ABD’nin Borcu Milli Gelirden Fazla

ABD’nin yıllık 18,5 trilyon dolarlık milli gelirine karşın özel sektör hariç 19,9 trilyon dolar borcu var. Türkiye’nin rezervlerinde 58,3 milyar dolar değerinde ABD tahvil ve bonosu bulunuyor. Ülkenin borcunun en büyük kesimini yaklaşık 14 trilyon dolarla kendi vatandaşına, eyalet yönetimlerine, bankalara, sigorta şirketlerine, yatırım fonlarına, emeklilik fonlarına ve merkez bankası Fed’e olan borçlar, gerisini ise (6 trilyon dolar üzeri) elinde ABD tahvil ve bonosu tutan yabancı ülkelere olan borçlar oluşturuyor.

AA

Düşen Sadece Halep Değil

Halep’te tanık olunan korkunç eylemlerin arasında, ele geçirilen mahallelerin erkek sakinlerinin toplanarak infaz edilmesi ve birçok ailenin kaçırılması var. Bu ailelerin akıbetleri asla bilinemeyecek.

Suriye‘nin Halep şehrinde yaşanmakta olan zulümlerle ilgili her ne okursanız, duyarsanız veya görürseniz ihtiyatlı olun, zira bunlar gerçeği yansıtmaktan tamamen uzak. Özel olarak Halep’in, genel olarak da Suriye’nin ölüm tarlaları insan idrakinin çok çok ötesinde; kelimelerin ifade edebileceğinin sınırlarının da… 1260 senesinde Hülagü’nun işgalci ordusu tarafından yakılıp yıkılan tarihi Halep şehri şimdilerde, Beşşar Esed ve onun patronlarının elinde neredeyse aynı korkunç kaderi yaşıyor.

Son birkaç ay içinde Esed rejimi, bölgesel ve uluslararası müttefiklerinin desteğini arkasına almış bir şekilde, şehrin teslim olmayan doğu bölümünü geri alabilmek için saldırı başlattı. Daha evvel yapılan saldırıları cesurca püskürten Suriyeli muhalifler, şimdi dış dünyadan ve Suriye’nin kuzeyi ile kendilerini hayata bağlayan hattan tamamen kopmuş durumda.

Muhaliflerin yenilgisi, ancak Rus hava kuvvetlerinin ve İran ile Esed yanlısı milislerin birleşik kuvvetlerinin hedef gözetmeksizin doğu Halep’i bombalayarak teslim olmaya mecbur bırakması neticesinde geldi. Ancak en büyük facia, Halep’in düşmesinden sonra gerçekleşti; şehrin sivil sakinlerini ve kuşatılmış savaşçıları tahliye etmeye yönelik olarak Birleşmiş Milletler’in (BM) arabuluculuğunda gerçekleştirilen mükerrer teşebbüslerin sabote edilmesi de dahil olmak üzere, işgal güçleri bir dehşet dalgasını halkın üstüne saldı.

Harabeye dönmüş Halep sokakları

Diğer korkunç eylemlerin arasında, ele geçirilen mahallelerin erkek sakinlerinin toplanarak infaz edilmesi ve birçok ailenin kaçırılması var. Bu ailelerin akıbetleri asla bilenemeyecek. Daha da mide bulandırıcı olan ve tüyler ürperten şey ise bu süregiden soykırımı sözde muzaffer tarafın kutluyor olması; bu ‘ilahi zaferi’ kutlamak için şölen havasında danslar ediyor ve âdetleri olarak tatlılar dağıtıyorlar.

Buradaki suç sadece Halep’in masum erkek ve kadınlarını öldüren kasapların ve manyakların değil; aynı zamanda bu katliamlar silsilesine gözlerini yuman dünyanın, bizim, her birimizin… Katliamlar Esed’in Guta’da kendi halkını gaz saldırısı düzenleyerek yok etmesiyle başladı. Batı dünyası ve onun en üst seviyedeki liderleri, ama en başta Barack Obama, bu durumun herhangi bir cezayla karşılaşmadan sürmesine izin verdi.

Uluslararası toplumun büyük bir omurgasızlık sergileyerek Suriye halkına sırtını dönmesinin, sadece toplumlarımızın ahlaki yapısı üzerinde büyük olumsuz etkisi olmakla kalmayacak, gelecekte ülkelerimizin başına gelebilecek zararlarda da büyük payı olacaktır. Bütün bu zararlar, belalar ise Halep’in sokaklarında işlenmekte olan cinayetlerle şöyle ya da böyle irtibatlı olacaktır.

Uluslararası toplumun başlıca saplantısı, kendisini, DEAŞ ve artık her ne olacaksa ondan sonra ortaya çıkacak örgütlerden gelebilecek terör saldırılarına karşı korumak. Sonuç olarak Batı, bu grupları ve ikinci kademede, bu grupların ortaya çıkış sebebi olarak gördüğü Suriye devrimini ortadan kaldırabilmek için Rusya‘ya ve onun bölgedeki müttefiklerine sınırsız bir hareket özgürlüğü verdi. Ancak, olayların gerçekleşme sıralamasına ve şekline bakacak olursak Batı, Rus savaş makinesine yaptığı yatırımın eninde sonunda ters tepeceğini bilmeli.

Sivillerin muhalif bölgelere tahliyesi için bekleyen yeşil otobüsler, Halep

Terör saldırıları düzenleyen hücreler ve ‘yalnız kurtlar’, böyle feci katliamların işlenmesine zemin hazırlayıp müsaade edenlere yönelik bir sonraki saldırılarını haklı ve meşru göstermek için çok yakında Halep’in düşmesini de ideolojik kurgularına ekleyeceklerdir. Batı’nın, Srebrenitsa katliamının bir benzerinin vuku bulması için onay vermesi, Suriye insanını Batı’dan iyice kopartacak ve özgürlük ve bağımsızlık yolunda tek yöntemlerinin daha da radikalleşmek olduğu fikrini kafalarında sabitleyecektir.

Doğu Halep’in sağ kalmış sakinlerinin, darmadağın olmuş şehirden tahliye edilme görüntüleri, doğru eylemi ortaya koymaktan kaçınmanın, suçu bizzat işlemekten hiçbir farkı olmadığı gerçeğine dair bir ders niteliğinde olmalı. Ayrıca şunu da daima hatırda tutmak faydalı olacaktır ki Suriye’nin her yerindeki kardeşleri gibi Haleplilerin de bir suçu var: Esed rejiminin baskıcı yönetimden uzak, onurlu bir hayat talebinde bulunmak.

En önemlisi de, dünyada bir yerlerde sivillere yönelik korkunç bir terör saldırısının yapıldığını herhangi birimiz işittiğinde bir saniye durup hemen kendimize soralım: Halep düştüğünde sen ne yapıyordun? Yaşananları durdurmak için ne yaptın?

Mehmet Enes Bağlama

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Kaynak: Mekrem Rebah, AA.

Halep Propagandaları ve Gerçekler

Bu aralar çok şaşkınım. Çünkü hem sosyal medya da hemde haber sitelerin de inanılmaz bir araştırmacı ruhla afişler paylaşılıyor, oldukça kaliteli fotoğraf ve videolar paylaşılıyor. Şaşırdığım nokta ise bu insanlar bu kadar şey görüyorlar da Haleplilerin şehrin kurtarılmasının ardından nasıl kutlama yaptıklarının veyahut daha önceden kurtarılan bölgelerde sivillerin orduyu nasıl karşıladığına dair videoları izlememişler mi? yoksa onlara göre bunlarda mı senaryo/tiyatro?

Örneğin devamlı bir odanın veya duvarın kenarından paylaşılan ve “bizi öldürecekler”,”burada soykırım yaşıyoruz” diye sakin bir ses tonuyla, üstelikte tek başına servis edilen videolar paylaşılıyor. Sadece bir duvarın arkasını görerek ve akıllı telefondan çekildiği belli olmasına rağmen etrafı zahmet edipte göstermeyerek kamerayı döndürmeye üşenilen bu videolarda yer alan aktivistlerin hepsi son derece iyi İngilizce konuşuyorlar ve hepsinin de sosyal medya da binlerce takipçileri bulunuyor. Zaten BBC, CNN, El-Cezire gibi kanallara videolarının hemen arkasından röportaj vermeleri de sağlam ve önceden elde edilmiş bağlantılarını açıklar gibi.

Örneğin Twitter da @Mr.Alhamdo diye kayıtlı olan aktivistin 16 bine yakın takipçisi var ve kendisi PC’nin başına oturmuş, kulaklığını takmış, hoparlörünü açmış ve bağlantı kurduğu kanal üzerinden sunucuya “bombalar her yerde, insanlar kaçıştırıyor” diyor. Tabi ki de sunucu ona “Senin odan ve ekipmanların gayet sağlam, hiçte bomba altında gibi değilsin demiyor.”, zaten dese işten atılacağı için kadıncağız bir şey diyemiyor. Başka bir videosunda ise bu genç BM’ye atıp tutuyordu. Ekim 2016 da yani 3 ay gibi bir sürede 16 bin takipçiye ulaşan bu abimizi kutluyorum.

Lina El-Şami isimli ve Twitter da @Linashamy diye kayıtlı olan ve hepimizin gayet temiz kahverengi başörtüsü ve siyah pardesüsüyle tanıdığımız ve yine mükemmel İngilizcesiyle El-Cezireye konuşup “burada tam anlamıyla soykırım yaşıyoruz” dediği videoyu görmüşsünüzdür. Bu güzel hanımefendinin eylül 2012 de katıldığı twitter da 35 binden fazla takipçisi var. Beni şaşırtansa videonun tamamen bayanı ve arkasında ki duvarı göstermesi oldu. Buradan ona bir tavsiye; bir daha ki sefere yanına kötü giyimli bir kaç kişi bulup harabe bir yere git ve akıllı telefonunu bu sefer döndür ki insanlar gerçekten kötü bir yerde olduğunu düşünsün, böyle daha etkileyici olur.

Halep’te sivillerin duvara dizilip kurşuna boğulduğunu söyleyen birde gazeteci var. Kendisi CNN canlı yayınına bağlanarak “insanlar infaz ediliyor” demiş ve böylece sivillerin soykırımı başladı düşüncesinin mimarı olmuştu. Adı Bilal Abdülkerim ve twitter da @BilalKareem diye kayıtlı, 45 bin takipçisi var ve El-Kaideyi açık açık hiç çekinmeden destekliyor. Videolarını twitter hesabından incelerseniz devamlı El-Kaidenin Suriye de bağlantılı olduğu örgütleri överken, kendisininse çekimlerini çok rahat ortamlarda yaptığını ve sanki savaşta değilde partideymiş gibi sırıttığını fark edeceksinizdir. Madem bu kadar etrafta ölüm var, bu adam neden gülüyor?

Halep’te rengiyle dikkat çeken tahliye için bekleyen otobüsler

Bide mavi beresi, gri kapşonu olan bir kazağı, üstünde de koyu mavi bir mont veya ceketi olan kirli sakallı bir abimiz vardı. İsmail Abdullah isimli ve twitter da @ishmael12345611 diye kayıtlı bu abimiz, videosun da gayet düzenli ve temiz bir odadan, üstelikte yalnız başına, yine İngilizce olarak “bu size son mesajım” diyerek insanları duygulandırmaya çalışıyordu. 2,5 kilometre de yüz bin insan sıkışmış ama buna rağmen bu abimiz o oda da yalnızlık çekiyor. Halbuki mensubu olduğu 3000 kişilik Beyaz Miğferler örgütünden arkadaşlarının onu yalnız bırakmamış olması gerekirdi. Bu örgüt, ABD ve İngiltere’den finansman sağlayan ve muhaliflere lojistik desteğin en önemli köprüsü. Zaten abimizin videosunu da twitter da ilk yayınlayan The White Helmets(@SyriaCivilDef) olmuştu. Bu abimizin videosundan anladığım şu; son derece kaliteli ve duygusal videolar çeken örgütünden bu konuda pek bir şey kapmamış ve çok amatörce bir propaganda olmuş, keşke telefonunu çevirip etrafta ki yaralıları da gösterseymiş, o zaman zor durumda olduğuna insanları daha kolay ikna ederdi.

Ve gelelim en iyi Halep propagandasında görevli aktiviste. Twitter da Bana Alabed(@AlabedBana) diye kayıtlı, 312 bin takipçisi olan(eylül ayında katılmış olmasına rağmen) ve sadece 7 yaşında olmasına rağmen mükemmel İngilizce konuşan bu küçük kız savaş başladığında 2 yaşında olmasına rağmen nasıl olduysa İngilizceyi çok iyi konuşuyor. İşte bu yüzden burada aktivist olan o değil. Burada aktivist olan onun annesi, zaten twitter da açıklama bölümünde hesabının annesi tarafından kullanıldığını ve amaçlarının Doğu Halep’ten anlık haber vermek olduğunu açıkça söylüyorlar. Annesi kendisini değilde sadece kızını göstererek iyi bir acındırma taktiği uyguluyor. Hesapta hiç video yok sadece sözler var ve kendilerinin içinde olmadığı harabe fotoğrafları. Bana, twitter da son mesajım diye başlayan yine acıklı bir tweet atıyor ve herkes sanki annesi değilde o kız söylemiş gibi duygulanıyor. Bu sayede herkes bu tweetlerin yalan olamayacağını düşünüyor. Çünkü eğer fotoğrafta bir kız çocuğu varsa siz hemen “bu çocuktur, bunda yalan olamaz, bunun kalbi temizdir” diyorsunuz ama hesabı kullanan aktivist Bana değil annesi aslında. Halep’e tahliyeler sırasında giden ABD’li aktris Carla Ortiz bu konu hakkında CNN International’a verdiği röportajında, Doğu Halep’te internetin ve elektriğin olmadığını söyleyince, sunucu şok geçirerek Bana’nın tweetlerini nasıl atabildiğini soruyordu. Buna cevaben Carla Ortiz, “Bunu söylediğim için üzgünüm fakat ben Halep’teydim. Onun (Bana’nın) Halep’te bulunduğunu zannetmiyorum.” diyor. ABD’nin Suriye’de muhalifleri desteklediğini söyleyen Ortiz, artık “savaşı bitirin” diyen Suriyelilerin sesinin duyulması gerektiğini de ekliyor. Zaten Suriye hakkında fotoğraflar paylaşan fotoğrafçı Maytham Alashkar, Bana’nın Gaziantep’te bir oyun parkında çekilmiş fotoğraflarını paylaşarak altına “Halep’te oyun parkı mı var?” diye yazmıştı.

Bir de bombalama sonucu yetimhanenin bodrumunda sıkıştıkları söylenen çocuklar vardı. Bu video da çocuklar yine temiz ve güzel bir oda da toplanmışlar ve yardım istiyorlardı. Dikkatimi çekense çocukların sakinliği ve kıyafetleri olmuştu. Kuşatmanın meydana getirdiği bir ortamda yardımlara ulaşılamayacağı için bu temiz kıyafetleri yeni almış olamazlar ve suyun içmek için bile bulunamadığı bir ortamda çamaşır yıkamakta imkansız. Hadi bu çocuklar yetim diye onlara yardım ayrıcalığı olduğunu düşünelim. Peki annesi babası ölmüş, kimsesiz kalmış bu çocukların oldukça sakin olması şaşırtıcı değil mi? Hiç bodruma ve çökmek üzere olan bir binaya benzemeyen bu yerde bombalamalar altındayken, üstelikte henüz çocukken ve bu çocukluğu savaşta büyüyerek geçirmişken nasıl böyle sakin olunabiliyor? Demek ki çocuk olduklarından olsa gerek role iyi girememişler.

Yani bu propaganda videolarında gördüğümüz insanlar sıradan insanlar değiller, hepsi de twitter fenomenleri. Bunlar sadece birkaç örnek daha neler var neler. Peki bu insanların amacı ne? Cevap basit: olaylara tek taraflı bakmamızı istiyorlar. Suriye ordusunun halka tahliyede yardım ettiği görüntülerin doğru olmadığını, halkın kurtarılan bölgelerde askerleri özlemle karşıladığı videoların doğru olmadığını, insanların zafer kutlamalarının tiyatro olduğunu düşünmemizi istiyorlar. Aslında bu görüntüler çoğu yurt dışından gelmiş olan cihatçıların halkı nasıl bezdirdiğini ve Esad gibi birisinin bile kıymete binmesine yol açtıklarını gösteriyor. Zaten Halep’te ki iki büyük komutandan birisi Çeçen diğeri Suudi, yani Suriyeli değil. Suriyeli olmayan insanlar nasıl Suriyeli mazlumları temsil ediyor?

Evet Halep’te bombalamalar yüzünden sivillerin öldüğü doğrudur. Peki sivillerin tahliyesini engelleyen veya onları “giderseniz sizi öldürürler” diyerek korkutan muhaliflerin, onları yanların da tutmasının bu sivil ölümler de ki payı nedir? Muhaliflerin, sivillerin tahliye edilmesini engellemesi aslında onları canlı kalkan olarak kullanmak istemelerinin bir sonucu. İşte sivil ölümlerine neden olanda bu canlı kalkanlık durumudur.

Tahliye konusunda Baas Rejimi daha çok suçlanıyor ama Halep’in batısında 1,2 milyon insan yaşarken doğusunda kuşatma öncesinde 300 bin kişi yaşıyordu. Madem rejimin derdi soykırım ve sivilleri öldürmek o zaman neden Halep’in doğusunda yaşayan Sünnileri rejim öldürülmüyor da Doğu Halep’te ki siviller ölüyor? Madem Esad’ın derdi demografik yapıyı değiştirmek ve soykırım yapmak. O zaman bütün Suriye nüfusunun %80’inin yaşadığı rejim kontrolünde ki bölgelerde de Doğu Halep’te ki gibi haberler duymamız gerekmez miydi? Duymuyoruz çünkü Batı Halep’te sivilleri hava saldırılarında canlı kalkan yapacak El-Kaide bağlantılı örgütler yok.

Muhammed Ali Çalışkan

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

 

Yugoslavya’nın Dağılışı: Bir Devrin Sonu

Yugoslavya’nın yani diğer ismi ile Güney Slavlar ülkesinin kuruluşu bölgede Osmanlı İmparatorluğu’nun hakimiyetinin sona ermesiyle gerçekleşmiştir. Avrupa’nın güneydoğusunda, Balkan coğrafyasının  kuzeyinden başlayarak  güneydoğusuna kadar uzanan varlığını 1918 yılından 2003 yılına kadar sürdüren ve 255.804 km²’lik yüz ölçümüne sahip olan Yugoslavya’nın komşuları ise İtalya, Avusturya, Macaristan, Bulgaristan, Yunanistan ve Romanya idi.

Yugoslavya’nın teşkili, Osmanlı hâkimiyetinin son dönemlerinde bölgedeki Avusturya-Macaristan ile Sırbistan arasındaki anlaşmazlıklar, Balkan savaşları ve I. Dünya Savaşı yıllarındaki siyasî gelişmelere dayanır. Balkan savaşları sonrasında olduğu gibi I. Dünya Savaşı sonrasında da Sırbistan en kârlı çıkan devletlerden biri oldu. Almanya ve Bulgaristan’ın saldırısına uğrayan Sırbistan bu savaştan epeyce yorgun çıktı. Ancak savaştan ardından Avusturya-Macaristan İmparatorluğu dağıldı ve imparatorluktan ayrılan Slavlar’ın Sırbistan’la birleşmesiyle Yugoslavya’nın kuruluşu için ilk temel atılmış oldu. Bu birleşme neticesinde 1 Aralık 1918’de anayasa ile yönetilen Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığı olarak görülen devlet kuruldu (İslam ansiklopedisi, 2013, 574).

Kurulduğu dönemde  250.000 km²’lik bir yüz ölçümüne ve bunun yanı sıra  12 milyonluk bir nüfusa sahip olan Sırp, Hırvat ve Sloven Krallığında, Kralın Sırp olması ve Sırpların Krallıkta bulunan diğer uluslara oranla ayrıcalıklı konumunu güçlendirmesi, Katolik inancına mensup Hırvat ve Slovenlerin  Ortodoks Sırplar tarafından hakimiyet altına alınması gibi sebeplerin neticesinde iç karışıklıklar baş göstermeye başladı. 1929 yılına gelindiğinde ise ülkedeki bu istikrarsız duruma ve çatışma ortamına son vermek, bunun yan sıra krallığın asli unsurlarını oluşturan Sırp, Hırvat ve Slovenler’in sorunlarına çözüm bulmak ve anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak isteyen  Kral Alexsandar anayasayı kaldırmış, diktatörlüğünü kurmuş ve ülkenin ismini Yugoslavya Krallığı olarak değiştirmiştir. Yugoslavya Krallığında bir tarafta bu gibi değişimler söz konusu iken diğer tarafta yani krallık içerisinde yaşayan Sırp, Hırvat ve Slovenler haricindeki diğer uluslar (Boşnak, Makedon, Arnavut, Karadağlı) yok sayılmış ve bu unsurlar hiçbir zaman resmen tanınmamıştır.

İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte, Yugoslavya’da Almanların saldırgan ve açgözlü politikalarından nasibini almıştır. Dünya İmparatorluğu hayali kuran ve bu hayale halkını da ortak eden Adolf Hitler Avrupayı baştan aşağı işgale kalkışmıştır ve bunun neticesinde Almanya, İtalya, Macaristan ve Bulgaristan orduları tarihler 1941 yılını gösterdiğinde Yugoslavyayı işgal etmiştir. İşgalin ardından Yugoslavya Kralı ve hükümeti ülkeyi terk etmiştir. Yugoslavya’da işgal ile birlikte halk, özellikle Müslümanlar büyük acılar çekmiştir ve ülke büyük bir yıkıma uğramıştır. Öte tarafta ise Yugoslavya Krallığının yönetiminde halen sürgündeki hükumet bulunmaktaydı ve bu hükumet itilaf devletlerininde resmi üyesi kabul edilmekteydi.

Ülke çapında işgal ordularına karşı bir taraftan büyük bir direniş söz konusu iken diğer tarafta da ülke içindeki iktidar mücadelesi iyiden iyiye kızışmaktaydı. Ülke içerisinde iktidar olma mücadelesi veren bu gruplar Hırvatların ‘Ustaş’, Sırpların ‘Çetnik’ ve büyük çoğunluğunu Sırpların oluşturduğu , Josip Broz Tito liderliğindeki  Yugoslavya Komünist Partisi güçleri(Partizanlar)’dir. Bu mücadeleden zafer ile ayrılan Partizanlar 1944 yılında itilaf devletlerinin müttefiki haline geldi. Tito’nun liderliğindeki Partizanlar işgal ordularına karşı giriştikleri bu savaşımdan zaferle ayrılmıştır.  Yugoslavyayı işgal ordularından temizleyen Partizanlar, Kasım  1945 şeçimlerinden galip ayrıldıktan sonra 2 Aralık 1945 de Yugoslavya Demokratik Federal Cumhuriyetini kurdular ve 1963’te hazırlanan yeni anayasa ile Yugoslavya’nın resmî adı Yugoslavya Sosyalist Federatif Cumhuriyeti olarak değiştirildi.“Bu devlet yeni anayasada herkesin eşit haklara sahip olduğunu karar altına aldı. Çok kısa bir süre içerisinde Josip Broz Tito’nun Rus lideri Stalin ile anlaşmazlığa düşerek Sovyetler Birliği ile ilişkileri kötüleşince Yugoslavya 1948’de Kominform’dan ayrıldı; ardından Edward Kardelj’in felsefesinin geliştirdiği Yugoslavya’ya özgü “öz yönetimci sosyalizm” sistemi toplumda uygulanmaya başlandı(İslam Ansiklopedisi, 2013, 43, 576)”.

Tito, devlet yönetiminde komünist rejiminin ideolojisini kabullenmekle birlikte Komünist Sovyet Rusya karşısında bağımsız bir tutum içine girdi ve yönetimi boyunca Sovyet lider Stalin’den farklı bir sosyalist siyaset takip etti. Kurulan yeni Tito Yugoslavyası’nda verilen sözler ve alınan kararlar Müslüman toplulukları için uygulanmadı ve bu dönemde Müslümanlar ve Türkler baskı altında yaşadılar.

Yugoslavya’da tarihler 1960’lı yılları gösterdiğinde Yugoslavya Komünist Partisi İçerisindeki reformist ve radikal fraksiyonların çatışmaları partinin birliğini tehdit etmeye başlamıştır. Josip Broz Tito partinin daha fazla zarar görmemesi için bu çatışmaya müdahil olmuş ve reformist kanadı destekleyerek Sırp radikallerin lideri olan Alexsandar Rankoviçi görevden almıştır.

1974’te kabul edilen anayasaya göre merkeziyetçi idareden vazgeçilip mevcut cumhuriyetlere daha fazla yetki tanındı. Söz konusu anayasa gereği Kosova ve Voyvodina özerk bölgelerine yeni yetkiler verildi. Her iki bölge federal devletin bir unsuruydu, dönüşümlü olan cumhurbaşkanlığı makamında bu iki bölgenin dâimî temsilcileri bulunuyordu. Priştine’de ilk defa Arnavutça eğitim ve öğretim yapan bir üniversite kuruldu ve Kosova’daki müslüman Arnavut halkı daha geniş haklara sahip oldu(İslam Ansiklopedisi, 2013, 576).  Yugoslavya Komünist Partisi içerisindeki Sırp ve Hırvat radikal grupların yıkıcı faaliyetleri ile karşı karşıya kalan Tito  parti organlarında tasfiye hareketi başlatmıştır. Bu tasfiye hareketi sonucu birçok kişi buna Tito’nun eşi de dahil  partiden ihraç edilmiştir. Ancak 1980 yılında Tito’nun ölümü ile birlikte, parti içerisindeki çatışma giderek şiddetlenmiş ve ülkeyi istikrarsızlığa kaosa ve çatışma ortamına doğru sürüklemiştir.

Josip Tito’nun Mayıs 1980’de ölümünden sonra ekonomik bunalım ve etnik çekişme ortamında federal birliği korumanın güçlüğü daha açık biçimde ortaya çıktı. 1980’ler boyunca 1974 Anayasasının da verdiği yetkilerle Federasyonu oluşturan cumhuriyetler ekonomik ve siyasi alanda merkezden neredeyse bağımsız davranmaya başladılar. Giderek artan borç yükü 1983’ten sonra ekonomik istikrar programı doğrultusunda köklü reformların yapılmasını zorunlu kıldı. 1981’de Kosova’da başlayan siyasi amaçlı gösteri ve eylemler zamanla öteki cumhuriyetlere de sıçradı. Cumhuriyetler arasında gerginleşen ilişkiler parti ve devlet kademelerinde de sarsıntıya yol açarak sık hükumet değişiklikleri getirdi.  Yugoslavya’yı yöneten komünist parti içerisindeki çatışma ortamı, ekonomik bunalım ve özellikle parti içerisindeki çatışmada Tito’nun reformistleri desteklemesi sonucu yapılan reformlarla birlikte merkezi yapının zayıflaması ve özerk yönetimlerin güçlenmesi, ülkeyi oluşturan etnik grupların(1981’de 8.1 milyon Sırp; 4.4 milyon Hırvat; 2 Milyon Boşnak (müslüman); 1.7milyon  Sloven; 1.7milyon Arnavut; 1.3 milyon Makedon; 1.2 milyon Yugoslav; 579.bin  Karadağlı) farklı ve çeşitli olması, Sırp ve Hırvat radikallerin yıkıcı ve baskıcı faşizan tutumları neticesinde Farklı ulusları sosyalizm çatısı altında bir arada tutan Yugoslavya’da 1990 yıllarda birlik bozulmuş ve  Yugoslavya Sosyalist Federatif Halk cumhuriyeti dağılmıştır. Radikal Sırpların 1980 sonrası liberalleşme ve özerk cumhuriyetlere tanınan özgürlüklere karşı verdiği aleyte mücadele, Slobodan Miloseviç’in  Sırbistan’ın başına geçmesi ve Kosova ile Voyvodinaya tanınan hakların geri alınması neticesinde Komünist parti dağılma sürecine girmiştir. Parti ile birlikte Yugoslavya devleti de parçalanmaya başladı Yugoslavya’daki ayrılıkçı unsurlara karşı, Yugoslavya ordusunu elinde bulunduran ve kendisini Yugoslavya’nın devamı ve mirasçısı olarak gören Miloseviç liderliğindeki Sırbistan saldırılara başladı. Sonuç olarak 1991 yılında Yugoslavya’dan ayrılan ilk devlet Slovenya oldu  yine 1991 yılı Haziran ayında Franjo Tudman liderliğindeki Hırvatistan bağımsızlık kararı aldı. Hırvatistan’ın bağımsızlığını kabul etmeyen Sırbistan  buradaki Sırp nüfusunu ayaklandırarak Hırvatistan’ı işgal etmiştir ancak Avrupalı devletlerin desteğini alan Hırvatistan, topraklarında tekrar kontrolü sağlamıştır.

Aliya İzzetbegoviç önderliğindeki Bosna hersek 1992 yılında yapılan referandum sonrasında bağımsızlığını ilan etmiştir. Bosna Hersek’in bağımsızlığı Avrupa devletleri ve ABD ve de Birleşmiş Milletler tarafından tanınmıştır. Lakin bu bağımsızlığa başından beri karşı çıkan Hırvatlar ve Sırplar aralarında yaptıkları gizli antlaşmanın neticesinde Bosna Hersek topraklarını aralarında paylaşmışlardır ve bunun neticesinde Bosna topraklarını işgal etmişlerdir burada türlü katliamlara ve saldırılara girişen Faşist Hırvat ve Sırp güçleri  Bosna’da büyük bir yıkıma  sebebiyet vermiştir.

Bosna Hersek ile Hırvatistan’ın savaşı 1994 yılında imzalanan Washington antlaşması ile sona erdi. Sırplarla olan savaş ise 1995 yılında imzalanan Dayton antlaşması ile sona erdi ve  Boşnak Hırvat federasyonu ve Sırp Cumhuriyeti  federasyonun altında karmaşık bir yönetim sistemi bulunan federasyon kurulmuş oldu. Bu savaş Bosna da tarihe geçecek büyük katliamlara, soykırıma ve yıkımlara sahne oldu. Barbar, faşizan ve katil güruhlar Müslümanların üzerilerine nefretlerini ve öfkelerini kustular,bunlara karşı Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç önderliğinde birleşen ve bütünleşen Boşnaklar büyük bir mücadele başlatmışlardır ve bu mücadeleden muvaffakiyetle ayrılmışlardır.

Aliya İzzetbegoviç

8 Eylül 1991’de Makedonya’da yapılan referanduma dayanarak 17 Eylül 1991’ de Makedonya Yugoslavya’dan bağımsızlığını ilân etti.  1993’de Birleşmiş Milletlere üye olan Makedonya’yı 1994 yılında ABD 1996 yılında Yugoslavya (Sırbistan- Karadağ) tanıdı.  Makedonya’nın da bağımsız olmasından sonra  Yugoslavya tam anlamıyla dağıldı. 2003 yılında şimdiki ismiyle Sırbistan’ın  Yugoslavya ismini kaldırıp Sırbistan- Karadağ ismini almasıyla birlikte Yugoslavya devleti tarih sahnesinden silinmiş oldu. 2006 yılında ise  Karadağ  Sırbistan’dan ayrılarak bağımsızlığını ilan etti bununla birlikte devam eden süreçte Sırbistan içerisinde bulunan ve güvenliği NATO tarafından sağlanan Kosova  2008 yılında  bağımsızlığını ilan ederek Sırbistan’dan ayrılmıştır.  Son olarak  Kosova’nın  bağımsızlığını kazanması ile birlikte   Yugoslavya’nın parçalanması sonucu 7 devlet ortaya çıkmıştır. Bu devletler; Sırbistan, Bosna Hersek, Karadağ, Hırvatistan, Slovenya, Makedonya, Kosova’dır. 




Neo Liberal politikalar, Demokrasinin gelişmesi, sosyalizmin 3. Dünya ülkelerinin sorunları karşısında çözümsüz kalması bunun yanı sıra soğuk savaş’tan Sovyetler Birliği’nin mağlup ayrılması, NATO ve CIA  yıkıcı ve bölücü faaliyetleri neticesinde Yugoslavya Sovyetler Birliği ile eş zamanlı olarak dağılma sürecine girmiştir ve bu sürecin sonunda sosyalist blok Sovyetler Birliği ve Yugoslavya dağılmıştır Sovyetlerin dağılmasıyla 15 bağımsız devlet ortaya çıkarken Yugoslavya’nın dağılması ile Balkanlar’da 7 tane bağımsız devlet oluşmuştur. 20. Yüzyılda başlayan komünizm furyası 21. Yüzyıla gelindiğinde miadını doldurmuş ve yeni dünya düzeninde dünya tek kutuplu ve ABD’nin tek süper güç olduğu yeni bir düzene doğru evrilmiştir. Yugoslavya’nın dağılma süreci derinlemesine incelenecek olunursa eğer, yukarıda sıralanan nedenler Yugoslavya’nın parçalanmasına yol açan  temel sorunlar dan sadece birkaçıdır.  Yugoslavya’yı çöküşe götüren temel faktörlerden biriside bölgedeki çok karmaşık etnik ve dini yapıdır.  Eski Yugoslavya’da Sırplar, Makedonlar ve Karadağlılar Ortodoks, Hırvatlar, Slovenler ve Macarlar Katolik kilisesine mensuptu. İslâm dinine mensup olanlar Boşnak müslümanları ve Sancaklılar, Arnavutlar, Türkler, Pomaklar ve Romlar’dı. İşte bu farklı etnik yapı Yugoslavya’nın parçalanmasındaki en önemli faktördür.  1789 Fransız Devrimi ile birlikte Milliyetçiliğin tüm dünyada yayılması ve zamanla  çok uluslu imparatorlukların, Avusturya Macaristan İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğunun  yakın tarihte parçalanmaları ve bunun hemen akabinde Yugoslavya ve Sovyetler Birliği gibi farklı unsurları  bünyelerinde barındıran yapıların ortaya çıkması ilginçtir lakin bu iki oluşumun sonu da Avusturya Macaristan İmparatorluğu ve Osmanlı İmparatorluğu gibi olmuştur ve yıkılmışlardır. Bu durum bize göstermiştir ki reel politik düzlemde  değişen konjonktüre ve yeni düzene ayak uyduramayanlar tarih sahnesinden silinmeye mahkumdurlar.

Sefa Sole

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

En Uzun Süreli Askeri Kuşatma: Saraybosna Kuşatması

Türkiyeli Arapların Ortadoğu Savaşlarına Bakışı

Yaşadığım yöre olan Çukurova bana çok büyük bir avantaj veriyor. Bu coğrafya tıpkı Türkiye’nin bir yansıması olarak tıpkı Türkiye gibi kültürel çeşitliliğin küçük bir örneği.

Hatay-Adana-Mersin hattı etnik olarak Arap, Kürt, Zaza, Türk, Çingene vatandaşlarımızı mezhebi olarak’ta Sünnisiyle, Alevisiyle, Hristiyanıyla veya inançsızıyla adeta insanın dünyaya bakış açısını genişletiyor ve farklı görüşleri anlayıp beyin fırtınası yapabilmenize imkan sağlıyor. İşte bu yüzden seviyorum bu bölgeyi. Elbette fazla kültürel çeşitlilik bazen olumsuz etkiye sebep olup kültür çarpışmasına dönüşebiliyor ama yinede ben buna tuzu biberi diyorum ve geçiştiriyorum.

Bu bölgede ki yaşayan Arapları ise aynı zamanda başka hiçbir yerde göremeyeceğiniz şekilde yan yana görebiliyorsunuz. Bir tarafta halk dilinde ki adıyla fellah diye tabir edilen Doğu Akdeniz’in yerlisi Arap Alevileri(Nusayriler), diğer tarafta ise Güneydoğu Anadolu’dan gurbete gelmiş olan Ehli-sünnet Arap vatandaşlar.

Türkiye Nusayri toplumu Mersin-Adana-Hatay hattında ve diğer bazı sanayi şehirlerimizde olmak üzre 2 milyon nüfusa sahipler diye söyleniyor. Hem doğudan gelen gurbetçi dostlarım hemde buranın yerlisi Araplar sayesinde iki farklı mezhepten ama aynı kökenden pek çok insan tanıdım ve tanışıyorum. Her halde azınlık olmanın verdiği psikolojiden yada gündeme ilgisizlikten olsa gerek mezhepsel farklılıklarına rağmen Türkiyeli Araplar, Suriyeliler gibi birbirleriyle kavga etmiyor aksine birbirlerine sahip çıkıyorlar. Sonradan anladım ki dünya gündemiyle pek meşgul olmayanlar birbirleriyle daha güven içerisinde.

Ortadoğu’nun sınırları

Ben çevremde ki bu geniş kitlenin Orta Doğu da ki soydaşları hakkında ne düşündüklerini ve tarafgirlik konusunda ne yönde olduklarını merak ettim ve bunu bulduğum her fırsatta uzun bir süreç zarfında doğaçlama bir şekilde konuştum. Genel olarak bu sohbetlerimden bazı sonuçlar çıkardım.

Öncelikle Arap arkadaşlarım kusura bakmasınlar ama Türkiyeli Arapların genelinin soydaşlarının yaşadığı savaşlarla konusunda ne ilgileri nede bilgileri var. Dünya umurlarında değil demek istemiyorum ama sanki bu işleri pek kafaya takmıyorlar gibi. Bu sanırsam benim neslimin tümünde yaygın olan bir problem olsa gerek. Öyle ki bana “Aaa Yemen’de, Libya’da savaş mı var?” diye soranlar oldu kaç defa. Ben bunu Türkiyeli Arapların hem günlük yaşantı hemde dünya görüşü olarak Orta Doğu da yaşayan Araplardan oldukça ayrışmasına bağlıyorum. Bu yüzden fiilen olmasa da farkında olmadan zihinlerinde ayrı bir millet olmuşlar.

Zor olsa da ara sıra uluslararası ilişkilere meraklı olan kişiler çıkıyor. Bu ilgili olanların içinde Sünni olanlarda var, Alevi olanlarda. Fakat her iki grup arasında derin bir uçurum var. Toplum arasında bu pek görülmüyor ama teke tek olunca insanların içinden akla hayale sığmayan düşünceler fışkırıyor. Ben sürekli içimden “İyi ki çoğu politikaya ilgili değilmiş” dedim. Çünkü kabul etmek istemesem de Dünya ve Orta Doğu gündemiyle ilgilendikçe insanın görüşleri aşırıcılığa kayıyor. Çünkü takip edilen şeyler aşırıcılık içeriyor.

Genelde yorumlar Suriye ile alakalı çünkü Irak, Yemen, Libya gibi ülkeler bizim gündemimize pek ışık tutmadığından olsa gerek pek konuşulmuyor ama Suriye hem etnik hemde mezhebi demografi açısından bizi yansıttığı için çok daha ilgi konusu.

Önce Alevilerden başlamak gerekirse; Alevi Arap toplumu bence Aleviliği milli bir davaya çevirmişler. Bu konularla ilgili olanlara göre(hepsi değil tabi ki) Suriye de ki yönetim ülkeyi nasıl yönetirse yönetsin dünya da ki tek Alevi yönetimi olarak sadece Suriye’nin değil bütün dünya Alevileri için önemli.

Almanya’dan Suriye’ye, Türkiye’den ABD’ye, Bulgaristan’dan Fransa’ya, Arnavutluk’tan Lübnan’a Alevi toplumunun yer aldığı bütün ülkelerde ki diaspora bu davayı sahiplenmeli çünkü Suriye tek ülke. Bunu Hatay/Samandağlı bir arkadaşım şöyle özetledi, “Sizin zaten yönettiğiniz 50 tane ülke var bizimse tek, bırakın bari o kalsın”. Yani Araplıktan ziyade Aleviliğin yok olması onun için çok daha ön planda. Hak vermedim de değil. Aleviler için tek yönettikleri ülkenin Suriye olması ve burada başarısız olmak bir varlık yokluk mücadelesi, yani oldukça hayati bir mesele.

Mersin/Tarsuslu bir başka Alevi dostum ise Suriye de Alevi toplumunun büyük kamu ayrıcalıkları elde ettiklerini ve istihdam anlamında devlet sayesinde daha şanslı hale geldiklerini kabul ediyor. Ancak ona göre yüzlerce yıldır toplumun dip katmanında yaşayan bir halkın şimdi görece daha refah olması toplumsal olarak hak edilen bir şey. Bunu şöyle anlatmaya çalışıyor, “Bizler bin yıldır ezildik ve halen çoğumuz eziliyor ama bu halk bir kere kaderini düzeltmişken bunu bırakmaz” diyor ve kardeşi de ekliyor, “Bizler bahsettiğin ayrıcalıkları Türkiye de göremedik bari Suriye de ki kardeşlerimiz görsün”.

Arap olmayan ancak bir alevi olarak Suriye de ki iktidar mücadelesini destekleyen Tuncelili bir dostum ise bana zaman zaman Suriye’ye gidip Şebbihalara katılmayı düşündüğünü söylüyor. Zaten bir işsiz olarak ekonomik anlamda hayattan bir beklentisi yok ve lise mezunu da değil. Bu yüzden “Ölürsem kaybedeceğim bir şey yok” diyor. Ona göre Suriye de Esad düşerse yerine gelecekler alevi toplumdan misliyle intikam alacak. “Zaten Sivas’ta, Çorum’da, Malatya’da, Maraş’ta, Dersim’de biz hep öldürüldük. Suriyeli Alevilerinde aynı şeyleri yaşamasını istemem” diyor.

Hatay/İskenderunlu bir arkadaşım ise bana “Hatay’dan bazen Suriye’ye gidenler oluyor” diyor. Fakat sebebinin mezhepçilik olmadığını işsizlikten dolayı olduğunu iddia ediyor. Suriye’den gelen pek çok mülteci yüzünden işsizliğin tavan yaptığını ve gençlerin bu işsizlik yüzünden radikalleştiğini ve biraz hiddetlendiğini söylüyor.

Yine Mersin/Tarsuslu bir Alevi dostum farklı bir görüş içinde. O “Esad yüzünden insanlar Alevilerden soğuyor ve Aleviler azınlık olduğu için kendilerini sevdirmeye çalışmalı soğutmaya değil” diyerek, Suriye de yaşananların Türkiye’ye de psikolojik etkisi olduğu için kendi geleceği konusunda da korktuğunu söylüyor. Çünkü Suriye savaşı yüzünden Türkiye de Aleviler hakkında söylemlerin daha da kötüleştiğini iddia ediyor.

Bunlar bazı örnekler. Yani anlayacağınız pek çok kişi bunu bir hayati mesele olarak görüyor. Zaten Hatay da Mihraç Ural önderliğinde ki pek çok grubun bu duyguyu kullanarak Suriye de ki milis güçlere adam topladığı hepimizin malumu. Tabi bunlar medyada pek yer almıyor. Çünkü Arap Alevi’si gençlerin bunu duyarak gitmeyi düşünmesi istenmiyor ama yinede sadece savaşın ilk 2 yılında 5000’den fazla Alevinin Suriye’ye gittiği küçük medya kuruluşlarınca söyleniyordu. Hatta bu rakamı günümüze kadar olan süreçte 50 bine çıkartanlar bile var. Bölgede ki kaçak çalışmayla artan işsizlik ve ekonomik sıkıntılar bunda önemli etkenlerden imiş. Şunu da hatırlatmakta fayda var. Özellikle Hatay da yaşayan pek çok vatandaşımızın Suriye de ki başta Lazkiye olmak üzere Nusayri toplumuyla yakın akrabalıkları bulunuyor. Bu yüzden Hatay da bu çok teşvik edici bir faktör.

Gelelim Sünni Arap vatandaşlarımıza. Onlar genelde bu civarın yerlisi değil. Urfa’dan, Mardin’den, Siirt’ten, Antep’ten gelen göçmenler. Yani daha farklı bir kültürden geliyorlar. Dikkat ettiğim bir şey var ki oda şu, bazıları sanki Arap olduğunu söylese de değilmiş gibi davranıyor. Sanki Arap değil de Türk veya Kürt gibi. Hatta Kobani olaylarında eylemlere katılmış veya milliyetçi Kürtleri müttefik görenlerde az değil. Bu görüşte olanları es geçtim tabi ki. Çünkü onlara göre Suriye de ne Esad nede muhalifler önemli, tek doğru PYD.

Kendisinin laik olduğunu söyleyen ve Siirt’ten PKK yüzünden buraya geldiğini ifade eden bir yurttaş, Suriye de azınlığın iktidarda olmasına değil yönetenlerin halkla ilişkisine önem verdiğini söylüyor ve “Eğer halk birini istemiyorsa o kişi istifa edip gitmeli” diyor. Bu çok ılımlı bir demokratik yaklaşım olsa da herkes böyle düşünmüyor.

Urfa/Harranlı bir arkadaşım ise azınlıktan birinin çoğunluğa hükmetmesinin tahammül edilebilir bir şey olmadığını söylüyor. Ona göre iktidarda olan insan azınlıktansa sadece o topluluğun kafa yapısını anlayabilir ve az kişiyi mutlu eder. Çoğunluğun kafa yapısıyla düşünemeyeceği için onlara hitap eden işler yapamaz ve çoğu insan mutsuz olur kanaatinde.

Yine Urfalı bir başka Arap arkadaş Esad için “Tam bir din düşmanı ve kukla” diyor ve “Böyle insanlardan İslam alemi kurtulmalı” diyor. Özellikle Rusya’nın müdahalesi sebebiyle “Esad’ın vatan sevgisinin olmadığının kanıtı ülkeye Rusya’yı sokmasıdır” diyor.

Sünni olmasına rağmen Esad’ı destekleyenlerde var. Örneğin Mardin/Midyatlı bir dostum Suriye de ki muhaliflerin çoğunun yabancı savaşçılar olduğunu düşünüyor ve çoğunun Antep, Kilis ve Hatay üzerinden Suriye’ye gönderilerek savaştırıldığı belirtiyor. Bu yüzden “Muhalifler Suriye halkını temsil etmiyorlar, onlar yabancı cihatçılar ve mezhepçiler’den oluşuyor” diyor. Esad’ın emperyalizme karşı olduğu için batının bu yüzden hedefinde olduğunu ve bu yüzden ona hayran olduğunu söylüyor. Hatta “Esad gidecek diyenler gitti Esad hala duruyor” diyerek kahkahalar bile atmıştık. Burada kastettikleri geçen yıl ölen Suudi kralı ve Ahmet Davutoğlu’ydu.

Olaya ekonomik bir bakış açısı sokan Hatay/Yayladağlı Sünni ve iktisat okuyan bir arkadaş ise “Bir grup insanın ülke yönetmesi zengin-fakir uçurumuna sebep olur. Bu uçurum yüzünden zaten insanlar Alevilere düşman oldu. Mezhepçilik Sünnilerin değil, onları mezhepçi hale getiren iktidarın suçu” diyerek suçu devlette buluyor.

Sünni Arap bir başka Mardinli Dostum ise laiklik ilkesine vurgu yapıyor. “Esad en azından laik ama cihatçılar ülkeye şeriatı getirecek” diyor ve hepimizin sık sık duyduğu laikliğin önemi cümlelerini tekrarlıyor.

Daha başka düşüncelerde var tabi ki ama genel özet bu şekilde. Ben bu tür sohbetleri yaptıkça, insanların bu konularla ilgilenerek birbirine daha güvensiz hale geldiklerini düşünmeye başladım. Tabi ki hem Alevi hemde Sünni Türk halkları içinde benzer demografik yapı gereği aynı şeyler geçerlidir diye tahmin ediyorum. Sanki okumak araştırmak ilgilenmek insanları radikalliğe yaklaştırıyor ve birbirleriyle iletişim kurabilmelerini zorlaştırıyor. Ancak dünya umurunda değil dediklerim birbirleriyle böyle şeyler konuşmadıkları için birbirlerinin kimliğini zamanla önemsiz hale getiriyor ve bu sayede çok daha iyi geçinebiliyorlar. Yani mesele enternasyonal olmakta yatıyor aslında. Bu sayede mezhepleri ve ırkları bir kenara atarak birbirimize güvenebilir ve daha kolay geçinebiliriz. Aksi halde şizofren gibi birbirinden devamlı şüphe duyan ve yalnız kalan insanlar veya dostsuz toplumlar oluruz.

Muhammed Ali Çalışkan

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Halep Neden Bu Kadar Önemli?

Arap Baharı’nın dinmek bilmeyen ateşinin, bir yıl bile geçmeden 40 yılı aşkın bir süredir azınlık iktidarı Esad rejimi tarafından, mezhep temelli baskıcı bir politika ile yönetilen Suriye’ye sıçraması kaçınılmaz bir oldu. Suriye’de Mart 2011 yılında başlayan barışçıl protestoları baskı ve şiddet yoluyla sindirmeye çalışan Esad yönetimi, bu konuda başarısız oldu ve gösteriler daha da şiddetlenerek nihayet ülkeyi iç savaşa sürükleyen bir sürece girildi.  Suriye’de muhalifler hızlı bir şekilde örgütlenerek silahlanmış ve ülkenin hemen her yerinde rejim güçleri ile çatışmaya başladı.  İç savaşa birçok küresel ve bölgesel aktörün dahil olması, Suriye’de küçük çaplı bir dünya savaşının yolunu açtı. ABD, Türkiye, Katar, Suudi Arabistan ve AB ülkeleri muhalif unsurları desteklerken, Rusya, İran, Irak ve Çin gibi ülkeler Suriye rejimini destekledi. Muhaliflere yapılan yardımlar oldukça sınırlı olurken, Esad rejimi Rusya ve İran’ın devasa desteği ve ABD’nin pasif tutumu neticesinde koltuğunu uzun süre korumayı garanti altına aldı. Bu bakımdan “Suriye iç savaşı, yerel bir savaş, bölgesel bir kriz ve küresel bir rekabetin adı oldu.” Suriye’ye sıçrayan ve yaklaşık altı yıldır süren bu iç savaşta yaklaşık 500 bine yakın insan hayatını kaybetti, 10 milyondan fazla kişi ülke içinde ve ülke dışına göç etmek zorunda kaldı. Ülkedeki kanlı iç savaş birçok kenti de harap hale getirdi. Bir zamanlar insanların gezip alışveriş yaptığı tarihi çarşılar, tedavi oldukları hastaneler ve hatta camiler ağır silahlarla yerle bir oldu.

İç savaş ile birlikte muhalifler güçlü oldukları kentleri bir bir ele geçirmeye ve etkinlik alanlarını arttırmaya başladılar. Hiç şüphesiz muhaliflerin en güçlü oldukları kentlerden biride şu günlerde amansız bir trajediye ev sahipliği yapan Halep. Geçtiğimiz Temmuz ayı ile birlikte Rejim güçleri ve Rusya Halep’teki muhaliflerin kontrolündeki bölgelere yoğun hava ve kara saldırısı başlatıp, bu bölgeleri kuşatma altına almıştır. Ağustos ayında muhalifler kuşatmayı kırsa da, Eylül ayı ile birlikte kuşatma yeniden sağlanmış ve çembere alınan muhalifler ellerindeki bölgeleri hızlı bir şekilde kaybetmeye başlamıştır.

Bu gerileme Kasım ayı sonunda oldukça hız kazanmış ve muhalifler Aralık ayının ortalarına doğru ellerindeki toplakların %95’ini kaybetmiştir. Bugün itibariyle yaklaşık 100 bin sivil Ensari Meşhed adındaki 6 kilometrekarelik bir mahallede kuşatma altındadır. 13 Aralık akşamı itibariyle kısmi ateşkes sağlanmış ve sivillerin tahliye edilmesi için bir koridor oluşturulması planlanmıştı.

Fakat 14 Aralık sabahı Reuters haber ajansının geçtiği son dakika haberine göre ateşkes, Esad rejimi ve Şii milisler tarafından bozulmuş ve dar bir alanda sivillerin üzerine bombardıman yapılmaktadır. Peki Rejim için Halep neden bu kadar önemliydi ve bu operasyonun insani bilançosu ne oldu. Bu sorulara yaptığımız analizde cevap bulmaya çalışacağız.

Halep Neden Bu Kadar Önemli?

Gerçekten de Halep’in birçok faktörden dolayı tüm taraflar için oldukça önemli bir yeri vardır. Bu faktörlerden başlıcaları şehrin coğrafi konumu, jeostratejik ve jeokültürel önemi, psikopolitik unsurlar ve ulaşım olanaklarının nistepen gelişmişliğidir. Bu faktörlerin başında şehrin coğrafi konumu, yani merkezi bir alanda bulunması, Türkiye sınırına hem kuzeyden hemde batıdan yakın mesafede olması ve şehirde Suriye’nin hemen tüm bölgelerine ve büyük şehirlerine ulaşımın kolaylıkla sağlandığı yolların, askeri üslerin ve havaalanının bulunması şehrin önemini arttıran önemli etkenlerdir. Ayrıca doğudaki petrol kuyularına yakınlığı da şehrin jeopolitik önemini arttırmıştır. Halep’in jeostratejik açıdan önem arzetmesi ise şehrin askeri açıdan etkili hücum, savunma ve manevra kabiliyetine sahip olması, birçok farklı grubun etkinlik alanlarının kesişme noktası olması ve o grupların ard bölgelerine açılan bir nevi kapı olmasıdır. Jeokültürel anlamda Halep,  Suriye’de Sünni nüfusun en fazla olduğu ve yoğunlaştığı şehirlerden biridir. Bu bakımdan muhalif güçler bu şehri ellerinde tutarak uzun vadede varlıklarını sürdürmeyi, Rejim ise bölgeyi ele geçirerek Sünni popülasyonu denetim altına alıp sindirmek ve göçe tabi tutarak hem muhaliflere ağır bir darbe indirmeyi hemde uzun vadede bölgede kalıcı olabilmek için demografiyi lehine değiştimeye çalışmaktadır. Psikopolitik açıdan Halep’in önemi değerlendirildiğinde ise şehir gerçtekten iç savaşın başladığı ilk dönemlerden beri muhalifler için oldukça önemli bir kale konumundaydı. Halep’i ele geçirmenin ve bu şehri elde tutmanın tüm Suriye’nin kapılarını açaçağı ve bu şehri yönetmenin tüm Suriye’yi kontrol altında tutacağı düşüncesi, muhalifler için hem bir psikolojik destek hem de diğer gruplar üzerinde psikolojik bir üstünlük kurulmasıydı. Fakat şehrin rejim tarafından büyük oranda ele geçirilmesi bu psikopolitik yaklaşımı, rejim lehine çevirmiştir. Tüm  bu faktörler bütünsel bir yaklaşımla ele alınmalı ve şehrin her grup için tüm bu faktörler nedeniyle önemli olduğu unutulmamalıdır.

Kuşatmanın İnsani Bilançosu

Kuşatmanın başladığı Temmuz ayından bu yana ağır bombardıman altındaki Halep’te yüzlerce insan yaşamını yitirmiş binlerce insan göç etmek zorunda kalmış, teslim olma yolunu seçenler ise infaz edilmek veya rejim saflarında savaşmak arasında seçim yapmaya zorlanıyor.

Rejime bağlı güçler tarafından kuşatma altına alınan muhalif bölgedeki 300 binden fazla insan açlık, tıbbi malzeme yetersizliği, temel insani alt yapının bütünüyle yıkıma uğraması gibi nedenlerin yanı sıra, her gün şiddeti artarak devam eden hava ve kara saldırılarıyla büyük kayıplar yaşıyor. Londra merkezli Suriye İnsan Hakları Gözlemevi(SOHR)’nin son olarak yayınladığı bir rapora göre, Eylül ayının sonundan Kasım ayına kadar geçen 2 aylık süreçte 245’i çocuk olmak üzere 850 sivil hayatını kaybetti. Son günlerde yüzlerle ifade edilen rakamlarda düzenlenen hava saldırıları ve binleri aşan topçu atışı ve karadan karaya füzelerle vurulan kuşatma altındaki Halep’te, durum her geçen gün daha büyük bir trajediye dönüşüyor. SOHR tarafından geçtiğimiz günlerde yayınlanan ve 22 Eylül 2016’dan 22 Kasım 2016’ya kadar süren tarihler arasında, Rusya ve Esed rejimine bağlı güçlerce gerçekleştirilen bombardımanları ele alan bir rapor yayınlandı. Kuşatma altındaki Halep’in yanı sıra, muhaliflerin kontrolündeki batı ve güney Halep’teki kayıpları da içeren raporda, yaşanan sivil ölümlere dair çarpıcı rakamlar paylaşıldı. Halep’teki muhalif bölgelerde Rusya ve rejime bağlı güçlerin gerçekleştirdiği hava saldırısı, topçu atışları, karadan karaya güdümlü füze saldırıları v.b. saldırılarda, belirtilen tarihler arasında 834 ölüm rapor edildi. Bahsi geçen ölümlerin içerisinde 18 yaşının altındaki 176 çocuğun yanı sıra, 18 yaşının üzerinde 69 kadın da yer alıyor. SOHR’un raporuna göre yalnızca kuşatma altındaki Halep’in doğu kısmında 96’sı çocuk, 36’sı kadın olmak üzere 523 sivil, Rusya ve rejim tarafından gerçekleştirilen uçak ve helikopterlerle gerçekleştirilen hava bombardımanlarında yaşamını yitirdi. Aynı bölgede rejime bağlı güçler tarafından gerçekleştirilen topçu atışlarında 11’i çocuk, 6’sı kadın, 84 sivil hayatını kaybetti. Aynı rapora göre Rusya ve rejime bağlı güçler tarafından Halep’in kırsal kesimine yönelik gerçekleştirilen hava ve kara saldırılarında 68’i çocuk, 33’ü kadın olmak üzere 222 sivil hayatını kaybetti. Rusya ve rejim tarafından gerçekleştirilen tüm bu saldırılar sırasında aralarında durumu ağır olanların da bulunduğu 4 binden fazla sivil ise yaralandı. Raporun yayınlandığı günlerde ise yine onlarca ölü ve yaralıya yol açan saldırıların devam ettiği bildirildi. Rejim güçlerinin ele geçirilen bölgelerde kendilerine teslim olan erkeklere ya orduya katılıp muhaliflere karşı savaşmaları, ya da infaz edilmeleri gibi iki seçenek verdiği, bölgeden gelen son haberler arasında. Bölgedeki çok sayıda gazeteci ve aktivist de rejim yanlıları tarafından sosyal medyada tehdit ediliyor. Muhalif bölgenin tamamen düşmesiyle bu kişilere yönelik kötü muamele ve infazlar gerçekleştirilme ihtimali bulunuyor. Teslim olan kadın sivillerinse ayrılarak başka bölgelere götürüldükleri bildiriliyor. Özellikle yabancı Şii milislerin kadınlara yönelik kötü muamele ve olası tecavüz gibi uygulamalara başvurduğu iddia ediliyor. Esed rejiminin daha önce dünya kamuoyuna yansıyan işkence görüntüleri ve kayıtları ise, Halep’teki sivillere dair endişeleri daha da artırıyor (suriyegundemi.com, 12 Aralık)

Mehmet Enes Bağlama

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Yönetilememenin Başarısı: Krizler Çemberi

Ülke olarak uzun yıllardır yönetilememenin, yönetenlerin kişisel çıkarlar peşinde koşmasının ve dış politika bilgisizliğinin ile tecrübesizliğinin neticesinde krizler çemberi içerisinde bulunmaktayız. Suriye ve Irak’ın iç işlerine karışılması, Ermenistan ile tarihsel sorunların sürdürülmesi, Rusya ile uçak olayı, Yunanistan ile Sevr-Lozan polemiği krizler çemberinin ilk katmanıdır. İkinci katmanda İsrail ile Mavi Marmara, Alçak Koltuk, Filistin ve suni ‘‘One Minute’’ krizleri, Mısır’ın içişlerine karışılması ile Mısır’ın mevcut güvenliğini tehdit eden oluşumu meşrulaştırma krizi yer almaktadır. Bu krizler yönetilenler tarafından azımsanmış olsa gerek ki Avrupa Birliği (AB) krizi de yerini almaktadır.

Osmanlının son zamanlarından itibaren dış politikada var olan Batıcılık prensibini değiştirmeye çalışmak ya da değişmesini ummak hayalperestlikten öte değildir. Avrupa Birliği’ne sırtını dayamış, güvenliğini ve ekonomisini yine Avrupa Birliği’ne borçlu olan hükümetin; AB’ye alternatif arama girişimleri, sert çıkışlar gerçekleştirmesi ve halkı galeyana getirme girişimleri retorik ve oy kaygısından başka bir şey değildir. Zira gelenekselleşmiş muhtarlar toplantısında Avrupalılar medeniyetten nasibini almamış ülkeler topluluğu iken, alternatif olarak düşünülen Şanghay İşbirliği Örgütü’nün (ŞİÖ) üyesi Rusya’nın yarattığı tehdide karşı Avrupalıların başını çektiği NATO’nun koruyuculuğuna sığınırken Avrupalılar oldukça ‘‘cici’’ ülkelerdi.

Darbe girişiminin ardından ortaya çıkan idam tartışmaları, insan hakları ihlalleri ile ilgili kaygılar ve Erdoğan’ın mülteci anlaşmasını feshetme tehdidi AB-Türkiye ilişkilerinin gerilmesine neden oldu. Avrupa Parlamentosu’nun müzakereleri durdurma kararından sonra ise biz altta kalmayız edasıyla alternatifler aranmaya başlandı ve Şanghay İşbirliği Örgütü ile flört başladı.

Peki sahiden Avrupasız yapılabilir mi?

Veriler, özellikle Türkiye ekonomisi için Avrupa Birliği’nin oldukça önemli olduğunu göstermektedir. Avrupa Birliği Türkiye’nin en büyük ticari partneri konumunda bulunmaktadır. Gümrük ve Ticaret Bakanlığı’nın son açıkladığı verilere göre Haziran ayı itibariyle Türkiye’nin ihracatında Avrupa Birliği’nin payı yüzde 48,5 seviyesine yükseldi. 2015 yılının tamamında AB’ye 64 milyar dolarlık ihracat yapılırken, 2016’nın ilk 6 ayında bu rakam 32 milyar dolar olarak gerçekleşerek istikrarlı seyrini devam ettirdi.

Sadece ihracat değil doğrudan yatırım açısından da AB’nin Türkiye ekonomisinde önemli bir ağırlığı bulunmaktadır. 30 Haziran itibariyle Ekonomi Bakanlığı’na veri setine kayıtlı yaklaşık 50 bin yabancı şirketin 23 bini AB merkezlidir.

Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın verilerine göre Mayıs ayı itibariyle bu şirketler Türkiye’deki doğrudan yatırımların yüzde 64’ünü gerçekleştirdi. 2002-2016 Mayıs tarihleri arasındaki doğrudan yatırımların büyüklüğü dikkate alındığında ise AB’nin Türkiye’ye yapılan yatırımlardaki ağırlığının yüzde 92 olduğu ortaya çıkmaktadır.

Türkiye’nin 2015 ihracatında AB’nin payı %44,4 iken Şanghay İşbirliği Örgütü üyelerinin toplam ihracattaki payı %5’tir. İhracatın neredeyse yarısını karşılık gelen AB’ye karşı ŞİÖ’yü alternatif göstermek daha öncede belirtildiği gibi retorikten başka bir şey değildir.

Türkiye’deki doğrudan yatırımların yüzde 64’ünü içeren ve ihracatın yüzde 44’ünü içeren AB, Türkiye için ekonomi, güvenlik ve hukuk bağlamında önemli partnerdir. Bu nedenle gereksiz polemiklere girmekten ve maceralara atılmaktan kaçınılmalıdır.

Diplomasinin varlığından ve yönetim ilkelerinden bihaber olmak dün söyleneni bugün inkâr edilmesine neden olur. Son söylenmesi gerekeni ilk söylemek ancak iç politikada cevap alır. Ülke yönetiminin kişisel çıkarların peşinde koşmayla, çığırtkanlıkla yahut kabadayılıkla gerçekleşeceğini değil temel prensip ve ilkelerle gerçekleşeceğini bilmek ve farkında olmak gerekmektedir.

Abdullah Özdil

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR


KAYNAKÇA

http://www.mfa.gov.tr/turk-ekonomisindeki-son-gelismeler.tr.mfa

http://www.mfa.gov.tr/turkiye-ab-iliskilerine-genel-bakis.tr.mfa

http://www.mfa.gov.tr/sanghay-isbirligi-orgutu.tr.mfa

http://www.mfa.gov.tr/cin-halk-cumhuriyeti-ekonomisi.tr.mfa

http://www.mfa.gov.tr/rusya-ekonomisi.tr.mfa

http://www.mfa.gov.tr/ozbekistan-cumhuriyeti-ekonomisi.tr.mfa

http://www.mfa.gov.tr/kirgizistan-cumhuriyeti-ekonomik-iliskileri.tr.mfa

http://www.mfa.gov.tr/tacikistan-ekonomisi.tr.mfa

http://www.mfa.gov.tr/kazakistan-cumhuriyeti-ekonomisi.tr.mfa

http://www.dw.com/tr/t%C3%BCrkiye-ile-ab-birbirine-ne-kadar-muhta%C3%A7/a-19450619.

http://www.trthaber.com/haber/ekonomi/turkiye-avrupa-birliginin-5inci-buyuk-ortagi-199272.html

http://www.sabah.com.tr/ekonomi/2016/02/17/turkiye-abnin-5-buyuk-ticaret-ortagi#

TÜİK

2014-2016: YPG Halep’te Kontrol Ettiği Toprakları Genişletti

Halep’te Kastillo yolunun çevresinde Şeyh Maksud‘u kontrol eden PKK’nın Suriye kolu YPG/YPJ, muhaliflerle rejim güçlerinin çatışmalarından istifa ederek kontrol ettiği bölgeleri genişletti. Halep’in kuzeyinden Türkiye sınırına uzanan koridoru Şubat 2016’da kapatan rejim güçleri ve Afrin’deki YPG güçleri, Kastillo yolunun kapatılmasında da ittifak halinde hareket ederek muhalifleri bu bölgeden çıkardı.

Son 1 ayda da Halep’in kuzeyinde muhaliflerden birçok bölgeyi ele geçiren rejim güçleri, Şeyh Maksud‘daki YPG güçlerinin desteğiyle muhaliflerin Halep’te kontrol ettiği kuzey bölgesini de ele geçirmişti.

Halep’te YPG’nin kontrol ettiği toprakların 2014’ten 2016’ya genişlemesi:

2014-2016: YPG’nin Halep’te kontrol ettiği bölge Şeyh Maksud

Şeyh Maksud nerede? Geniş haritada Halep, El Bab ve Afrin kantonu:

Şeyh Maksud nerede?

Büyük Değişim: Halep 2013 ve 2016 Haritaları

Kasım 2016’dan bugüne muhaliflerin Halep‘te kontrol ettiği toprakların yüzde 90’ı rejim güçlerinin kontrolüne geçti. Bu kadar hızlı toprak kaybının başta diplomatik görüşmeler olmak üzere birçok sebebi olduğu konuşulsa da, rejim güçlerinin Suriye iç savaşının en önemli bölgesi olarak gösterilen Halep‘te böyle stratejik ve tarihi anlamda değerli toprakları kontrolü altına almasının savaşın seyrini hem masada hemde sahada değiştireceği aşikardır.

IŞİD daha muhaliflerden birçok bölgeyi ele geçirmeden önce (2013 yılında) muhalifler, Suriye’ topraklarının yarısından fazlasını kontrolü altında tutuyordu. Başta Türkiye sınırı olmak üzere Halep’te varlığını gösteren muhaliflerin, Halep’te 3 senede kontrol ettiği bölgelerdeki değişim savaşın gidişatı konusunda fikir verebiliyor. Rusya’nın Suriye’de hava saldırılarına başladığı günden beri rejim güçleri, birçok bölgede ilerleme kat etti ve topraklarını genişletti.

Halep 2013 ve Halep 2016 şeklinde iki haritanın birleştirilerek tek haritaya indirgendiği çalışma büyük değişimi gözler önüne seriyor.

Halep Haritası (2013-2016):

Halep 2013 ve 2016 haritası

Güncel harita: Halep Son Durum Haritası

Yaşlanan Dünya Nüfusu ve Beyin Göçü Yarışı

2012 yılı verilerine göre dünya da kadın başına düşen çocuk sayısının yaklaşık ortalaması 2.47 olarak tahmin ediliyor. Bu rakam nüfusu sabit tutan 2.10 rakamına yaklaşıldığı anlamına geliyor. Zaten ortalama ömrün hızlı uzaması yüzünden hızla yaşlanan dünya artık nüfusunu da azaltmaya başlayacak. Çünkü; Eğer bir ülke de kadın başına düşen çocuk sayısı 2.1 ise o ülke de nüfus yaşlanmaya ve sonrasında da azalmaya başlıyor. 2.1 rakamının kesinliği ise garanti değil çünkü mantığı çok basit. Anne ve babanın kendileri yerine koyacağı 2 çocuğun 0.1 fazlası ediyor. 0.1 fazla konulmasının nedeni ise olası erken ölümlere karşı dengeleme amacı güdüyor(trafik kazası, intihar, cinayet, ölü doğum, hastalık vb.).

Günümüzde bile belli başlı ülkelerin nüfus artışı konusunda sıkıntı çektiğini görüyoruz. Bu ülkelerin ortak özellikleri ise şehirleşme oranlarının yüksek olması. Şehirleşme oranının yüksek olduğu pek çok ülkede insanlar ekonomik veya mesleki sebeplerden ötürü çocuk sahibi olmayı erteliyorlar. Bu şehirleşmiş düzende insanların eğitimlerini tamamlayıp düzenleri oturtması zaten otuzlu yaşları bulabiliyor(istisnalar kaideyi bozmaz tabi).

Bu yüzden bu ülkeler, vatandaşlarının ekonomik endişelerini gidermek adına çocuk yapmayı teşvik edici ekonomik yardımlar yapıyorlar. Türkiye’de de şehirleşmenin aşırı artışıyla bu sorunun arttığı, hatta devletin bu yüzden çocuk yapmayı teşvik edici paketler çıkardığı hepimizin malumu. Ancak bu bile bir yere kadar etkili oluyor. Bu ülkeler aynı zamanda nüfusun yaşlanması sebebiyle iş gücü ihtiyacını karşılayamama endişesi içindeler ve göçmen çekmek istiyorlar.

Şehirleşmemiş ülkelerin vatandaşları genelde tarım ve hayvancılıkla uğraştıkları için aileler zaten kendi işlerini yaparken çocuklarını da yetiştiriyor ve kendi mesleklerini onlara aktarıyorlar. Bu yüzden onların evlatları oldukça erken yaşta meslek sahibi olup aile kurmaya başlayabiliyorlar. Tabi nüfus arttıkça hayvanlar ve tarlalar bölünüyor ve şehire göç kaçınılmaz hale geliyor.

Şimdi gelelim asıl mevzumuza.

Stratfor düşünce kuruluşunun kurucusu George Friedman göçmen çekme konusunda ki yarış ile ilgili şöyle bir tahminde bulunuyor. Dünya nüfusunun yaşlanması ile beraber göçmen çekme yarışının kızışacağını ve bu yarışı kazanan ülkelerin göçmenler açısından altyapısını kurmuş ve işleyen bir sistemi olan ülkeler olacağını belirtiyor. Örnek olarak ise ABD, Kanada, İngiltere, Yeni Zelanda ve Avustralya’dan bahsediyor. Yani bu ülkelerin günümüzde olduğu gibi gelecekte de iş gücü için çekim merkezleri olmaya devam edeceği yorumunu yapıyor. Bu beş ülkenin günümüzde de eğitimli iş gücü için ilk adresler olduğu malum ve dikkat ettiyseniz beşi de İngilizce konuşan ülkeler.

George Friedman bu sebepten ötürü ABD’nin dünya hakimiyetinin süreceğini söylüyor. Her ne kadar bu yorum bize taraflı gibi gelse de İngilizce etkisini varsayınca gayet mantıklı olduğunu düşünmeye başlıyoruz.

Eski Sovyet ülkelerinde de insanların yabancı dil olarak Rusça konuşması sebebiyle göç etmek için Rusya’yı tercih ettiklerini görüyoruz. Örneğin Orta Asya ülkelerinin vatandaşları kendi ülkelerinde iş bulamazlarsa Rusya’ya gidiyorlar. Çünkü o topraklarda ortak dil Rusça ve adaptasyon sürecinin en kısa süreceği yer tabi ki de Rusya. Aynı şekilde bir çok dünya ülkesinde ortak dil İngilizce olduğu için kendi ülkesinde iş bulamamış yada az kazandığını düşünen yetişmiş elemanlar çareyi İngilizce konuşulan ülkeler de arıyorlar, çünkü adaptasyon süreci daha kolay ve daha kısa geçiyor.

Bir çok Afrika ülkesinde bile işçi göçlerinin Güney Afrika Cumhuriyetine yönelik olduğunu görüyoruz. Çünkü bölgenin görece en gelişmiş ülkesi Güney Afrika Cumhuriyeti ve ağırlıkla İngilizce konuşuluyor bu yüzden Güney Afrika’nın göç merkezi haline gelmişler. Bu bizlere, bir ülkenin sadece kendi anadili sayesinde ne kadar büyük yetişmiş eleman çekme avantajına sahip olduğunu gösteriyor. Zaten ABD’nin günümüzde ki ekonomik büyüklüğünün de kaynağı sürekli yetişmiş göç alması değil mi? Özellikle de birinci ve ikinci dünya savaşları sırasında Avrupa’nın en yetişmiş insanları ABD’ye giderek onu bir süper güç haline getirdiler.

Şuan bile yetişmiş iş gücünün İngilizce konuşan ülkeler de bulunduğunu düşünürsek, ileri de dünya nüfusunun doğurganlığı düştüğü zaman ülkeler arasında ki yetişmişlik uçurumun ne aşamaya geleceğini birde siz düşünün?

Maalesef bu saatten sonra bu durumu tersine çevirmek çok zor ama yinede benden size bir tavsiye, “ne olur ülkenizi terk etmeyin”.

Muhammed Ali Çalışkan

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Türk Dünyasının Sorunları

Sizde de böyle midir bilmiyorum ancak özellikle yeni Türk devletlerinin ortaya çıktığı doksanlı yıllarda büyüyen nesillerin söz konusu turan ülküsü olunca geçmiş nesillere göre çok daha ateşli olduğu düşünmekteyim.

Daha önce Turan ülküsünün gerçekleşebileceğine yönelik böylesine bir tutku en son Birinci Dünya Savaşında ve sonrasında ki Rus İç Savaşında mevcuttu. Sonrasında her iki savaşta da başarısız olunması üzerine bu hayaller başımıza hayal olmaktan çıkıp kabus olarak geri döndü.

O dönem bu tutkunun Osmanlı İmparatorluğunda ki vücut bulmuş hali İttihat ve Terakki Cemiyetiydi. Cemiyetin ağır topları da Talat Paşa, Enver Paşa ve Cemal Paşaydı. Gerçekleştirdikleri Babı Ali Baskını ile beraber yönetimde gücü ele geçirmiş ve sonrasında tutkuları uğruna ülkeyi mahvedecek bir buhrana girmişlerdir.

Turan ülküsünün olabilirliğini sorgulamadan önce, bu hayalin insanlarımızı nasıl bir felakete sürüklediğini anlamak için o döneme kısaca bir göz atmakta fayda var.

Osmanlı Devletinin son dönemlerinde Orta Doğu ve Kuzey Afrika da yaşanan hayal kırıklıkları insanlarda milliyetçi duyguları ateşlemiş ve Ümmetçilik yoluyla genişleme ideali yerini Turancılık yoluyla genişleme idealine bırakmıştır. Ancak sonuç yine felakettir. Birinci dünya savaşı ve Rus iç savaşında Turancılık fikirleri savaşlarda alınan ağır yenilgiler yüzünden büyük bir hezimete uğramıştır.

O dönem, bu fikirlerin gerçekleşebilme ihtimalini güçlendiren olaylar bu iki savaştı ama sonrasında başarısız olunmasıyla bu ihtimalden bile daha da uzaklaşıldı. Ta ki Sovyetler Birliği dağıtılana kadar, Sovyetler Birliği’nin dağıldığı doksanlı yıllardan sonra bu hayalin tekrar oldukça arttığı bir gerçek.

Ancak bu hayalin Türklerin ana yurdunda değil de göç yollarında daha ateşli olması daha da ilginç. Örneğin tanıdığım Kazak, Özbek, Tatar arkadaşlarımın hem kendi düşünceleri hem çevreleriyle ilgili anlattıkları hemde farklı kaynaklardan gördüğüm haberler ve makalelerden çıkardığım sonuç, bu tür meseleleri pek kafaya takmadıkları iken Azeri, Türkmen ve Anadolu gençlerinin bu konu da çok daha ateşli ve istekli olduğunu fark ettim.

Özellikle Azeri dostlarımın gözlerinden inanılmaz bir intikam ve nefret fışkırıyor. Hem Ermenilere, hem Farslara, hem de Ruslara karşı bu duyguları besliyorlar. Bunun sebebini inceleyince Karabağ savaşının(1992-1995) verdiği yenilmişlik hissinin onlarda bıraktığı mirası anlamak zor değil. Sadece bu savaş değil aynı zamanda savaş sonrasında yaşanan çatışmaların medyada ki yansımaları, İran da yaşayan Azeri toplumunun çektikleri ve Rusya da ki Azeri toplumuna yönelik dazlak cinayetleri kuşkusuz onların öfkesini ve çaresizlik hissini daha da kabartıyor olmalı.

Anadolu, Kafkasya, ve Orta Doğu da durum böyle iken Orta Asya ülkelerinin gündeminde ise daha çok yöneticilerinin vurdum duymazlığı, kamu kurumlarında ki yolsuzluk ve rüşvetler, artan zengin fakir uçurumu, mafya faaliyetleri olduğu için insanların istekleri keşke eski düzen devam etseydi şeklinde oluyor. Bu yüzden bir Turancının önce ana yurdunda ki insanların bile çoğunun kendi gibi istekli olmadığını ve siyasi eğilimlerinin farklı olduğunu anlaması gerekiyor.

Yaklaşık olarak Türk dünyasının nüfusunun üçte biri Türkiye de(55-60 milyon) yaşıyor. Peki bu 172-185 milyon arasında olan büyük nüfus şuan da ne durumda? Türk halklarının turan konusunda potansiyellerini anlamak açısından bu nüfusun şu an ki başlıca sorunlarına sırayla bir bakmamız önemli. Hem bu sayede Orta Doğudan başka bir gündemi olmayan yurdumun insanları, daha önemli meselelerinin olduğunu da görmüş olur.

Soykırım

İster Enternasyonal bir birey için olsun isterse Milliyetçi bir insan için olsun, her halde bir birey için en acı olan kısım soykırım mevzusu olsa gerek. Çin de yaşayan Uygur ve Kazak halklarının yok oluşu bence en büyük sorun. Zaten artık Kazakların adı bile geçmez oldu Çin de, halbuki eskiden Kazaklar da Doğu Türkistan da varlık gösteriyorlardı. Fakat bunu bugün kimse bilmiyor. Bu hızla giderse Uygurların da yakın bir gelecekte Çin’in karanlık tarihinden Kazaklar gibi silineceği kesin gibi ve kimsenin bu durum karşısında bir şey yaptığı daha doğrusu yapabildiği yok. Zorunlu kürtajlar, yasaklar, kısırlaştırmalar, idamlar zaten hepimizin sık sık duyduğu meseleler oldu. Bir zamanlar onda dokuzu Türk olan bölgede şimdi Türk oranı dörtte bir bile değil.

Çin de yaşananların dışında Irak’ta ve Suriye’de de bir soykırım telaffuz ediliyor ama burada yaşayan Türkmenlerin tam olarak neler yaşadığı konusunda tek bildiğimiz iddialar üzerine kurulu, yani kesin bilgi veremiyoruz. Bilgilerin kesinliğini savaşların bitmesiyle oluşacak ortamda daha net elde edebiliriz. Ancak Irak ve Suriye de Türkmenlerin çeşitli güçler tarafından farklı zamanlarda ve farklı yerlerde yok edildikleri sürekli gündemimize düşüyor. Bu duruma hem Irak’ta hemde Suriye de hangi güçlerin sebep olduğu ise hepimizin malumudur sanırsam. Sebep genelde PKK ile bağlantılı örgütler oluyor.

PKK’nın ırkçılığının yanı sıra mezhebi gerilim daha kritik boyutta. Türkmenler zaman zaman Haşdi Şabi veya IŞİD saflarında birbirleriyle savaştığı gibi şehirlerde kendi sivillerini de katledebiliyorlar. Haşdi Şabi Sünni sivilleri, IŞİD de Şii sivilleri derken her iki grubunda içinde tıpkı Araplar gibi yer bulan Türkmenlerde bir nevi birbirlerini ve birbirlerinin sivillerini öldürüyorlar. Yani Irak’ta sadece Araplar arasında değil Türkmenler arasında da iç savaş mezhep yüzünden devam ediyor.

Ayrıca soykırım konusunda pek konuşulmayan Tacikistan’a da bir parantez açmak isterim. Çünkü en az konuşulanı bu. Öncelikle Taciklerin Türki değil İrani bir halk olduğunu hatırlamakta fayda var.

Tacikistan da Özbek azınlığın oranı resmi rakamlara göre günümüzde %9 civarında ama Tacikistan bağımsız olduğunda Özbeklerin oranı için %23 gibi oranlar bile veriliyordu. Tabi aradan geçen 25 yıllık dönemde ülke nüfusu %50’ye yakın artış gösterdi. Hemde bu artış yoğun dış göçe ve iç savaşa rağmen oldu. Fakat Özbek nüfus savaş sırasında Tacikler gibi faal olmamıştı ve çalışmak için dışarı göç etme eğilimleri Taciklerle aşağı yukarı aynıydı. Bu yüzden Özbek oranının bu kadar yüksek düşmesi şaşırtıcı.

Tacikistan ve Özbekistan arasında ki su paylaşımından dolayı çıkan meseleler Özbek azınlığın hedef tahtasında olmasına yol açıyor. Özbekistan, Tacikistan İç Savaşı(1992-1997) sırasında da fırsattan istifade edip ülkenin barajlarını bombalamıştı. Çünkü buradan gelen su kaynakları Özbekistan’ın başta pamuk üretimi olmak üzere tarımı için önemliymiş.

Hükumetin potansiyel Özbekistan oyuncağı olarak gördüğü Özbeklere yönelik tavırları, Özbek halkını da, zaten hükumet karşıtı olan dinci örgütlerin kucağına itiyor. Hem Özbekistan’la problemler, hem de Taliban ve Hizb-ut Tahrir gibi örgütlerin faaliyetleri Özbek azınlığın halk tarafından da sevilmemesine yol açıyor. Türkiye’ye gelen siyasi sığınmacıların da anlattıklarına göre sık sık Özbeklerin aniden ortadan kaybolduğu ve bir daha haber alınamadığı iddia ediliyor. Dışarı kapalı olan ve gizliliği önemseyen Tacik hükumetinin bu konuyu pek gündeme sokmamaya çalışması doğal tabi.

Bu arada Kırgızistan da ki Özbek azınlığın da Tacikistan da ki kadar olmasa da benzer problemleri yaşadığını unutmayalım. Kırgızistan ve Özbekistan arasında da yine su kaynaklarının paylaşımı yüzünden sınır gerilimleri yaşanıyor ve bu durum ülkede ki %13 oranında ki Özbek azınlığın Özbekistan tarafından kullanılma endişesi yüzünden hedef olmasına vesile oluyor.

Asimilasyon

Bu konu soykırım mevzusundan çok daha geniş, çünkü Türk halkları sanıldığı gibi homojen değildir ve çok çeşitlilik arz ederler. Örneğin Rusya da yaşayan yaklaşık 10 milyon Türkün hepsi Müslüman değil. Gagavuz ve Çuvaş Türkleri Hristiyan olduğu gibi Başkurtlar içinde de Hristiyanlık yaygındır. Ayrıca Yakut ve Altay Türklerinin Çoğunluğu da atalarının eski pagan dinlerini devam ettirmekte. Özellikle pagan inançlarını sürdüren Türkler daha kolay Hristiyanlaştırıldığı ve Ortodoks olan Türklerinde Ortodoksluk bağı üzerinden daha kolay Ruslaştığı bir süreç görülüyor. Aslında Ruslarla bağ kurmak için illa Türklerin Ortodoks olması gerekmiyor, Ortodoks olması sadece asimilasyonu daha da kolaylaştırıyor. Türkiye de faaliyet gösteren bir çok Rusya kökenli kurumunda belirttiğine göre Rusya da yaşayan bütün azınlıklar asimilasyon politikasına tabi tutuluyorlar ve Kafkasya da yaşayan bazı dini hassasiyetlere sahip topluluklar dışında Rusya da Müslümanların bile buna pek dikkat etmediklerinden şikayetçiler.

Rusya’dan daha kalabalık bir azınlık olan İran da ki Azeri toplumu ise Farslarla Şiilik bağı üzerinden ortak oldukları için bu bağ üzerinden Fars kimliğine yaklaşıyorlar. Zaten radikal Turancıların en büyük şikayetlerinden birisi de Rusya da ki Türklerden ziyade İran da ki Türklerin tavrı oluyor. İran da ki Azeri toplumu Kuzey Azerbaycan da kiler gibi değil. Dini hassasiyetlerin ırki hassasiyetlere göre önde olması rahatsızlık konusu olmuş olmalı. Kuzey Azerbaycan da Şiidir ama Güney Azerbaycan da yaşayanlar çok daha dindarlar. Bu dindarlığı Kuzey Azerbaycan da pek göremiyoruz, bunun sebebi de geçmişte ki Sovyet etkisinden kaynaklanıyor.

İran Azerilerin de ki Şiilik etkisini Irak’ta da Şii Türkmenler üzerinde görüyoruz. Yani İran da Farslaşma yaşanırken Irak’ta ise Araplaşma yaşanıyor. Bu uyumlar insanların ideolojik açıdan neye öncelik verdiğine bağlı aslında, eğer ırki hissiyatlar mezhebi hissiyatın önünde değilse o zaman siz bağlı olduklarınız tarafından kolayca değiştirilebilirsiniz demektir. Bunu bizler Alevilik ve Sünnilik meseleleri yüzünden kendi ülkemizde de bizzat yaşıyoruz bu yüzden bu durumu anlamamız çok kolay hale geliyor sanırım.

Turancıların asimilasyonla ilgili bir diğer şikayeti ise Avrupa da yaşayan Türkler oluyor. Örneğin Alman parlamentosunda ki Türk vekillerin Türkiye aleyhine kararları ve Avrupa’nın genelinde ki Türklerin Yeşiller Hareketine olan katılımları milliyetçilerin şikayet konusu olmuş olacak ki ‘ne gösteriyorlar da bağlanıyor bunlar’ diye soruluyor. Açıkçası ne gördüklerini ve bu değişim evresini bende çok merak ediyorum. Avrupa derken sadece Batı Avrupa olarak düşünmeyin. Balkanlar içinde aynı şey geçerli çünkü.

turk-dunyasi-haritasi

Nüfus artış hızı

Nüfus artış hızımız düşük desem muhtemelen sebebini öldürülmeye ve kimlik kaybetmeye bağlarsınız. Ama bu etkenler bir yere kadar önemli, asıl etkense düşük doğurganlık. Bunun önemli olmasının sebebi ise çok çeşitlilik arz eder. En başta caydırıcılık, yaptırım gücü, insanlar da genişleme idealinin oluşumu gibi bir çok konu nüfus hareketleri ile doğru orantılıdır.

Türk dünyasının yaklaşık üçte birini barındıran Türkiye de azınlıkları çıkardığımız zaman kadın başına düşen çocuk sayısı tahminen 1,7-1,9 arasında gidip geldiği söyleniyor ama genç nüfusun muhafazası için uzmanlar bunun en az 2,1’in üstünde olması gerektiğini söylüyorlar. Fakat biz de ki bu oranlar 10-15 yıldır bu halde ve bu saatten sonra oranın tekrar istenilen seviyeyi geçeceğini hiçbir nüfus uzmanı teyit etmiyor.

Aynı durum hem Kuzey hemde Güney Azerbaycan içinde geçerli. Güney Azerbaycan da sebep zamanında İran’ın yoksullukla mücadele için uygulamaya koyduğu nüfus planlaması idi. İran, bu planlamayı İslam Devrimi(1979), sonrasında gerçekleşen İran-Irak Savaşı(1980-1988) ve ABD ambargosunun ortaya çıkardığı yoksulluk nedeniyle ülke genelinde teşvik ediyordu, sonradan pişman oldular ama artık iş işten geçti. Çünkü insanlar bu hale çoktan alıştılar.

Kuzey Azerbaycan da ise sebep çok daha dramatik. Yoksulluk ve şehirleşme bu konuda etkili ama bir diğer etkili noktaya dikkat çekmek istiyorum. Azerbaycan dünya da kürtaj oranının en yüksek olduğu ülke. Örneğin 2005-2009 yılları arasında her 10 kız çocuğundan biri yani %10’u kürtaja kurban gitmiş. Bu doğurganlığı hem direkt hemde dolaylı olarak düşürüyor. Normal şartlarda her 105 erkeğe 100 kız düşmesi gerekirken Azerbaycan da bu oran 116’ya 100(yani neredeyse 6 erkek karşısında 5 kadın). Bu durum ilerleyen dönemler içinde problem teşkil ediyor. Çünkü bu dengesizlik evliliği zorlaştırıyor ve nüfus artışını ileri dönemler için yine engelliyor. Bu cinayetlerin sebebi ise Kafkasya’nın tümünde yaygın olan erkek çocuğuna değer verme dürtüsü. Kız çocukları ise soyu devam ettirmediği için pek tercih edilmiyor ve art arda doğanların sonuncusu alınıyor maalesef.

Hazarın batısında bu durum bizim kendi cinayetimiz ama doğusunda bu katliamın suçu bize ait değil. Orta Asya da kürtaj ve kısırlaştırma halktan istemsiz olarak gerçekleşiyor. Doğu Türkistan da zaten kısırlaştırma ve zorunlu kürtaj Çin de ki soykırım planının bir parçası.

Özbekistan’da ise kısırlaştırma Çin’dekinden bile daha yoğun. “Özbekistan’da Zulüm Var!” adlı yazımda da bu konuya değinmiştim. 30 milyonluk Özbekistan’ın yaklaşık 25 milyonu Özbek gerisi ise çoğunlukla Tacik(%5) ve Rus(%6). Özbekistan Orta Asya da ki Türki Cumhuriyetlerin nüfusunun yarısından fazlası ettiği için Özbekistan demografik açıdan önemli. Zaten Türkiye’den sonra en çok Türk Özbekistan da yaşıyor. Özbekistan da 2010 yılının ilk 7 ayında yapılan bir araştırma sonucu sadece bu 7 aylık süreçte 80 bin kadının kısırlaştırılmış olduğu ve çoğu kadının bunun farkında bile olmadığı öğreniliyor. Zaten Özbekistan da geniş aile oldukça önemsendiği için kadınlar genelde böyle bir şeyi istekli olarak yapmayı tercih etmiyorlar. Kısır oldukları söylendiğinde ağladıklarını ve kocalarının tepkisinden dolayı korktuklarını belirtiyorlar. Hükumet ise nüfusu kontrol etmek ve yoksullukla mücadele adına bunu yaptığını söylüyor. 7 ayda 80 bin çok yüksek bir rakam, kim bilir 25 yılda ne kadar kurban oluştu. İslam Kerimov’un ölümü ile beraber belki bu durum düzelir diye umut ediyorum. Buda bir nevi soykırım değil mi?

Göç

İnsanların çeşitli sebeplerden ötürü topraklarını terk etmesi her türlü olumsuzluğu da beraberinde getiriyor. Öncelikle aileler parçalanıyor ve bunun sonucu olarak kimliğinizle olan bağlarınızı tutmak ve kültürel muhafaza zorlaşıyor. Buda sizin gittiğiniz bölgede çok daha kolay eriyip gitmenize imkan veriyor. Türklerin göçlerine bakınca sebeplerin genelde aynı olduğu ortaya çıkıyor. Sebepler genelde ekonomik ama bazen siyasi baskıdan bazen de savaştan dolayı olabiliyor.

Örneğin balkanlar da Avrupa Birliğinin genişlemeleri sonucu Yunanistan, Bulgaristan’da yaşayan Türkler için yaşadıkları coğrafyaların işsizliğinden, fakirliğinden ve baskılarından kaçmak kolaylaştı. Ancak bu zaten son derece dağınık yaşayan Türk Halklarının daha da birbirinden kopmasına yol açtığı gibi yeni topraklarında da bahsettiğimiz sorunları yaşamasına zemin hazırlıyor. Balkanların boşalması bırakın turanı, Misakı Milliyi bile zora sokacak bir durum aslında.

Kafkasya ve Orta Asya ülkelerinde ise ortak dilin Rusça olması ve bu ülkelerde yaşanan siyasi baskılar ve ekonomik istikrarsızlık gençlerin çalışmak için Rusya’ya ve kısmende olsa Kazakistan’a göç etmesine sebep oluyor. Rusya’nın Avrupa’ya göre çok daha sıkıntılı bir ülke olduğu malumumuz. Rusya’nın ırkçı dazlakları iyice meşhur oldu. Rusya da ki cinayet oranı yüz binde 9,7 yani ABD’nin cinayet oranının iki katından daha fazladır. Bunun sebebi ise sadece Rus mafyası ve votka değildir. Göçmenlere yönelik dazlak saldırıları da önemli bir etken. Özellikle son iki yılda bu oranların çok daha fazla artmış olması lazım. Çünkü ambargo nedeniyle gelen ekonomik çöküşün suç oranlarını katlanarak arttırdığı dillendiriliyor. Yani Rusya da ki gurbetçiler sadece kültürel muhafaza ve ailevi bağların değil aynı zamanda kendi güvenliğinin de sıkıntısını çekiyor. Ekonominin kötüye gittiği dönemler de bu tür dazlak saldırılarının arttığı bir gerçekte var ne yazık ki!

Orta Asya da ki kadar olmasa da Türkler için göç Orta Doğu’da da bir sorun. Fakat burada sebep değişiyor. Irak ve Suriye de yaşayan Türkmenler burada yaşanan ve bitmek bilmeyen çatışmalardan dolayı Türkiye’ye göç ediyorlar. Kimileri orada kalmak zorunda kaldığı için yada kaçamadığı için aileler parçalanmış oluyor.

Göç meselesi zaten oldukça dağınık ve kopuk yaşayan Türk halklarının birbirinden daha fazla kopmasına neden olduğu için hafife alınmaması gereken bir meseledir. Bu sadece dış göçler için değil iç göçler içinde geçerli ve iç göç Türkiye’nin kanayan yarası olmuştur. Sizler ne kadar dağınık olursanız o kadar kopuk olursunuz ve kopukluğunuz organize olmanızı güçleştirir.

turki-cumhuriyetler

Oligarşi

Azerbaycan ve Orta Asya ülkelerinde var olan Oligarşi Diktatörlüğü ve diğer Türk azınlıklarının da çoğunun demokratik olmayan ülkelerde yaşıyor oluşu kendi taleplerini dile getirememelerinin yanı sıra mevcut gidişata karşı gelmeyi de zorlaştırıyor. Oligarşiler özgürlük ve eşitliğin önünde ki en büyük engel olmuş durumdalar.

Bir Şii Afganistan Türkü, Afganistan’da savaştan kaçıp İran’a sığınmak için gittiğinde kendisine ‘Sana ve ailene bazı haklar tanımamız için Suriye de cihat yapman lazım’ dedikleri zaman o genç ‘Ben sizin için savaşmak zorunda değilim’ diyemiyor.

Yada Tacikistan da bir Özbek ‘Ben kendi dilimde de konuşabilmek istiyorum’ diyemiyor.

Veya Özbekistan da bir kadın ‘Ben anne olmak istiyorum, yoksa kocamın yüzüne nasıl bakarım’ diye soramıyor.

Veyahut bir Uygur kadını Çinlilere ‘Benim istediğim kadar çocuk sahibi olma hakkım olmalı’ diyemiyor.

Yine Özbekistan da bir genç ‘Ben rahatça yurt dışına çıkıp geri gelebilmek istiyorum’ diyemiyor.

Azerbaycan da bir vatandaş ‘Ben ülkemin kurucusunu anmak ve portresini odama asmak istiyorum’ diyemiyor.

Hele bir desinler bakın ne yapıyorlar.

Bazılarımız bu Orta Asya’nın Türk devletleri neden birleşmeye yönelik adım atmayı düşünmüyorlar diye soruyor. Böyle bir adımın önünde ki en büyük engel iktidarda ki Oligarklardır. Çünkü yeni bir devlet demek tek bir oligarşinin olması yani diğer üç oligarkın dışarıda kalıp iktidarda ki gücünü kaybetmesi anlamına geliyor. Hiç bir oligarşi koltuğunu ve gücünü devretmeyi istemeyeceği için birleşmeleri iktidarlardan beklemek saçma olur. Bu ancak halkların kitlesel talepleriyle mümkün ama çoğu insanın ‘Bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ yada ‘Başım belaya girer’ dediği bir ortamda kitlesel hareket çok zor. Zaten Arap baharından bile Orta Asya etkilenmemişti. Orta Asya’dan tanıdığım herkes bana insanların yöneticilerine yönelik tavrının bu şekilde olduğunu ve bunun sebebinin de sıkı teftişten ve eski alışkanlıklardan geldiğini söylüyorlar.

Turan ülküsü

Başta da söylediğim gibi Turancılık daha çok Orta Doğu, Kafkasya ve Anadolu da yaygın iken Orta Asya da insanların derdi farklı. Yolsuzluk, rüşvet, gelir adaletsizliği, bakımsızlık, artan mafyacılık insanların Sovyet günlerini özlemesine ve sosyalizme olan bağlılıklarının devam etmesine sebep oluyor. Öyle ki; kendisini milliyetçi olarak niteleyen dostlarım bile komünist dönemde ülkelerinin durumunun çok daha iyi olduğunu itiraf ediyorlar.

İran, Rusya ve Avrupa da ise ideolojik hissiyatların oluşturduğu bağ Turan Ülküsünün önüne set çekiyor. Hatta bırakın İran’ı, Rusyayı, Avrupayı Kıbrıs’ta bile milli bir bilinç göremiyoruz. 2004 yılında ki %87 katılımlı referandumda Kıbrıs Türklerinin üçte ikisi (%65) Güney Kıbrısla birleşme yönünde oy kullandı. Üstelik bu insanların yarısından fazlası Türkiye’den oraya sonradan yerleşen insanlar idi. Bu konuda ki şikayetimi “Kıbrıs İçin Verilen Emekler ve Karşılığı” isimli yazımda da dile getirmiştim. Yakın zamanda soykırıma uğramış ve yok edilmekten kurtarılan bir toplumun daha güçlü ve büyük bir Türkiye’ye il olmak yerine Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ile birleşip küçük bir ülkenin parçası olmayı istemesi bizim daha kendi insanlarımıza bile milli bilinci aşılayamadığı mızın en bariz bir göstergesi değil mi? Halbuki bir mücadeleye başlayacaksanız ve bunun gerçekleşebileceğine inanıyorsanız önce kendi insanlarınızın bu mücadele bilincine sahip olması gerekmez mi? Görünen o ki bu iş daha en baştan tökezlemiş!

Bu bahsettiğim sorunlar turan ülküsünün olabilirliğini ortaya çıkarıyor. Yanlış anlamayın ben sadece biraz gerçekçi olmaya çalışıyorum. Yoksa derdim karamsar bir tablo ortaya çıkarmak değil.

25 yıldır ufacık bir ülkenin işgal ettiği dağları geri alamayan ama asarız keseriz diye ahkam kesen Kafkas gençleri şimdi Çin, İran ve Rusya gibi müttefik ülkelerin arasından çıkıp Türk halklarını kurtaracağını söylüyor. Sonra da ‘Bizim damarlarımızdan Türk kanı akıyor’ diyor. Aslında doğru söylüyor her yerde Türk kanı akıyor.

Her hangi bir insana ‘Sence en çok acı çeken halk kimdir?’ diye sorsan her halde çoğu insan Araplar derdi. Fakat Arapların hepsi Suriye ve Irakta ki gibi değil ki, bence Körfez de ki Araplar hayatlarından gayet memnun ama Türkün var olup kanının akmadığı yer yok. Şöyle bir tabloya bakınca bizim durumumuz Araplardan daha beter değil mi? Elbette tarihimiz muhteşem başarılarla dolu. Ancak bizler günümüzde, eskiye bakarak rehavete kapılmak yerine bugünü düşünerek mevcut olan dağ gibi sorunlara çözüm arasak daha iyi ve gerçekçi olmaz mı?

Muhammed Ali Çalışkan

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Suriye Son Durum Haritası (Aralık 2016)

Suriye’de Taraflar
Esad Rejimi  – Hizbullah, Rusya, İran ve Şii Milisler
Muhalifler – Ahrar uş-Şam, Şam’ın Fethi Cephesi, ÖSO vb.
PYD/YPG  – SDG çatısı altındaki küçük gruplar ve PKK
IŞİD – Örgüte biat eden yerel milis güçler ve aşiretler

*Turuncu renk: Rejim ve YPG’nin ortak kontrol ettiği iddia edilen yada hakimiyeti kimde olduğu belli olmayan bölge

2 Aralık 2016:

Suriye Son Durum haritası (Aralık 2016)
Suriye Son Durum haritası (Aralık 2016)

Suriye’de genel durum: Halep ağırlıklı olmak üzere rejim güçlerinin büyük kazanımları söz konusu iken, muhaliflerin(TSK destekli) El Bab çevresinde ilerleyişi gerçekleşti. ABD destekli koalisyon ile YPG’nin ortaklaşa sürdürdüğü Rakka operasyonunda da küçük adımlarla ilerleme gerçekleşti.

Suriye ile ilgili geçen ayın bazı önemli başlıkları:

– Irak Başbakanı İbadi’nin danışmanı Haşdi Şabi komutanı Feyyad, DEAŞ’ı takip için Suriye topraklarına girebileceklerini söyledi.

– Resmi rakamlara göre İran’ın Suriye’de 2013’ten bu yana öldürülen general sayısı 15’e çıktı.

– Bazı yerel kaynaklar, Türkiye destekli ÖSO güçleri bünyesine Türklerden oluşan “Alp Aslan Tugayı” adında bir gücün katıldığını iddia ediyor.

– Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov, “ABD, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye ile birlikte Suriye krizini çözmek için çabalıyoruz.” dedi.

– Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Zaharova, Suriye’de federasyon kurulmasına(PYD’yi kast ederek) karşı olduklarını söyledi.

– Fransız televizyonu, Suriye’deki IŞİD kontrolündeki Rakka’yı Irak’ta gösterdi.

– ABD Savunma Bakanlığı, “ABD ile Türkiye Rakka için ‘uzun vadede’ anlaşmaya vardığını” açıkladı. İçerik hakkında bilgi verilmedi.

– Suriye’de PYD’nin ‘özel kuvvetler komutanı’ Ali Botan kod adlı Hacı Kurhan, aracına düzenlenen saldırıda öldürüldü.

– İran Genelkurmay Başkanı Tümgeneral Muhammed Hüseyin Bakiri, Suriye’nin Halep kentinde füze fabrikası kurduklarını açıkladı.

– Birleşmiş Milletler (BM), Suriye’deki iç savaşın 5 yıllık maliyetini en az 259 milyar dolar olarak açıkladı.

– ÖSO bünyesindeki Şam cephesi El Şamiye grubu ile Sultan Murat Tümeni arasında Azez’deki sınır kapısının kontrolü nedeniyle çatışma çıktı.

– ABD üçüncü kez YPG’nin Menbiç’ten çekileceğini duyurdu.

– Rusya Liberal Demokrat Partisi Başkanı Jirinovski, “Osmanlıdan dolayı Türkiye’nin Irak ve Suriye’nin kuzeyinde tarihi hakkı var” dedi.

– PYD’de Kamışlı’da, örgüt ideolojisine aykırı eğitim yaptığı gerekçesiyle bir özel okulu kapattı. Daha öncede Özel Ermeni Okulu basılmıştı.

– Suriye’de Beşar Esad yönetimi, Halep’in doğusunda muhaliflere özerklik sağlanmasını teklif eden Birleşmiş Milletler’in önerisini reddetti.

– TSK, El Bab yönünde 3 Türk askerin şehit olduğu 5 askerin yaralandığı hava saldırısını Suriye rejiminin yaptığını açıkladı.

– İran Devrim Muhafızları Komutanı Caferi, Irak’taki milis gücü Haşdi Şabi’nin Suriye’ye gönderilmesi yönünde çalışmalar bulunduğunu açıkladı.

– Halep’te muhaliflerin kontrolündeki bölgenin kuzeyi tamamen Esad rejiminin kontrolüne geçti. (Eylül’den bugüne muhalifler Halep’te yüzde 30’u şehir yerleşimi olmak üzere topraklarının yüzde 60’ını kaybetti.)

– Rusya DBY Bogdanov, “Erdoğan’ın ‘Suriye’ye Esad’a son vermek için girdik’ açıklaması, Rusya ile Türkiye arasındaki anlaşmalara aykırı” dedi.

– Rejim kuşatması altında bulunan Halep’te muhalif gruplar kendilerini feshederek ‘Halep Ordusu’ adı altında birleşti.

– Suriye Muhalif Koalisyonu, Türkiye’nin arabuluculuğunda Ankara’da Rusya ve muhalifler arasında gizli görüşmeler yapıldığını doğruladı.

– Suriye’de PYD’nin içinde bulunduğu SDG üyelerinden Rezan Hido, ‘Suriye Ulusal Direnişi’ (SUD) adında Türkiye’ye karşı bir örgüt kurdu.