Azerbaycan’da İdam Cezası Ne Zaman Kaldırılmıştır?

İlk önce idam ne demek onu açıklamak istiyorum. İdam, bir ceza türüdür ve insanı hayattan, yaşamaktan mahrum etmek anlamına gelir. Dünyanın bir çok ülkelerinde yıllar önce bu ceza türü uygulanmış ve daha sonra kanun kararıyla yasaklanmıştır. Ama bazı ülkelerde bu ceza, yani ölüm cezası halen yürürlüktedir.

İdam cezasının en çok bilinen türü kurşunlanmadır. Bundan başka darağacına asma ve baş kesilmesi gibi türleri de vardır. Dünyada idam cezası planlı cinayet, vatana ihanet, casusluk ve bu gibi suçlar için uygulanır. Müslüman ülkelerinde ise bu ceza daha çok zina yapanlara, dinini değiştirenlere uygulanır.

Azerbaycan’da idam cezası 10 Şubat 1998 yılından itibaren yasaklanmıştır. O zamana kadar idam cezası verilmiş ama uygulanmamış; 128 kişiye hayatı geri verilmiştir. Bu zamana kadar Azerbaycan’da özellikle ağır suçlara mahkum olan kişilere idam cezası uygulanmıştır. Azerbaycanda ölüm hükmü Bayıl hapishanesinde, şimdilerde “ölüm kamerası” denilen odada uygulanmıştır.

Azerbaycan’da idam cezası yalnız bir yöntemle, yani kurşunlamakla uygulanmıştır. O zamanlar hapishanede çalışmış insanların sözlerine göre, idam cezası almış mahkumlar “Ölüm kamerası”na gözü bağlı getiriliyormuş. Burada mahkumun eziyetsiz ölmesi için kalbine sadece bir kere ateş açıyorlarmış.

Bayıl hapishanesinde eskiden çalışmış insanların dediklerine göre, uzun yıllar burada ermeni milletinden olan şahıslar cellatlık ediyormuş ve onlar mahkumları çok eziyetli bir şekilde, amansızca öldürülüyorlarmış. Son olarak da kaynakların bilgisine göre; 1930 ile 1950’li yıllarda Bayıl hapishanesinde diğer bir idam türü olarak suda boğma da uygulanmıştır.

Afsana Aghazada

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

İmparatorluklar ve Ulaştığı Sınırlar

8

(Sırayla) İngiliz, Moğol, Rus, İspanya, Emeviler, Portekiz, Persler, Osmanlı, Roma, Eski Mısır ve Aztek İmparatorluklarının nüfusu, maksimum ulaştığı toprak sınırları ve en  geniş topraklara ulaştığı tarihler verilmiştir. Bunlarla birlikte bu imparatorlukların hangi tarihlerde varlığını sürdürdüğü ve en ünlü hükümdarı infografikte gösterilmiştir.

En geniş imparatorluğun da İngilizlere ait olduğunu bu grafikte görebiliriz.

imparatorluklar-infografik

Kuzey Kore Yalanları ve Gerçekleri

Resmi adıyla Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti ya da halk dilinde ki adıyla Kuzey Kore. Bu ülke hakkında dünyanın çoğu olumsuz görüşlere sahip olabilir ancak bu durum hiç kimseye kanıt sunmadan iftira atabilme yetkisi vermez. Ne yazık ki başta medya olmak üzere pek çok kesim bu durumu bir suistimal aracı olarak kullanıyor. Önce bir iftira atılıyor ortaya, herkeste inanıyor. Sen aksini ispatlayana kadar haber gündemden düşmüş olduğu için insanların inancı da değişmiyor. Nazilerin propaganda bakanının bir lafı vardır “bir yalanı kırk defa söylerseniz doğru olur” diye. İşte bu söz kapitalizmin en büyük silahına referans olmuş durumda. Baktığımız zaman Kuzey Kore hakkında çıkan yamyamlık, işkence, yasaklar, kurallar gibi bazı iftiraların sonradan doğru olmadığı ortaya çıkıyor ancak haber çoktan gündemden düşmüş olduğu için yalan olduğunu insanlara anlatamıyorsun.

Kuzey Koreyi iyi anlayabilmek için onların tarihini de bir gözden geçirmemiz gerekiyor. 2. Dünya Savaşı bittiğinde Kore de tek bir devletin olması planlanıyordu. Ancak ABD kendine yakın bir yönetim istediği için güneyde de ayrı bir devlet kurdurdu. Bu devletin başına Syngman Rhee getirildi. Kendisi Güney Kore’yi 1960 yılına kadar diktatör ve zalimce yönetti. Bu dönemde faili meçhul cinayet ve intiharlar, totaliter baskı ve en kötüsü de ülkeyi savaşa sürüklemesi insanlarda öfke ve bunalım yaratıyordu. 1960 yılına gelindiğinde kitlesel protestolarda halkın üzerine ateş açmış ancak bu işleri daha da kötüye götürerek olayların büyümesine sebep olmuştur. En sonunda istifa edip ABD’ye kaçmak zorunda kalmıştır. Yani bilinenin aksine Güney Kore’ye demokrasiyi ABD getirmedi halkın kendisi getirdi. ABD’nin getirdiği şey; savaş, suç ve baskı olmuştu.

ABD öncülüğünde bölgedeki üç müttefik ülke: Güney Kore, ABD ve Japonya
ABD öncülüğünde bölgedeki üç müttefik ülke: Güney Kore, ABD ve Japonya

Genel olarak Kore savaşının kuzeyin güneyi istilası sonucu başladığı görüşü hakimdir. Bu iftira Kuzey Kore’ye atılan ilk iftiradır. Güney Kore ABD’den gelişmiş silahlar alıyorken, üstelik nüfusu daha kalabalıkken kuzeyin güneye saldırdığını düşünmek zaten çok mantıksız olurdu. ABD zaten bir nükleer bir güçtü ve bu yüzden rakipleri ister istemez korkuyordu. Çünkü Japonya’nın başına gelenlerin kendilerine de olmasını istemiyorlardı. Bu nükleer güce güvenildiği için ABD ve Güney Kore, Kuzey Kore’ye saldırmıştı. Ancak Kuzey Kore beklenmedik bir şekilde güneyi ezip geçiyor ve hızla adayı temizliyordu, çünkü Sovyet hava desteğine sahiplerdi.

ABD ve SSCB’nin hava kuvvetleri havada çarpışıyordu. Yani soğuk savaş boyunca ABD ve SSCB’nin birbirleriyle direk savaşmadığı görüşü yanlıştır. ABD bu yenilgilerden dolayı BM’den yardım istemiştir. Destekle beraber ilerlemeye geçen güney, Çin’in müdahalesiyle tekrar geri çekilmiştir. Yani ABD kuzeyi yok edememiş ve savaşı kaybetmiştir.

Saha da savaşı kaybeden ABD, propaganda savaşını kazanmış görünüyor. Çünkü tüm dünya ABD gibi düşünüyor. Ancak Güney Kore de bile böyle düşünmeyenler var. Mesela 2011 yılında kurulan Birleşik İlerici Parti Kuzey Kore yanlısı idi. Partinin çok hızlı büyümesi üzerine Güney Kore 2014 yılında partiyi kapatmak zorunda kaldı. Güney Kore’de halen komünizmle ilgili konuşmak yasaktır ve ders kitaplarında ki tarih anlatımı kuzeyi haklı çıkardığı için değiştirilmiştir. Gördüğünüz gibi demokratik olduğu sanılan Güney Kore halen ABD etkisinde totaliterliğe devam etmekte. Anti-kuzey propagandası özellikle Sovyetler Birliğinin dağılması ile güç kazanmıştır.

Geçtiğimiz günlerde kuzey yeni bir nükleer deneme gerçekleştirdi. Bu hareket Kore karşıtı açıklamaları da beraberinde getiriyor. Peki sorarım sizlere, ABD ve Güney Kore her yıl askeri tatbikatlar yaparken ve güneye ağır sevkiyat yaparken siz sadece izler misiniz? Elbette size karşı yapılan bu operasyonlara karşı caydırıcı bir şey yapmanız mecbur hale gelir.

Kuzey Kore ekonomisinin dörtte biri askeri harcamalara gidiyor. Çünkü geçmişten ders alıyorlar, eskiden olduğu gibi işgal edilip milyonlarca insanı kaybetmek istemiyorlar. Bu yüzden konvansiyonel olmayan silahlarla düşmanı caydırmak zorunda kalıyorlar. Bu yüzden dünyanın, Kuzey Kore’nin konvansiyonel olmayan silahlarını sorgulamadan önce bu silahları neden yaptıklarını incelemesi gerekiyor. Kuzey Kore zaten ABD’nin bölgeden çekilmesi halinde konvansiyonel olmayan silahları yapmayı durduracağını belirtiyor.

kuzey kore ordusu

Kuzeyde ki fakirliğin en temel sebebinin yoğun silahlanma olduğu ortaya çıkıyor. Ülkenin fakirliğinin diğer temel sebeplerinden biriside BM ambargosudur. Hem bu kadar askeri harcama yapmak zorunda kal, hemde ambargo altında ol ve birileri çıkıp senin fakirliğin ile alay etsin. Bu ülkeye yapılanlar hangi ülkeye yapılsaydı o ülke yine fakir olmaz mıydı?

Kuzey Kore ilk yıllarında 2 büyük savaştan çıkmanın verdiği büyük bir ekonomik bunalım içindeydi. ABD bombardımanlarından dolayı oluşan yıkıntılar ve milyonlarca ölüm ülkeyi mahvetmişti. Nüfusa oranla çok fazla insanın ölmesi büyük bir iş gücü kaybına yol açmıştı.
Bu yüzden 1955 yılında Juche yani kendine yeterlilik politikası geliştirdiler.

Juche’nin ilkeleri üçe ayrılır:

1-) Siyasi bağımsızlık
Bu konuda zaten başarılı oldukları ortada kimse kuzeyin politikalarının önünde duramıyor.

2-) İktisadi bağımsızlık
Ambargo ve askeri harcamalara rağmen ülke kendine yeterli durumda.

3-) Askeri bağımsızlık
Sahip olduğu kimyasal, biyolojik ve nükleer silahlarla herkes için caydırıcı bir güç.

Bu üç ilke olmadan hiçbir ülkenin tam bağımsız olamayacağı gibi iktisat ve savunma da bağımsız olamayan bir ülkenin siyaseten hiç bağımsızlığı olamayacağını belirtiyorlar. Yanlışlar mı?

Öyle ki 1960’lı yıllarda Che Guevara ülkeyi ziyaret ettiğinde Kuzey Kore’nin, Küba için örnek alınabileceğini söylüyordu. Özellikle 1970’li yıllarda Kuzey Kore bölgenin en üretken ve eğitim seviyesi en yüksek ülkesi durumundaydı. Günümüzde de ülkede herkes okuma yazma biliyor.(Türkiye de bile %4 oranında okuma yazma bilmeyen var)

Kuzey Kore’de ortalama yaşam süresi de 72 yıl yani Türkiye ile arasında sadece 3 yıl var. Kuzey Kore kendisi ile aynı gelir seviyesine sahip ülkelerle kıyaslandığında çok uzun ömürlü insanlara sahip. Aynı gelir seviyesinde ki ülkelere bakın, karşınıza ortalama ömür beklentisi 40-50 yıl olan ülkeler çıkacak. Bu da ülkenin sanılanın aksine sağlık ve eğitim sisteminde ki başarısını ortaya koyuyor. (ülke de 11 yıl zorunlu eğitim var).

Ortalama ömür beklentisi ve okuma yazma oranı üzerinden sağlık ve eğitim konusuna baksakta, iş ve aş durumu sosyal açıdan çok daha önemli bir mevzu. Kuzey kore her ne kadar dünya genelinde ambargoların ve silahlanmanın getirdiği yük yüzünden bir bunalım içinde olsa da iş ve aş noktasında bütün dünya ülkelerine örnek teşkil edebilecek bir yere sahip. Çünkü ülkede hem işsizlik oranı hemde evsizlik oranı yüzde sıfır. Her yeni evlenen çift, çocuk sahibi olana kadar küçük bir daire ile düğün hediyesini devletten alıyor, çocuk sahibi olan çiftler ise daha geniş bir eve geçiyorlar. Fakat tek başınıza bir eve çıkamazsınız, zaten öyle bir şey olsa devlet ev yetiştiremezdi. Ayrıca her vasıflı veya vasıfsız yeni mezun gençte durumuna göre bir kuruma yerleştiriliyor. Zaten özel mülkiyetin olmadığı ve devlet tekelinin olduğu bütün sosyalist ülkelerde olan da budur. Çünkü sosyalizmde, vatandaşların eğitim, sağlık, iş, ev ve gıda gibi temel ihtiyaçlarını devlet vermek zorundadır. Temel hakkın dışında kalanlardan ise vatandaşın kendisi ilgilenir.

Bir de herkesin övmeye doyamadığı Güney Kore’ye bakalım Elbette Güney, teknolojisi ve markalarıyla adından çok söz ettiriyor. Peki ekonomik olarak iyi görünen bu ülkede ekonomik sebeplere bağlı intihar oranlarına ne demeli? Güney Kore dünyada intihar oranı en yüksek 2. ülke ve Litvanya ile aralarında çok az fark kaldı. 2000 yılından beri intiharın artışta olduğunu düşünürsek, azalışta olan Litvanya’yı geçmeleri an meselesi. Güney Kore’nin en büyük sorununun kuzeyden ziyade kendi içinde ki intihar oranı olduğu ortaya çıkıyor. OECD ülkeleri arasında 11 yıldır birinci Güney Kore, ikinci ise Japonya. Bu ülkelerde insanların kapitalizmin getirdiği yoğun rekabet ortamında geride kalmaları halinde, aşırı mükemmelci olmaları sebebiyle gururlarının kırıldığı ve bu yüzden intihara aşırı meyilli hale geldikleri tespit ediliyor.

Bunun yanı sıra yetişkin bireylerin ölene kadar ebeveynlerine bakma zorunluluğu olduğundan, yaşlı insanlar hep çocuklarıyla beraber bulunuyor. Ancak ebeveynler çocuklarının ekonomik sıkıntılar içinde olduklarını gördüklerinden onlara yük olmamak için intihar ediyorlar.

İş öyle bir hal almış ki intiharı önlemek için kurslar bile açılıyor ve insanların intihara meyilli olup olmadığını anlamak için telefonlarına soru soran uygulamalar yükleniyor. Öyle bir vaziyet yani. Ancak tüm fakirliğine rağmen kuzeyde böyle şeyleri göremiyoruz çünkü onlarda kapitalizmin getirdiği yoğun rekabet ortamı olmadığı gibi insanlar kültürel yozlaşmaya maruz kalmamış ve sırtını devlete yaslamış durumda. Kapitalizmde olduğu gibi bireyselcilik ve kültürel yozlaşma yok yani herkes kendi başına değil. Devletin durumu belli olduğundan insanlarda yarınını ona göre hazırlıyorlar.

ABD’nin Kuzey Kore’ye karşı olan tavrını daha çok Çin faktörü üzerinden okumakta fayda var. Nede olsa Kuzey Kore hem nüfus olarak hemde ekonomik olarak küçük bir ülke bu yüzden ABD için zaten tehdit olamazlar. Ancak ABD, Çin’i baskı altına alabilmek için onu askeri üslerle çevrelemek zorunda, bu yüzden Güney Kore’ye sevkiyat yapmak ABD için şart. Kuzey Kore faktörünü ise Çin’i çevrelemek için bir bahane olarak kullandıkları bir çok uzman tarafından söyleniyor.

Bu yüzden Kore’de ki krizin kısa veya orta vadede biteceğini düşünmek ancak hayal olur. Krizin bitmesi ancak Çin ve ABD rekabetinin bitmesi ile mümkün.

Kuzey Kore’nin şuan maruz kaldığı nükleer silahlanma, fakirlik ve dışa kapalılık gibi eleştirilerin kaynağında, BM’nin haksız ambargosu ve ABD öncülüğündeki koalisyonun savaş tehditlerine bağlı olarak gelişen mecburi silahlanmanın olduğunu anlıyoruz. Bu noktada Kuzey Kore’nin babadan oğla geçen devlet başkanlığı dışında eleştirilebilecek bir yönünün olmadığı ortada. Kuzey Kore dışında komünist olduğunu iddia edipte parti genel sekreterliğinin babadan oğla  geçtiği başka bir ülke yok. Bu hanedanlık özelliği, kesinlikle komünizmle hiçbir şekilde uyuşmuyor. Maalesef Uzakdoğu’nun gelenekçi ve ataerkil yapısının getirdiği şahsa biat kültürü, bu hanedanlık oluşumda öncü bir etken olmuş durumda. Bu etken Uzakdoğu’da komünizmin yapısının ve işleyişinin önüne bir set çekerek hem geçmişte hemde günümüzde kötü örnekler oluşmasına yol açtı ne yazık ki!

Muhammed Ali Çalışkan

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Güney Kore Kuzey Kore’ye Savaş mı Açacak?

Kuzey Kore’de cuma günü 5,3 büyüklüğünde deprem kaydedildi. Kısa süre sonra bir nükleer denemenin depreme sebep olduğu öğrenildi. Kuzey Kore Yönetimi bu iddiayı doğrulayarak testin başarılı geçtiğini öne sürdü. Türkiye ile önde gelen ülkeler bu girişimi kınadığını belirtiler. Güney Kore’nin Cuma günkü nükleer deneme nedeniyle Kuzey’e saldırı planını parlamentoya sundu.

Yonhap haber ajansına konuşan Güney Koreli yetkili Kuzey Kore’nin başkenti Pyongyang hakkında “Her yeri balistik füzelerle ve yüksek patlayıcı gücü olan mermilerle tamamen yok edilecek, şehir küle dönecek ve haritadan silinecek” dedi.

Yaşananlar sonrası savaş kaygısı büyüdüğüne tanık oluyor. Olası bir savaş halinde ABD ve Japonya’nın Güney Kore’nin yanında savaşa girmesi bekleniyor. Türkiye’nin savaşa katılmaması ama endirekt olarak Güney’i desteklemesi bekleniyor. Türkiye İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren Güney Kore ve Japonya ile iyi ilişkilerini korumaya özen gösterdi. Rusya’nın nasıl tepki vereceği ise merak konusu. Eğer Ruslar Kuzey Kore’ye destek olurlarsa korkulan NATO ve Varşova Paktı Savaşı kaçınılmaz olacaktır.

Tuncer Durgut

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR // Haber-Analiz

“Fırat Kalkanı” Operasyonu Asıl Şimdi Başlıyor!

Fiilen 24 Ağustos’ta başlayan “Fırat Kalkanı” operasyonu tüm hızıyla devam ediyor. TSK’nın kontrolünde Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) büyük bir ilerleme katetti.

Rusya ile ilişkilerin düzeltilmesiyle birlikte Suriye hava sahasını aktif biçimde kullanabilmemiz, ağır zırhlılarımızı bizzat operasyonda kullanmış olmamız, TSK’nın üstündeki baskıyı atabilmesi için bu operasyonun bir fırsat olması, operasyonun şu ana kadar başarılı olma sebeplerinden sadece birkaçı.

Suriye’de bu denli başarı elde etmemizin nedenlerinden biri de Türkiye’nin Suriye’de yapacağı operasyon için oyun kurucu ülkeler ile mutabakat sağlamasıdır. Özellikle 15 Temmuz darbe girişiminin dış politikada Türkiye’ye açtığı alan iyi bir şekilde kullanılarak bu mutabakat süratli bir şekilde sağlanıp harekete geçildi. Rusya’nın operasyon ile ilgili Esad muhatap alınmalıdır beyanatı, İran’ın rahatsızlık duyduğunu belli belirsiz bir biçimde ifade etmesi, Suriye’de rejimin toprak bütünlüğümüz çignenmiştir açıklaması bu operasyonun zımni bir şekilde onaylanması manasından başka bir şey ifade etmiyor aslında.

ABD ile varılan anlaşmanın mahiyeti ise çok daha farklı. Operasyonların büyük bir kısmı şu ana kadar ABD ile koordineli bir formda yürütüldü. 15 Temmuz darbe girişiminin diplomaside Türkiye’ye açtığı alan bilahare ABD üzerinde kullanıldı.

Operasyonun istikameti ilk günlerde tam olarak belli değilken, sonraları ilk hedefin DAES ile olan sınırı tamamen temizlemek olduğu anlaşıldı. Ve 4 Eylül günü operasyonun ilk aşaması olan Azez – Cerablus hattının ÖSO tarafından kontrol edildiği bilgisini aldık.

azez-cerablus

Peki operasyon bitti mi? Türkiye bundan sonra sadece ABD ve Rusya’nın istediği gibi Azez Cerablus hattının korunmasıyla mı yetinecek ? Yahut Türkiye’nin başka opsiyonları var mıdır? Veya yazının başında belirttiğimiz uluslararası konsensus nereye kadar Türkiye’nin lehine devam eder?

Türkiye’nin bu bağlamda opsiyonlarını değerlendirecek olursak, ilk tercihi şu anda ağır bir kuşatma altında olan, Suriye Savaşı’nın seyrini belirleyen ve belirleyecek olan Halep şehrinin merkezine doğru ilerlemek olabilir. Şiddetli meskun mahal savaşına tanıklık etmekte olan Halep şehrinde TSK’nın dahil olmasıyla orada olan oyun masasının dengelerinin değişeceği kesindir. Ancak TSK’nın çatışmaların yoğun olduğu bölgeye doğru geçiş yapmasıyla var olan konsensus ve kısmen var olan uluslararası destek kaybedilebilir. Özellikle bu hamleden sonra Suriye rejiminin sadece toprak bütünlüğümüz çiğneniyor açıklamasıyla yetinmeyeceği aşikâr. Ayrıca rejim için stratejik öneme haiz olan Halep, Rusya için de değerlidir. Son olarak Rus özel kuvvetlerinin gönderildiği Halep’e Türkiye’nin yapacağı bir hamle Rusya ile yaşadığımız diplomasi baharının kışa dönmesine mahal verebilir. Bundan mütevellit Türkiye’nin en tehlikeli ve riskli tercihi Halep merkezine doğru ilerlemek olacaktır.

Operasyonun nasıl devam etmesi gerektiği konusunda 2. seçenek Halep’in Al Bab şehridir. Şu anda DAEŞ’in elinde bulunan Al-Bab’a doğru harekatın yönünün değiştirilmesi ihtimalinde, olması muhtemel sonuçları inceleyelim:

Al-Bab şu ana kadar ele geçirilen köy ve ilçelerden daha farklı bir yapıya sahip. Özellikle yerel aşiretlerin ve ilçedeki halkın DAEŞ’ten memnun olduğu, şehrin sosyolojik yapısının bu örgütle örtüştüğü bir gerçek. Ayrıca Menbic ve Cerablus’tan çekilen örgütün Al-Bab’a sığınak yaptığı bu bölgede gücünü arttırdığı da biliniyor. Bu da Türkiye’nin şimdiye kadar karşılaşmadığı şiddette bir mukavemetle karşılacağı manasına geliyor ki veriler muhtemel operasyonun ne kadar zorlu geçeceğine kanıtlar nitelikte.

Bunun dışarıda yansımasını inceleyecek olursak özellikle başından beri sahada olan İran’ın operasyonla ilgili tepkisinin frekansının yükseleceğini sôyleyebiliriz. TSK’nın dolayısıyla ÖSO’nun bu kadar çok alan kazanması kısa ve uzun vadede İran’ın elini zayıflatacaktır. Bu sebeple İran bu operasyona sert tepki verecektir.

Fırat Kalkanı Operasyonundan bir görüntü..
Fırat Kalkanı Operasyonundan bir görüntü..

3.seçenek Menbiç. Türkiye’yi bu operasyonu yapmaya zorlayan şehir. Operasyonların ilk günlerinde TSK Cerablus’un güneyine doğru inince Menbiç’e bir operasyon yapılacağı söylentisi dillerde dolaşmaya başlamıştı. TSK Menbiç’e girmedi ancak YPG ve ABD’ye gözdağı vermekten de geri durmadı. Şu anda YPG Menbiç’ten çekildi, çekilmedi kavgası var. ABD çekildiğini Türkiye ise çekilmediğini söylüyor. Bu tartışmanın daha fazla uzamasının ve ABD’yi çekilmediğine ikna etme politikasının ne kadar yersiz olduğunu test etmiş, son bir yıldaki ABD’nin YPG politikasından tecrübe edinmiş bir Türkiye artık az konuşup çok iş yapmalıdır.

Menbiç’e girilmesi halinde tarihin en kötü dönemlerinden birini geçiren Türk-Amerikan ilişkileri daha geriye gidecektir. Koalisyonun, operasyona verdiği sınırlı desteği çekeceğini görmek ise herhalde bizim için pek sürpriz olmaz. Özellikle ABD ve İngiltere’nin “Özel kuvvetlerimiz Menbiç’de” mesajı vermeleri bu minvalde okunmalıdır.

Türkiye’nin değerlendirebileceği son seçenek ise daha fazla derine inmeden hali hazırda oluşturulan fiili güvenli bölgenin buradan ibaret kalmasıdır. Yani Azez-Cerablus koridorunun daha fazla güneyine inmeden sadece bu koridorun güvenliğini sağlamak. Ancak bu derinlikte bir güvenli bölgenin çok da “Güvenli” olmayacağını söylemek elzemdir. Zira bu bölgenin sınırları PYD ve DAEŞ’ten ibarettir. Yani bu, varsayılan alanın her türlü saldırıya açık olması manasına gelir ki Türkiye bu işten zararlı çıkabilir.

Türkiye’nin yaratacağı de facto tampon bölgenin derinliği en az 40 km olmalıdır. Bunun yanında ortaya çıkan bölge sonsuza kadar de facto bölge olarak kalmamalı bunun uluslararası hukuka uygunluğu sağlanmalı, bölgenin savunması uluslararası bir mesele haline getirilmelidir. Çünkü Türkiye’nin tek başına bu koca bölgeyi korumak için sarfettiği enerji, içerde PKK ile sürdürülen mücadeleyi aksatabilir.

En nihayetinde Türkiye önemli bir karar aşamasında. Yapacağı hamle henüz belli değil. Ancak şu kesin ki Fırat Kalkanı operasyonu bitmedi, aslında yeni başlıyor !

Tunahan Makinist

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

İlk Deniz Cumhuriyetleri ve Ticaret Yolları

0

İtalya’da Orta Çağ’da ortaya çıkan ve denizci cumhuriyetler olarak bilinen şehir devletleri arasından en fazla bilinenleri Pisa, Cenova ve Venedik’dir. Birbirleriyle sürekli askeri ve ekonomik olarak rekabet içerisinde olan bu şehir devletleri, 10 ila 13. yüzyıllar arasında Akdeniz bölgesinde egemenlikleri altındaki ticaret yollarını korumak ve genişletmek için güçlü donanmalar kurmuş; tarihte Haçlı Seferlerine verdikleri muazzam lojistik destekle bilinirler.

ilk deniz cumhuriyetleri

Amalfi: ‘Konstantinopolis’deki ilk ticari koloniyi kurmuşlardır.’

Günümüzde İtalya Campania Bölgesi’ndeki Salerno ilinde yer alan Amalfi, Avrupa çapında önemli rol oynayan ilk denizci cumhuriyetin olduğu yerdir. İtalya’nın güneyinde ve Ortadoğu’da ticari üsler kuran bu cumhuriyet, Konstantinopolis yani şuanki İstanbul’da ilk ticari koloniyi kurmuşlardır. 1137 yılında şehir doğal afetler ve Norman istilaları sonucu güçsüz düşecek ve zamanla dağılacaktır.

Amalfi’ye ait işletmeler ve Amalfi’nin genişlemesi:

amalfi haritası

Ancona: ‘Hiçbir denizci cumhuriyete saldırmamıştır’

Günümüzde İtalya’nın merkezi Marche bölgesinde yer alan Ancona, 774 yılından itibaren Papalık Devleti içinde yer almış ve 12.yüzyıla doğru bağımsızlığını kazanmaya başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu ve öncülleriyle iyi ilişkiler içinde olmuş, Türklerin İtalya ile olan ekonomik bağlantılarının ana halkası olmuşlardır. Bu şehir devleti diğer hiçbir denizci cumhuriyete saldırmamıştır. 1532 yılında bağımsızlığını kaybederek Papa VII Clement döneminde Papalık Devleti’ne katılmıştır.

Ancona’ya ait ticaret yolları ve depoları:

ancona cumhuriyeti

Cenova: ‘Amerika kıtasına toplu şekilde göç etmiştir’

10.yüzyılla beraber şehir devlet olarak ortaya çıkmaya başlayan bu cumhuriyet, Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu’nun himayesinde Pisa ile yapılan ittifak sonucu Arapların gücünü Akdeniz’de kırmaya başlamıştır.

1530’larda  İspanya’nın yanı sıra Fransa hakimiyetini de hisseden şehir, Napolyon Bonapart döneminde Fransız işgalini yaşamıştır. 1815 yılında şehir Sardinya Krallığı egemenliğine girince şehir ekonomisinin bozulması üzerine tacirler ve ustalar Amerika kıtasına toplu şekilde göç etmiştir.

Cenova’nın ticaret yolları ve etkisi (1395): 

cenova cumhuriyeti

Pisa: ‘Kudüs’ün alınmasında yer almışlardır’

11.yüzyılın başlarında Cenova ile ittifak halkinde olan Pisalılar 1. Haçlı seferine katılmış ve Kudüs’ün alınmasında yer almışlardır. 1324 yılında Aragon Krallığının Sardinya’yı işgal etmesiyle buradaki topraklarını tamamen yitiren cumhuriyet çeşitli ayaklanmaların başarısız olmasının ardından 1406 yılında Floransa’nın denetimine girmiştir.

Pisalıların genişlemesi ve işletmeler:

pisa-cumhuriyeti

Ragusa: ‘Şehirdeki bilinen ilk yazılı ticari antlaşma’

Günümüzde Hırvatistan içinde olan Ragusa şehri 7.yüzyılın ilk yarısında şehir Doğu Akdeniz bölgesinde ticaret yapmaya başlar. 11.yüzyıl ile birlikte Adriyatik Denizinde öne çıkan denizci ve ticaret şehri olur. Şehirdeki bilinen ilk yazılı ticari antlaşma 1148 yılında Molfetta şehriyle imzalanmıştır. 1204 yılında Dördüncü Haçlı seferi esnasında Konstantinopolis’in düşmesiyle beraber şehir, Venedik egemenliğine geçmiştir. 1667 yılındaki depremde yaklaşık 5 bin kişiyi kaybeden şehir, Fransa ve İngiltere yardımıyla yeniden kurulur. Şehir daha sonraki yıllarda Napolyon Bonapart ordularınca alınmış ve İtalya Krallığına bağlanmıştır.

Ragusa’nın bölgedeki etkisi ve kullandığı yollar:

ragusa cumhuriyeti

Venedik: ‘En geniş toprağa sahip ve en güçlü denizci cumhuriyet’

Venedik Cumhuriyetinin kurulması 421 yılına kadar dayanır. Bu dönemde Doğu Roma İmparatorluğunun ticaret merkezidir.

Venedik Cumhuriyeti 1797 yılında Napolyon Bonapart tarafından işgal edilinceye kadar en geniş toprağa sahip ve en güçlü denizci cumhuriyet olmuştur. Napolyon Savaşlarının ardından yeniden bağımsızlığını kazansa da artık sadece kağıt üzerinde bir cumhuriyettir. 1848 yılında Avusturya Ordularının işgaline uğrayan şehir 1866 yılında İtalya Krallığı’na katılır.

Venedik Cumhuriyeti’nin genişlemesi:

venedik

Koyu kırmızı: Kuruluş
Kırmızı: 15.yüzyıl başında topraklar
Pembe: Geçici olarak ele geçirilen yerler
Sarı: Ana ticaret yolları ve hakim olunan karasular
Eflatun: Koloniler


Kaynak: https://tr.wikipedia.org/wiki/Denizci_cumhuriyetler
Haritalar: https://it.wikipedia.org/wiki/Repubbliche_marinare

Sovyet Örneği ile Türkiye’de Siyasi Temizlik Süreci

Sovyet lider Stalin, her ne kadar başarılı bir hayat yaşamış olsa da büyük bir ülkenin başında olmanın verdiği büyük bir güç ve sorumluluğa sahipti. Bu güç ve sorumluluğun ağırlığı ister istemez insanı şüpheciliğe ve paranoyaklığa itebiliyor çünkü bu ağırlık kaybedilirse ülke için felakete sebep olabilir. Stalin ülkesinde ki potansiyel tehlikelere karşı bu yüzden hızlı ve kararlı hareket etmek zorunda kalıyordu.

Dünyada ki tek büyük komünist ülke olması sebebiyle örnek olması gerekiyordu. Bu yüzden yavaş ve düşünceli hareketler çok riskliydi. Ülkede Troçkistlerden Turancılara kadar bir çok ülkeyi mahvedebilecek tehlike bulunuyordu. Eğer bu durumda bir şey yapılmaz ise Rus iç savaşı(1917-1922) tekrar yaşanabilirdi. 1936 yılında Stalin bu tehlikelerden dolayı büyük bir siyasi temizlik süreci başlattı ve bu süreç Almanların ülkeyi işgaline(1941) kadar sürdü. Aradan geçen bu 5 yıllık evrede 600 bin küsür kadar muhalif tasfiye edildi. Maalesef bunların içinde masum insanlar vardı. Ancak böylesine geniş çaplı operasyonlar da kurunun yanında yaşın yanmaması imkansız ve kaçınılmaz oluyor. Bu süreçte ülke de ki Troçkistlerin önü kesilmeye çalışılıyordu çünkü Troçki, Stalin’in en sıkı muhalifiydi. Bu rekabeti “Yahudilerin Stalin’e Yaşattığı Hayal Kırıklığı” isimli yazımda az da olsa belirtmeye çalışmıştım.

Troçki, Stalin’e yönelik bir karşı devrim süreci başlatabilirdi. Troçki, Lenin ve Stalin Bolşevik Devrimin ana kahramanlarıydı. Troçki, Lenin’in ölmesinden sonra Stalin’e karşı çok sert muhalefet ediyordu. Bu muhalefet yapıcı değil yıkıcı nitelikteydi. Bu yüzden siyasi temizlik sürecinde ülkeyi olası bir karşı devrimden yada iç savaştan korumak için hızlı ve kararlı bir operasyon gerekliydi. Yargılama yerine infaz bu yüzden şart olmuştu. Troçkistlere yönelik bu süreç farklı muhalif pozisyonları da etkiledi; bunlar ülkede ki milliyetçi gruplardı. Özellikle ayrılıkçı Türk, Kafkas ve Ukraynalı hareketler ülkede bölünme tehlikesi yaratıyorlardı ve bu yüzden sürece onlarda dahil oldular.

Stalin, Lenin ve Troçki
Stalin, Lenin ve Troçki

Ancak bu süreç sınır ötesinde tehlikeli biri tarafından takip ediliyordu. Nazilerin lideri Adolf Hitler bu operasyonu yakından izliyordu. Hitler, Sovyet işgali öncesinde “Biz sadece kapıya bir tekme atacağız sonrasında çürümüş bina kendiliğinden çökecek” diyordu. Böyle demesinin sebebi ise bu tasfiye sürecinden kaynaklanıyordu. Çünkü Troçkist general ve subaylar yok edilmişti. Bu yüzden Hitler, işgal gerçekleştiğinde ordunun oldukça zayıf olacağını tahmin etmişti. Aslında haklı çıktı çünkü işgal sürecinde kızıl ordu çok kayıp veriyordu. Sebebi de temizlik sürecinde ordunun üst mevkilerinde yer alan pek çok ismin tasfiye olmasından ötürü orduda bozulan düzendi. Hitler ayrıca azınlık pozisyonunda ki halkların içinde ki ayrılıkçı önderlerinde bu süreçte temizlenmesinin, bu halkların işgal sırasında Alman saflarına katılmasını sağlayacağını düşünüyordu. Bu konuda da haklı çıkmıştı çünkü pek çok milliyetçi ve dinci duygulara sahip halk, Almanların yanında saf tutmuştu. Başta Ukraynalılar ve Türklerin bu tutumları Almanlara çok kolaylık sağlamıştı.

Yani işin özeti şu ki, bu siyasi temizlik süreci Hitler’e işgal için cesaret vermiş ve savaş sırasında ülkenin normalinden çok daha fazla hasar görmesine neden olmuştur.

Şimdi gelelim asıl mevzumuza.

Tıpkı bir zamanlar Troçki ve Stalin’in birlikte devrimi gerçekleştirmesi gibi aynı şekilde FETÖ’de farklı iktidarlarla birlikte Türkiyeyi dönüştürüyordu. Yaygın sermaye ağı büyük ihracatlar yapıyor, pek çok sektörde binlerce aileyi doyuruyordu. En önemlisi de, ülkeyi devletçi ekonomiden serbest piyasa ekonomisine sokuyordu. Ancak günün birinde politikalara yönelik farklı bakış açıları serbest piyasa ekonomisine dönüşümü sağlayan iktidar ve FETÖ’yü birbirine düşürdü. Tıpkı Stalin’in politikaları yüzünden Troçki’nin sert muhalefet etmesi gibi, FETÖ’de yapıcı değil yıkıcı olan bir muhalife dönüştü.

Tıpkı Troçki’nin karşı devriminden endişelenildiği gibi FETÖ‘nünde darbesinden istihbarat endişe ediyordu. Artık darbe teşebbüsü gerçekleşti ve şimdi infaz şeklinde olmasa da idam arzulu bir yargılama süreci ile tasfiye mevcut. Kötü olan şu ki orduda ki general ve amirallerin yarıya yakını tasfiye olmuş durumda. Diğer rütbeliler de eklenince korkunç oranlar ortaya çıkıyor.

Pek çok özel şirket sahibi ve yöneticisi bu süreçte tasfiye oldu. Kamuda ki tasfiyeler sebebiyle de pek çok kurumda düzen bozulmuş durumda. Elbette bu tasfiyeler olması gereken şeyler. Ancak kamu düzeninde, iş dünyasında ve orduda ki ani değişim büyük risk barındırıyor. Bu yüzden Sovyet örneğine bakarak operasyonlarda aceleci ve öfkeci olmak yerine sakin ve dikkatli olmakta fayda var. Elbette Türkiye’yi işgal edecek kadar manyak biri dünya da yoktur. Hitler manyaktı o yapar.

Yaşanan gelişmelerin kısa veya orta vadeli de olsa ekonomiye büyük etkisi olacaktır, bu konuda dikkat etmek önemli.

Asıl önemli olansa Sovyet örneğinde olduğu gibi bu işin Troçkistlerden başlayıp milliyetçi gruplara yani FETÖ‘den başlayıp farklı muhaliflere taşmaması. Çünkü bu taşma ülkemizin birlik ve beraberliğine en büyük darbeyi vurur ve insanları devlete küstürür.

Tarih, okuyup ders almamız için var. Bu yüzden Sovyet tarihini yaşadığımız sürece ışık tutması için seçtim. Umarım onların yaşadığı riskler ve sıkıntılar bize tekerrür etmez. Bunun için tasfiye sürecinde farklı muhalifleri kurban etmemek çok önemli. Aksi halde kurbanlar devlete küsmese bile onların nesli, atasına yapılanları görüp intikamcı yaklaşabilir.

Tıpkı Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi devlete küsmüş insanların torunları(Boris Yeltsin, Gorbaçov) 90’lı yıllarda ülkeyi parçaladığını ve sonrasında yaşanmaz bir yer haline getirdiğini unutmayalım.

Umuyorum bu tasfiyeler haksız tahribatlar yaratmaz, yaratırsa geleceğimiz tehlike altında demektir.

Muhammed Ali Çalışkan

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Amerika Kıtasında Kölelik Ne Zaman Kalktı?

Köleliğin en vahşi şekilde uygulandığı Amerika kıtasında şuan ki sınırlar dahilinde kölelik ne zaman kaldırıldı? Mesela ABD’de, Meksika’da veya Brezilya’da kölelik ne zaman kalktı?

Fransız kaynakların hazırladığı haritada Amerika kıtasındaki ülkelerde köleliğin ne zaman kaldırıldığı tarih olarak yazmaktadır. İnternette bu konuda çelişkili tarihler yer alsa da Fransız kaynakların bu konuda malum nedenlerden dolayı(!) daha tutarlı olabileceğini düşünüyoruz. Haritada verilen tarihlerde ülkelerdeki yönetimler köleliği resmi olarak kaldırdı fakat bu durum verilen tarihten sonra bu topraklarda köle kalmadı anlamına gelmiyor. Buna da dikkat etmek gerekiyor.

amerikada kölelik ne zaman kalktı

İslami Mezhepler Arasındaki İhtilaflar

Fıkıh mekteplerinin teşekkül ederek münazara ve münakaşaların başlaması gibi sebeplerle mezhepler oluşmuş, birçok ameli mezhep ya da düşünce sistemi ortaya çıkmıştır.

Söz konusu mezhepsel kavramlar varlığını halen sürdürmektedir: Sünnilerde, Şiilerde ve hatta Haricilerde. Mezhep mensubu bireyler kendilerini Müslüman olarak tanımlamakta ve Kur’an’a inandıklarını ifade etmektedirler. Ancak bu ortak tanım ve beyanlara rağmen mezhepler arasında daima bir çatışma hali ve yorum farklılıklarından dolayı bir nefret söz konusudur.

Dünya mezhep haritası

Birçok birey, ailesinin mensubu olduğu mezhepleri, tek ve gerçek olarak kabul edip, bir nevi öğretilmiş din yaşamaya mecbur bırakılmıştır. Sorgulanmayan ve araştırılmayan bu inanış, diğer mezheplerden bireylere karşı hep bir ön yargı unsuru olmuştur. Alevilere karşı düşünce kıyımının varlığı, sohbet edilmekten kaçınılması, yaklaşılmaması ve dışlanması birer örnek olarak verilebilir.

Bütün bu davranışların kökeninde bulunan farklı yorumlamalar ve dayatılan kisveler, ortak payda da birleşen Müslümanları ayrışmaya itmiştir.

Hz. Muhammed’in ölümünden sonra ortaya çıkan ‘‘imamlar’’ arasında başlayan ihtilaflar, zamanla saflarına kattıkları Müslümanlar arasında yayılmış ve gün geçtikçe tehlikeli bir hal almıştır. Öyle ki bireyler artık Kur’an’ın gösterdiği yolda değil imamların yolunda yürümeye başlamış, Kur’an ve Sünnetleri kaynak olarak alması gerekirken fıkıh kitaplarını kaynak almıştır.

sii-sunni-katliami

İslamiyet’teki artarak devam eden bu yozlaşma, Ortadoğu’da kıvılcımdan aleve dönüşmüş ve tüm İslam âlemini ateş çemberine almıştır. Şii ve Sünni katliamı yapan IŞİD, Yemen’de Sünnileri yok eden Husiler, Alevi kıyımı yapan Sünni gruplar coğrafya üzerinde verilecek örneklerden birkaçıdır.

Ellerin semaya yükseldiği anda ulaşılan tanrı aynı tanrıyken, kaynak kitap aynı kitapken bu öfke neyin öfkesi?

Bu sorunun cevabını tarihte aramak hiçte yanlış olmaz zira 16. yüzyıl Hristiyanlık tarihine bakılacak olursa ‘Otuz Yıl Savaşları’ sonucunda çeşitli mezheplere ayrılan Hristiyanlık, Osmanlı Devleti için politika aracı olmaktaydı. Bir mezhebin diğer mezhebe üstünlük kurmaması esasına dayanan bu politika aracı sayesinde Avrupa’nın güçlenmesi önlenmiş ve idare altında kalması sağlanmıştır. Yıllarca iç kavgayla uğraşan Avrupa dünyadan izole edilmeye çalışılmış ve büyük ölçüde de başarılmıştır.

sii-sunni-karikatur

‘‘Tarih tekerrürden ibarettir.’’ sözünün birer örneği olan bu olay, 21. Yüzyıldaki İslami mezhepler arasında yaşanan ihtilaflara ışık tutmaktadır. Rollerin değiştiği menfaat düzleminde geçmişi doğru okumak ve uzun vadeli çözümler üretecek önlemler almak yerinde olacaktır.

sii-sunni-ittifaki

Kur’an’dan öğrenilmek yerine öğretilmeyle, sorgusuz inançla ve kulaktan dolma bilgilerle devam ettirilen din, Karl Marx’ın da ifade ettiği gibi halkın afyonu halini almış gibi görünüyor.

Kur’an ışığında ve önderliğinde araştırarak, sorgulayarak gerçek İslamiyet’i yaşayan halk, söz konusu afyondan kurtulmuş ve kardeş katlinden vazgeçmiş olacaktır.

Abdullah Özdil

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

G-20 Çin Zirvesi’nden Çok Konuşulan 15 Fotoğraf

Dünyanın en büyük 20 ekonomisini oluşturan G-20 senede bir kez zirve gerçekleştiriyor ve bu zirveye devlet başkanları yada hükümet başkanları icra ediyor. 4-5 Eylül’de gerçekleşen zirvede birçok ülke lideri ikili görüşme gerçekleşti, çeşitli anlaşmalar yaptı. Fakat bu anlaşmalar ve görüşmelerden çok bazı fotoğraflar medyada çok konuşuldu. Çin’in ilk ev sahipliği yaptığı G-20 Zirvesi olan 2016 Hangzhou Zirvesi‘nden ilginç kareler..

Asya’da çekişme içerisindeki iki süper gücün lideri..

obama Şi Cinping

Rus lider Putin ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın derin sohbeti..

putin erdoğan

BRICS Ülkelerinin Liderleri (Brezilya, Hİndistan, Çin, Putin ve Güney Afrika)

BRICS Ülkeleri Liderleri (Brezilya, Hİndistan, Çin, Putin ve Güney Afrika)
BRICS Ülkeleri Liderleri

Türk ve Amerikan heyetlerinin görüşmesi sonrası..

obama erdoğan

İki süper gücün lideri aynı masada..

ABD Başkanı Obama ve Çin lideri Şi Cinping
ABD Başkanı Obama ve Çin lideri Şi Cinping

ABD Dışişleri Bakanı John Kerry sekreterini köşeye çekmiş bir şeyler anlatırken..

john kerry

Liderlerin eşlerinin de yer aldığı hatıra fotoğrafı..

Liderlerin eşleri

Çok konuşulan o meşhur fotoğraf. Erdoğan ile Putin konuşurken, Obama’nın o meraklı bakışı..

Obama Erdoğan ve Putin

Almanya Başbakanı Merkel ile ABD Başkanı Obama..

Obama ve Merkel

Suudi Arabistan heyeti ”Tanrı seni korusun” yazılı uçaklarından inerken..

Suudi Arabistan heyeti

ABD Başkanından yine ve yeniden tuhaf mimikler..

İlginç Obama

Liderlerin meşhur bakışlarından birini bu sefer Putin atmış, acaba kime?

G20 Putin

Belki de Rus Amerikan çekişmesinin en iyi fotoğrafı budur..

Obama ve Putin

İngiltere’nin yeni Başbakanı Theresa May ve Obama..

obama Theresa May

Son olarak da çok konuşulan fotoğraflardan biriyle kapatalım. Kanada’nın popüler Başbakanı Justin Trudeau’nun Cumhurbaşkanı Erdoğan görüşmesinden sonra attığı şu fotoğraf ve tweet. Tweet’te ”Yapıcı geçen görüşme ve Türkiye-Kanada ilişkileri için Erdoğan’a teşekkür ederim.” diyor ancak Trudeau’nun duruşu ve Erdoğan’ın rahatlığı, birçok yabancı gazeteci tarafından -Trudeau için- ‘eziklik’ olarak gösterildi ve çok eleştirildi.

kanada-basbakani-erdogan

Kaynak: StratejikOrtak.com – Fotoğraflar: Reuters

Özbekistan’da Siyasi Belirsizlik ve Türkiye

0

Orta Asya coğrafi konumu itibariyle çok önemli bir noktada bulunmakta. Jeopolitik öneminin yanında bölgenin doğal kaynakları, uluslararası şirketleri ve küresel güç olan ABD, Çin ve Rusya için çok önemli. Özbekistan gerek konumuyla gerek bölgedeki nüfusuyla Orta Asya siyasetinin en önemli ülkelerinden birisidir. Özbekistan ile ilişki kurulmaksızın Orta Asya’da var olmaya çalışmak oldukça güçtür. Bölgesel etkinliği belirgin olan Özbekistan, bu özellikleri sebebiyle her bölge dışı ülkenin kapısını çaldığı bir ülkedir.

1989 yılından beri ülkeyi İslam Kerimov yönetiyordu. 27 yıllık Kerimov yönetiminin iktidarını sürdürürken uyguladığı politikalar ise “Demir Yumruk” olarak nitelendirilmektedir. Demokrasi ve insan hakları gibi endekslerde Özbekistan alt sıralarda yer almakta; bunun başlıca sebebi ise ülkede kurumsallaşan Otoriteryanizmdir.

Otoriteryan yönetim ülkede hiçbir muhalefet yapılarına imkan tanımamakta ve muhalifleri sindirme üzerine bir politika üzerine kurulu bir yapıdır. Özbekistan’da yapılan bu baskılar sonucu muhalif liderlerden Muhammed Salih ve Abdurrahim Polat gibi isimlerin 1992/93 döneminde ülkeden ayrılmak zorunda kalması, otoriteryan yönetimin ne derece olduğunu gözler önüne sermekte.

Türkiye Sovyetler Birliğinin dağılma sürecini dikkatlice takip etmiş ve bu dönemde özellikle Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin kurulmasında önemli rol oynamıştır. Diğer Türk cumhuriyetlerinde olduğu gibi Özbekistan’ın bağımsızlığını da tanıyan ilk ülke Türkiye olmuştur. Merhum Cumhurbaşkanı Turgut Özal ile başlayan ikili ilişkiler zamanla bozulmaya başlamış, özellikle muhalif liderlerin Türkiye’de bulunmaları Kerimov yönetimince olumsuz karşılanmıştır. 16 Şubat 1999’da Kerimov’a yönelik olduğu belirtilen bombalı bir suikast, bozuk giden ilişkilerin üzerine tuz-biber ekmiştir. Bu yaşanan gelişmeler günümüze kadar stabil bir Türkiye-Özbekistan ilişkisine sebep olmuştur.

ozbekistan-nerede

Bağımsızlığının 25’inci yıl dönümünün arefesinde  Özbekistan’da  kutlamalar yerine Taşkent’te şimdi daha çok kaygı hakim. 29 Ağustos’ta hastaneye kaldırılan Özbekistan Devlet Başkanı İslam Kerimov’un öldüğü kamuoyundan birkaç gün saklandı. Resmi olarak 2 Eylül’de ise öldüğünü açılandı.

“Büyük Ortadoğu Haritası”nda Batı cephesi olağandışı mevziler kaybederken, Özbekistan yeni sütre olabilir…

Özbekistan’da iktidar ilişkileri büyük sülalelere yani bölgelere göre şekilleniyor. Ülkede en güçlü üç Bölge Taşkent, Semerkand ve Fergana. Ancak Fergana bölgesi, Radikal İslamcı hareketlerle bağı olduğu gerekçesiyle Kerimov döneminde iktidar merkezlerinden uzak tutulduğu için gücünü kaybetmişti. Ülkenin yeni lideri üzerinde bu üç bölgeden en az ikisinin anlaşması gerekiyor. Kerimov kendisinden sonra ülkenin başına geçecek bir varis belirlemediği için de bir belirsizlik hakim. Bugün Özbekistan liderliği için 3 aday görünüyor ve her biri başka küresel omuza ve farklı iç avantajlara yaslanıyor. Rus, Çin ve Batı destekli bu adaylardan kimin ülkeyi yöneteceğini şimdiden söylemek çok zor. Ancak şunu söyleyebiliriz ki, Türkiye’nin Özbekistan ile ilişkilerini düzeltebilmesi açısından bölge siyasetini iyi takip etmesi ve pozisyonunu alması gerekiyor.

Abdulbaki YAMAN

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Türkiye’nin Cerablus Hamlesinin Rejime Etkisi

Ülkemizin Cerablus’a başlattığı ”Fırat Kalkanı” adlı operasyondan sonra İŞİD’den birçok köyü ve Cerablus’u geri alıp ÖSO askerlerine teslim etmiştik. Bu olayların Türkiye-Rusya yakınlaşmasından sonra olması ve ardından Şam heyetinin bu egemenlik ihlalidir demesi akıllara bazı soruları getirdi. İran ise bu operasyonun Şam heyetiyle koordineli bir şekilde sürmesini söylemişti.

Bildiğiniz gibi rejim güçlerinin en büyük rakiplerinden biri olan özellikle ülkenin batısında daha yoğun olan ÖSO, rejimin kalesi olan Lazkiye kırsalında dahi varlığını sürdürmekte. Ilımlı olarak nitelendirilen ve Türkiye’nin de operasyonuyla her anlamda onları destekliyoruz mesajı verilen örgüte Avrupa ülkeleri de destek veriyor. Bu da ÖSO’yu en az İŞİD kadar hatta daha zor rakip haline getiriyor. Rejimin Castello yolunu kapatması ve Azez’in zor durumda olduğu anda ülkemizin operasyonuyla Azez kuşatmadan kurtulurken, ÖSO yanına Al Rai ve Cerablus‘u da alıp Türkiye’ye açılan kapılarını 4’e çıkardı. Evet ilk bakışta İŞİD ilk hedef olarak görünse de rejim ÖSO ile de savaşıyor. Bu da rejimin pek bir yararına olmak dışında zararına bile oldu. ÖSO ülkemize açılan kapılarını arttırdı ve İŞİD kuşatmasını kırdı. Dikkat çekmemiz gereken asıl konu şu ki, son bir haftada ÖSO Hama kuzeyinden çok büyük kazanımlar elde etti ve net bir şekilde merkezi tehdit altına aldı. Rejim ne kadar destek alsa da Suriye ordusu sayıca 6 yılda eksildi. Şuan Halep’in güneyine ağırlık veren rejim Hama’da sıkıntılar çekiyor. Bu olanlar gelecekte olabilecek sıkıntıların başlangıcı olabilir mi diye de aklımıza sorular gelebiliyor.

Suriye sadece Rusya ve ABD için değil, artık birçok örgüt ve ülkeyi yakından ilgilendiren mesele haline geldi. Özellikle Türkiye’nin İŞİD mevzilerinden sonra PYD’ye Fırat’ın doğusuna çekilmemesi sonucu direk hedeflerine gireceğini söylemesi, sadece rejimin değil birçok örgütün kaderini hatta savaşın bile galibini belirleyecek bir hareket olabilir. Ülkemizin kilit rol alacağı bu savaşta neler olacak hep birlikte bekleyip göreceğiz. Ama bu hareketin Suriye’de ÖSO dışında birçok örgüt için olumsuz etki bırakacağı kesin.

Yusuf Gassaloğlu

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR