Avrupa haritası üzerinde ülkelerin nüfusları içinde en çok hangi milletten insanın olduğunun gösterildiği haritayı görünce bizi daha iyi anlayacaksınız. Mesela Türkiye’de resmi vatandaş olmayıp yaşayan yani en çok göçmen Suriyelilerden oluşuyor.
İngiltere’de Hintli, Rusya’da Ukraynalı, Hollanda ise Türkler..
Ülkelerin yerlerini hatırlamayanlar için orjinal Avrupa haritası:
Genel olarak Afrika kıtasındaki ülkelerde hizmet sektöründe(banka, devlet daireleri vs.) kullanılan diller yerel halkların kullandığı dillerden farklı. Çoğu Afrika ülkesinde İngilizce ve Fransızca konuşuluyor. Kara kıtada halkın konuştuğu dil ile iş dilinin aynı olduğu ülkelerde var. Mesela Mısır, Libya, Tunus gibi Kuzey Afrika ülkelerinde hizmet sektöründe halkın kullandığı dil Arapça kullanılıyor.
Esad rejimine destek veren, çoğu bizzat İran’ın organizesinde olduğu iddia edilen Lübnan, Afganistan, İran, Irak, Pakistan ve Yemen’li milis gruplarının listesi..
2010 yılının son aylarında başlayan ve 1 yıl bile sürmeden Suriye’ye sıçrayan Arap Halk Ayaklanmaları, isyanların yaşandığı diğer tüm Ortadoğu ülkelerinden farklı olarak, Suriye’de tam anlamıyla çok sayıda grubun katıldığı bir iç savaşa dönüşmüş ve yüz binlerce insanın ölmesine, milyonlarcasının ülke içinde ve ülke dışına göç etmesine neden olmuştur. Aslında yaşanan tüm bu olaylar ülkede eskiden beri süregelen politik bir kutuplaşmanın sonucudur. Şen’e göre: “Bir istihbarat devleti olarak bilinen Suriye’de halk devrim öncesi on yıllar süren olağanüstü hal yasalarıyla sindirilmiştir. Birçok analizde Suriye krızi, 17 Aralık2010 Tunus devrimi ile başlayıp Mısır, Libya ve Yemen’e sıçrayan Arap Baharı’nın bir sonucu olarak değerlendirilmektedir. Oysa bu devrimlerin her biri onlarca yıl süren baskıcı yönetimlerin bir sonucu olduğu gibi Suriye devrimi de, devrimlerin bir sonucu değil, 48 yıl süren olağanüstü hal, Hama katliamı, sosyal eşitsizlik, mezhep temelli yönetim ve bastırılmış özgürlük taleplerinin dışa vurumu olduğu düşünülebilir’’ (Şen, 2016, 58). Suriye 1516’da Osmanlı hakimiyetine girdikten sonra yaklaşık 400 yıl Bilad-ı Şam adıyla imparatorluk topraklarında kaldı. Birinci Dünya Savaşıyla beraber ülke, 1918 yılında Osmanlı hakimiyetinden çıktı ve 2 yıl boyunca İngiliz destekli Kral Faysal’ın yönetimde idare edildi. 1916 yılında Sykes-Picot anlaşması ile temellerinin atıldığı ve 1920’de San-Remo konferanslarıyla daha da belirginleşen Ortadoğu’nun batılı devletlerce paylaşılması, Suriye’yi 1920’de başlayan ve 26 yıl sürecek olan bir Fransız mandası haline getirdi. 1945 yılında 2. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle Suriye üzerindeki etkisi azalan Fransa, yaşanan iç çatışmalar sonrası 1946’da Suriye’nin bağımsızlığını kabul etmek zorunda kaldı. “Bağımsızlığını kazandıktan kısa bir süre sonra Suriye, ard arda gelen askeri darbeler sonucunda radikal değişikliklere maruz kalmıştır. Askeri darbeler zincirinin ilki 1949 yılında Sünni General Hüsnü Zaim önderliğinde gerçekleşmiştir. Zaim, 14 Ağustos 1949’da General Sami Hınnavi’nin önderliğinde bir karşı darbe ile yönetimden uzaklaştırılarak seçimlerin tekrar yapılmasına imkân tanınmış olsa da siyasi yaşamın arka planında ordu bulunmaktaydı. 1949’un Aralığında bu sefer de Albay Edip Çiçekli, Sami Hinnavi’ye karşı darbe düzenleyerek Devlet Başkanı ilan edilmiştir. 25 Şubat 1954’te Çiçekli’yi iktidardan uzaklaştıran askeri darbe sivil bir yönetimi iş basına getirmiştir. Bu darbede Baas Partisi önemli rol oynamıştır. Lübnan’da olduğu gibi Suriye’de de mezhepçilik, bölgecilik ve aşiretçilik idari yapının şekillenmesinde daima etkili olmuştur. Ancak mezhepçiliğin diğerlerine oranla daha baskın olduğu söylenebilir. 1950’li yıllara kadar Suriye’de Nusayrilerin pek etkinliği yoktu. 1952’deki Dürzî ayaklanması ile Dürzîlere olan güven kaybolunca onların yerini Nusayriler almaya başladı. Bu dönemde Nusayriler, orduda yuvalanmaya başlamıştır. Sünniler ise orduda görev almaya pek sıcak bakmıyor ve askerliği meslek olarak küçümsüyorlardı. 1949 ve 1963 darbeleri ile mevcut Sünni subayların çoğu tasfiye edilince, alt kademedeki Nusayri subayların etkinliği arttı ve Nusayriler kilit noktaları ele geçirmeye başladılar. Ordunun yanı sıra Baas Partisi de yavaş yavaş Nusayrilerin tekeline girmeye başlamıştı. Bu arada Arap dünyası ile paralel olarak Suriye’de de sol akımlar gittikçe kuvvetleniyordu (Bağlıoğlu, 2013, 5-6)”.
1958 yılında Pan-Arabizm politikası doğrultusunda Birleşik Arap Cumhuriyeti adı altında Mısır ile birleşen Suriye’de, Mısır’ın hegomonik tutumu bahane edilerek bir darbe yapıldı ve ülke 1961 yılında tekrar bağımsızlığını ilan etti. 1963 yılındaki darbeden sonra yönetimi tamamen ele geçiren Baas Partisi’nin, ülkenin hemen her politik ve askeri kurumundan Sünni grupları tasfiye etmeye başlaması, Suriye politik dönüşümünde mezhep faktörünü en önemli etken haline getirdi. Artık yönetimde başta Nusayriler olmak üzere; Hıristiyanlar, Dürziler ve İsmaililer yer almaya başladı. Fakat 1966’dan sonra Dürziler ve Nusayriler arasında politik kutuplaşma giderek artmış ve birçok Dürzi subay muhalif hareketlere katıldıkları gerekçesiyle tutuklanmıştır. Sünni ve Dürzilerin yönetimden tasfiye edilmesiyle, Nusayrilerin etkinliği hiç olmadığı kadar artmıştı. Baas Partisinin sivil kanat lideri Salah el-Cündî ile girdiği iktidar mücadelesini güç kullanarak kazanan Hafız Esad, 1971’de Suriye’nin ilk Nusayri devlet başkanı oldu. İktidarı ele geçirmesinin ardından çok hızlı bir politik dönüşüm başlatan Esad, kendisine karşı çıkabilecek veya herhangi bir darbe girişiminde bulanabilicek tüm kurumlara kendi bölgesinden olan Nusayrileri atamaya başladı.
Hafız Esad
Devlet başkanlığı, parti liderldiği ve ordu komutanlığı görevlerini tek elden yönetmeye başlayan ve kendi konumunu hemen her yerden gelecek tehtidlere karşı koruyan Esad, sünni çoğunluğun tapkisini hafifletmek ve ülkenin bir Nusayri devletine doğru gittiği izlenimini kırmak için ülkedeki aristokrat kesimden seçtiği bazı sünni isimlere kabinede ve orduda görevler vermiştir. Bağımsızlığını kazanmasının ardından birçok darbenin gerçekleştiği Suriye’de, Baas Partisi’nin sürdürülebilirliğini bu kadar uzun bir süre koruması, ordu-parti kombinasyonundan ileri gelir. Bu karşılıklı ilişkide ordu rejimi oluşturup varlığını garanti altına alırken parti, rejimi meşrulaştıran bir ideoloji ile bu ideolojiyi yönetecek elit bir çekirdek kadro meynada getirmiştir. Hafız Esad’ın da en büyük dayanağı tamamen kendine bağlı bulunan Suriye ordusu olmuştur. Nitekim tarih 2 Şubat 1982’yi gösterdiğinde, Baas Partisi’nin iktidara geldiğinden beri direnişiyle karşılaştığı Müslüman Kardeşler üzerine, Sünni kenti Hama’da Hafız Esad’ın kardeşi Rıfat Esad komutasında yapılan harekatta, 27 günde 25.000 ile 40.000 arasında insanın katledildiği tahmin edilmektedir.
Bunun 2 yıl öncesinde ise Hafız Esad, Tedmür hapisanesinde tutulan binden fazla Müslüman Kardeşler üyesini infaz ettirmişti. Hama katliamı ile ülkede politik ve mezhepsel gerginlik artmışsa da, despotik ve mezhepçi bir politika izleyen Esad, güçlü ordusuyla muhalifleri uzun bir süre sindirmeyi başarmıştır. Yönetimdeki mezhepsel farklılık ortadan kaldırılmış, Sünni çoğunluk tutuklamalar ve katliamlarla kontrol altında tutulmuş, geriye kalan etnik gruplar temel vatandaşlık ve siyasal haklardan mahrum bırakılıp ötekileştirilmiştir. Ülkenin en kalabalık etnik unsurlarından biri olan Kürtler’e vatandaşlık dahi verilmemiştir.
2000 yılının Haziran ayında Hafız Esad’ın ölmesiyle yerine oğlu Beşşar Esad geçti. Beşşar, iktidarının ilk yılında belirgin bir şekilde reform yanlısı bir tutum sergilemiş ve açık bir siyaset izlemiştir. Şam Baharı olarak adlandırılan bu dönemde daha çok Şam’da gözle görülür bir siyasi serbestlik dönemi yaşanmıştır. Bu süre boyunca aydınlar evlerde, kahvehanelerde ve diğer sosyal mekanlarda rahatlıkla toplanıp farklı konular üzerine tartışmalar düzenlemişler, tartışma forumları kurmuşlar ve bu faaliyetleri nedeniyle neredeyse hiçbir baskıyla karşılaşmamışlardır. Hatta bu dönemde birçok siyasi tutuklu da serbest bırakılmıştır. Örneğin 2000 yılının Eylül ayında 99 aydın yeni reformların gerekliliği hakkında bildiri yayınlarken Kasım ayında da 600 siyasi tutuklu serbest bırakılmıştır. Ancak bu özgürlük dönemi kısa sürmüş, 2002 yılı ortalarında bu toplantılar yasaklanmış ve daha sonra bu organizasyonlara katılanlar tutuklanmaya başlamıştır. Bu ‘eskiye dönüş’, birkaç nedene bağlanabilir. Beşşar Esed, iktidara geldiğinde reform yanlısı olduğuna dair sinyaller vermiştir. Halk da doğal bir beklenti içine girmiş ve böylece ‘Şam Baharı’ olarak adlandırılan dönem kendiliğinden gelişmiştir. Ancak Beşşar Esed, hızlı ve kontrolünün dışında bir değişimin ülkenin istikrarını bozabileceğinden ve kendi azınlık iktidarını yerinden edeceğinden tedirgin olmuş olabilir. Bu nedenle de, hâlâ reform yanlısı olmasına karşın bu reformun kendi kontrolünde ve çok yavaş bir şekilde gerçekleştirilmesi gerektiğine hükmetmiş olması muhtemeldir. Bu mantık ile olaya yaklaşıldığında yeni yönetimin aslında reform ihtiyacının farkında olduğu, ancak sahip olduğu gücü riske atmak istemediği için geri adım attığı sonucuna varılabilir. Bu da kısa vadede otoriter yapının devam edeceği anlamına gelmektedir. İkinci bir neden ise Hafız Esed döneminden kalan bürokratik, askeri ve siyasi elitin (old guard) hala yönetimde etkili olmasıdır. Bu çekirdek grubun, hızlı bir reform sonucu kontrolünü ve nüfuzunu kaybetme korkusuyla Beşşar’ın girişimlerini yavaşlatmış ve engellemiş olduğu da düşünülebilir (Dinçer, 2011, 36).
Nihayet 2011 yılına gelindiğinde, Arap-İslam coğrafyasını kasıp kavuran ve çoğu kez silahlı çatışmaya dönüşen isyanlar Suriye’ye sıçradı. Suriye’de, ‘’politik özgürlüğe kısıtlama, mezhep temelli ayrımcılık, düşünce, ifade ve basın özgürlüğüne kısıtlama, işkence ve adil yargılanma sorunu, kitlesel gözaltı, katliam ve infazlar, sosyal adaletsizlikler (Sünni çoğunluk aleyhine, Nusayri, Dürzi ve Hıristiyan azınlık lehine), yüksek işsizlik oranı, akseri yönetim, sivil örgütlenmenin engellenmesi’’ (Şen, 2016, 64), gibi nedenlerin sebep olduğu yüzbinlerce insanın yaşamını yitirdiği iç savaşın başlaması için gerçektende çok küçük bir kıvılcım yetmiştir. “Der’a kentinde iki bayan doktor arasında geçen konuşma da, biri diğerine “Mübarek devrildi” demiş, diğeri ise “darısı bizimkinin başına” cevabını vermiştir. Telefonları dinlenen doktorlar tutuklanıp işkence görmüş, ceza olarak saçları traş edilmiştir. Kültürel bir aşağılama anlamına gelen bu uygulama sonucu doktorların akrabaları olan 15 çocuk, 6 Mart 2011 tarihinde, Der’a duvarlarına “Halk rejimin düşmesini istiyor” sloganını yazmaları üzerine tutuklanarak ağır işkencelerden geçirilmiştir. Der’a aşiretleri çocuklarını almak için kolluk kuvvetlerine gittiklerinde ağır hakaretlere maruz kalmışlar ve bu olaya merkezi yönetimin müdahele etmesi üzerine 15 Mart’ta protestolar patlak vermiştir. Suriye’de aşiretlerin yaklaşık %20’lik bir etkisi vardır ve tamamı silahlıdır (Şen, 2016, 66). Bu olay bardağı taşıran küçük bir damla oldu. Nitekim toplumsal ve siyasi çekişmelerin silahlı çatışmalara dönüşmesi için küçük nedenler yetmektedir. Bu tarihte birçok kez yaşanmıştır. Örneğin, Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması için Avusturya-Macarsitan veliahtının öldürülmesi yetmiştir. Bunları krizin iç faktörleri olarak sıralamak mümkündür.
Dış faktörlerinde en az iç faktör kadar karmaşık olduğu ortadadır. Amerika’dan Asya’ya geniş bir yelpazede gelişmeleri takip eden yerel ve global aktörler söz konusudur. Karşıt kamptaki global aktörler olarak ABD, Rusya ve Çin gibi küresel güçler ön plana çıkmaktadırlar. ABD, genel olarak Batı Bloklu diyebileceğimiz, AB ülkeleri, Türkiye, Suudi Arabistan ve Katar gibi ülkelerle aynı kampta yer alırken, Asya ve Doğu bloğun işbirliği esasında gelişen karşıt bloğun öncü gücü olarak Rusya görünmektedir. Bu blokta başta Rusya olmak üzere Çin, İran, Irak ve bir dereceye kadar Lübnan yer almaktadır. Aynı kampa görünmelerine rağmen ABD ve Türkiye’nin öncelikleri birbirlerinden oldukça farklıdır. Her iki güç de Beşşar Esad’ın artık meşruiyetini yitirdiğini ve bir an önce iktidardan gitmesi gerektiğini savunuyor, ancak daha sonraki güç dengesinin nasıl olması gerektiği konusunda farklı düşünmektedirler. Türkiye Sünni çoğunluğun iktidarda olacağı ve ülkedeki Kürtlerin ilerde kendisi için bir tehdit oluşturamayacağı birleşik bir Suriye görmek isterken, ABD’de Ortadoğu’daki petrol ve doğalgaz kaynaklarının güvenliğini esas almaktadır. Batı kampında yer alan İsrail’in farklı bir gündeme sahip olduğu ve kendi öncelikleri doğrultusunda politikalar geliştirdiği bilinmektedir. İsrail Suriye’de Beşar Esad yönetimin yıkılmasının ardından iktidara gelecek yeni yönetimin kendileri açısından daha riskli olacağını hesaplamaktadır. Beşşar Esad yönetimin iktidardan ayrılmasıyla başa geçecek yönetimin İsrail konusunda bu gibi inceliklere sahip olup olmayacağı belli değildir Beşar Esad’ın düşmesi durumunda, Suriye’nin toprak bütünlüğünü koruması ve hele hele Türkiye’nin talep ettiği Sünni çoğunluklu bir iktidar İsrail’in asla istemeyeceği bir durumdur. ABD, AB ülkeleri, Türkiye, İsrail, Suudi Arabistan ve Katar gibi devletlerin Rusya, Çin, İran, Irak ve Suriye karşısında mevzilenmesinin diğer bir unsuru enerji jeo-politikalarıdır. Özellikle doğalgaz, temiz bir enerji kaynağı olarak kömür ve nükleer enerji yerine tercih edilmektedir. AB öncü ülkelerinden Almanya’nın Fukushima felaketinden sonra aşamalı olarak nükleer enerjiden vazgeçme kararı, “çevre dostu” bir kaynak olarak doğalgazı ön plana çıkartmaktadır. Almanya İtalya, Fransa ve İspanya gibi AB ülkelerinin 2020 yılına kadar CO2 gazının düşürülmesi yönündeki hedeflerine ulaşabilmesi için kömür yerine doğal kullanımıyla mümkün olacaktır. Kömür yerine doğal gazın kullanılması CO2 emisyonunu %50-60 oranında azaltmaktadır. Böylece AB doğalgaz talebi anlamında en büyük Pazar durumuna gelmiş bulunmaktadır. Uluslararası güç çekişmesinde Batı Bloğu Suriye’deki rejimin düşüşü konusunda tahminlerde bulunurken, Temmuz 2011’de bir araya gelen Suriye, İran ve Irak yönetimleri, kendileri açısından tarihi bir olay olarak nitelendirilebilecek bir doğalgaz boru hattı antlaşmasını imzaladılar. Yaklaşık 10 milyar dolara mal olacağı hesaplanan doğal gaz hattı, İran Körfezi’nden, Güney Pars doğalgaz sahasına yakın olan Port Assalouhey’den başlayarak Irak üzerinden Suriye’ye, Şam ve Lübnan’ın Akdeniz’deki limanı üzerinden Avrupa pazarlarına ulaşımını hedeflemektedir. Katar, İran ve Körfez arasında bölünmüş olan Güney Pars doğalgaz rezervleri, dünyadaki en büyük doğalgaz sahasını oluşturmaktadır.
Bu arada Ağustos 2011’de Suriye’nin Lübnan sınırlarına yakın Qara bölgesinde de geniş doğalgaz sahaları keşfedildi. Suriye için büyük bir önem arz eden bu gazın da, yapılması planlanan hatta eklenmesi düşünülmektedir. Bu hattın istenilen şekilde hayata geçirilmesi durumunda Şii Hilali olarak adlandırılan bölgeyi daha çok kenetlendirecektir. Bu girişimin diğer bir amacı da, Washington’un desteklediği Nabucco Boru Hattı’nı işlevsiz kılmaktır. Öte yandan, İran’dan gelip Suriye’deki ile birleşecek bu ‘Şii Boru Hattı’ her durumda Rusya’nın Tarsus limanındaki üssü üzerinden geçecek. Böylece Rusya’nın doğalgaz pazarındaki eli daha da güçlenmiş olacaktır (Kıran, 2014, 109-112).
Mehmet Enes Bağlama
StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR
Bağlıoğlu, A., 2013, Suriye’de Mezhep Hareketlerinin Güncel Siyaset Üzerine Etkileri, Mezhep Araştırmaları Dergisi, Rize.
Suriye’nin başkenti Şam’ın doğusundaki Guta’da son durum..
20 Mayıs 2017: Rusya, İran ve Türkiye’nin anlaşması sonucu ilan edilen ‘güvenli bölge’ diğer adıyla çatışmasızlık bölgeleri arasında yer alan Şam’ın doğusunda Muhaliflerin kontrolündeki Doğu Guta’nın ayrıntılı haritası. Bölgede sırayla İslam Ordusu (Ceyş-ul İslam), ÖSO’ya bağlı El Rahman birlikleri, Ahrar-uş Şam ve El Nusra’nın da içinde bulunduğu Tahrir El Şam örgütleri hakimiyetini sürdürüyor.
29 Aralık 2016: 29 Aralık’ta Suriye ordusu, Suriye’nin başkenti Şam yakınlarındaki Doğu Guta bölgesinde Ceyş el-İslam birliklerine karşı yeni bir itki başlattı.
29 ARALIK 2016 DOĞU GUTA29 Aralık 201630 Ekim 2016 – Duma son durum haritası
Suriye’nin başkenti Şam’ın doğusunda Duma’da rejim güçleri Ocak 2016’dan bugüne birçok bölgeyi(çizgili alan) muhaliflerden ele geçirdi. Rejim güçlerinin ilerleyişi Duma’nın doğu kırsalından şehrinden merkezi yönünde doğru sürüyor. Duma’nın başkentin doğusunda stratejik bir bölgede olması bölgenin önemini daha da arttırıyor. Yıllardır kuşatmanın sürdüğü Duma’da muhaliflerin direnci her geçen gün azalıyor.
Lübnan’ın Eski Başbakanı, Müstakbel Hareketi’nin lideri ve Türk Telekom’un sahibi Saad Hariri, yeni bir açıklama yaparak Hizbullah’ın da içinde yer aldığı rakibi 8 Mart siyasi bloğundan Özgür Yurtsever Hareketi lideri Maruni Hristiyan General Mişel Avn’a desteğini açıkladı. Maruni Hristiyan partilerden Lübnan Güçleri Partisi Başkanı Semir Caca, Ketaib Partisi Başkanı Sami Cemayel ve ardından da Marada Partisi Başkanı Süleyman Franci’yi desteklediğini ancak sonuç alamadığını dile getiren Hariri, “Vardığımız anlaşmalar sonucu General Mişel Avn’ın adaylığına desteğimi açıklıyorum” dedi.
Lübnan yaklaşık 3 yıldır mecliste yeterli çoğunluğu sağlayamadığı için cumhurbaşkanını seçemiyor. Fakat Hariri’nin bu kararı ile Lübnan’da 31 Ekim’de yapılacak seçim sonuçlanabilir ve ülke cumhurbaşkanına kavuşabilir. (Eski Başbakan Hariri’nin kendi adayından vazgeçerek destek verdiği rakip siyasi bloktan Avn’ın cumhurbaşkanı seçilme ihtimali yüksek görünüyor.)
Hariri sık sık Türkiye’yi ziyaret eden, cumhurbaşkanı Erdoğan ile görüşen ve Türkiye’yi uluslararası camiada destekleyen bir lider. Aynı zamanda Hariri bu ayın ilk haftalarında Rusya Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov ile görüşmüştü.
Anadolu Ajansı’nın infografik ile gösterdiği Lübnan’daki cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ayrıntıları ise şöyle:
Baştan söyleyeyim, ben ne Turancıyım ne de Enver paşayı severim. Ben sadece toplumda sürekli olumsuz fikirlerle aşağılanan Enver paşanın aslında vatan haini olmadığını sadece başarısız olduğunu söylemek istiyorum. Vatan haini bir insana söylenebilecek en ağır ithamdır benim gözümde. Bir insan başarısız veya beceriksiz olabilir ama bu durum bizlere onun hain olduğunu göstermez.
“Yiğidi öldür ama hakkını yeme” der atalarımız. Enver paşanın ulaşılması güç ve uzun sürebilecek hayalleri vardır Osmanlı halklarını felakete atan. Ancak bu hayalleri ve hayallerine ulaşma stratejisi tamamen ülkesine olan sevgisinden kaynaklıdır. O Türk halklarının bir arada tek bir ülkede yaşamasını arzulamıştır.
Sıkıntı şu ki Türk halkları o kadar dağınıktır ki bu dağınıklık onların zayıflığının kaynağı olmuştur. Bu durum 8 yıl sürecek bir buhrana neden olmuştur. 8 yıldan kastettiğim 1. Dünya Savaşı’nın başladığı 1914 yılı ile Rus İç Savaşı‘nın bittiği 1922 yılıdır.
23 ocak 1913 günü gerçekleşen Babı Ali baskını ile beraber artık Enver paşa devletin en güçlü adamıdır. Bu darbe sonrası meclis ve padişah sadece sembolik bir duruma gelmiş ve devlet İttihat ve Terakki cemiyetinin kontrolüne girmiştir. Bu cemiyet turan ülküsünün Osmanlı da ki vücut bulmuş halidir.
Ertesi sene çıkacak olan, aslında daha önceden geleceği belli olan dünya savaşı sonunda başlamıştır. Bu savaş tabi ki Rusya’nın da varlığı sebebiyle Kafkasya ve Orta Asya Türklerini de etkileyecektir.
Osmanlının savaşa girmeden önce ki manevraları ve savaşa girişi zaten hepimizin malumu.
Enver Paşa savaşa girilmesiyle beraber halifenin cihat çağrısına bel bağlamıştır. Enver Paşa, cihat ilanı ile beraber itilaf devletlerinin kontrolünde ki Müslüman halkların büyük bir isyan dalgası başlatacağı düşüncesini taşıyordu. Ancak cihat ilanı beklendiği etkiyi yaratmaz. Çünkü bu haberin İslam dünyasına ulaşması büyük ölçü de önlendiği gibi zaten pek çok Müslüman gibi Türk gençleri de Rus ordusu içinde silah altına alınmışlardır. Ancak Enver Paşa Kafkasya ve Orta Asya’nın içinde yer aldığı turan ülkesi için kararlıdır. O kadar kararlıdır ki Osmanlı devleti pes ettiğinde bile Rusya’ya giderek bu sefer Türk azınlıkları hareketlendirmek için çaba göstermiştir.
Birinci Dünya Savaşı Osmanlı için büyük bir felaket ve acı bir yenilgi oldu. Suriye, Filistin, Hicaz, Yemen ve Irak kaybedildi. Milyonlarca insan öldü, hastalandı, sakatlandı ve toplum için yük haline geldi. Avrupa’nın hasta adamı savaşta dört yıl bile kalamadan pes etti. Bu sırada başta Sarıkamış ve Galiçya olmak üzere pek çok nedenden ötürü Enver paşanın eleştirildiği oldu.
Fakat Sarıkamış felaketi olduğundan çok daha fazla abartılmıştır. Tarihçi yazar Mehmet Niyazi şehit sayısının 23.000 olduğunu 90.000 rakamının 60.000 kayıp veren Rusların yalanı olduğunu söyler. Kayıplarımızın üçte ikisi Yemenli olmak üzere en fazla 32.000 olduğunu söylemek mümkün. Bu felakette çoğu Yemen’den gelmiş olan askerler, Kars gibi bir memlekette kış mevsiminde Sarıkamış’ı almak için gönderilmişlerdir. Geldikleri yerde çöl üniformalarıyla savaşan bu askerler Kafkasya’ya takviye edilirken de bu haldeydiler. Sorunun kaynağında da aslında bu yatıyor. Bu harekatta dağın çevresini dolaşıp Rusları çevreleyerek köşeye sıkıştırmak ve Sarıkamış’ı almak hedeflenmiştir. Hata ise askerlerin durumunun ve iklim şartlarının göz ardı edilmesi olmuştur.
Enver Paşanın eleştirildiği bir diğer konu ise en iyi askerlerin Galiçya cephesinde, yani ülke dışında savaştırılması olmuştur. Ancak Enver Paşanın burada hedefi farklıdır. Savaş sonrasında paylaşım zamanı geldiğinde masada daha güçlü olabilmek için Avrupa içinde ki cephede de yer alması gerektiğini düşünmüştür.
Birinci Dünya Savaşı yüzünden ülkede salgın hastalıklar daha da yayılmış, genç nüfus sıkıntısı yaşanmış, iş gücü askerde olduğu için ülke içinde ki işler yapılamaz olmuştur ve en önemlisi de kadın, çocuk, yaşlı ve engelliler ihtiyaçları olan gençlerin olmayışı yüzünden kıtlıkta perişan olmuşlardır.
Osmanlı Devleti dayanılmaz hale gelen durumu yüzünden pes ettiğinde Almanya ve Avusturya-Macaristan halen mücadeleye devam etmektedirler. Osmanlı savaşta pes etmiştir ancak Enver Paşanın pes etmeye ve uğruna yaşadığı ideallerinden vazgeçmeye niyeti yoktur. Zaten Enver Paşaya kalsa, Osmanlının ateşkes istemesini de kabul etmeyip mücadeleyi sonuna kadar götürecektir. Ancak Osmanlının düşüşüyle beraber İttihat ve Terakki kadroları için Anadolu da kalmak intihar olurdu. Çünkü savaşın getirdiği ortamdan sorumlu tutulabilirlerdi. İngilizler Osmanlının teslim olmasıyla beraber İttihat ve Terakki üyeleri için yakalatma kararı çıkarmışlardır. Bu yüzden Enver paşa ve yoldaşları Rusya’ya kaçtılar. Anadolu’da başaramadıklarını Rusya da yapmak yani şanslarını tekrar denemek için yola çıktılar.
Enver Paşa 1911 yılında da İtalyanlara karşı gerilla savaşı yürütmek için Libya’ya gönüllü olarak gitmişti. Şimdi yine aynı yöntemi Ruslara karşı yürütecekti.
Enver Paşa henüz Bolşeviklerle mücadeleye başlamamıştı. Almanya da gizlendiği sıralarda Anadolu’da ki milli mücadeleye katılmak istediğini belirtmiş ama bu isteği reddedilmiştir. Bolşeviklerin kendi düşüncelerine destek vermediğini gördüğünde ise Basmacı hareketine katılmıştır.
Orta Asya da 1922 yılında yani Rus iç savaşının son yılında bir çok çarpışmaya girmiştir.
Komutasında ki Basmacılar ile beraber Duşanbeyi ele geçirmiş, daha sonra Horasan’a yürümüş ve kızıl ordudan Buhara ve Horasan’ı terk etmesini söylemiştir. Ancak 28 Haziran’da Kafiran savaşının kaybedilmesiyle artık dağlara çekilecek ve gerilla savaşına girecektir.
1922 yılının 4 Ağustos’unda, kurban bayramına denk gelen bir günde kızıl orduya karşı çarpışırken vurulmuştur. Öldüğünde henüz 40 yaşındadır ve mezarı 1996 da Türkiye’ye getirilebilmiştir.
Sovyetler Birliği, Türk Kurtuluş Savaşına(1919-1922) önemli ölçüde destek verirken Enver Paşanın buna rağmen onlara karşı savaşması elbette düşündürücü bir durum. Belki de bu yardımlardan haberi yoktu yada Kurtuluş Savaşı bittikten sonra bunun bir öneminin olmayacağını düşünmüştü. Bu sorunun cevabını bilemiyorum.
Enver Paşanın görüşleri benim görüşlerime tamamen ters olsa da onun vatan haini değil vatansever olduğunu kabul ederim. Bizleri bir felakete sürüklemiş olabilir ama bu onun isteklerinin dışında olan durumlardır. Kendisinin uğruna yaşadığı ve hiç pes etmeden üzerine koştuğu hayalleri vardır. 1911’de Libya’dan başlayıp 1922’de Tacikistan’da biten acı dolu macerası bana bu yüzden ilham kaynağı olmuştur.
Ne kadar görüş farklılığım olsa da ben böyle fedakar insanlara her zaman saygı duyarım.
Enver Paşa yani İsmail Enver Bey vatanı için hayalleri olan vatansever biridir, vatan haini değil!
Dünyada yardıma muhtaç insan sayısı her geçen gün artıyor. Susuzluk, iç savaşlar ve küresel güçlerin destekledikleri örgütlerin yaşattığı kaos milyonlarca insanın yerinden göç etmesine ve yardıma muhtaç duruma düşmesine sebep oluyor.
Suriye’de yaşanan iç savaşta da milyonlarca insan ülke dışına göç etti, yada ülke içerisinde yer değiştirdi.
“BM’nin hazırladığı 04 Nisan 2016 tarihli raporuna göre Suriye’den toplam 4.837.208 kişi kayıtlı olarak ülkeden göç etmiştir. Gerçek rakamların bu rakamın çok üzerinde olduğunu söylemek de yanlış olmaz. Mülteci sayısında ilk sırada bulunan Türkiye’de kayıtlı mülteci sayısı 2.749.140 kişi olmuştur.” (Suriyeli Mültecilerin Dağılımı ve Son Rakamlar)
Birleşmiş Milletler İnsani Yardım Koordinasyonu’nun Suriye için son verilere dayanarak hazırladığı Suriye göç haritasında Suriye’nin hangi şehrinden ne kadarlık göç olduğu gösterilmiş.
1975 yılından önce orta doğunun refah seviyesi en yüksek ülkesi konumunda olan Lübnan, o tarihte başlayan iç savaşla beraber ortadoğuda tam tersi bir pozisyona düştü. Lübnan iç savaşı( 1975-1990) başlamadan önce ülke ortadoğunun finans merkeziydi. Sanatıyla, turizmiyle, ticaretiyle, hoşgörüsü ile doğu Akdeniz’in ve orta doğunun incisiydi Lübnan. Tabi ki bu refahının kaynağında batı blokunun desteği göz ardı edilemezdi. Nede olsa ortadoğunun sosyalist ülkelerine karşı bir örnek ülke olması gerekiyordu
O zamanlar Lübnan’ın çoğunluğunu Hristiyanlar oluşturuyordu. Bunlar Arap, Ermeni, Süryani ve birazda Rum olan Hristiyanlar idi. Pek çok Hristiyan savaş sırasında ve sonrasında ülkeden kaçtılar(yaklaşık 1 milyon kişi) ve böylece Müslümanlar(özellikle de Şiiler) çoğunluk haline geldiler. Lübnan’ı karışıklığa iten şey ise komşuları olmuştu. İsrail ve Filistin arasında yaşanan savaşlar hep Lübnan’a mülteci akışına neden oluyordu. İş öyle bir hal almıştı ki Filistinli mültecilerin oranı savaş sonrasında %35 civarlarına gelmişti. Bu mültecilerin hepsi Müslüman değildi elbet. İçlerinde Hristiyan da vardı ama çoğu ehli-sünnet Müslümanlar idi.
Tıpkı Ürdün’ün günümüzde nüfusunun yarısını Filistinlilerin oluşturması gibi Lübnan da böyle bir haldeydi işte.
Lübnan mecburiyetten yada vicdanen alıyordu mültecileri. Fakat bu iş nereye kadar sürecekti? İşsizlik fırlamış ve insanlar sıkışık sıkışık yaşamaya başlamıştı, eski refah yoktu artık. Ülke içinde huzursuz başladığı gibi Müslümanlar da artık yeni istekler dile getirmeye başladılar. Filistinliler sayesinde çoğunluk haline gelen Müslümanlar yönetimde daha fazla söz sahibi olmaları gerektiğini söylüyorlardı. Filistinliler arasında Filistin kurtuluş örgütü(FKÖ) silahlanmayı sürdürdüğü için tehlike arz ediyordu. Çünkü FKÖ yüzünden İsrail Lübnan’a müdahale edebilirdi yada FKÖ 1971 yılında Ürdün’de yaptığını Lübnan da yapmak isteyebilirdi. Zaten Lübnan’a bu kadar Filistinli’nin gelmesinin sebebi de bu savaştı. Çünkü savaş sonucu Ürdün Krallığı ülkede ki Filistinlileri tehdit olarak görmeye başlamış ve bu yüzden onları Lübnan’a sürgün etmişti.
1971 yılında Ürdün’e giden Filistinli mülteciler arasında ki FKÖ gerillaları, Ürdün krallığını devirip hem Marksist bir ülke kurmak, hemde Filistinlilere güvenli bir yurt bulmak için isyan başlatmıştı. 1971 Ürdün iç savaşı krallığın zaferiyle ve 15 bin ölümle noktalanmıştı.
FKÖ’nün şansını tekrar denemek için böyle bir isyanı aynı amaçlar doğrultusunda Lübnan da başlatmayacağı ne malumdu. Zaten FKÖ güney Lübnan’ı kontrol etmeye başlamıştı bile. İşte savaşa zemin hazırlayan ortamlar bunlardı. Lübnan’da Müslümanlar ve Hristiyanlar daha önce de karşı karşıya gelmişlerdi ve sebep yine komşuların attıkları adımlardı.
1958 yılında Lübnan’da ki Hristiyanlar Bağdat paktına katılmak isterken, Müslümanlar Birleşik Arap Cumhuriyetine katılmak istiyorlardı. Bağdat paktını Irak, Türkiye, İran, Pakistan ve İngiltere oluşturuyordu ve amacı Sovyetler Birliğinin ortadoğuya nüfuz etmesini önlemekti.
Birleşik Arap Cumhuriyeti ise Bağdat paktına karşı Mısır’ın o dönem ki lideri Cemal Abdül Nasır tarafından atılan adım neticesinde Kuzey Yemen, Suriye ve Mısır’ın birleşmesiyle oluşmuştu. O dönemin Sovyet yanlısı Arap ülkeleriydi bu ülkeler. Lübnan’da bu durum kısa süreli bir iç savaşa sebep oldu. Bu hem Müslüman-Hristiyan hem de sosyalist blokla-kapitalist blok savaşıydı. Ancak ABD’nin Birleşik Arap Cumhuriyeti olaya müdahil olmadan Lübnan’ı kurtarması gerekiyordu. Yoksa bu yeni sosyalist Arap devlet, Ortadoğu’da dengeleri değiştirdiği gibi Lübnanlı Hristiyanlar için hayatı zehir edebilirdi ve Akdeniz de ki kapitalist egemenliği sekteye uğratabilirdi. Bu yeni büyük ve üniter devletin Lübnan’la beraber daha da büyümemesi önemliydi.
Türkiye’nin de lojistik destek verdiği ABD ordusu 1958’de Lübnan’a çıkarma yaptı ve Hristiyanların zaferiyle beraber Lübnan birliğe girememiş oldu. Ancak Lübnan Bağdat paktına da giremeyecekti. Çünkü o yıl Irak’ta Baas partisi askeri darbe ile krallığı devirmiş ve pakttan çekilmişti. Artık paktın bir esprisi kalmamıştı. Lübnan’da tarafların bu sefer ki kapışması ise ne yazık ki önceki gibi kısa sürmeyecekti. 15 yıl 6 ay süren savaşta 150 bin ile 230 bin arası insan ölmüş, 350 bini yaralanmış ve 1 milyonu ülkeyi terk etmişti. Hristiyanlar ayrı, Müslümanlar ayrı, Dürziler ayrı dini örgütler kurdukları gibi değişik ideolojik örgütler de ortaya çıktı.
Günümüz Suriye’sinden bile daha kimin kiminle savaştığı belli olmayan bir ortam oluştuğu gibi başta İsrail ve Suriye olmak üzere pek çok ülkeninde aktif bir şekilde müdahil olduğu bir parçalanma söz konusuydu. İsrail 1978’de girdiği Lübnan’ın daha çok güneyin de önce FKÖ’ye daha sonra da Hizbullah’a karşı savaşmıştır ve en sonunda 2000 yılında bölgeden çekilmiştir.
Suriye ise genel olarak FKÖ ve Hizbullah örgütlerinin safında durmuş ve 2005 yılında ki protestolara kadar Kuzey Lübnan’da kalmıştır. Hristiyanların bölgeden kaçmasında en önemli faktör de Suriye’nin yaptıkları olmuştur.
Savaş resmiyette 1990’da bitse de bazı gruplar eylemlerini sürdürmüştür.
Sonrasında ise çatışmalar iç olmaktan çıkıp Hizbullah’ın İsrail’e karşı direnişine dönüşmüş ve en sonunda 2000 yılında İsrail bölgeden çekilmiştir. Eskiden çoğunluğu Hristiyan olan ülke, şimdi Müslümanların çoğunlukta olduğu bir yer.
Müslümanlar arasında ise Suriye de savaş başlamadan önce Şiiler daha fazlaydı, şimdi ise Suriyeli mülteciler Sünni nüfusun Şiileri geçmesini sağlamış gözüküyor.
Yıllar önce Lübnan İç Savaşı’nın en etkili fotoğraflarından..
Yinede Hristiyan-Şii-Sünni-Dürzi-Alevi diye ayırdığımız zaman Hristiyanlar hala birinci sırada yer alıyor. Ama şuan da Hristiyanlar azalmaya yani ülkeden kaçmaya devam ediyorlar.
Eskiden Filistin’den göç aldığı için dini demografisi değişen ülkenin şimdi de Suriye’den göç aldığı için mezhebi demografisi değişiyor. Azınlık psikolojisiyle çoğunluk haline gelen Müslümanlar gibi,şimdi de Sünniler aynı yoldan gidiyor. Çünkü zaman zaman radikal Sünni örgütlerin eylemlerini düşününce insanın aklına “acaba sırada ki mezhep savaşı Lübnan da mı çıkacak” düşüncesi geliyor. Zaten son iki yıldır ülkede yaşananlar Suriye de ki savaşın Lübnan’a da taştığını gösteriyor.
Hristiyan ve Şii mahallelerin de patlayan bombalar, IŞİD ve El-Nusra’nın toprak kazanmaya çalışması pek iyiye gidilmediğini gösteriyor.
Lübnan da çıkabilecek olası bir savaşla ilgili bir yazım daha vardı. “Lübnan, Yemen’e dönebilir” isimli yazımda Husiler’in Yemen’de yaptığını Lübnan’da da yapabileceğini aktarmış ve bunun sebeplerini söylemiştim ve cumhurbaşkanlığı krizi de bu sebeplerden biriydi. Gerçi cumhurbaşkanlığı krizi artık çözülüyor, en azından bu sıkıntı bitti diyebiliriz.
Tıpkı şuan Suudi Arabistan’ın Husiler yüzünden bütün Yemen’de yaptığı gibi, 2006 yılında da Hizbullah’ın düzenlediği saldırılar yüzünden İsrail bütün Lübnan’ı bomba yağmuruna tutmuştu. Suudi Arabistan ise Husiler yüzünden bütün Yemen’i mahvediyor tıpkı İsrail’in Hizbullah yüzünden tüm Lübnan’ı yakıp yıkması gibi.
Lübnan şu an nüfusunun dörtte biri kadar Suriyeli mülteci barındırıyor ve ülkede nefes almak artık daha da zorlaştı. Hristiyan, Şii ve Alevi mülteciler olsa da bu mültecilerin çoğu Sünni ve bu durum demografik yapının yeniden değişmesine sebep oluyor. Bu değişim daha önceden yaptığı gibi umuyorum ki yine savaşa sebep olmaz.
Lübnan’ın geçmişte hoşgörüyle anılmasını sağlayan çok kültürlü renkliliği artık başını ağrıtıyor maalesef.
16 Ekim’de yapılan genel seçim öncesi partilerin yürüttüğü kampanyalarla adeta Batı yanlısı iktidar ile Rusya yanlısı muhalefet arasında seçim yapmak zorunda bırakılan Karadağlı seçmen, tercihini AB ve NATO’dan yana kullandı. Karadağ’ın NATO üyesi yapılmaması gerektiğini kırmızı çizgi olarak açıklayan Rusya, Karadağ halkı tarafından benimsenmediği söylenebilir.
Bahreyn ülkemizde pek çok kişinin varlığından bihaber olduğu, Katar ve Suudi Arabistan arasında sıkışmış 28 irili ufaklı adadan oluşan, yaklaşık 1.5 milyon nüfuslu bir ülke(yarıya yakını göçmenlerden oluşuyor) Ufacık bir ada da sıkışmış bu insanların çoğunluğunu Şii Caferiler oluşturuyor. Yüzde 70 civarında ki Caferilerin yanı sıra yaklaşık yüzde 15-20 oranında da Sünni bulunuyor. Diğer nüfus ise çoğunlukla Hindulardan meydana geliyor(Hindistan’dan gelmiş göçmen işçiler). Her ne kadar krallık bu demografik yapıyı değiştirmek için Sünni göçünü desteklese de, bu bir yere kadar etkili olabiliyor ve henüz istedikleri seviyeye çok uzaktalar. Yinede ülkeye başta Hindistan, Pakistan ve Bangladeş üzerinden olmak üzere pek çok göçmen geliyor ve 1.5 milyon insanın 700 bini onlardan oluşuyor. Tabi ki bu ülkelerden gelenlerin arasına krallık istemese de Hindu, Hristiyan, Ahmedi ve Şiilerin karıştığı görülüyor. Çünkü göçmenlerin hepsi krallığın istediği gibi Sünni olsaydı demografik yapıda krallığın istediği seviyede bir değişim olurdu.
Bahreyn, ekonomik fonksiyonları genelde petrole dayanan bir çok ülke de olduğu gibi petrol fiyatlarının düşmesiyle beraber bunalımlı günler geçiriyor. Daha önceden böyle günler yaşamamak için ekonomik fonksiyonlarını çeşitlendirmeye çalışan ülke, bankacılık ve turizm alanında çalışmalar yapmak istese de ülkede sürekli çıkan isyanlar bu politikaların başarısız olmasına yol açmıştı. Sürekli çıkan isyanları gören yatırımcılar Bahreyn, yerine diğer körfez ülkelerini tercih edince, Bahreyn de körfezin genelinin gerisinde kaldı.
Bu isyanların geneli mezhepsel gerilimlere dayanıyor. Ülkeyi yöneten krallık Sünni iken halk Şii. Daha önce İngiltere ile sıkı ilişkiler kurarak tahtını koruyan krallık sonrasında Suudi Arabistan ve Katar başta olmak üzere diğer krallıkları iktidar sigortası niyetine kullanmıştır. Ancak Bahreyn krallığının en büyük sigortası ABD ile geliştirdikleri sıkı ilişkilerdir. Hali hazırda Amerikan 5. filosunun merkezi bu ülke de.
Bu üssün bu ülkede olmasının çeşitli nedenleri var. Başta klasik doğal kaynak mevzusunu söyleyebiliriz ama asıl önemli mesele ülkede yaşanabilecek olası bir halk devrimi sonucunda Şiilerin iktidara gelmesiyle İran’ın yayılmasını engellemek.
Bahreyn’in isyan konusunda oldukça kabarık bir sicili var.
Neredeyse her yıl bu tür isyanları görmek mümkün ama en büyük çaplı olanları 1979, 1994 ve 2011 yıllarında yaşandı. 1979 yılında ki isyan krallığı devirmeye yönelikti ve bu isyanı aynı yıl yaşanmış olan İran İslam devrimi etkilemişti.
1994 yılında başlayan isyanların sebebi ise daha çok ekonomik sebeplere dayanıyordu, %25’lere varan işsizlik oranları yüzünden halk farklı arayışlar içerisindeydi.
2011 yılında yaşanan ve 80 civarında ölüm getiren isyanların sebebi ise Arap baharının etkisi idi. Ancak bu isyan altyapı itibariyle Arap baharından biraz tersti yani demokrasiden ziyade mezhepsel ayrımcılık dillendiriliyordu.
2008 yılının sonunda başlayıp 2009 da dünyayı kasıp kavuran küresel ekonomik kriz orta doğuyu da kötü etkilemişti. 2010 yılında orta doğu ülkelerinde bu ekonomik bunalımlar yüzünden insanlar yolsuzluk bataklığına saplanmış yöneticilerine karşı öfkeliydi. Zaten yöneticilerine karşı pek haz duymayan vatandaşlar için ekonomik krizle gelen çöküntü, ufacık bir kıvılcımla bile bu öfkenin patlamasına sebep olmak için yetti. Sonrası malumumuz, o kıvılcım kendisini Tunus’ta ateşe veren Muhammed Buazizi olmuştu.
Bahreyn’de ise diğer ülkelere göre durum daha farklıydı. Burada insanlar ekonomik sıkıntıları konusunda farklı eleştirilerde bulunuyorlardı. Örneğin Şii çoğunluk devlet dairelerinde iş sahibi olamıyordu. Kamu kurumları şuanda olduğu gibi Sünni memurlarla doluydu. Bu durum haliyle Şii çoğunluğun eşitlik talepleri göstermesine neden oldu.
Fakat yıllardır aldığı destek sayesinde tahtta kalan halife ailesi bu isyanda da yardımlar sayesinde ayakta kalacaktı. Körfez işbirliği konseyinin gönderdiği destek kuvvetler sayesinde büyük ölçüde bastırılan isyan irili ufaklı halen devam etmekte. Bahreyn ayrıca Suudi Arabistan’ın Yemen işgali için oluşturduğu koalisyon grubunun da içinde yer alıyor. Bahreyn yönetiminin bu hamlesi de ülkede ki çoğunluğu sinirlendiren başka bir olay oldu.
Anlaşılan o ki isyanlar dizisi kral devrilene ve Şiiler iktidara gelene kadar sürecek gibi. Ancak Suudi Arabistan’ın dibinde ki Bahreyn’in yakınlaştığı ülkeleri düşününce bu iş o kadar da kolay olmayacak gibi.
Türkiye sınırına 10 KM mesafedeki Dabık, Halep vilayetinin Azez ilçesine bağlıdır. Emevilerin 7. halifesi Abdülmelik’in öldüğü ve halen mezarının bulunduğu kasaba(IŞİD tahrip etmişti), çeşitli kaynaklarda büyük savaşın olacağı ve dünyanın sonunun geleceği yer olarak tarif ediliyor. 1516’da Osmanlı ile Memlükler arasında yaşanan Mercidabık (Dabık Çayırı) savaşının yaşandığı yer olan Dabık, 2014 Ekim ayına kadar muhaliflerin elindeydi. Daha sonra yaşanan çatışmalar sonucu kasaba IŞİD’in kontrolüne geçti.
Türkiye destekli Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) güçlerinin ”Fırat Kalkanı Harekatı” çerçevesinde Türkiye sınırına yakın stratejik öneme sahip bu kasabayı ele geçirmek için operasyon başlattığı söyleniyor.
Dabık operasyonu öncesi ve sonrası (operasyon öncesi-operasyon sonrası gidişat)
15 Ekim 2016 sabahı ve Dabık operasyonu sonrası
Güncelleme: 16 Ekim 2016 14:00 civarı Dabık ÖSO tarafından IŞİD’den alındı.