Başkanlık ve Parlamenter Sistem [Yorum]

0

Başkanlık Sistemi, Yeni Anayasa ile birlikte son yılların en çok tartışılan ama bilinmediği ve doğru anlatılmadığından dolayı mutabık kalınamayan ana tartışma başlığıdır.

Tartışılma mazisi çok eskiye dayanmasına karşın sadece Ak Parti ve Recep Tayyip Erdoğan merkezli konuşulması, işin ciddiyetini kaçırmamıza ve ülke olarak kaybetmemize neden olmaktadır.

Şimdi ön yargılarımızı ve kişileri bir kenara bırakalım ve başkanlık sistemi aslında nedir sorusuna cevap arayalım?

Öncelikle, ”Başkanlık nedir denildiğinde?” genel olarak yasama, yürütme ve yargı erklerinin kesin ayrılığına dayanan ve yetkisi itibariyle güçlü bir icra ve devlet başkanı modeli diyebiliriz.

En önemli yanılgılara değinirsek; başkanlık sistemi, parlamentonun ortadan kalkması değil, bilakis asli görevi olan denetlemeyi daha iyi yapabileceği bir modeldir. Bu sayede hükümet, parlamento tarafından daha iyi kontrol edilebilecektir. Unutmayalım ki icranın iyi olabilmesi için denetlemenin iyi olması gerekmektedir ama bu görevlerin iç içe geçtiği parlamenter sistemde bu mümkün değildir. Parlamentoya siyasi partiler haliyle hükümet hakim olduğundan, hangi hükümet olursa olsun, kendileri aleyhine bir kararın bulunduğu meclisten geçmesi oldukça zordur.

Hiç konuşulmayan bakanlara gelince;

Başkanlık sisteminde görev alma esasında bakanlar siyasi olmayarak (Başkanla göreve gelip başkanla görevi devredecek) devlet adamlığı ön plana çıkacaktır. Bu sayede seçilme gibi siyasi kaygılardan kaynaklı popülist yaklaşımlar minimize edilebilecektir. Aksi halde siyasi kimlik her zaman devlet adamlığının önüne geçtiğini hepimiz biliyoruz.

Unutmayalım ki partiler ve kişiler gelip geçicidir, önemli olan devletin bekası ve sürekliliğidir. Bu sebeple seçim sisteminde değişiklik ile başlayarak (daraltılmış, dar seçim sistemi, kaymakam ve valilerin seçimle başa gelmesi ve belediye başkanlarının yetkisinin aktarılması…) kademeli olarak 10 yıl içerisinde yönetim sistemi değişimine gidilmelidir. Bu geçişlerde yaşanan sorunlar tecrübe edilip, sistem kolayca test edilebilecek ve süreç sonunda olgunlaşmış bir başkanlık sistemi görebileceğiz. Aksi halde doğrudan gelebilecek Başkanlık sonucu yaşanacak sorunları düzeltme zorlaşacaktır.

Sonuç olarak; parlamenter sistemin bizim gibi farklı etnik ve kültür yapılarından oluşan ülkelerde koalisyona bağlı tıkanıklıklar ve bazı yönetimsel aksaklıklar oluşturmaktadır. Yetkisi ve sınırları belirlenmiş başkanlık modelinin ülkemizin gelişmesi ve ilerlemesi için daha doğru olacaktır.

Hüseyin Sevilay

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Değişen Dengeler Işığında, Suriye’de Neler Oluyor?

Başlığı okuduğunuzda “Sahi ne olacak bu Suriye’nin içler acısı durumu?” dediğinizi duyar gibiyim. Kuzey Irak ve Türkiye’de barınamayan PKK, Batılıların kendilerine havuç olarak uzattığı Kuzey Suriye için bekçi olmaya devam ediyor. Bir yandan ABD’nin akılları zorlayan “Söz verdik, PYD Menbiç’ten çekilecek” sözleri ve hemen sonrasında PYD’nin “Kan akıtmadan çekilmeyiz” açıklaması, diğer yandan düzelen Türkiye-Rusya ilişkilerine mütakiben Türkiye-İran paslaşmaları ve akabinde yetkili bakanların karşılıklı ziyaretleri. Son olarak ise Dışişleri Bakanımızın İran’a yaptığı sürpriz ziyaret sırasında aniden ABD Dışişleri Bakanı Kerry’e telefon açması. Aslında önümüzdeki ayların genetik kodlarını bu ilişkiler üzerinde göreceğiz.

Parçaların çokluğu kolayca birleştirilemeyeceği anlamına gelmesin. Tam da bu noktada “müttefik” kelimesine dikkat çekmek istiyorum. Yıllardır dillerde pelesenk haline gelen “ABD ile Suriye’de müttefik durumdayız” cümlesi ve aynı anlamı ifade eden diğer cümleler…

Özellikle son 1 aydır ülkemizde ve bölgemizde yaşanan hadiselerin kaynağına bakmamıza artık gerek yoktur diye düşünüyorum. Aslında “müttefik” kelimesi “kısa bir süre düşman değiliz” demekten başka bir şey değildir. Kasım’daki başkanlık seçimi öncesi mevcut Başkan ile son kozlarını oynayan, yani PKK devletçiğini tamamlayıp seçim sonrası tanıma peşinde olan ‘Küresel Çete’, Kasım’da istediğini (Hillary Clinton) alamazsa Ortadoğu’daki planları suya düşecek gibi görünüyor. Zira Trump’ın geçtiğimiz günlerde yapmış olduğu; “Işid’i Obama kurdu”, “Clinton Işid’i destekliyor” açıklamaları ve “Irak’a , Ortadoğu’ya bir bakın. Eğer buralara hiç dokunmamış olsaydık, şimdi çok daha iyi durumdaydı.” şeklindeki demeçleri aslında Trump’ın başkan olduğu takdirde nasıl bir dış politika izleyeceğini ele veriyor.

Neyse gelelim olayın bizim tarafımızdan görülen kısmına.

Kuzey Suriye’de iki yakanın birleştirilmesine 40 km kaldığı söyleniyor. Bütün çabaları o yönde yoğunlaştı ve Türkiye içeride saldırılarla baş başa bırakılarak oyalanmaya çalışılıyor.

Türkiye Suriye sınırında Azez-Cerablus Hattı: PYD(sarı), IŞİD(siyah) ve Muhaliflerin kontrolündeki bölgeler
Türkiye Suriye sınırında PYD(sarı), IŞİD(siyah) ve Muhaliflerin kontrolündeki bölgeler

Batı bloku varını yoğunu Kürt görünümlü PKK/PYD devletine harcarken, başlarda bahsettiğim Türkiye-Rusya-İran arasında esen sıcak rüzgarlar, Avrasyacıların teklifinin açık açık “Batıya karşı birleşelim” olduğunu gösteriyor. Özellikle Putin’in Dış İlişkiler Özel Danışmanı Alexandr Dugin’in yapmış olduğu “Suriye’nin toprak bütünlüğünün bozulması Rusya ve Türkiye’nin toprak bütünlüğünü riske atar” sözleri ve hemen sonrasında dile getirdiği “Suriye’de PKK’nın etnik Kürt devleti kurmasına karşıyız, Türkiye’de karşı. Beraber hareket edelim.” cümlesi her şeyin özeti durumunda desek yanlış söylemiş olmayız. ABD’yi bölgeye davet eden, çanak tutan İran, kendisinin de hedef olduğunu anladı ve ‘U’ dönüşü arayışında bulduğu Türkiye-Rusya dostluğunun arasına katılarak Doğu blokunda yer almayı kendine uygun gördü. Türkiye-Rusya-İran işbirliğinin Suriye’de “Kürt Koridoru”(PKK devletçiği) projesini engellediği gibi Rusların Katar’da Suriyeli Muhalifler ile yaptığı görüşme de bu işbirliğinin bir diğer önemli noktalarından biri. ABD Kürtleri (PKK/Barzani/PYD/KYB/Goran) birleştirmek için, Rusya’da bu Kürtleri ABD’nin elinden almak için mücadele ediyor. Türkiye ile Rusya’nın işbirliği küreselcilerin Ortadoğu ve PKK devleti hesabını bozar. Hatta Türkiye ile Rusya’nın arasını yeniden açmak için Kırım/Çeçenistan ve Rusya’daki Türkler üzerinde kaşıma yapabilirler.

Sonuç olarak PKK/PYD, kendi karşıtları ve Persler/Araplar/Türkler arasında “tost olacak”. Şu anda bunu görmüyorlar ama yakında görecekler.

Furkan Bayat

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

‘Putin’in Derdi’: Dünyada Neden Dolar Kullanılıyor?

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, uzun zamandır devletler arası para birimi olarak kullanılan doların artık kullanılmaması gerektiğini yineliyor. Peki neden? Gelin bu konuyu anlamak için geçmişe ve anlamamız gereken kavramlara kısaca bir göz atalım;

Nedir Bu Paranın Karşılığı ?

Eski zamanlarda, para olarak değerli madenler kullanılıyor ve insanlar alışverişini bu madenlerle yapıyordu. Yani değerli bir eşyayı başka bir değerli eşya olan para(değerli maden) ile takas ediyorlardı. Bunun mantıksız bir yanı yoktu; nitekim alışverişi yapan kişi ihtiyacı olanı, satıcı ise başka bir yerde takas etmek ya da (küçük ihtimal olsa da) onu kullanmak üzere parayı alıyordu ve işe yarar bir takas yapmış oluyorlardı. İlk kez 10. yüzyılda farklı bir şeyler oldu. Çin, bakır madeninde arzın azalmasıyla para basımını kısıtladı. Bu sıkıntıyı aşabilmek içinse karşılığı maden olan kağıt paraları yürürlüğe soktu. Bir nevi “bana kağıt para getirdiğinde sana bakır para vereceğim” şeklinde garanti vermek demekti bu. Daha sonra kağıt paraların daha kullanışlı olduğu farkedilince de yürürlükte kalmasına karar verdiler. Birinci Dünya Savaşına kadar karşılığı maden olan(çoğunlukla altın) kağıt para basımı devam etti ancak bu savaştan sonra devletlerin verdiği “getirdiğinde sana karşılığını vereceğim” sözü rafa kaldırıldı ve İkinci Dünya Savaşına kadar karşılıksız şekilde, yalnızca yasal zorunluluk şeklinde kullanımına devam edildi.

ABD Kendi Düzenini Kurmaya Başlıyor

İkinci Dünya Savaşından sonra ise 44 müttefik ülke bir araya gelip Bretton Woods sistemini oluşturdu. Bu sistem, dünya tarihinde ilk kez, bağımsız ulus-devletlerin kendi aralarında ortak bir parasal düzen üzerinde anlaşmaları sonucunda uygulamaya konuldu. Sistemin getirilmesini isteyen ABD’nin önerilerini ünlü ekonomist Harry Dexter White sunmuştur. Buna göre ise altına dönüştürülebilen tek para biriminin dolar olmasına, diğer para birimlerinin değerlerinin de dolara göre ayarlanmasına karar verildi. Kararlar, her ne kadar 1946 – 1971 arasında yürürlükte olsa da bu zamanlardan kalan uygulamalar ve psikososyal etki halen devam etmektedir. ABD’nin ekonomik-diplomatik gücü ve bu psikososyal etki sayesinde dolar tüm dünyada rezerv para statüsünü elde etmistir. Bahsettiğim sebepler, başka bir deyişle biraz önce bahsettiğim “bana kağıt para getirdiğinde sana maden(altın) vereceğim” garantisinin güvenilir olmasını sağlar. Doların genel rezerv para birimi olması da haliyle ABD’ye Putin’in itirazlarının da nedeni olan önemli avantajlar sağlıyor.

Peki nasıl avantajlar?

Bu itirazların temelinde yatan sebep; ekonomik kriz nedeni ile ABD Merkez Bankası- FED’in ekonomisini finanse etmek, bütçe açıklarını kapatmak için dolar basarak dolar arzını arttırmasından ve senyoraj geliri elde etmesinden kaynaklanmaktadır. Senyoraj geliri, bir ülkenin bastığı paranın yazılı değerinden, para basma maliyeti çıkarıldıktan sonra kalan gelirdir. Eğer ki, basılan para ekonomik büyümenin çok üzerinde ise ülkede enflasyon artışı görülür. Oysa ki ABD Dolarının rezerv para olması nedeni ile dolar talebinin çok olması bu enflasyonist etkiyi azaltmaktadır. Özet geçmek gerekirse ABD, küçük bir ülkenin ürettiği değerli ürünleri dolar verip aldıktan sonra aynı doları karşılıksız basıp kaybettiğini telafi eder hale gelmiştir. Yani Necmettin Erbakan’ın deyimiyle “para kiralama” işine başlamıştır.

Artık Putin’in bu ısrar ve itirazının, ABD tarafından dizayn edilen bu düzene karşı olduğunu biliyoruz. Sizce de agresif bir politikayla olmasa da dolar baskısından kurtulmamız gerekmiyor mu?

Hüseyin Kılınç

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR


Kaynaklar:
https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Bretton_Woods_sistemi
http://nasilkolay.com/fed-nedir
http://m.t24.com.tr/yazarlar/h-bader-arslan/dolar-neden-dunya-parasi,390
http://www.bilgiustam.com/gunumuzun-rezerv-parasi-abd-dolari/

Theoder Herzl ve Ben-Yehuda

0

Theodor Herzl, Filistin ve çevresinde Yahudi ülkesi kurmayı hedefleyen siyasi akım olan Siyonizm’in kurucusu ve yürütücüsüdür. Herzl fikirlerini temellendirmek için 1896 yılında Der Judenstaat (Yahudi Devleti) adlı kitabını yayınlamıştır. Akabinde hayallerini hayata geçirmek adına ilk defa gerçekleştirilecek olan Siyonist kongreyi 1897’de Basel’de düzenlemiştir ve kongrede Herzl “Ben bugün burada Yahudi Devleti’ni kurdum, ancak bunu yüksek sesle söylersem bütün dünya güler. Fakat beş sene içinde ya da elli sene sonra bunu herkes böyle bilecektir.” demiştir.

Ben-Yehuda, “Evde İbranice”, “Okulda İbranice” ve “Kelimeler, Kelimeler, Kelimeler” olarak 3 kademede İbraniceyi temellendiren ve 17 ciltlik “Antik ve Modern İbranicenin Tam Sözlüğü”nü de yazarak İbranice’nin küllerinden doğmasını sağlamış ve ulus-millet bilincinin oluşmasına en önemli katkıyı sağlamıştır.

Hızlıca okuyunca, başlangıç ve sonuç gibi basitçe görünüyor olabilir fakat buradaki kişisel inanmışlığı görmeliyiz. Batıl bir dava olsa da, hedefe kitlenmiş ve elde edilmesi için her çabayı sarf etmiş bir adanmışlık var karşımızda. Vatansız bir millete yurt kazandıran Theodor Herzl ile günlük konuşmada neredeyse unutulan İbranice’yi tekrardan aktif bir dil haline getiren ve bir millete yeniden kimlik kazandıran Ben-Yehuda’nın bireysel mücadeleleri hepimiz tarafından derinlemesine incelenmelidir.

Unutmayalım ki “Her şey için sadece tek bir akıllı, zeki, aktif ve bütün enerjisini buna adamaya hazır bir adama ihtiyaç vardır ve mesele, yolda duran tüm engellere rağmen ilerleme gösterecektir… Her yeni olayda, ilerleme yolundaki en küçük adımda bile, geri dönme olasılığı olmayan bir öncü gereklidir”.

filistin-harita-degisimi

Hâsılı, artık kaybedecek zamanımız hiç kalmadı ve cepten çok yedik. Bundan dolayı Yeni Bir Dünya İdeali çok zordan imkânsıza doğru yol almaktadır. Tüm Müslümanlar, düşünceleri, analizleri ve stratejileri olan bireyleri yaftalamayı bırakıp, onların önünü açmalı ve modern dünyayı yorumlamalarına imkân vererek Doğu-Batı sentezini daha sağlam dinamikler üzerinden yeniden inşa edilmesine yardımcı olmalıdırlar. Aksi halde kaybetmekten korktukları için korumaya çalışılan ve hasbelkader nasip olan geçici makamların hiç anlamı kalmayacak.

Hüseyin Sevilay

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Türkiye’nin ‘Eksen Kayması’ ve Yeni Avrasya Birliği

1

Son günlerde coğrafyamızda ve ülkemizde önemli olaylar yaşanmaktadır. Ülkemizin geçirdiği 15 Temmuz darbe kalkışması ve arkasından Amerika’nın çıkması olayları farklı yönlere çekmiştir. Bu kalkışma öncesinde Türkiye’nin İsrail ile barışması, Rusya ile ilişkileri yumuşatması, ABD’nin hoşuna gitmemiş olsa ki sahaya farklı bir piyonu sürerek hükümeti devirip asırlık Türk Devleti’ni Suriye’ye ya da Mısır’a çevirmeyi hesaplamıştır. Lakin evdeki hesap çarşıya uymamış Türk milletinin asil direnişi bu oyunu bozmuştur.

Bu darbe kalkışmasından sonra akla kara ortaya çıkmış ve müttefik gördüğümüz NATO, AB ve ABD’den en ufak bir tepki dahi gelmemiştir. Buna karşın ilk geçmiş olsun dileklerini Rus Devlet Başkanı Vlademir Putin iletmiştir. Bu süreçten sonra darbe öncesinde Türk Dış politikasına atılması gereken format bu saatten sonra atılmıştır. Tarihsel süreçte her fırsatta bir şekilde çıkış noktası bulan ABD, bu darbe harekatından sonra çıkış noktasını kaybetmiştir. Artık eksen kayması kesin gözüyle bakılmıştır.

Bununla birlikte Kafkasya’da da büyük adımlar atılmıştı. 8 Ağustos’ta Bakü’de İran-Rusya ve Azerbaycan liderleri bir araya gelirken, 9 Ağustosta cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan ile Vladimir Putin bir araya gelerek görüşmelerde bulunmuştur. Bu görüşmelerde iki taraf heyetinin gergin olduğu, Putin’in yaptığı jestler iki devletin kesilen ilişkiler sonrasında birbirine özlem duyduğunu göstermiştir. Ayrıca 10 Ağustos günü Viladimir Putin ile Ermenistan Devleti başkanı Serj Sarkisyan Moskova’da bir araya gelmiştir.

Bu üç görüşme coğrafyamız açısından gerçekten büyük önem arz etmektedir. Zira Putin üç görüşme ile Kafkasya’daki devletlerarasındaki sorunları masaya yatırmış ve bu sorunları çözmeye çalışacağını göstermiştir. Gerek Ermeni tarafı ile gerek Azeri tarafı ile olan görüşmelerde Karabağ meselesi üzerindeki anlaşmazlığı halletmeye çalışacağının sinyalini vermiştir. Öte yandan Türkiye’nin diğer devletlerle ilişkilerinin bozulmasından sonra Batı kanadından beklediği yardımı görememesi onu doğu bloğuna itmiştir. Böylece bu üç görüşme ile Putin yeni Avrasya Birliği’nin temellerini atmıştır. Böylece batıya ileride yaşanacak medeniyetler çatışmasına hazırlıklı olunması konusunda mesajını iletmiştir.

Bundan sonraki süreçte neler olabilir? Bunlara sorgulayacak olursak İran, Rusya ve Türkiye arasındaki en büyük sorun Suriye meselesine çözüm aranılacaktır. Bu konuda bu üç devletin Suriye’nin bütünlüğünü savunması bir avantajdır. Lakin burada sorun olan kimin yöneteceğidir. Bunun için bu üç devlet arasında bir görüşme yapılmalı ve üç devletin ortak destekleyeceği kişi Suriye’ye devlet başkanı yapılmalıdır. Ayrıca Türkiye’nin AB umudunu kesmesi Şangay’ın yolunu açmıştır. Putin’in daveti ile gerek İran ve gerekse Türkiye Şangay İşbirliği Örgütüne dahil edilebilir; terör, istihbarat, askeri, ekonomik ilişkiler bu birlik üzerinden daha kolay yürütülebilir.

Önümüzdeki günler büyük önem arz edecektir. Türkiye’nin bu manevraları, ABD’nin ve batının Türkiye üzerindeki politikaları neler olacaktır. Bunun hep birlikte göreceğiz.

Ali Şahin

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Askeri Üs Cenneti: Stratejik Ülke Cibuti

Stratejik öneme sahip olan Cibuti, Akdeniz ile Hint Okyanusu’nu birbirine bağlayan Kızıldeniz ve Aden Körfezi hattının geçiş noktası Babu’l Mendeb Boğazı’nda yer alıyor. Somali ve Yemen gibi bölgedeki olaylara kolay müdahale imkanı tanıdığı için konumu değerli olan ülkede ABD, Fransa, İtalya ve Japonya’nın askeri üsleri bulunuyor. Çin ve Suudi Arabistan’da ülkede üs kurmak için hazırlanıyor.

ABD

ABD, Cibuti’de en büyük askeri varlığa sahip ülke konumunda. 2001’de kurulan askeri üste 4.000 Amerikan askeri yer alıyor. ABD burayı hem Afrikalı askerlerin eğitimi için, hemde Yemen ve Somali’de düzenlediği operasyonlar için kullanıyor. 2014 yılında yenilenen anlaşma gereği yıllık 63 milyon dolar kira bedeli karşılığında ABD 10 yıl daha üssü kullanma hakkı elde etti.

FRANSA

Eski Fransa sömürgesi olan Cibuti’de Fransızların askeri varlığı da uzun yıllardır devam ediyor. Cibuti’de en büyük ikinci yabancı kuvvette 1.900 kişilik askeri birlikle Fransa. Afrika’daki en büyük üssünü bu topraklarda bulunduran Paris yönetimi, yıllık yaklaşık 34 milyon dolar kira ödüyor.

JAPONYA

2. Dünya Savaşı’ndan bu yana ülke dışındaki ilk üssünü Cibuti’ye kuran Japonya, 2011 yılında kurduğu ve yıllık 30 milyon dolar kira ödediği üste 600 asker bulunduruyor.

İTALYA

İtalya’nın 2013 yılında açtığı, kendi sınırları dışında edindiği ilk lojistik operasyonlar merkezi olma özelliği taşıyan üs, 300 asker barındırma kapasitesine sahip. İtalyan Özel Kuvvetleri’ninde yer aldığı 90 askeri personel burada görev yapıyor.

Cibuti’de Ambouli Havaalanı ile Cibuti Limanı’nı kullanan İngiltere ve NATO’nun da sınırlı sayıda askeri birliği bulunuyor. Boğazdan geçen gemilerin güvenliğini sağlayan güçler, yer yer de çevre ülkedeki terör operasyonlarına katılıyor.

ÇİN

Çin’in ülke sınırlarındaki ilk askeri üssünü stratejik öneme sahip Cibuti’ye kurmaya karar vermişti. Yaklaşık 10 bin askeri konuşlandırmayı düşünen Pekin yönetimi, 10 yıllığına yılda 20 milyon dolara kiraladığı alanı 2017 yılında faaliyete geçirmeyi düşünüyor.

SUUDİ ARABİSTAN

Riyad-Tahran krizinde ilk açıklamalarıyla Suudi Arabistan’ın yanında yer alan Cibuti yönetimi, kendi topraklarına Suudi Arabistan’ın üs kurmasına çok sıcak bakıyor. Cibuti’nin Riyad Büyükelçisi Ziyaeddin Bamhare’nın, Suudi Arabistan’ın Cibuti ile yapacağı askeri anlaşma çerçevesinde ülkesinde bir askeri üs kurmasını beklediklerini ifade etmesi, Suudi Arabistan’ın da Cibuti’de askeri üs kurmasının yakın olduğunu göstermektedir.

Cibuti’nin bu tuhaf durumu vatandaşlar ve siyasiler için oldukça olumlu karşılanıyor. Ülkede geçtiğimiz nisan ayında yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde tüm adayların ortak vaadi, “ülkedeki yabancı üslerin varlığının muhafaza edilmesi”ydi. Yabancı üslerin ülke ekonomisine yıllık geliri 160 milyon dolardan fazla olduğu biliniyor.

Türkiye’nin de Cibuti’nin komşusu Somali’de askeri üssü bulunuyor.

Somali’deki Türk Askeri Üssünden Görüntüler

3. Dünya Savaşı Perspektifinde Asya-Pasifik

Ne tarafından tutulursa tutulsun her yönüyle negatif bir olgu oluşturan Dünya Savaşı fikri, devlet başkanları tarafından stratejik bir adım olmaktan öte son çare dahi olamayacağı fikrine evrilmektedir. Zira 2. Dünya Savaşı’nın dünyaya verdiği mesaj açıktı: Savaşın kazananı değil yalnızca daha az kaybedeni olur.

Söz konusu mesaj sonrası saldırgan davranışların sahipleri ve azmettirenleri, yeni bir Dünya Savaşı oluşturmak yerine Bölgesel Çatışmalar oluşturmayı seçti. Suriye ve Irak’ın bulunduğu Ortadoğu, Kırım ve Ukrayna’nın bulunduğu Kuzeydoğu Avrupa, Libya ve Mısır’ın bulunduğu Kuzey Afrika, Afganistan’ın bulunduğu Batı Asya gibi örnekleri vermek yerinde olacaktır.

İnsanın ihtiyaçları ile tutkuları arasındaki denge bozulmuştur.

Jean-Jacques ROUSSEAU’nun doğa durumu analizinde belirttiği gibi insanın ihtiyaçları ile tutkuları arasındaki dengenin bozulması, barış durumunu tehdit etmektedir. Bölgesel çatışmalarla bulunan az kanlı çözüm ancak orta vadeli çözüm olabilecek, doymak bilmeyen tutkular uzun vadede yeni bir Dünya Savaşı meydana getirecektir.

Üçüncü Dünya Savaşı’nın nedeni artan milliyetçilik anlayışı ve emperyal istekler olacaktır.

Birinci Dünya Savaşı’ndaki artan milliyetçilik anlayışı ve İkinci Dünya Savaşındaki artan emperyal istekler birleşerek olası Üçüncü Dünya Savaşı’nın nedenini belirleyecektir.

Günümüzde etnik ve dini çatışmalara sahne olan, emperyal güçleri bünyesinde barındıran ve diğer emperyal güçlerin odak noktası konumunda bulunan Asya-Pasifik, fitilin ateşleneceği yer olması yüksek ihtimaldedir.

Asya-Pasifik bölgesinin yeni bir Dünya Savaşına ev sahipliği yapmasını 5 nedende ele alınacaktır.

GÜNEY ÇİN DENİZİ SORUNU

Denizler üzerinde egemenlik iddialarına dayalı çatışmalar dünyanın çeşitli bölgelerinde farklı düzeylerde görülmektedir. Güney Çin Denizi’ndeki durum bunlardan birisi olmakla birlikte ayırıcı özellikleri vardır.

6 devletin hak iddialarının havada uçuşmasının en önemli sebebi ekonomiktir. Zira ticari yük gemilerinin, Avrupa ve Orta Doğu’dan Asya’nın doğusuna ulaşması için Güney Çin Denizi’nden geçmesi gerekmektedir. Bu rota yıllık 4.58 trilyon euroluk bir ticaret rotasıdır.

Ticari rotaların yanı sıra petrol ve doğalgaz rezervlerine sahip olan bu alan fazlasıyla iştah kabartmaktadır. Dünya Bankası verilerine göre Güney Çin Denizi yaklaşık yedi milyon varillik petrol ve 25 trilyon metreküp gaz rezervine sahiptir.

Malezya, Brunei, Filipinler, Vietnam, Tayvan ve Çin’in başını çektiği bu soruna ABD ve Japonya’da dışarıdan müdahale ve görüşlerini yöneltmektedirler.

DOGU-CİN-DENİZ-SORUNU

Çin Halk Cumhuriyeti ve Tayvan’ın Güney Çin Denizi’nde dokuz çizgi hattı verilen U şeklinde alandaki hak iddiaları tarihsel gerekçelere dayanıyor. Filipinler ve Malezya gibi ülkeler ise bu gerekçeleri kabul etmeyerek konuyu uluslararası alanda BM ve ASEAN çerçevesinde çözmeyi istemektedir. Çin Halk Cumhuriyeti ise daha avantajlı olduğu düşüncesiyle ikili temasları tercih etmektedir. Filipinler, Malezya ve Vietnam iddialarını 2009’da Kıta Sahanlığının Sınırlandırılması konusunda BM Komisyonuna taşımışlardır. Çin Halk Cumhuriyeti resmi düzeyde dokuz nokta çizgisi iddiasını tekrarlamıştır. Filipinler, Malezya ve Vietnam BM Deniz Hukuku Sözleşmesi çerçevesinde destek beklemelerinin yanında, ABD ve Japonya’dan da destek ummaktadırlar. Malezya, Çin Halk Cumhuriyeti ve Tayvan’a kamuoyu önünde açıkça karşı çıkmadan resmi kanallardan pozisyonunu deklare etmektedir. Büyük pay kapma amacındaki devletlerin çeşitli önerileri olsa da kesin bir anlaşmaya varılamamıştır.

ASYADA-munhasir-bolgeler

Güney Çin Denizi’nde yer alan ülkelerin silahlanmaları, büyüyen ekonomileri ve nüfusları, sorunun tırmanması halinde uluslararası sistem bakımından tehlikeli noktalara gidebileceğini göstermektedir.

ŞANGHAY İŞBİRLİĞİ ÖRGÜTÜ

sangay-ulkeleri

Üye ülkeler arasında karşılıklı güven, iyi komşuluk ve dostluk ilişkilerinin güçlendirilmesi, bölgesel barış, güvenlik ve istikrarın korunması için ortak çaba sarfedilmesi, terörizm, köktencilik, ayrılıkçılık, örgütlü suçlar ve yasadışı göçle ortak mücadele edilmesi, ayrıca siyaset, ekonomi, bilim ve teknoloji, kültür ve eğitim, enerji, çevre konularında işbirliğinin geliştirilmesidir. Bu parametreleri amaçları arasında sıralayan örgütün aslında Batı Birliği’ne karşı meydana getirilen bir platformdan öte olmadığı bilinen bir gerçektir.

Batı Kulübünün ve Şanghay İşbirliği Örgütü’nün hızlı gelişmesi ve çıkar çatışmaları yaşamaları kutuplaşmaya neden olmaktadır. Bu ayrışma şuan için keskin olmasa da diğer devletleri yavaşta olsa kutbunu seçmeye itmeye başlayacaktır.

Asya’nın nitelikli devletlerinin bu örgütte bulunması ve Asya’nın yeraltı ve yerüstü kaynaklarından büyük pay sahibi olmaları Batı’nın tepkisini çekmekte ve alanı ısındırmaktadır.

KUZEY KORE’NİN SALDIRGAN FAALİYETLERİ

Dünya’nın yılmaz kitle imha silahı üreticisi olan Kuzey Kore’nin ele avuca sığmaz tavrı ve nükleer silah üretmeyi son hız sürdürmesi tepkileri ve endişeleri beraberinde getirmektedir.

Kim Jong-Un Dünya’ya tehditleri sürdürmesi ve insanlığın sonunu getirecek silahları ürettirmesi ve denettirmesi alanın soğumasına imkan vermemektedir.

kuzey-kore-ordusu

Kuzey Kore liderinin bu tavrı ABD’yi bölgeye daha çok çekmekte ve ABD’nin söz konusu bölgeye yakınlaşması, bölgeyi paylaşan diğer devletleri rahatsız etmekte ve sürtüşmeleri beraberinde getirmektedir. Bu sürtüşmelerin kıvılcıma daha sonrada ateşe dönüşmesi kaçınılmazdır.

BÜYÜYEN ÇİN EKONOMİSİ VE ABD’NİN ÇİN’İ ÇEVRELEME POLİTİKASI

cin-ekonomisi

Büyüyen güç ve sabit gücün arasındaki çatışmayı ifade eden Thucydides Tuzağını her ne kadar Çin ve ABD reddetse de uyguladıkları politikalar, bu tuzağın gerçekleşme ihtimalini arttırmaktadır.

Özellikle Çin Halk Cumhuriyeti ekonomisinin büyük bir hızla artış gösteriyor olması ABD’yi tedirgin etmekte aldığı ekonomik önlemlerin cevap vermemesi üzerine askeri önlemlere başvurmaktadır.

Ekonomik büyümenin yanı sıra Kuzey Kore’nin füze denemeleri ve nükleer programı, Güney Çin Denizi anlaşmazlığında her gün biraz daha yükselen tansiyon, ABD’nin Asya’nın bu bölgesindeki askeri varlığını artırmasına neden olmaktadır. ABD, Japonya, Güney Kore, Filipinler ve Tayvan arasında var olan yakın savunma/güvenlik ağı bu düşünceyi destekler niteliktedir.

Ayrıca Avustralya’nın ABD lehine Asya’ya eklemlenmesi ve Hindistan’ın ABD ve ABD’nin bölgesel müttefikleri ile olan yakın ilişkileri, Çin karşısındaki bu savunma/güvenlik ağının çapını daha da büyütüyor.

Güney Doğu Asya Haritası

BÖLGEDE YAŞANAN ETNİK VE DİNİ ÇATIŞMALAR

Asya-Pasifik bölgesinin geniş bir etnik ve dini çeşitliliğe sahip olması çatışmaları da beraberinde getirmektedir.

Dini ve etnik grupların birbirlerine üstünlük kurma mücadeleleri küçük çatışmalara neden olsa da devam etmesi halinde büyük güçlerinde katılacağı ya da körükleyeceği bir kanayan yara olarak devam edecektir.

Kimi devletlerin bünyesindeki farklı etnik ve dini grupları baskıyla kontrol altında tutma çabası, kısa vadede etkili olsa da uzun vadede başlarına birer felaket olarak dönecek olması kaçınılmaz bir sondur.

Tarihsel gerçekleri göz ardı etmeden çözüm aranmaz ise insanlığın geleceği karanlıktan ibaret olacaktır.

Savaşın her ne şart altında olursa olsun pozitif bir olgu olmayacağını ve ihtiyaçları aşan tutkuların peşinde koşmanın bedelini sadece Asya-Pasifik halkı değil tüm insanlığın ödeyeceğini unutmamak gerekir.

Abdullah Özdil

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR


KAYNAKÇA
http://tr.euronews.com/2015/05/26/guney-cin-denizi-ndeki-tansiyon-bir-savasin-ilk-kivilcimi-mi
http://www.usak.org.tr/tr/kose-yazilari/guney-cin-denizi-tehlikeli-sular
http://www.mfa.gov.tr/sanghay-isbirligi-orgutu.tr.mfa
http://www.mfa.gov.tr/cin-halk-cumhuriyeti-ekonomisi.tr.mfa
https://stratejikortak.com/2016/03/abd-cin-cevreleme-politikasi.htm
http://www.bbc.co.uk/staticarchive/ac0a121ae48e8282e726e874b8b211f8361857c8.jpg
http://static.euronews.com/articles/306719/606x775_south-china-sea-claims-map-606px.jpg
http://www.yeniasya.com.tr/Sites/YeniAsya/Upload/images/Content/2016/03/02/sangayis.jpg
http://galeri7.uludagsozluk.com/298/kuzey-kore-ordusu_429500.jpg
https://stratejikortak.com/wp-content/uploads/2016/03/abd-guneydogu-asya.jpg

Ortadoğu’nun Bataklığından, Pasifik’in Sığ Sularına

ABD’de yaklaşan seçimlerle birlikte OBAMA dönemine ait yapılan değerlendirmeler bir hayli arttı. Bu değerlendirmelerin objektif bir bakış açısıyla yapılanları genelde ABD dışında yapılanlar olduğu, sadece ülke içinde değil ülke dışında da OBAMA yönetiminin dış politikasının başarısız olduğu yönündedir.

ABD, ”Arap Baharı” ile Ortadoğu’da yaşanan bir dizi gelişmeler karşısında verilen tepkilerin olayları yönlendiren ve kontrol eden değil, olayların peşinden giden bir politika izlediği ortadadır. Suriye’de yaşanan iç savaş sürecinde yaptığı yöntemsel hatalar nedeniyle bölgedeki inisiyatifi kaybetmiş olmasının yanında Yemen’de yaşanan çatışmalar nedeniyle doğal müttefiki Suudi Arabistan ile birlikte tam bir karabasana dönen bir durum içinde kalmıştır.

Her ne kadar İran ile yaşanan normalleşme sürecini kendi hesabına bir başarı gibi göstermeye çalışsa da, gerçekte asıl başarının her zaman bir ‘B Planı’ olan İran’ın ”MASA BAŞI” kazancı olarak görülmesi gerekir.

Ortadoğu’da gelişen olaylar karşısında doğru politikalar üretmenin Ortadoğu’nun etnik ve mezhepsel yapısını doğru analiz etmekten geçtiğini öğrenemeyen ABD, Ortadoğu politikasını çoğu zaman uluslararası petrol firmalarının çıkarları üzerine kurguladığı için, ne Irak’ta BAAS Partisi’nin Sünni referanslı, ne de Suriye’deki BAAS Partisi’nin Şii referanslı olmasının bölünmeye yol açacağını anlayamadığı için ”IRAK’TAN ÇIKAMAYIP, SURİYE’YE DE GİREMEMİŞTİR”.

OBAMA yönetimi göreve geldiği ilk yıllarda ”PASİFİK VİZYONU” olarak açıkladığı ancak geçen yıllar itibariyle altını dolduramadığı, kabul etmesi gereken bir başarısızlık olarak görülmektedir. Bu başarısızlığı Ortadoğu bataklığından çıkamamasına bağlamak en hafifinden basitlik olur. OBAMA yönetiminin asıl başarısızlığı Pasifik’te yaşadığı başarısızlık yada beceriksizlik olarak görülmesi gerekir. Bunun sonucunda verdiği yanlış tepkiler ve aldığı hatalı kararlar sonucunda keskinleşip sıklaşan bir Rusya-Çin-Kuzey Kore hattı oluşmasına sebep olmuştur. Güney Çin Denizinde yaşanan sorunlar nedeniyle Trans Pasifik Deniz Ticareti güvenliği tartışılır hale gelmiştir.

Karşısında oluşan bu saf karşısında Güney Kore-Japonya ile bir saf oluşturma içine giren ABD, yaşadığı sorunun karşı saftan daha çok kendi safındaki iki ülke arasında olduğunu bilmesi ve yıllardır süren bu küslüğün ortak bir tehditle biteceğini düşünmüş olması gerçekten büyük bir açmazdır. Aralarında tarihten gelen bir husumetin olduğu Güney Kore ve Japonya, ortak bir tehditle bile bir araya gelemeyeceğini en iyi ”Sen de bu KUYRUK ACISI, bende de EVLAT ACISI oldukça” diye biten hikaye anlatıyor olsa gerektir.

İkinci Dünya Savaşından bu yana savunma planları ve harcamaları yapmayan Japonya, Kuzey Kore ve Doğu Çin Denizi’nde Çin’den aldığı tehditleri bertaraf etmek için ülke savunmasını adeta devrettiği ABD’den medet ummaktadır. Doğu Çin Denizi’nde yapay adalar vasıtası ile kıta sahanlığını artıran Çin, bu yapay adaları füze sistemleri ile silahlandırma düşüncesi, bölge çıkarları tehlikeye giren ABD ve Japonya’yı bu bölgedeki askeri varlığını artırmak zorunda bırakmıştır. Burada asıl önemli olan konu, Doğu Çin Denizi’ndeki deniz ticaret filolarının güvenliğinin tehlikeye girme endişesidir.

Kuzey ve Güney Kore arasında yaşanan gerilimi bir çok kişi doğal sayacak kadar kanıksamış olabilir fakat 4 Şubat 2016’da imzalanan 12 ülkenin dahil olduğu TRANS PASİFİK ANTLAŞMASI ile farklı bir gerilime sebep olduğu ortadadır. (ABD, Kanada, Japonya, Avustralya, Brunei, Malezya, Yeni Zelanda, Vietnam, Meksika, Singapur, Peru ve Şili) Bu antlaşmayla bölge ülkesi olduğu halde Çin ve Kuzey Kore’nin dahil edilmemesi sorunsalını bir kenara bırakın, bu antlaşmaya imza koyan ülkelerin bazılarının kendi parlamentolarında bile bu antlaşmayı onaylamaları zor görünmektedir.

Trans Pasifik Anlaşması/Ortaklığı ve ülkeler
Trans Pasifik Anlaşması/Ortaklığı ve üye ülkeler

Kuzey Kore’nin bu gelişme sonrasından gür çıkan sesi Güney Kore’nin güçsüzlüğünden değil, arkasındaki Çin Hükümeti’nin sınırsız desteğinden olsa gerektir. Ne Kuzey Kore’nin politikalarını Çin’den ayrı, ne de Güney Kore’nin politikalarını ABD’den ayrı düşünebiliriz.

ABD’nin bölge çıkarları için senelerdir süren Güney Kore ile Japonya’yı barıştırma çabası, günümüz gerçekleri ile bakıldığında başarısız olduğu görülmektedir. Japonya ve Güney Kore arasındaki Güney Çin Denizi’ndeki adacıklar sorunu ve geçmişten gelen Japon sömürge döneminde Güney Kore’de işlenen insanlık suçları konusunda kayda değer bir ilerleme olmamıştır. Bunun yanında iki ülke halklarının bırakın müttefik olmasını, ortak bir görüşte olmalarını beklemek bile tam bir hayalperestliktir.

Güney Çin Denizi’ndeki Çin’in agresif politikaları sadece ABD-Güney Kore-Japon ittifakını değil, bölgedeki diğer bir önemli güç olan Hindistan’ı da rahatsız etmiştir. İşte tamda bu yüzden (*) SIPRI verilerine göre Hindistan son üç yılda en çok savunma harcamaları yapan ülkeler arasında başı çekmektedir. Rusya-İran-Çin ortaklığından rahatsız olan Hindistan sıkıntıyı erken görüp ona göre erken pozisyon almıştır.

Pasifik’teki ısınan suların asıl sebebi senelik 27 trilyon doları bulan deniz ticaretinin güvenliği ve yönetiminde söz sahibi olma çekişmesidir. Bunun yanında pek dillendirilmeyen bir sebepte, Güney ve Doğu Çin Denizi’nde petrol ve doğal gaz için olası rezervin yönetilmesi ve hakim olma kavgasıdır.

Enerji ihtiyacı ve tüketimini yıllar geçtikçe artıran ve çeşitlendirmekte zorluk çeken Çin, bir de ticaret yolunun kendi dışında yönlendirilmesini asla kabul etmeyecektir. Çin’in İran ve Rusya ile yaptığı işbirliği ne kadar başarılı da olsa, ürettiğini müşterilerine ulaştırmada zorluk çekmek istemeyecektir. Ayrıca Çin’in Afrika’daki operasyonlarının başarısı, Ortadoğu politikalarına büyük önem vermesi ile açıklanabilir.

Sonuç olarak;

ABD’deki seçimlerin ardından yeni başkanın bir dış politika değişikliğine gideceği aşikardır. Önceliğin Asya Pasifik olacağı hatta Ortadoğu’daki bir çok kazanımlardan vazgeçmek pahasına bu bölgeye yöneleceğini görmek gerekir. Hindistan’ı yanına çekmek için savunma sanayi işbirliğini, Japonya ve Güney Kore’yi bir arada tutmak için ise ”Tehlike Şarbonu” kullanacağı ortadadır. Bu gelişmelerin bir savaş kıvılcımı çıkarır mı bunu zaman gösterecek ancak ABD geçmişte yaşadığı bir ”Vietnam Felaketi”ni tekrar yaşamamak için ”PASİFİK DENİZİNİN SIĞ SULARINDA” daha çok uykusuz kalacağı kesindir

(*) Stockholm International Peace Research Institute (SIPRI): the independent resource on global security.

Ahmet İşitez

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

StratejikOrtak.com’da Yazar Olmak İster misiniz?

6

Dünya gündemini yakından takip eden, uluslararası ilişkiler konularına dair başlıkları ister akademik, ister özgün yorumlarla analiz edebilecek, haritalarla haşır neşir olmayı seven, sitemizde bulunan başlıklara ilgi duyan arkadaşlar arıyoruz.

Uzman olduğunuz veya ilgi duyduğunuz bölge veya ülkeler hakkında yazılar yazabilir, araştırma yapabilir ve bunu özgün, anlaşılır ve samimi bir şekilde diğer yazarlarımız gibi burada paylaşabilirsiniz.

Dünya gündemini yada belli ülkelerdeki gelişmeleri takip eden arkadaşlara StratejikOrtak.com‘da ‘yazarlık’ teklif ediyoruz. Profesyonellik aramıyoruz. Aradığımız tek şey uluslararası ilişkilere dair konulara ilgi duymanız.

YAZAR BAŞVURU FORMU

[ninja_forms id=6]

BİLGİNİZE: Başvuru formunu dolduran herkese olumlu veya olumsuz en geç üç gün içinde dönüş yapılacaktır. Geri dönüş cevaplarımız mail sayfanızda görünmüyorsa SPAM/Çöp klasörüne bakınız.

Kalemine güvenen arkadaşları bekliyoruz!

Almanya: Dost mu Düşman mı?

Almanya ve beraberindekiler Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetmiş ve birer birer önce ateşkes, ardından da barış anlaşmaları imzalamışlardı. Napolyon Savaşları’ndan sonra 1815 Viyana Kongresi’nde savaşlardan yenik çıkan Fransa’yı cezalandırmak yerine sisteme dahil eden Birleşik Krallık, bu kez tek başına karar verecek güçte değildi. ABD, savaşın kazanılmasında büyük rol oynamış ve savaş sonrası oluşturulan sistemde yenik devletlere yer vermek istememiş, üstüne bu devletlere büyük borçlar bindirmişti. Birleşik Krallık’ın kurduğu düzen 99 yıl boyunca savaşı engellerken, ABD’nin kurduğu sistem sadece 20 yıl sürecekti. Almanya’nın Versay ile cezalandırması aşırı sağın, faşizmin yükselmesine yol açacak, 1929’daki kriz de bu sayede Hitler’in yolunu açacaktı.

Hitler’in kurduğu Nazi Almanyası, Türkiye ile aslında beklenenden iyi ilişkiler kurmuştu. Hatta savaş zamanında bile İnönü Türkiyesi, Almanya ile ticaret yapmayı her şeye rağmen sürdürecek, savaşın ilerleyen yıllarında kesecekti. Hitler’in Türkiye’ye değil de Sovyet Rusya’ya savaş ilan etmesi Türkiye’de adeta bayram gibi kutlanacaktı!

İkinci Dünya Savaşı da Almanya’nın mağlubiyetiyle sonuçlanacak, ülke dört işgal bölgesine bölünecekti. Sovyet Rusya kendi işgal bölgesinde Doğu Almanya’yı kuracak; ABD, Fransa ve Birleşik Krallık ise kendi işgal bölgelerini birleştirerek Federal Almanya’yı kuracaktı. 1945’te kurulan yeni dünya düzeninde Almanya’ya yine güç sisteminde yer verilmeyecek ancak ABD 1919’da yaptığı hatayı tekrarlamayacak, Almanya’yı destekleyip, kontrollü bir biçimde büyüterek sisteme entegre edecekti.

Bütün bu geçmişi anlatmamın sebebi Almanya’nın kontrol ediliyor oluşunu göstermektir. Almanya 71 yıldır kontrol edilmektedir. Kendisine verilen görevleri yerine getirmenin karşılığını ekonomik zenginliğiyle, yatırımlarla almaktadır.

Almanya’nın neden hiç nükleer silahı olmadığını düşündünüz mü ? Cevabı artık daha net değil mi ?

Almanya’ya verilen görevlerin en büyüğü Avrupa Birliği’dir. Avrupa’da barışın, Fransa ve Almanya’nın ortak hareket etmesiyle sağlanacağını iyi çözen büyük güçler Avrupa Birliği’nin temellerini bu amaçla 1957’de Roma’da attırmıştır. Birleşik Krallık ise 500 yıldır dış politikasını oluşturan “kıtayı kontrol” politikasını AB üzerinden yürütmek istemiştir. Ancak bunu iyi bilen dönemin Fransa Cumhurbaşkanı De Gaulle, Birleşik Krallık’ın üyeliğini iki kez veto etmiştir. De Gaulle sonrası AB’ye girebilen Birleşik Krallık, siyasi kontrolü bu şekilde sağlamaya çalışmıştır. Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla birleşen Almanya, AB’de daha güçlü bir konuma ulaşmıştır. 1990’larda ortak para birimi Euro’ya geçen AB, zamanla Almanya’nın kontrolüne girmiştir. Ancak Birleşik Krallık, siyasi kontrolünü hiçbir zaman bırakmamıştır.

Türkiye’de hayran olduğu AB’ye girmek için onlarca yıldır mücadele etmiş, 1995 sonunda Gümrük Birliği’ne girerek “AB’ye arka kapıdan” girmiştir. Ancak Almanya, Türkiye’nin üyeliğine her zaman karşı çıkmıştır. Fransa zaman zaman desteklerken, Birleşik Krallık muhafazakar iktidarlar döneminde desteklerken, Almanya hiçbir zaman desteklememiştir.

almanya türkiye ilişkileri

Özellikle 60’lı yıllarda Türk işçi almaya başlayan Almanya yaklaşık 30 yıl boyunca Türkiye’den işçi almıştır. Ancak Türklere her zaman “ezilmesi gereken bir böcek” gibi davranılmış, asimile edilmeye çalışılmıştır. Yıllarca vatandaşlık dahi verilmemiştir. Çifte vatandaşlıkta sorun üstüne sorun çıkarılmıştır.

Dönemin Türk hükümetleri ise Almanya ile genel itibariyle her zaman iyi ilişkiler kurmaya çalışmış, zaman zaman da bunu çok iyi başarmıştır. Ekonomik ilişkilerde ise Almanya’nın Avrupa’da tartışmasız en büyük ortağımız olduğu unutulmamalıdır. Yaklaşık 3.5 milyon nüfusa sahip Türkler, Almanya’da zamanla parlamentoya, belediyelere girmiş; siyasette yüksek mevkilere gelmiştir. Bugün Almanya’nın en büyük siyasi partilerinden olan Yeşiller Partisi’nin başkanı Türk asıllıdır. Türk demememin sebebini birazdan anlatacağım.

Almanya’da sadece Türk göçmenler yaşamıyor olup, farklı milletlerden yüz binlerce göçmen bulunmaktadır. Sarsılmaz ekonomik yapısıyla Almanya kıtanın güvencesi denilebilir bu konuda. Ancak tüm bunlar Almanya’nın kontrol edilmediği gerçeğini değiştirmiyor. Merkel döneminde Almanya kabuklarından çıkmayı zaman zaman başarsa da hala kendisine dikte edilenleri yapmak zorundadır, bu oyunda Almanya’nın rolü budur!

Bunun son örneğini ise Ermeni Tehciri’nin soykırım olarak kabul edilmesi olayında görmüştük. En güvendiğimiz kapı olan Almanya’nın bu kararı şok etkisi yaratmıştı. Ancak bu kararın alınmasının altında başka sebepler yatmaktadır. Bu karar Türkiye’ye en güvendiği kapıdan bir uyarıdır aslında. Çünkü hatırlanacağı üzere Geri Kabul Anlaşması karşılığında vize muafiyeti bekleyen Türkiye, tüm emeklerine rağmen 2-3 maddesi (terörle ilgili tanımın değiştirilmesi) eksik olduğu gerekçesiyle vize muafiyeti alamamıştır. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu karara çok sert tepki göstermiş, söz verilen asıl tarih olan ekime kadar vize muafiyeti gelmezse geri kabulün meclisten geçmeyeceğini söyleyerek, başta Almanya olmak üzere tüm Avrupa’yı yeniden mülteci sorunuyla baş başa bırakmıştır. B planı olmayan Avrupa Birliği ise Türkiye’yi Almanya üzerinden tehdit etme yoluna gitmiştir. Bu arada kararın alınmasında Yeşiller Partisi Eş Başkanı Cem Özdemir de etkili olmuştur. Olmayan bir soykırımı meclise göndermek kimsenin haddine olmadığı gibi Almanya’nın da sorunu değildir. Ancak Özdemir ve partisi emperyalizm tarafından son derece iyi kullanılmıştır.

Avrupa Birliği bir sonraki şoku 25 Haziran’da Birleşik Krallık’ın AB’den ayrılma kararıyla yaşamış ve AB’nin sorunlarının ne kadar ciddi boyutlara ulaştığının göstergesi bu referandum olmuştur. Almanya BREXIT sonrası soğukkanlılığını korumuş, kıtanın kontrolünü siyasi olarak da tamamen ele geçirmiştir. Ancak üretim ve istihdam sorunu yaşayan, aşırı sağın ele geçirdiği ve İslamafobinin arttığı Avrupa Birliği’ni daha ne kadar sırtında taşıyacaktır?

15 Temmuz’da Türkiye’de ABD’nin maşası olan FETÖ mensupları darbe girişiminde bulunmuş, Türk halkı Erdoğan’ın ve diğer siyasi liderlerin öncülüğünde darbeyi engellemişti. Darbe gecesi Türk halkı meydanlara indikten ve darbe büyük ölçüde başarısızlığa uğradıktan sonra ABD ve Batı ülkeleri sırayla açıklama yaparak darbeyi kınama yoluna gitmiştir. Ancak 15 Temmuz sonrası bir bütün olan Türkiye’nin arkasında ne OHAL kararında, ne de mitinglerde durulmuştur. Fransa’da 9 aydır devam eden OHAL, AB’ye dert olmamış ama ne hikmetse Türkiye’de ilan edilince dışlanan, eleştirilen yine biz oluyoruz. Özgürlükler ülkesi Almanya, Erdoğan’ın telekonferans ile gurbetçilere ulaşmasını engellemiştir. Bu da Almanya’nın rolünün bir parçasıdır.

Yıllardır dostumuz gibi görünen ancak en büyük düşmanlarımızdan biri olan Almanya’nın en büyük amaçlarından biri Türkiye’yi AB dışında tutmaktır. Almanya bu konuda serbest bırakılmıştır çünkü sonuçlarından yine kendisi sorumlu tutulacaktır.

Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Rusya Devlet Başkanı Putin‘in görüşeceği haberleri anında Batı medyasında yerini almıştır. İngilizler başta olmak üzere bütün Batı meydası görüşmeleri “endişe verici” olarak yorumlamıştır. Elbette ki Türkiye’nin Rusya ile yakınlaşması onları fazlasıyla rahatsız etmiştir. Türkiye’nin artık AB üyelik müzakerelerini bile durdurma noktasına gelmiş olması Batı’nın asla kabullenemediği bir olaydır.

erdogan putin

Uykuları kaçan Almanya ve basını, görüşmeler öncesi peşi sıra açıklamalar yapmış, Türkiye’nin NATO’nun en büyük ortaklarından biri olduğu ve asla çıkmaması gerektiği ifade edilmiştir. Türkiye-Rusya ilişkilerinin önemi hem AB, hem de Almanya açısından büyük önem arz etmektedir. Almanya, Rusya ile AB ilişkilerini ve hatta NATO ilişkilerini kendi elinden yürütmek istemekte ve gücünü ispatlama düşüncesindedir. Oysa ki Türkiye’ye bu şans verilse hem AB-Rusya hem de NATO-Rusya ilişkileri Türkiye’nin güvencesinde daha iyi noktalara gelebilirdi.

Almanya’nın sürekli olarak Türkiye’yi dışlayıcı politikasının zararı da kendisine ve birliğinedir. Almanya tüm kötü ilişkisine rağmen alttan alttan Rusya ile barış yapma arayışındadır. Çünkü Almanya enerji ihtiyacının büyük bir bölümünü Rusya’dan karşılamaktadır.

Almanya ve AB’yi ekim sonrası yeniden mülteci sorunu bekleme ihtimali artık daha yüksek görünüyor. Türkiye’nin ise önü açılmış durumda. Almanya kendisine dikte edileni yaparak Türkiye ile ilişkilerini bozmaya devam ederse kaybeden kendisi olacaktır. Türkiye’nin Doğu’ya kayması, AB müzakerelerinin durdurulması da Almanya’yı etkileyecektir. Kısacası Almanya yakın bir zamanda kaderini çizmek zorunda kalabilir ya da kontrol altındaki yaşamına Türkiye ve Türk düşmanlığı ile devam edebilir.

Sonuç olarak Almanya’nın kesinlikle dostumuz olduğunu düşünmemekle birlikte, kesin bir düşman olduğunu da söylemek zordur. Bunun sebebi ise Almanya’nın şahsi politikalarını sergilemekten ziyade kendisine dikte edileni yapmasından kaynaklanıyor.

Siz hiç Ortadoğu’da ABD ve Birleşik Krallık’ın arkasından yürüyen bir Almanya yerine kendi çıkarlarını gözeten bir Almanya gördünüz mü?

Menbiç, Cerablus, Azez ve El Bab’ın Önemi ve Son Durum

Türkiye-Suriye sınırındaki gelişmeler ve Suriye’de son durum haritasını bu kez de Kuzey Halep ağırlıklı olarak IŞİD’in Türkiye sınırında kontrol ettiği bölgelerle göreceğiz. Azez, Mare, Tel Rıfat, Afrin kantonu, El Bab, Cerablus ve Fırat’ın batısı olarak sürekli medyada yer alan Menbiç nerede, kimin kontrolünde, buralardaki son durum ve harita üzerindeki yerleri..

El Bab, Cerablus, Menbiç ve Fırat Kalkanı Harekatı’nın güncel son durum haritaları

Azez: Şuan muhaliflerin kontrolündeki Azez’de binlerce mülteci konumuna düşmüş Suriyeli yer alıyor. Aynı zamanda Şubat ayında buraya saldırmayı düşünen PYD güçleri(YPG)’ne Türk Silahlı Kuvvetleri obüslerle karşılık vermişti.

Tel Rıfat: Geçtiğimiz Şubat ayına kadar muhaliflerin kontrolünde olan yer, Rusya’nın havadan YPG’ye desteğiyle Şubat 2016’da PYD’ye geçti. Tel Rıfat muhaliflerin Türkiye sınırında Azez ve Mare ile birlikte kontrol ettiği önemli yerleşim yerleri arasındaydı.

Haritada: Afrin, Tel Rıfat, Azez, Mare, Al Bab, Cerablus ve Menbiç
Haritada: Afrin, Tel Rıfat, Azez, Mare, El Bab, Cerablus ve Menbiç

SARI: PYD – YEŞİL: Muhalifler – Siyah: IŞİD – KIRMIZI: Esad Rejimi

Mare: 27 Mayıs’ta IŞİD’in saldırısı sonrasında Azez-Mare yolu kapandı ve stratejik Mare kasabası IŞİD ve YPG kuşatması altına girdi. Muhaliflerin Mare’de IŞİD’e karşı direnişine ABD’de hava desteği verdi. (IŞİD kuşatmasından sonra Mare’nin batısında Tel Rıfat’ın doğusundaki ‘Şeyh İsa’, YPG saldırıları sonrası PYD’ye bırakıldı.)

Menbiç: Bildiğiniz gibi Suriye Demokratik Güçleri (SDG) çatısı altındaki Araplar ve daha çok PKK’nın Suriye kolu YPG, IŞİD’in Suriye’de ‘başkenti’ olarak bilinen Rakka’ya operasyon başlatmıştı. Beklenmeyen bir şekilde Rakka Operasyonunu durduran PYD güçleri, Fırat’ın batısındaki Menbiç’e operasyon düzenledi. Haziranın başında başlayan operasyon yaklaşık on beş gün sonra şehrin kuşatmaya alınmasıyla sonuçlandı ve iki ay süren kuşatma sonrasında şehir tamamen SDG güçlerine geçti. (stratejikortak.com) ABD’nin hava desteğiyle YPG’nin sıradaki hedefinin ise ya El Bab yada Cerablus olacağı söyleniyor.

Cerablus: Türkiye sınırında Karkamış’ın karşısında sınır kapısının olduğu Cerablus, IŞİD’in kontrolünde. Suriye Demokratik Güçleri (SDG) çatısındaki YPG’nin Menbiç’ten sonra ABD’nin hava desteğiyle buraya operasyon düzenleyeceği düşünülüyor.

El Bab: Türkiye sınırının IŞİD’den alınması için önemli yerleşim yerleri arasında olan Bab, aynı Cerablus gibi YPG’nin operasyon düzenlemesi muhtemel yerler arasında. Bab’ın PYD güçleri için en önemli özelliği ise burası alınırsa Menbiç-Bab ile PYD’nin kanton ilan ettiği Afrin birleşmiş olacak. Yani PYD tüm kantonlarını birleştirerek (koridorla da olsa) toprak bütünlüğünü sağlamış olacak. (Stratejik Konumuyla El Bab ve Taraflarca Önemi – ayrıntılı)

Haritada Afrin Kantonu, Al Bab ve Menbiç
Haritada Afrin Kantonu, El Bab ve Menbiç

Kaynak: StratejikOrtak.com

Sağ-Sol Davasının Doğuşu ve Anlam Kazanması

Seksenli yıllardan sonra doğan nesillerin yani Soğuk Savaş dönemini yaşamamış kesimin sağ-sol çatışmalarını duydukları zaman anlam karmaşası içine girdiklerini gözlemliyorum. Aslında önce ki nesillerinde bu konuda büyük bir bilgi eksikliği var diyebiliriz. Bu yüzden bu sıfatların nasıl ortaya çıktığını ve hangi olaylar sonucu anlam kazandığını anlayabilmek açısından kısa bir tarihi tur yapmamız gerekiyor diye düşündüm.

Öncelikle tura başlamadan önce her insanın ya sağcı yada solcu olduğu gerçeğini kabul etmemiz gerekiyor. Yani bunun ortası yok nedenini şimdi anlayacağınızı umuyorum.

Şimdiden not olarak söyleyeyim; ne geleneklere sahip çıkma güdüsü nede değişim isteme güdüsü hor görülecek bir şey değildir. Nede olsa bu güdüler hepimizde doğamız gereği var olan şeyler. Bu yüzden bu duruma saygı duymak insanlık borcudur; sağcıya da solcuya da.

Her ne kadar sağ ve sol düşüncelerin çatışması insanlığın başından sonuna kadar vardıysa da siyasi literatüre girişi 1760’lı yıllardır. Çatışma derken sadece maddi olarak düşünmeyin manevi de olabilir ama genelde maddi oluyor malesef. Bu dönemde bitmek bilmeyen savaşlar ve yoksulluk yüzünden toplumsal buhranlar yaşanmaktadır. Kral 16. Louis değişim baskılarına dayanamaz ve meclisi toplamak zorunda kalır. Ancak mecliste kralın veto hakkı üzerine bir anlaşmazlık çıkar. Kralın veto yetkisinin bulunmasını savunanlar meclisin sağ tarafına yerleşen gelenekçi kesim, veto yetkisinin haksızlık olduğunu savunan değişim yanlısı kesim ise sol tarafına yerleşir ve böylece aslında insanlığın başından bu yana var olan sağ-sol çatışması siyasi literatürde tanımlanmış olur.

Gelenekçi kesim bu dönemde hep krallığın savunucusu olduğu gibi aynı zamanda dini ve ırki özellikleri de sürekli ön planda tutarak bunu bir koz gibi varlığını sürdürme aracı olarak kullanıyordu. Değişimciler ise krallığın politikalarının insanlar arasında eşitsizliğe sebep olduğunu savunuyor ve bu yüzden değişim istiyordu. Bu sebeplerden ötürü sağcılara ‘gerici’, solculara ise ‘ilerici’ deniyordu. Çünkü sağcılar eskiyi muhafaza etmeyi, solcular ise değiştirmeyi planlıyordu. Buradan yola çıkarak sağ-sol kavramının gelenekçiler-yenilikçiler olarak anlam kazandığını söyleyebiliriz.

Ancak Avrupa’da sosyalizmin yayılmaya başlaması bu kavrama yeni anlamlar yüklemeye başlamıştır. Sanayi Devrimi ile Avrupa’da hızla artmakta olan bir işçi sınıfı mevcuttu. Ancak kralların ve burjuva sınıfının ortaklaşa bir şekilde zenginleşirken, toplumun tüm ağır yükünü çekip hiçbir getiri göremeyen işçi sınıfında değişim istekleri hızla artmıştır.

Burjuvalar ve kraliyetler eski düzeni muhafaza için bu taleplere direnince sağ-sol kavramı farklı bir bağlantıya sokulmuş olur. Bir yanda eski düzenci üst sınıf, diğer tarafta ise hak ve eşitlik talep eden alt sınıf bulunuyordu. Yani gelenekçiler ve yenilikçiler. Yenilikçilere artık devrimci denir oldu. Çünkü onlar sistemin kendi taleplerine cevap verebilecek bir halde olmadığını, aksine sistemin tamamen önlerini kapatan bir tıkanıklık içinde olduğunu fark ettiler. Bu yüzden sistemin kökten değişmesini sağlamaya çalıştılar.

Başta Fransa olmak üzere Avrupa adeta yenilikçi fikirlerle kaynıyordu. Artık Sol’un ismi devrimciler olmuştu. Çünkü onlar taleplerine cevap vermeyen kralcı sistemin yıkılıp yerine özgür, eşit, adil bir sistemin getirilmesini arzuluyorlardı. Bu düşüncenin kaynağı ise ABD idi. ABD’nin verdiği bağımsızlık mücadelesi ve sonrasında Avrupa’ya ulaşan demokrasi fikirleri bu tür devrimleri tetikledi. Yani bilinenin aksine yakın çağı tetikleyen olay Fransız Devrimi değil Amerikan Devrimi idi. Devrim kelimesinin etimolojisi de evrimden yani değişimden geliyordu.

Sağcılığın milliyetçilikle özdeşleşme süreci ise daha karmaşıktır.

Zaten milliyetçi kesimler her zaman geleneklere sahip çıkma güdüsünde olduğundan sağdan dışarı çıkamazlar. Tıpkı ruhbanlar gibi. İspanyol ve Yunan İç Savaşları’nda sağ cenah, sol cenahı yendiği zaman kraliyetlerin ülkeye geri getirildiğini unutmamak gerekir(bu savaşları ayrı bir yazıda anlatmak daha uygun olur).

Başta 1. Dünya Savaşı ve Büyük Buhranın yarattığı toplumsal bunalımlar faşizmin güç kazanmasına neden olmuş ve bu dönemde sağcı totaliter ülkeler hızla artmıştır. Faşizmin gelenekçi görüşleri yani milli unsurlara yönelik sigortacılığı, sağın zaten var olan bir anlamının daha tanımlanmasını kolaylaştırmıştır. Günümüzde aşırı sağ tanımlaması aşırı milliyetçilik yani ırkçılık olarak gösterilir. Sağ ve sol düşüncenin çarpışmaları Soğuk Savaş döneminde böylece Komünizm ve Faşizm ismini alır oldu. Bir diğer adıyla nasyonalizm ve enternasyonalizm. Çünkü nasyonalizm faşizmin, enternasyonalizm komünizmin ana ilkelerindendir. Ancak komünizm tek düşmanı faşizm değildir. Enternasyonal ilkesi faşizm ile mücadele ederken; sosyalizm ilkesi kapitalizmle mücadele etmiştir. Yani yeni çağın çatışması yakın çağda da sürmüştür.

Yani özetlemek gerekirse özünde sağ gelenekçiliktir, sol da yenilikçiliktir. İkisi de herkeste var olması kaçınılmaz olan dürtülerdir. İnsanlığın var oluşundan bu yana her zaman birileri mevcut düzeni muhafaza etmeyi, birileri de değiştirmeyi düşünür. Bu yüzden var oluşumuzdan bu yana devam eden bu çatışma yok oluşumuza kadar devam edecektir, çünkü bu bizim doğamızda olan bir şey. O yüzden ben dahil kimse “ben ne sağcıyım, ne de solcuyum” diyemez. Hepimiz irade sahibi insanlar olarak düşünüyoruz ve analiz edebiliyoruz. Bu yüzden hepimiz bu çatışmanın içindeyiz. İster pasif ister aktif, ister maddi ister manevi.

Muhammed Ali Çalışkan

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR