasetle ödüllendirilecekler” anlamına geliyordu. Ayrıca mecliste belirli bir kontenjan verilmesi onların siyasi yaşamlarının garanti altına alınması ve devlet geliri ile ekmek elden su gölden yaşaması anlamına geliyordu. Bunu halk tabi ki kabullenemedi ve anlaşmaya karşı çıktı.

Halkın bu yönde tepkisinin oluşması ise medya ve onun propagandası sayesinde olmuştu. Devamlı on yıllarca çatışmalarda ölenlerin duygusal hikayeleri ile koca bir toplum terörize oluyordu. Sanki sadece onların hayatları değerliymiş gibi, sanki muhaliflerin toprak talepleri, toplumsal eşitlik, sosyal adalet gibi dayanaklarına cevap verilmiş gibi. Zamanın da muhafazakarlarla “taleplerimize karşılık bulamıyoruz” ve “konuşmaktan anlamıyorlar” diyerekten çatışan liberaller şimdi ise aynı yöntem karşılarına gelince medya üzerinden propagandaya başvurdular.

Barış Antlaşmasının yeni hali halk oylamasına sunulmak yerine parlamento da kabul edildi ve artık sadece devrimci örgütlerden geriye ELN kaldı. ELN ise mücadelesini sürdürüyor ve FARC’tan boşalan gücün bir kısmını da kullanacaktır. Bu yüzden henüz Kolombiya da ki çatışmalar serisi bitmedi ve devam edecek.

Muhammed Ali Çalışkan

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Ortadoğu: Ülkeler ve Sorunlar

Ortadoğu; İçinde yaşadığımız Türkiye’yi de kapsayan ve geniş bir alana yayılan, yüzlerce yıl savaş ve istikrarsızlıklarla boğuşmuş ve boğuşmaya devam eden, ilk medeniyetlerinde beşiği olan coğrafya. Hep diyoruz ya sorunlu ve tehlikeli bir coğrafyada yaşıyoruz diye. Ve bunu söylerken aklımızda yeraltı zenginliklerinden tutunda savaşın aktif olarak devam etmesine kadar birçok nedeni sıralıyoruz. Peki hiç düşünüyor muyuz? Neden Avrupa ve Amerika istikrarsız değil de yaşadığımız bu coğrafya sorunlu? Yani orta doğuyu bu hale getiren neden veya nedenler nelerdir?

Elbette bu çok karmaşık ve zorlu bir soru. Onlarca devletin işin içinde olduğu ve birbirleriyle karmaşık çıkar ilişkileri içinde oldukları düşünülürse neden bu kadar zor olduğu anlaşılabilir. Bu yazımda Ortadoğu da söz sahibi olan belli başlı ülkeleri inceleyip yüzeysel bir karşılaştırma yapacağız.

Öncelikle Ortadoğu hangi ülkeleri kapsıyor ona bakalım: 16 ülkeyi bildiğimiz Ortadoğu sınırları içerisinde sayabiliriz:

Afganistan, B.A.E, Bahreyn, Irak, İran, İsrail, Katar, Kuveyt, Lübnan, Mısır, Suudi Arabistan, Suriye, Türkiye, Umman, Ürdün, Yemen.

Ortadoğu’nun sınırları.

Bu sıraladığımız devletlerin bazı ortak özellikleri vardır:

İran ve Afganistan hariç diğer devletler Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasıyla oluşmuş ve bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Bu nedenlerden dolayı Ortadoğu coğrafyasının şuan ki durumunun nedenini tarihte aramak gereklidir. (Tarihin kaçınılmaz sonucu)

-Bir diğer neden ise yeraltı kaynakları ve Ortadoğu’nun jeopolitik öneminden kaynaklanmaktadır.

Yukarıda saydığımız devletlerden; Afganistan, Irak, Suriye ve Yemen’de hala savaş devam ettiğinden dolayı ekonomilerinde ve nüfuslarında değişiklik kaçınılmaz olacağından bu devletlere değinmeyeceğiz.

Değineceğimiz devletler; Türkiye, İran, Suudi Arabistan ve İsrail’dir. Bu seçimi yaparken bölgedeki en büyük ve en güçlü devletler olmalarını göz önünde  bulundurdum.

İlk olarak Türkiye ile başlıyoruz:

Türkiye Cumhuriyeti

-Başkent: Ankara

-Nüfus: 78.741.053

-Yüz ölçümü: 779.452 km²

-GSYİH: 751 Milyar Dolar

Türkiye, konumu itibari ile Karadeniz, Ege Denizi ve Akdeniz’e kıyısı olan, İstanbul ve Çanakkale boğazlarına da sahip olması, topraklarının bir kısmının Avrupa kıtasında olması dolayısı ile jeostratejik öneme sahip bölgesel bir güçtür.

Türkiye aynı zamanda Avrupa konseyi, NATO, OECD, AGİT ve G-20 üyesidir.

Yeraltı kaynakları açısından çok zengindir. Türkiye dünya bor rezervinin %63’ünü tek başına elinde bulundurur. Peki Bor madeni hangi alanlarda kullanılmaktadır?

-Nükleer Alanda

-Savunma Sanayisinde

-Jet ve roket yakıtında

-Kağıt sanayisinde

Kullanılmaktadır.

Bu liste daha da uzatılabilir. Tek başına Bor madeninin bile rezerv olarak Türkiye’de bu kadar çok bulunması, Türkiye’nin ne kadar önemli bir ülke olduğunu göstermektedir bizlere.

Ordu Gücü:

Aktif Personel Sayısı: 400.000

Savunma Bütçesi:18,2 Milyar Dolar

Türkiye’nin konumu

İran İslam Cumhuriyeti

-Başkent: Tahran

-Nüfus: 80.000.000

-Yüz ölçümü:1.648.195 km²

-GSYİH: 386 Milyar Dolar

Konum olarak Güney Batı Asya’da bulunur. Avrasya’da ki konumu nedeniyle jeostratejik öneme sahip bölgesel güçtür. Geniş petrol ve Doğal gaz kaynaklarına sahiptir.

Ordu Gücü:

Aktif Personel Sayısı: 550.000

Savunma Bütçesi:10.2 Milyar Dolar

İran’ın konumu

Suudi Arabistan

Başkent: Riyad

Nüfus: 30.000.000

Yüz ölçümü: 2.149.690 km²

GSYİH: 718 Milyar Dolar

Arap yarımadasında bulunan en büyük ülkedir. Ekonomisinin temeli petrole dayanır. Petrol rezervleri çok yüksektir.

Ordu Gücü:

Aktif Personel Sayısı: 650.000

Savunma Bütçesi: 55 Milyar Dolar

Suudi Arabistan’ın konumu

İsrail

Uluslararası kabul edilen başkent: Tel Aviv

Uygulamada: Kudüs

Nüfus: 8.238.300

Yüz ölçümü: 22.072 km²

GSYİH: 305 Milyar Dolar

Asya ve Avrupa kıtalarının kesiştiği yerde bulunan bir ülkedir.

Ordu Gücü

Aktif Personel Sayısı: 187.000

Savunma Bütçesi: 10 Milyar Dolar

İsrail’in konumu

Analiz

Sizin de görebileceğiniz gibi Ortadoğu’nun ekonomik olarak en güçlü iki ülkesi Türkiye ve Suudi Arabistan’dır. Daha sonra İran ve İsrail geliyor. Bu saydığım dört ülkeden en farklı olanı İsrail’dir. Çok küçük bir nüfus ve yüz ölçümüne sahip olmasına rağmen muazzam bir ekonomik ve askeri güce sahiptir. Zaten bunu Araplarla savaşın da kanıtlamıştır. Fakat İsrail’in bu gücünü ABD’ye borçlu olduğunu biliyoruz.

Askeri güç karşılaştırması yapmadan önce dikkat etmek gereken nokta Savunma Bütçesidir. Çünkü sadece asker sayısına göre karşılaştırma yapmak o ülkenin ordusunun güçlü olduğu anlamına gelmez. Savunma bütçesi, ordunun modernizasyonundan tutunda tank, top, tüfek sayısına kadar envanterinde bulunan bütün silahları ve teknolojik gücünü ifade eder. Savunma bütçesi açısından bakıldığında Ortadoğunun en güçlü ordusu 55 Milyar Dolarla Suudi Arabistan’dır. İkinci sırada 18.2 Milyar Dolarla Türkiye geliyor. Üçüncü sırada 10.2 Milyar Dolarla İran, son sırada 10 Milyar Dolarla İsrail geliyor.

Suudi’li askerler

Tüm bu saydığımız niteliklere rağmen bir ülkenin ne kadar güçlü olduğunu anlamak istiyorsak o ülkenin GSYİH’na bakmamız gerekir. Yani bir ülkenin ekonomisi ne kadar güçlü ise o ülke o kadar güçlü demektir.

Ordu klasmanına dönersek bir ülkenin ordusunun gücünü belirlerken dikkat etmemiz gereken bir nokta daha var. O da askerlerin tecrübesi, disiplini, inanç gücünü de içine alan bir değerlendirmedir.

Böyle bir sıralamada ilk sırayı Türkiye alır. Arkasında yüzlerce yıllık savaş tecrübesinden tutunda Çanakkale savaşı, Kurtuluş savaşına kadar çok geniş bir savaş tarihi vardır. ikinci sırada ise İran geliyor. İran’ın çok eski bir uygarlık olduğunu düşünürsek ve arkasında Türkiye kadar olmasa da geniş bir savaş tarihi yer alıyor. Üçüncü sırada ise İsrail gelir. Her ne kadar güçlü bir savunma bütçesi olsa da yeni kurulan bir ülke olduğu için arkasında saydığım devletler kadar savaş tecrübesi bulunmuyor. Son sırada ise Suudi Arabistan yer alır. Onunda yüksek bir savunma bütçesi ve kalabalık bir ordusu olmasına rağmen tarihinde çok bir savaş tecrübesi olmamasından dolayı ve en son Yemen sınırına 150.000 kişilik ordu yığmasına ve onlarca savaş uçağını Yemen’e göndermesine rağmen pek bir başarı gösterememiştir.

Asker sayısının o ülkenin nüfusuyla bağlantılı olduğunu belirtmek isterim. Nüfus arttıkça asker sayısı da artış göstermektedir. Buna en iyi örnek Çin’dir.

Tüm bu yukarıda saydığımız faktörlere rağmen bu ülkelerin birbirleriyle yapacakları bir savaşta hangi ülkenin galip geleceğini bilebilmemiz çok zordur. Çünkü orduların envanterinde bulunan silahların, füzelerin ve diğer silahların teknik üstünlüklerini ve bu silahları kullanan askerlerin uzmanlık derecelerini bilmemiz gerekir. Fakat böyle bir savaşta son noktayı İsrail’in koyacağını öngörebiliriz. Kesin olarak sayısı bilinmese de envanterinde onlarca nükleer silah olduğunu biliyoruz.

Fakat tüm bu saydığımız niteliklere rağmen Ortadoğu coğrafyasında (İsrail dahil değil) ABD gibi bir süper gücü durdurabilecek bir ülke veya güç yok. işte bu nedenle Rusya’da bunu görmüş olacak ki Suriye’ye askeri operasyon başlatmıştır. Rusya, ABD’nin Ortadoğu da istediği gibi hareket emesine izin vermeyecekti. O kadar ki Türkiye’nin, Rus savaş uçağını düşürmesinden sonra Suriye’ye S-400 hava savunma sistemi yerleştirmiş ve ABD’nin Suriye Rejimine doğrudan bir hava saldırısı başlatmasına karşı Suriye’ye 7 adet S-300 hava savunma sistemi daha yerleştirme gereği duymuştur. Tüm bunları da yeterli görmemiş olacak ki elindeki tek savaş gemisi olan Amiral Kuznetsov önderliğindeki bir filoyu Suriye’ye göndermiştir.

s300 füze bataryası

Rusya’nın Suriye konusunda ne kadar ciddi ve taviz vermez olduğunu ve hatta 3. Dünya savaşına bile mal olsa Suriye’den ve Beşar Esad’dan vazgeçmeyeceğini bütün dünyaya göstermiştir. ABD ‘nin yeni başkanı Donald Trump, Obama ve Hillary Clinton’ı kastederek “Eğer Clinton başkan seçilirse, Suriye meselesi 3.Dünya Savaşı ile sonuçlanır” demiştir. Ve bunda da ne kadar haklı olduğunu görüyoruz.

Olayların aslında bir Baas rejimi, Şiilik ve Sünnilikle çok bir ilgisinin olmadığı ortada bunlar sadece görünen nedenlerdir. Ama olaylara büyük devletlerin gözünden baktığımızda Ortadoğu’da ki durumun sandığımız gibi olmadığını görürüz.

Tüm bu sayılanlardan çıkarılacak sonuç ise ;

ABD ve İsrail’in Ortadoğu da güçlü bir devlet görmek istemediğini söyleyebiliriz. Bunun en önemli kanıtlarını şu şekilde sıralayabiliriz:

-Türkiye’nin müttefiki olmasına rağmen ABD’nin 40 yıldır PKK ya kapalı kapılar ardından destek vermesi ve bu savaşın sonucunda Türkiye’nin 378 Milyar Dolar zarara uğraması. Buna insan kaybını da ekleyebilirsiniz.

-İran’ın Şii temelli bir devlet olması dolayısıyla ABD, IŞİD gibi Şii düşmanı bir örgüt oluşturmak suretiyle ve PKK’nın İran kolu olan PJAK‘a da destek vermesi, İran’ın zayıflatılmaya çalışıldığının göstergesidir.

-Suudi Arabistan derseniz zaten ABD’nin kölesi, buna rağmen ABD, 11 Eylül saldırılarını gerekçe göstererek Suudi Arabistanı zor duruma düşürmüştür.

-İsrail=ABD olduğunu zaten hepimiz biliyoruz.

Sonuç

Ortadoğu’nun yerli devletleri birbirleriyle savaştıkça ABD ve İsrail’in Ortadoğu da güç kazandığını görüyoruz.

Mehmet Fehmi Karadağ

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR