AB-ABD Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı (TTIP) ve Türkiye

Tüm dünyayı derinden sarsan 2008 Küresel Kriz’den sonra kaybedilen ticari kapasiteyi yeniden ve daha güçlü bir şekilde geri kazanmak amacıyla AB ve ABD arasında Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı(Transatlantic Trade and Investment Partnership-TTIP) adıyla bir Serbest Ticaret Anlaşması(STA) yapılması için Temmuz 2013’te başlayan müzakere süreci devam ediyor.

Dünya Ticaret Örgütü(World Trade Organization-WTO) nezdinde devam eden Doha Turu’nda tüm ülkeleri tek çatı altında toplayacak bir mutabakat metninde uzlaşı sağlanamadığı ve süreç çok uzadığı için ülkeler bölgesel ve bire bir anlaşmalar yaparak krizin etkilerini ortadan kaldırmak üzere çeşitli ekonomik partner arayışlarına girdiler. Böylece ülke ekonomilerini hem diğer ülkelere verilebilecek gereksiz tavizlerden korumayı hem de nokta atışı anlaşmalarla ekonomik kalkınmaya ivme kazandırmayı amaçlıyorlar.

european-student-think-tank
Kaynak: www.europeanstudentthinktank.com Müzakerelerin 10. Turu 13-17 Temmuz tarihleri arasında Brüksel’de yapıldı.

Doha Turu’nda WTO üyesi olan tüm ülkeleri genel bir karar etrafında toplamanın mümkün olmadığı ve ülkelerin bekleyişle geçen zaman zarfında ekonomik olarak bir kazanımlarının da olmadığı fark edilince, devletler yeni ekonomik arayışlar içerisinde girdiler ve STA benzeri anlaşmalarla ekonomik kalkınmalarına ivme kazandırmayı amaçladılar. Yeni ekonomik arayışları kısaca özetlemek gerekirse WTO ve Doha Turu benzeri girişimler ‘tümdengelimsel’ ekonomik düzenlemelerken; STA veya TTYO benzeri anlaşmalar ise ‘tümevarımsal’ olarak nitelendirilebilir. Her devletin aynı söz hakkına sahip olduğu ve kendi çıkarı(self-interest) peşinde koştuğu bir sistemde ABD, Rusya, Çin veya AB’nin bu sistemin getirmiş olduğu zaman kaybına tahammülü kalmamıştı ve onlar da yöntem değişikliğine giderek nokta atışı ve ihtiyaçları doğrultusunda olan anlaşmalar yapmaya karar verdiler. Karar alma mekanizması felç olmuş bir WTO yerine kendi yapacakları ikili ve bölgesel anlaşmalarla ticaret ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyorlar. Devletler arasında imzalanmış birçok serbest ticaret anlaşması vardır fakat hiç şüphesiz bunlardan en önemlisi AB ve ABD arasında imzalanması öngörülen-görüşmeler devam ediyor- AB-ABD Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı Anlaşması’dır.

TTYO’nun Dünya İçin Önemi
AB ve ABD dünya hasılasının %50’sini ellerinde tutmakta, karşılıklı yatırımların toplam değeri 3 trilyon doları geçmekte ve Transatlantik ticaret yaklaşık 500 milyar dolar civarında gerçekleşmektedir. Dünya hizmet ticaretinin %40’ı ve dünya mal ticaretinin üçte biri yine iki taraf arasında gerçekleşmektedir. Dolayısıyla başarıyla devam ettirilen ortak ticaret ve yatırım antlaşması, AB için 2025 yılında 159 milyar dolar, ABD için 127 milyar dolar ek kazanç anlamına gelmektedir (Hamilton, 2014, ss.82-84). AB ve ABD arasında yapılacak bir serbest ticaret anlaşması bu iki aktörün dünya ticaretindeki konumlarını daha da güçlendirecektir.

Taraflar arasında yapılacak bir anlaşmayla tarifelerin düşürülmesi, mal ve hizmetlerin pazarda karşılıklı olarak serbest dolaşımı üçüncü tarafları haklı olarak tedirgin etmektedir. Tarifelerden muaf AB mallarıyla ABD pazarında rekabet etmek üçüncü ülke ekonomileri için büyük bir handikap anlamına gelmektedir ve Amerikan piyasasında AB mallarıyla rekabet edebilme gücünü ve imkânını da elinden almaktadır. Bunun da ötesinde Çin ve Rusya gibi ABD tarafından ‘çevreleme politikası’ ile baskı altına alınan ülkeler ekonomik kayıplara ilâveten politik yalnızlığa da göğüs germek zorunda kalacaklar. Çünkü AB ve ABD arasında imzalanacak bir STA anlaşması hiç şüphesiz uzun vadede çok daha yakın siyasi ilişkilere sebep olacaktır. TTYO, ABD’nin dünyaya karşı sergilemeye çalıştığı siyasi ve ekonomik bir gövde gösterisidir. Ekonomi ve politikanın iç içe geçtiği ‘modern devlet sistemi’nde ABD’nin, AB ile olan ekonomik işbirliğini siyasi müttefikliğe dönüştürmesi ve yükselen Asya’yı Japonya, Güney Kore, Tayvan, Filipinler ve Avustralya gibi ülkelerle olan çeşitli güvenlik ve işbirliği anlaşmaları ile kontrol altına alma tasarılarının bir parçası olarak bakılabilir.

TTYO’nun Karşısındaki Engeller

Müzakerelerin sürdüğü şu günlerde TTYO’ya karşı en büyük muhalefet AB toplumundan gelmektedir. Örneğin Almanya’da yapılan kamuoyu yoklamaları, Almanların 1/3’ünün anlaşmaya karşı olduğunu gösteriyor. AB ve ABD’nin mal ve hizmet standartlarındaki farklılıklar AB toplumunu rahatsız eden sebeplerin başında geliyor. Örneğin gıda standartlarındaki farklı yaklaşımlar anlaşmanın önündeki büyük engellerden biri olarak gözüküyor. ABD vatandaşları GDO’lu(Genetiği Değiştirilmiş Organizma) gıdaları tüketmekte bir sakınca görmezken bu durum AB vatandaşları için tam tersi bir durum teşkil ediyor. Greenpeace Almanya’nın basına sızdırdığı 240 sayfalık TTYO görüşmelerinde bu başlığın müzakerelerde önemli bir yer tuttuğunu görülüyor.
Greenpeace ticaret uzmanı Jürgen Knirsch “Gizli görüşmeler hakkında toplumun şu ana kadar elde ettiği bilgiler tam bir kâbus ve bunların yakın gelecekte gerçeğe dönüşebileceğini artık biliyoruz” ifadelerini kullandı.

Almanya Tüketici Örgütleri Federasyonu Başkanı Klaus Müller de ABD’nin öne sürdüğü taleplerin son derece ‘ilginç’ olduğunu kaydederek “ABD’nin TTIP çerçevesinde gıda pazarı için öne sürdüğü talepler, bu konudaki korkularımızı haklı çıkardı” dedi.

Kaynak: https://twitter.com/Greenpeace “Milyonlarca insanın kuşkuları doğruydu.”
Kaynak: Greenpeace “Milyonlarca insanın kuşkuları doğruydu.”
Kaynak: www.yenihayat.de Alman kamuoyu TTYO’yu ‘truva atı’ olarak nitelendiriyor.
Kaynak: www.yenihayat.de Alman kamuoyu TTYO’yu ‘truva atı’ olarak nitelendiriyor.

Transatlantik ticaret anlaşmasının AB yakasında kamuoyu gizli yürütülen müzakerelerden endişe duyuyor ve bunu her fırsatta dile getiriyor. Buna karşın ABD kamuoyunda ise TTYO aleyhinde bir eylem veya gösteriye araştırmalarım boyunca hiç rastlamadım. Bunun altında yatan en büyük sebebin ise lobi grupları ve medyanın TTYO lehine sergiledikleri tutumun olduğunu tahmin ediyorum. Çünkü hükûmetler, şirketler ve bankaların üç sacayağını oluşturduğu ‘şirketokrasi’(Bu tanım John Perkins’e aittir.)nin gücü ABD’de inanılmaz boyutlara varmış durumda. Amerikan halkı tam anlamıyla medya ve lobi gruplarının pençesinde kıvranmaktadır ve onlar rıza göstermediği sürece de TTYO karşıtı bir eylemin Amerika’da yapılması ihtimali düşük gözüküyor. Aslında Amerikalıların AB ile yapılan müzakerelerden haberi olduğunu bile sanmıyorum.

TTYO: Bölgeselleşme mi, Globalleşme mi?

Bu noktada TTYO ve benzeri serbest ticaret anlaşmalarının globalleşmeyi mi yoksa bölgeselleşmeyi mi arttıracağına dair çeşitli tartışmalar vardır. Tartışmanın sürdüğü şu günlerde bir taraf, bölgesel ticaret anlaşmalarının uzun vadede globalleşmeyi destekleyeceğini ve liberalizmi daha da güçlendireceğini savunuyor. Bu noktada kesin bir şey söylemek zor çünkü bu bir öngörü ve mantıksal bir bütünlük içinde olsa bile uygulamada yetersiz kalabilir veya AB-ABD arasında oluşabilecek bir sıkıntı diğer devletleri serbest ticaret anlaşmaları karşısından cephe almaya veya daha korumacı olmaya itebilir, bekleyip göreceğiz.

Ancak uzun vadede bu söylenenler gerçekleşse bile meselâ Afrika ile yapılabilecek serbest ticaret anlaşmaları için ne söylenebilir ya da böyle bir anlaşma yapılması gündeme gelebilir mi? Yani Afrika, Orta Amerika, Orta Doğu ve ya Güney Asya gibi daha yoksul bir profil çizen bölgeler ve gelişmekte olan ülkeler bu tip anlaşmalara nasıl taraf olacak? İşte bu noktada tartışmanın diğer tarafı devreye giriyor; dünya ekonomisinin sadece gelişmiş ülkelerinin tarafı olacağı öngörülen serbest ticaret anlaşmaları globalleşmeyi değil, bölgeselleşmeyi destekleyecek, liberalist ekonomik sistem zarar görecek ve korumacı(protectionist) ekonomik modeller-merkantilizm gibi- yükselişe geçecek.

Dolayısıyla TTYO Antlaşması imzalandığı takdirde AB ve ABD pazarlarına girmek üçüncü ülkeler için önemli bir zorluk olacak, bu ülkeler pazar paylarını üçüncü ülkelere kaptırabileceklerdir. Antlaşma nedeniyle üçüncü taraflarla yapılan ülkelerle ticaretin saptırıcı bir etki yaratması bir çok etkenin yanı sıra menşei kurallarındaki düzenlemelerin sıkılığına, diğer ticari partner ülke ile yapılmış tercihli ticaret antlaşmasının kapsamına, ülkenin ihracat bağlamında AB/ABD’ye olan bağlılığına göre değişmektedir. Örneğin Kamboçya ve Bangladeş gibi tekstil ihracatı yüksek oranda ABD’ye bağlı ülkeler için TTYO’nun imzalanması bu ülkelerin ABD pazarlarını Doğu Avrupa ülkelerine kaptırmaları anlamına gelebilir. Çünkü antlaşma imzalanırsa ABD ve AB arasında %12 oranında uygulanan vergi taraflar arasında daha fazla söz konusu olmayacak bu da diğer ülkelerin elini oldukça zayıflatacaktır (Kocamaz, 2015, ss.47).

TTYO ve Türkiye Ekonomisine Etkileri

TTYO Anlaşması’nın Türkiye ekonomisi üzerinde hiç şüphesiz büyük etkileri olacak; katılsak da katılmasak da. Türkiye’nin AB ile imzalamış olduğu Gümrük Birliği Anlaşması nedeniyle AB’nin imzalamış olduğu anlaşmalara tek taraflı bağlılığı söz konusudur ancak bu taraflılık AB’nin anlaşma masasında elini güçlendirirken Türkiye’yi mağdur ediyor. Türkiye, AB üyesi olmadığından ötürü AB’nin yapmış olduğu serbest ticaret anlaşmalarından faydalanabilmesi için anlaşma maddelerine genellikle Türkiye maddesi konuluyor, konulmazsa Türkiye anlaşma yapılan ülkeyle bire bir görüşmelere başlamak ve yeni bir anlaşma imzalamak zorunda kalıyor. Ancak AB ve ABD arasında müzakereleri süren TTYO anlaşmasında Türkiye maddesi yok ve anlaşmanın ticari boyutu da öncekilere nazaran çok daha büyük. Bu sebeple şayet AB ve ABD arasında TTYO anlaşması imzalanırsa Türkiye çok büyük ekonomik kayıplarla karşı karşıya kalacak ve AB pazarında ABD mallarıyla olan rekabet ve tarife avantajını kaybedecek.

Bu noktada Türkiye’nin yapabileceği bazı hamleler var. Öncelikle müzakere sürecine taraf olmaya çalışabilir ancak AB ve ABD arasında devam eden müzakerelerde bile çözülemeyen ve ya anlaşma sağlanamamış birçok başlık bulunuyor. Buna ilâveten Türkiye’nin taraflarla olan bire bir ilişkileri de anlaşma masasına oturmasını engelliyor. Türkiye’nin terör örgütü kabul ettiği PYD’nin silahlı kolu olan YPG’ye Amerika’nın silâh desteğini arttırarak devam ettirmesi sebebiyle ilişkiler bıçak sırtında ilerliyor. Buna ilâveten Alman Parlamentosu’nda 1915 Olayları’nın ‘Soykırım’ olarak kabul edilmesi sebebiyle Türkiye’nin Berlin Büyükelçi’si Almanya’dan Türkiye’ye çağrıldı. Dolayısıyla bu seçenek pek mümkün gözükmüyor.

Diğer bir hamle ise TTYO’nun tamamlanmasını beklemek ve ABD ile masaya oturarak bir serbest ticaret anlaşması imzalanması olabilir. Ancak, ABD-AB arasında oluşturulan Yüksek Düzeyli Çalışma Grubu (HLWG) çalışmalarının neredeyse iki yıl sürdüğü, yine Türkiye-Güney Kore arasında imzalanan STA öncesi benzer bir çalışma grubunun, müzakerelere geçmeden önce iki yıl kadar konuyu istişare ettiği dikkate alındığında müzakerelere başlamanın hemen mümkün olamayacağı düşünülebilir. Bu durumda, mevcut şartlarda bir değişme olmaması halinde, Türkiye-ABD arasındaki YDK’nın çalışmalarının tamamlanması ve müzakere kararına geçilmesinin en az iki yıl alabileceği göz önünde bulundurulmalıdır. Bu süreç zarfında, ABD-AB müzakerelerinin gidişatı ve kapsamı da Türkiye’nin STA müzakereleri için önemli bir gösterge teşkil edecektir(Akman, 2014, ss.21). Ancak müzakere başlıkları ve süreci düşünüldüğünde Türkiye’nin ABD ile olan anlaşma imzalanana kadar geçen süredeki Gayri Safi Yurtiçi Hasılasında (GSYH) 4 milyar dolarlık zarar oluşacak, katılması durumunda ise bu rakam 31 milyar dolara yükselecek ve zarar da ortadan kalktığı için toplam fayda(total utility) 35 milyar doları bulacak(Güneş ve Diğerleri, 2013, ss.3).

Son seçenek ise Türkiye’nin AB ile olan Gümrük Birliği Anlaşması’ndan çıkması olarak değerlendirilebilir ancak bu kararın uzun vadede Türkiye ekonomisine olan etkileri çok daha külfetli olacaktır.

Sonuç olarak, AB-ABD Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı Anlaşması Dünya ve Türkiye ekonomilerini etkileyecek önemli bir anlaşmadır. Şayet müzakereler olumlu sonuçlanır ve bir serbest ticaret anlaşması imzalanırsa ekonomi politiğin doğası gereği bu anlaşma uzun vadede politik müttefikliğe, stratejik ortaklığa evrilecektir, hiçbir ekonomik anlaşma sadece ekonomi boyutuyla kalmaz. Türkiye’nin anlaşmaya taraf olması halinde ekonomik olarak büyük kazanımlar elde edeceği; yine aynı şekilde anlaşma dışında kalması durumunda da büyük kayıplarının olacağı çeşitli raporlarda dile getirilmiş durumda. Türkiye’nin TTYO sonrası kâr-zarar tablosunun hangi tarafında yer alacağını izleyeceği politikalar belirleyecek.

Mücahid Keskinoğlu

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR


KAYNAKÇA:
Akman, M.S. (2014). AB-ABD Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı: Türkiye Açısından Bir Değerlendirme. Anakara Avrupa Çalışmaları Dergisi, Cilt.13, No.1, ss.1-29.
Güneş, D. Mavuş, M. ve Oduncu, A. (2013). AB-ABD Serbest Ticaret Antlaşması ve Türkiye Üzerine Etkileri. Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası Ekonomi Notları, Kasım.
Hamilton, D. S. (2014). America’s Mega-Regional Trade Diplomacy: Comparing TPP and TTIP. The International Spectator: Italian Journal of International Affairs, Cilt:49, Sayı:1, Mart, ss.82-84.
http://ascmer.org/abdnin-cini-cevreleme-politikasi-ve-filipinler.html
http://tr.sputniknews.com/avrupa/20160502/1022501021/abd-ab-ttip-greenpeace.html
http://web.ikv.org.tr/ikv.asp?id=169
Kocamaz, Sinem (2015). Transatlantik Ticaret ve Yatırım Ortaklığı Anlaşması’nın Dünya ve Türkiye Ekonomisi Üzerindeki Etkisi. Ege Strategic Research Journal, Cilt:6, Sayı:2, ss.31-56.

Fıkra Niyetine: Bir Alman, Bir Ermeni ve Bir Türk

Dün Alman Federal Meclisi’nde, bir dost meclisi etrafında anlatılan bir fıkradan farkı olmayan bir müsamere düzenlendi. Tarihindeki lekelerine çamaşır suyunun dahi fayda etmediği Almanya, Federal Meclisinde sözde Ermeni soykırımı yasasını oy çokluğuyla kabul etti.

Almanya’nın tarihle bu denli ilgisi politik oyunlardan başka bir şey ile açıklanamaz.

Türkiye ile Avrupa Birliği’nin mülteciler konusundaki pazarlığı sonucu Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliği kapısını aralaması ve vizelerin kaldırılması konuları Avrupa halkının tepkisine yol açmıştı. Dünkü yaşananlar, özellikle Almanya’nın başrol oynadığı bu durum üzerine tepkisini ortaya koyan Alman halkının gazını almaktan başka bir şey değildir. Almanya’da çalkalanan gündemin değişmesi ve Merkel ile partisine olan tepkilerin bertaraf edilmesi istenmiştir. Zira tarihi değerlendirmenin meclisin görevi olmadığını, tek ret oyu veren Hristiyan Demokrat Bettina Kudla ifade etmiştir1.

Kendi devletinin sahip olduğu tarihinin, zift karası kadar karanlık olduğunu bilen Alman Federal Meclis Başkanı, kendilerini temize çekmek adına verdiği demeçte şu ifadelere yer vermiştir: ‘‘Türkiye’deki mevcut hükümet 100 yıl önce yaşananlardan sorumlu değildir2.’’ Sözde bir soykırım ile hiçbir Türk hükümeti sorumlu değildir ancak insanı duygulardan nasibini almamışçasına, insanları ırkları uğruna sabun haline getiren dönemin Alman hükümetinden tüm Alman hükümetleri sorumludur.

En fazla silah ihracatı yapan ülkeler sıralamasında 5. sırada bulunan Almanya’nın silahları kurşun yerine gül atıyor olmalı ki, böyle bir şövalyeliğe soyunmuş olmalılar.

Sadece 2015 yılında silah ihracatından 2.04 milyar dolar3 kazanan Almanya’nın dünya barışına olan büyük(!) katkılarından dolayı ve dün Federal Meclis üyelerinin göstermiş bulundukları üstün müsamere performansları dolayısıyla 2016 Nobel Barış ödülüne layık görülmelidirler.

65. Türk hükümetinden beklenecek hareketler sert ve etkili olmaktır. Ancak geçmişe dönüp baktığımızda 14 Ekim 2009 Azerbaycan bayrağı krizi gibi olayların bulunması, ne kadar sert ve etkili adım atacakları konusunda şüphe doğurmaktadır.

Bir yazar tavsiyesi olarak tüm Avrupa devletlerinin kıskandığı Japon yapımı köprülerimizden Alman marka araçlarla geçmek yerine Anadol’lar ile geçmek tercih edilebilir.

Abdullah Özdil

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR


  1. dw.com
  2. dw.com
  3. armstrade.sipri.org

Japonya ABD Değil SSCB Sayesinde Teslim Oldu

Genel olarak dünya genelinde hep 2. Dünya Savaşının ABD sayesinde sonlandığı görüşü hakimdir. Bu inancın kaynağında ise kuşkusuz bilgisayar oyunları, filmler ve diziler gösterilebilir. Örneğin birçok kişiye sorduğunuz zaman size Hitler’in ABD yüzünden savaşı kaybettiğini söyler. Ancak Nazi Ordusunun büyük bir bölümü doğu cephesinde savaşıyordu. Mesela Barbarossa harekatında Naziler Sovyetler Birliğine yaklaşık 4 milyon kişilik bir ordu ile taarruz etmiştir. Zaten ABD savaş süresince epi topu 400 bin can verirken, Sovyetler Birliği’nde 27 milyon insanın hayatını kaybetmesi, savaşın büyük kısmının doğu cephesinde yaşandığını gösteriyor. Üstelik ABD savaş boyunca rakiplerine verdirdiği kaybın tamamına yakınını bombalamalarla verdirmişti, yani karada pek çatışmamıştı.

Hitler’in intihar etme sebebi ise Kızıl Ordu ile arasında ki mesafenin 20 km’ye düşmesiydi. Hitler için intihar etmek çok daha mantıklıydı. Çünkü yaşadıklarından dolayı öfkeden kudurmuş Sovyet halkına esir düşerse ölmekten beter olacağı kesindi. Hitler’in ölümüyle Avrupa da mücadele bitmişti, yani Avrupa da ki savaşın bitmesinin ABD ile pek alakası olduğunu söyleyemeyiz.

Gelelim Japonya’ya

Japonya’nın hep ABD’nin atom bombalarından dolayı teslim olduğu ve onların en çok ABD’nin yoğun bombardımanından yıprandığı ifade edilir. Bu ifadeleri kullanmak Japon halkını tanımamaktan kaynaklanır. Japon kültüründe kaybedilmiş bir savaştan canlı dönmek aile fertleri için bir utanç kaynağıdır. Bu yüzden Japonlar ya zafer yada ölüm dercesine bütün Pasifik adalarında son adamına kadar savaşmıştır. Pek çok cephede esir düşmüş veya düşecek olan Japonlar intihar ederek bu utançtan kurtulmayı tercih etmişlerdir.

Japon İmparatoru Hirohito için Hiroşima ve Nagazaki’nin, diğer binlerce Japon şehrinden pek bir farkı yoktu. Elbette atom bombasının kalıcı etkisi var ancak o zaman bu etki bilinmiyordu. Japon halkı için imparator Şintoizm inancının merkeziydi. O kutsal bir figürdü, onun asılması yada yargılanması bütün ülke için dayanılmaz olduğu gibi potansiyel bir intihar sebebiydi. Bununla ilgili General Douglas MacArthur raporunda “Onlar için İmparatorlarının asılması bizim için İsa’nın çarmıha gerilmesi ile aynı şey olur, hepsi karıncalar gibi ölümüne savaşır.” diye yazmıştı.

2_dunya_savasi_harita

Bu yüzden ABD İmparator’a dokunmaktansa onun kalıp kontrol edilmesini arzuluyordu. Sovyetler Birliği Mançurya’da 1,5 milyon kişilik bir ordu ile Japonlara hücum ediyordu, artık Avrupayı kasıp kavuran Kızıl Ordu öfkesini Japonlara kusuyordu. Mançurya’da ki Japon ordusunun neredeyse tamamı yok olmuştu. Öte yandan Kuril Adaları ve Sahalin Adası da işgal edilmişti. Bu saldırı aynı günlerde atılan atom bombaları nedeniyle unutuldu. Japon liderler için 9 ağustosta ki yıkıcı haber Nagazaki değil Sovyet istilasıydı. General Masakazu Kawabe, “Hiroşima’da meydana gelen korkunç yıkım, ülke çapında ki yıkım içinde sadece belli bir yer tutuyordu. Asıl büyük şoku yaşatan, Sovyet Ordusunun savaşa girişi oldu. Çünkü zaten herkeste büyük bir korku uyandıran Avrupa’da ki büyük Kızıl Ordu, şimdi silahlarını bize yöneltmişti.” diyordu. Japonya Başbakanı Kantaro Suzuki, “Japonya derhal teslim olmalıdır. Yoksa Sovyetler Birliği sadece Mançurya Kore ve Karafuto’yu değil, Hokkaido’yu da alır. Bu da Japonların temelini yok eder. Amerika ile anlaşabileceğimiz zaman savaşı sonlandırmalıyız.” diyordu. Bu sözler Japonların neye önem verdiğini gösteriyordu.

Sovyetler Birliği sadece Japonların İmparatorluğunu yıkmakla kalmayacak, İmparatorlarını da tereddüt etmeden yok edeceklerdi. Nede olsa 1918’de kendi imparatorlarını bile karısı ve 5 çocuğuyla birlikte infaz etmişlerdi. Kendi imparatorunu, ailesi ile birlikte öldüren Kızıl Ordu Hirohito’nun gözünün yaşına bakar mıydı? Eğer Japon İmparatoru ve hanedanlığı yok edilirse, bu durum tarihin gelmiş geçmiş en uzun süre yönetimde kalmış hanedanlığınında sonu olacaktı. Çünkü bu hanedanlık ilk imparator Jimmu’nun Japon adalarına ayak bastığı MÖ 660 yılında yani Japonya’nın kuruluşundan beridir ülkeyi yönetiyor ve bu konuda en uzun süren hanedanlık unvanına sahipler. Şintoist inanca göre Jimmu, güneş tanrıçası Amaterasu’nun soyundan gelir. Ameratsu’nun oğlu Ame no Oshihomimi no Mikoto üzerinden Ninigi-no-Mikoto adında bir torunu olur ve Güneş tanrıçası torununu Japon adalarına gönderir. İşte bu yüzden Şinto dininde bu hanedanlık kutsaldır. Hanedanlığın yok edilmesi Şintoizminde bitmesi anlamına gelir ve bu sayede Japonya, dinine bağlılığını ve umudunu kaybederek kolayca Komünizmi ilke edinebilecekti. Japonya gibi bir ülkenin Komünist blokta yer alması batı için zaten felaket olurdu. Günümüzde’de Şintoizm oldukça zayıf, fakat bunun sebebi kapitalist sistemin yozlaştırıcı etkisi oldu. Artık hanedanlık bile bu mitolojik masalları takip etmiyor ama ABD sayesinde halen bu hanedanlık yetkileri son derece kısıtlanmışta olsa ülkeyi temsilen görevde duruyorlar ve ekmek elden su gölden yaşıyorlar.

Aslında atom bombası Japonya’nın temellerini kaybetmeden savaşı bitirebilmesinin önünü açmıştı. Yani bir bakıma onlar için güzel bir bahane olmuştu. ABD, SSCB sayesinde savaşın biteceğini biliyordu. Atom bombalarının, SSCB’ye yapılacak dayatmalar için koz olarak kullanılmasından başka hiçbir amacı yoktu.

Özetlemek gerekirse Hitler’i bitiren Kızıl Ordu’ya esir düşme korkusu, Hirohito’yu bitiren Kızıl Ordu tarafından infaz edilme korkusuydu. ABD değil!

Muhammed Ali Çalışkan

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Suriye Son Durum Haritası (Haziran 2016)

Suriye’de Taraflar
Esad Rejimi  – Hizbullah, Rusya, İran ve Şii Milisler
Muhalifler – Ahrar uş-Şam, El Nusra, ÖSO vb.
PYD/YPG  – SDF çatısı altındaki küçük gruplar ve PKK
IŞİD – Örgüte biat eden yerel milis güçler ve aşiretler
17 Haziran 2016 Suriye Haritası - Harita: A7_Mirza
14 Haziran 2016 Suriye Haritası – Harita: A7_Mirza

[TAM EKRAN – AYRINTILI HARİTA]

01 Haziran 2016 Suriye Haritası:

Suriye'deki Son Durum Haritası 01.06.2016 (Harita: suriyegundemi.com)
Suriye’deki Son Durum Haritası 01.06.2016 (Harita: suriyegundemi.com)

[TAM EKRAN – AYRINTILI HARİTA]

Suriye iç savaşında geçtiğimiz ay hakkında son durum vermek oldukça zor bir hâl aldı. Şuan bile çatışmaların şiddetli bir şekilde yaşandığı ülkede son haftalarda yaşanan gelişmeler tüm Mayıs ayında yaşanan gelişmeleri gölgede bıraktı. Yaşanan değişikliklerin özetini vermenin sürekli olan saldırılar ve el değiştiren topraklardan dolayı zor olduğu Suriye’de, Türkiye’yi daha yakından ilgilendiren gelişmelerden bahsetmekte fayda var.

PKK’nın Suriyeli kolu olan PYD Suriye Demokratik Güçleri(SDG) çatısı altında ABD öncülüğündeki koalisyon güçlerinde hava desteği almaya devam ediyor. Bu hava desteğiyle IŞİD’in ‘başkenti’ sayılan Rakka‘ya bir operasyon düzenledi. Bu operasyon sürerken, operasyonun merkez odaklı olmadığı açıklandı. Rakka operasyonu devam ederken Türkiye sınırındaki ‘Güvenli Bölge’ alanı olarak sürekli dile getirilen ve Türkiye için büyük önem arz eden Azez ve Mare‘ye IŞİD saldırısı gerçekleşti. Azez’e çok yaklaşan örgüt burada bazı köyleri muhaliflerden ele geçirerek Mare kasabasını kuşatma altına aldı. (Azez’de Son Durum)

Afrin’in doğusundaki bu gelişmelerden sonra PYD güçleri Rakka operasyonunu durdurdu. Türkiye’nin kırmızı çizgisi olarak bilinen ‘Fırat’ın Batısındaki’ Menbiç‘e yığınak yapan örgüt, ABD’nin hava desteğiyle burada operasyona başladı.

Suriye ile ilgili Mayıs ayındaki önemli başlıklar:

– ABD’li yetkililer, SDG çatısı altındaki YPG’nin Mumbuc operasyonuna Türkiye’nin de destek verdiğini açıkladı.

– Suriye’de hem Esad rejimine hem de PYD’de karşı savaşacağını ilan eden ‘Kürt Devrimciler Tugayları’ kuruldu.

– IŞİD Türkiye sınırına yakın Halep’in kuzeyindeki Mare’yi kuşatmya aldı. Mare’nin batısındaki ‘Şeyh İsa’, YPG saldırıları sonrası YPG’ye bırakıldı. (HARİTA)

– IŞİD’in iddiası doğru çıktı.Palmira ile Humus arasındaki Rus askeri üssünde 4 helikopter ve 20 zırhlı araç vurulmuş.

– Suriye’deki Rus üssünün bulunduğu Tartus ve diğer sahil şehri Lazkiye’de bombalı araç saldırısı düzenlendi. 90’dan fazla kişi öldü.

– Suriye’de Esad rejimi yönetimindeki hapishanelerde son beş yılda en az 60 bin kişinin işkence ve kötü beslenmeden öldüğü açıklandı. [SOHR]

– Şam’da bir patlamada ölen, 2011’den bu yana Hizbullah’ın Suriye’deki operasyonlarını yöneten ve Hizbullah lideri Hasan Nasrallah’tan sonra hareketin ikinci lideri olarak bilinen Mustafa Bedreddin öldürüldü. Hizbullah patlama için muhalifleri suçladı.

– Rusya’nın BMGK’da “Suriye’de savaşan Ahrar’uş Şam ve İslam Ordusu’nun terör örgütü ilan edilmesi” teklifi ABD öncülüğünde reddedildi.

– El Kaide lideri Zevahiri, “Suriye’deki Nusret Cephesi, istediği zaman El Kaide’yi benimsemekten çıkarak muhaliflerle birleşebilir” dedi.

– SKY News, Suriye’de IŞİD ile Esad rejiminin belli bölgelerde işbirliği yaptığına dair belgeler yayınladı.

– BM’nin Suriye Özel Temsilcisi Mistura, her 25 dakikada 1 Suriyeli’nin öldüğünü söyledi.

Kaynak: StratejikOrtak.com

Kudüs’ün Dört Kuralı: İsrail Türkiye Yakınlaşması

KUDÜS’ÜN DEĞİŞMEZ DÖRT KURALI IŞIĞINDA İSRAİL TÜRKİYE YAKINLAŞMASI

Kural 1:
İsrail’le mücadeleden geri duran bir Arap liderinin, Filistinlilerce kabul görmesi mümkün değildir. İsrail’le perde arkasından anlaşmaya kalkışan bir Arap yöneticinin canı, Filistinliler arasında asla güvende değildir.

Kural 2:
Filistin meselesinde, İsrail’e karşı açıktan tavır almanın cezası ölümdür. Bir Arap yöneticisi, hele de petrolü silah olarak kullanmaya kalkışırsa, en mahrem yerde yani kendi sarayında, en yakını tarafından öldürülebilir.

Kural 3:
Bir Arap lideri, İsrail’le açıktan anlaşma yapmaya ve Siyonistlerle yakınlaşmaya kalkışırsa, ona ilk direniş kendi ordusundan ve askerlerinden gelir. İsrail’e karşı kazanılan zaferin yıldönümünde bile olsa, o lider, kendi askerleri tarafından öldürülmekten kurtulamaz.

Kural 4:
Hiçbir İsrailli yönetici, Filistinlilerle kapsamlı bir barışa imza atamaz. Atarsa, yine kendi halkından birileri çıkıp, onu binlerce kişinin gözleri önünde öldürebilir.

Arap İsrail çekişmesi açık bir savaştan masanın altında bir bilek güreşine döndüğü son dönemde, Gazze’nin tecridi de İsrail’e bir şey kazandırmamış hatta bölge müttefiklerine karşı güç kaybettirmiştir. İsrail’in asıl sorunu dışarıda aradığı sürece kalıcı bir çözüm daha doğrusu ulus devlet ülküsünden uzaklaştığının farkına varmalıdır.Bölgede yalnızlaşan İsrail toplumu içeride de çeşitli kırılmalara hatta ayrılmalara gebedir. İsrail içinde Yahudiliğin mezhep ekseninde birleştirme özelliği gün geçtikçe etkisini kaybetmektedir. Farklı kültürlerdeki dindaş insanlar bir arada yaşamakta gün geçtikçe zorlanmaktadır. Bu da sonuç olarak tarihte görüldüğü gibi “ÜMMET” olgusu ile bir araya zorla getirilmiş bir topluluğun kalıcı bir ulus devlet olma ihtimalini ortadan kaldırmaktadır.

Siyonist üst akıl diye tabir edebileceğimiz bir yapı, yukarıda bahsettiğimiz hadiseyi görmüş olacak ki, farklı kültürlerin dindaşlarını bir arada tutmak için bugüne kadar denediği yöntemleri 2015 yılından itibaren bir kenara koyup, yeni bir yöntem geliştirmek üzere harekete geçti. ABD ve Avrupa’daki Yahudilerin paylaşmadığı bir kader birliğinden söz etmek çok gereksiz olacağından, bilinen yöntemlerin dışına çıkarak yani mağdur-mazlum bir nesil yerine, mağrur ve gururlu bir nesil yetiştirmek istiyor. Bunun içinde artık bölgesinde kalıcı bir denge unsuru olan Türkiye ile ilişkileri düzeltip, Suriye ve Irak ekseninde bölgede söz sahibi olmak için çaba içine giriyor. İsrail’in Obama yönetimiyle arasının pek iyi olmadığı gün gibi aşikarken, sonbaharda ABD seçimlerinin ardından kartların yeniden dağıtılacağını bilmektedir.

İşte tamda bu yüzden Türkiye-İsrail arasında imzalanacak antlaşmada kamuoyunda konuşulan konuların aksine, en önemli madde Suriye olacaktır. Yukarıda saydığımız dört madde Araplar ile İsrail ilişkilerinin neden çıkmaza girdiğinin ve her çıkmazda karşılıklı can kayıpların çözümün ilerlemesinde bir faydasının olmadığı görülmüş olacak ki, İsrail bölge de söz sahibi olup içerideki mozaiği çatlatmamak için eski dostunun kapısını tekrar çalmıştır.

Ahmet İşitez

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Kafkasya Bölgesi’nin Yaşam Standartları Haritası

5

Ermenistan, Azerbaycan, İran, Türkiye, Gürcistan ve Rusya topraklarının içerisinde yer alan Kafkasya Bölgesi’nde Azeriler, Ermeniler, Gürcüler, Lazlar, Abhazlar, Çerkesler, İnguşlar ve daha nice halk yaşamaktadır. Bölge 6 ülke tarafından bölünmüş ve halklar arasında bazı farklılıklar yaşanmaya başlamıştır. Bu farklılıklara yaşam standartları gözüyle bakılan aşağıdaki harita, Kafkasya’nın ‘fakirlik’ tablosunu bizlere veriyor. Türkiye, İran ve Rusya’nın bir bölümü en iyi yaşam standartları arasında yer alırken, Gürcistan en kötü yaşam standartları sahip ülke konumunda.

  • Renk koyulaştıkça fakirlik artıyor, yaşam standartları düşüyor.

kafkasya-fakirlik-haritasi

(TAM EKRAN – AYRINTILI HARİTA)

5’inci Yılında Suriye İç Savaşının İnsani Bilançosu

Savaşın Kaybedenleri; 5’inci Yılında Suriye İç Savaşının İnsani Bilançosu

Tarih boyunca yaşanan savaşlarda sivil halklar çeşitli şekillerde hep etkilenmiştir. Fakat özellikle 20. yüzyıl ile birlikte savaşlarda konveksiyonel silahların kullanlmaya başlanması tarihte eşi görülmemiş şekilde sivil kayıpların artmasına sebep olmuştur. Birinci Dünya Savaşın’da ölen sivillerin oranı %14’ken, İkinci Dünya Savaşı’ında bu oran %70’e yükselmiş ve on milyonlarca insan hayatını kaybetmiş on milyonlarcası göç etmiştir. Tabibler Biriliğinin bir raporuna göre, bugün ise savaşlarda ölen sivillerin oranı %90’dır (ttb.org.tr, 20 Mayıs).

Yerküre üzerinde eşsiz bir jeopolitik konuma sahip ve politik sürtüşmelerin nice yılan hikayeleri doğurduğu Ortadoğu, yüzyıllardır mütemadiyen savaşlara, işgallere, etnik ve dini çatışmalara mâruz kalan, acının ve gözyaşının hiç dinmediği bir coğrafya. Burada yaşayan halklar savaş ve ölüm kavramlarına hiçte uzak değil. 2011 yılında Suriye’de ayaklanmaların başladığı ilk dönemlerden itibaren siviller hedef alınmış ve savaşın geldiği noktada en fazla sivil nüfus yaşamını yitirmiştir. Suriye Politika Araştırma Merkezi’nin (SCPR), Guardian gazetesinde yayınlanan raporuna göre, ülkede yaşanan savaş boyunca hayatını kaybedenlerin sayısı 470 bini aştı. Bu sayının 400 bini savaş süresince yaşanan şiddetten kaynaklı nedenlerle yaşamını yitirirken, geriye kalan 70 bin kişinin ölümü ise, yetersiz sağlık hizmetleri, ilaç, yetersiz beslenme, barınma, hijyen v.b. pek çok nedenden kaynaklanmıştır. Rapora göre Suriye’deki savaşta ülke nüfusunun yüzde 11’i öldü ya da yaralandı. Yaralananların sayısı 1.88 milyon olurken, ortalama yaşam süresi 2010’da 70 iken, 2015’te 55,4’e geriledi. Savaş nedeniyle ulusal sağlık sistemi ve ülke alt yapısı neredeyse yok oldu. Toplamda nüfusun yüzde 45’i yaşadığı yerlerden ayrılmak zorunda kaldı. 6.36 milyon kişi ülke içinde yer değiştirirken 5 milyona yakın kişi ülke dışına çıktı. Bu durum ülke nüfusunun %21 oranında azalmasına sebep oldu. Ayrıca ülkede tüketici fiyatları geçtiğimiz yıl yüzde 53 oranında artarken, savaş boyunca 13.8 milyon Suriyeli işini kaybetti. ESCWA ‘Batı Asya için Birleşmiş Milletler Ekonomik ve Sosyal Komisyonu’ ve ‘St Andrews’ Üniversitesi’nin ortak hazırladığı raporda ise, Suriyelilerin 2010 yılında 28% iken şimdi 80%’i yoksulluk sınırı altında yaşadığını, ayrıca Suriye’de 13.5 milyon kişi yardıma muhtaç olduğunu açıklandı. Ekonomide %55 oranında daralmanın yaşandığı vurgulanırken, gıda fiyatlarının yükselmesi sonucu, ayaklanmanın başladığı ay Mart 2011’den bu yana pirinç ve un fiyatları 723% artmış durumda. Beş yıl süren savaşın sağlık hizmetlerine etkisi de raporda yer aldı. 2010 yılında Suriye genelinde 493 büyük hastane bulunurken, 2015 yılına geldiğimizde 165 hastane yok edilmiş, 170 hastane (34%) hizmetin dışında kalmış, 69 hastane ise (14%) cüzi olarak çalışmakta. Ayrıca doktorların sayısında da ciddi bir azalma yaşanmış. 2015 yılında her 1442 Suriyeli için bir doktor bulunuyor, bu oran ise 2010 yılında 661/1 idi (suriyegundemi.com ve bbc.com, 25 Mayıs 2016).

Fotoğraf 1, Manu Brabo: "Halep'teki Dar-ül Şifa Hastanesi'nde birçok gazeteciyle birlikte çalışıyorduk. Roket seslerinin gittikçe yakınlaştığını duyuyorduk, sonrasında hastaneye birçok yaralı getirilmeye başlandı. Aniden uzun boylu bir adamın, kucağında 10 yaşındaki bir erkek çocukla hastaneye geldiğini gördüm. Doktorlar bu adamı ameliyathaneye aldı. Bir süre sonra bu adam, çocuğunun ölü bedeniyle ameliyathaneden çıktı. Hastaneden ayrılırken sanki bilincini kaybetmişti, iki yanağından gözyaşları damlıyordu. Sonra diz çöktü ve caddenin ortasında hıçkırarak ağlamaya başladı." (ntv.com.tr)
Fotoğraf 1, Manu Brabo: “Halep’teki Dar-ül Şifa Hastanesi’nde birçok gazeteciyle birlikte çalışıyorduk. Roket seslerinin gittikçe yakınlaştığını duyuyorduk, sonrasında hastaneye birçok yaralı getirilmeye başlandı. Aniden uzun boylu bir adamın, kucağında 10 yaşındaki bir erkek çocukla hastaneye geldiğini gördüm. Doktorlar bu adamı ameliyathaneye aldı. Bir süre sonra bu adam, çocuğunun ölü bedeniyle ameliyathaneden çıktı. Hastaneden ayrılırken sanki bilincini kaybetmişti, iki yanağından gözyaşları damlıyordu. Sonra diz çöktü ve caddenin ortasında hıçkırarak ağlamaya başladı.” (ntv.com.tr)
Fotoğraf 2, Robert King: "Bu fotoğraf cephedeki bir doktorun cesaret ve gücünü simgeliyor. Mide bağırsakları uzmanı olan doktor Kasım, Esad rejimi tarafından terörist olarak adlandırılıyor. Onun mücadelesi ise, Esad ordusunun tankları tarafından vurulan 6 çocuğu iyileştirmeye çalışmak." (ntv.com.tr)
Fotoğraf 2, Robert King: “Bu fotoğraf cephedeki bir doktorun cesaret ve gücünü simgeliyor. Mide bağırsakları uzmanı olan doktor Kasım, Esad rejimi tarafından terörist olarak adlandırılıyor. Onun mücadelesi ise, Esad ordusunun tankları tarafından vurulan 6 çocuğu iyileştirmeye çalışmak.” (ntv.com.tr)
Fotoğraf 3, Eduardo Elias: "Bu fotoğrafı 21 Ağustos'ta Halep'te çektim. Bir fırın saldırıya uğramış ve yaralılar Dar-ül Şifa Hastanesi'ne getirilmişti. Yaralı ve ölüler arasında çalışmak gerçekten çok korkunçtu. İlk defa bir savaş takip ediyordum ve fotoğrafları çekmek benim sorumluluğumdu. Bu fotoğrafa baktığımda, bir hastane köşesinde, gözleri dolmuş halimi hatırlıyorum. İsyancılar yaralandığında ya da öldüğünde anlıyordum, bu bir savaştı. Peki çocuklar, kadınlar ve siviller öldüğünde. İşte bunu anlamak zordu." (ntv.com.tr, 16 Mayıs)
Fotoğraf 3, Eduardo Elias: “Bu fotoğrafı 21 Ağustos’ta Halep’te çektim. Bir fırın saldırıya uğramış ve yaralılar Dar-ül Şifa Hastanesi’ne getirilmişti. Yaralı ve ölüler arasında çalışmak gerçekten çok korkunçtu. İlk defa bir savaş takip ediyordum ve fotoğrafları çekmek benim sorumluluğumdu. Bu fotoğrafa baktığımda, bir hastane köşesinde, gözleri dolmuş halimi hatırlıyorum. İsyancılar yaralandığında ya da öldüğünde anlıyordum, bu bir savaştı. Peki çocuklar, kadınlar ve siviller öldüğünde. İşte bunu anlamak zordu.” (ntv.com.tr, 16 Mayıs)
Fotoğraf 4, Bu fotoğraf, Halep'in Bustan el-Kasr bölgesinin savaş uçaklarıyla vurulmasından hemen sonra çekildi. Atılan üç bombadan ikisi bu eve isabet etti ve saldırıda 8 kişi yaşamını yitirdi. Ölenlerden 5'i yaşları 15'ten küçük çocuklardı ve hepsi aynı ailedendi. (Nicola Tung , ntv.com.tr, 16 Mayıs)
Fotoğraf 4, Bu fotoğraf, Halep’in Bustan el-Kasr bölgesinin savaş uçaklarıyla vurulmasından hemen sonra çekildi. Atılan üç bombadan ikisi bu eve isabet etti ve saldırıda 8 kişi yaşamını yitirdi. Ölenlerden 5’i yaşları 15’ten küçük çocuklardı ve hepsi aynı ailedendi. (Nicola Tung , ntv.com.tr, 16 Mayıs)

Son derece acımasız bir şekilde yürütülen savaşta, taraflar birbirleriyle sivil halkı gözetmeksizin çatışmakta, özellikle Rejim, kimsayalar silahlar, misket bombaları, scud füzeleri, vakum bombası gibi ağır konveksiyonel silahlar kullanmaktan çekinmemektedir. Bunlarla birlikte rejimin hava saldırı ile her ay binlerce sivil yaşamını yitirmektedir. Halihazırda savaşın büyük bir kısmının şehirlerde olması, sivil kayıpları arttıran bir başka etkendir. Rejim güçleri kasıtlı olarak okulları ve hasteneleri hedef almakta, şehirleri yaşanmaz hale getirerek halkı göç etmeye mecbur bırakmaktadır. Esad Rejiminin sivil halka yönelik birçok defa savaş suçu sayılan kimsayal silahları kullandığı belgelenmiştir. 13 Haziran 2013 tarihinde, Birleşik Devletler, Suriye Ordusu’nun pek çok kez muhaliflere karşı sınırlı kimyasal saldırılar düzenlediğini ve bu saldırılarda 100-150 kişinin hayatını yitirdiğini kesin kanıtlarla duyurmuştur. 21 Ağustos 2013 tarihinde ise, Suriye Ordusu’nun Doğu Guta bölgesinin Jobar, Zamalka, Ain Tirma ve Hazzah bölgelerine sistematik bir kimyasal saldırı düzenlemiş ve en az 635 kişinin saldırının ilk anında hayatını kaybettiği açıklanmıştır. Saldırılar rejim tarafından yalanlansa da, Birleşmiş Milletler’in üç haftalık soruşturmaları ve saha araştırmaları sonucunda saldırı kesinleşmiş ve saldırıda kullanılan kimyasal gazın sarin gazı olduğu netlik kazanmıştır. Bir savaş taktiği olarak, şehirleri kuşatıp temel insani ihtiyaçların girişini yasaklayarak teslim olmaya mecbur bırakma stratejisi rejim tarafından iç savaşta birçok yerde uygulanmıştır. Şam’ın yaklaşık 25 km kuzey batısında ve Lübnan sınırına da 11 km mesafede bulunan Madaya’yı Temmuz ayında hükümete bağlı birlikler ve Şii Hizbullah kuşatma altına alıp 8 bin mayınla çevirmiş ve 20 bin nüfuslu şehirde açlıktan ölümler ve salgın hastalıklar başlamıştır. Buna karşılık El Nusra benzer bir şekilde Şii kenti Fua’yı kuşatmış BM’nin devreye girmesiyle Ocak ayından itibaren kısıtlı olarak bu şehirlere insani ihtiyaçlar ulaştırılmıştır. Öte yandan BM, Suriye’de yaklaşık 450 bin kişinin 15 farklı bölgede daha çok rejim tarafından kuşatma altında yaşadığını ve bu bölgelere yardım ulaştırmak için ilettiği taleplerinin sadece yüzde 10’unun kabul edildiğini açıklamıştır.

Harita 1 ve 2, Rejim tarafından kuşatılan Madaya ve muhalifler tarafından kuşatılan Fua, ( aljazeera.com ve suriyegundemi.com)
Harita 1 ve 2, Rejim tarafından kuşatılan Madaya ve muhalifler tarafından kuşatılan Fua, ( aljazeera.com ve suriyegundemi.com)

Suriye sorununu insani ve uluslararası bir soruna dönüştüren bir başka mesele ise iç savaş nedeniyle ülkerini terkeden mültecilerdir. 2011 yılından bu yana ülkesinden ayrılan 4 milyon 836 bin mültecinin, 2 milyon 750 bini Türkiye’de geçici koruma altında bulunmaktadır. Lübnan’da 1 milyon, Ürdün’de 640 bin, Irak’ta 250 bin ve Mısır’da 120 bin Suriyeli mülteci bulunmaktadır (aa.com.tr ve BMMYK, 4 Mayıs). Öte yandan Türkiye’de kayıt altına alınıp daha sonra kaçak yollarla Avrupa’ya geçen mülteci sayısı hakkında kesin rakamlar bulunmamaktadır. Fakat BMMYK verilerine göre, geçen yıl Türkiye’den deniz yoluyla geçerek Yunanistan’a varan insanların sayısını 850 bin olarak belirtiliyor. 2016 yılının Mart ayı başına kadar olan dönemde bu 123 bin olarak gerçekleşen bu sayının yarıya yakını Suriyeli mültecilerden oluşmaktadır (unhcr.org ve bbc.com, 29 Mayıs).

Fotoğraf 5, Moises Saman: "Soğuk ve gökyüzünün açık olduğu bir geceydi. Türkiye ile Suriye'nin İdlib bölgesini ayıran Asi Nehri'ni aydınlatan tek şey ay ışıklarıydı. Türkiye tarafında, ırmak kenarındaydım, böceklerin ve Suriye tarafında araba seslerinden başka hiçbir gürültü yoktu. Saniyeler sonra iki ışık ve bir traktörün gürültüsünü işittim. Suriyeli insan kaçakçıları bir çift ve küçük bebeklerini, Suriye'deki savaştan, güvenli Türkiye'ye kaçırıyorlardı. Şimdi geçmişe baktığımda bir ülkenin dünyanın gözleri önünde nasıl yok olduğunu görüyorum." (ntv.com.tr)
Fotoğraf 5, Moises Saman: “Soğuk ve gökyüzünün açık olduğu bir geceydi. Türkiye ile Suriye’nin İdlib bölgesini ayıran Asi Nehri’ni aydınlatan tek şey ay ışıklarıydı. Türkiye tarafında, ırmak kenarındaydım, böceklerin ve Suriye tarafında araba seslerinden başka hiçbir gürültü yoktu. Saniyeler sonra iki ışık ve bir traktörün gürültüsünü işittim. Suriyeli insan kaçakçıları bir çift ve küçük bebeklerini, Suriye’deki savaştan, güvenli Türkiye’ye kaçırıyorlardı. Şimdi geçmişe baktığımda bir ülkenin dünyanın gözleri önünde nasıl yok olduğunu görüyorum.” (ntv.com.tr)

Bir Savaş Taktiği Olarak İşkence

İnsanlık tarihi boyunca çeşitli sebeplerle çatışan güçler arasında, bir savaş taktiği olarak işkence kullanılagelmiştir. Zaman zaman istihbarat toplamak ve bireysel düzeyde psikolojik baskıyla sonuç almayı amaçlayan işkence yöntemlerinin yanı sıra, özellikle modern çağlarda endüstriyel düzeyde işkencenin bir savaş yöntemi olarak geliştirildiğine şahit olundu. Yakın tarihlerde Nazi Almanya’sı, özellikle Stalin dönemi olmak üzere Sovyet Rusyası, Pol Pot rejimi v.b. örneklerde işkencenin toplu bir biçimde belli insan gruplarına karşı uygulandığı görülüyor. Daha yakın dönemlerdeyse özellikle ABD önderliğinde 11 Eylül sonrası başlatılan “teröre karşı savaş”, devamında yaşanan Afganistan ve Irak işgalleri, Ebu Gureyb cezaevi, Guantanamo gibi patlak veren çok sayıda skandalla gündeme gelen işkence endüstrisi, özellikle son dönemlerde Suriye’de başlayan halk ayaklanması ve iç savaşla birlikte bambaşka bir boyuta taşındı. Endüstriyel düzeyde işkencenin görüldüğü özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndaki Nazi Almanya’sının sistematik olarak başvurduğu ve “geliştirdiği” yöntemlerin, günümüzde farklı çatışma alanlarında kullanılmaya devam edildiği sanılıyor. 100 bin Avrupalı Yahudi’nin gaz odalarında ölümünden sorumlu bulunan Avusturyalı savaş suçlusu Alois Brunner, Hafız Esed döneminde Suriye’ye gelirken, rejim tarafından işkence yöntemleri geliştirmesi amacıyla görevlendirildiği düşünülüyor. Geçtiğimiz günlerde Londra merkezli Suriye İnsan Hakları İzleme Örgütü (SOHR)’nün Suriye’de Esad rejimi tarafından hapishanelerde 60 bin kişinin öldürüldüğü haberiyle konu tekrar gündeme taşındı. Daha önce 21 Ocak 2014 tarihinde Suriye rejimi tarafından gerçekleştirilen işkenceler sonucu yaşamını yitiren 11 bin kişinin fotoğrafının yayınlandığı “Sezar Raporu”nun ardından 2 yıl sonra yine rejim kaynaklarına dayandırılarak açıklanan yeni rakamlar, rejim kontrolünde bulunan hapishanelerdeki işkence endüstrisinin boyutlarını gözler önüne serdi. SOHR’un Esad rejimine bağlı Hava Kuvvetleri İstihbaratı ve Devlet Güvenlik Teşkilatının yanı sıra, Sednaya Hapishanesi içerisindeki kaynaklara dayanarak verdiği bilgilere göre, 18 Mart 2011’den başlayarak 21 Mayıs 2016’ya kadar rejim güçleri tarafından 60 bin tutuklu işkence altında can verdi. Ölenlerin büyük bir kısmı direk fiziksel işkence altında can verirken, bir kısmı açlık ve gerekli tıbbi malzemelerin sağlanmaması sebebiyle hayatını kaybetti. SOHR yine kendi kaynaklarına dayanarak, aynı tarihler arasında 14 bin 456 tutuklunun ölümünü bizzat kaydederken, bu rakamlar arasında 18 yaş altı 110 genç ve 53 kadın bulunuyor (suriyegundemi.com, 25 Mayıs).

Mehmet Enes Bağlama

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR


BBC, Suriye nüfusunun yüzde 11’i öldü ya da yaralandı, Erişim 25 Mayıs 2016, www.bbc.com/turkce/haberler/2016/02/160211_suriye_rapor_guardian
BMMYK, Suriyeli mülteci verileri, Erişim 4 Mayıs 2016,
http://data.unhcr.org/syrianrefugees/regional.php
Suriye Gündemi, Bir savaş taktiği olarak işkence, Erişim 28 Mayıs 2016,
http://www. suriyegundemi.com/2016/05/23/bir-savas-taktigi-olarak-iskence/
Suriye Gündemi, Suriye’de ölü sayısı, Erişim 25 Mayıs 2016 http://www.suriyegundemi.com/2016/02/11/suriyede-olu-sayisi-470000/
Türk Tabibler Birliği, Savaşlarda ölenlerin yüzde 90’ı sivil, Erişim 20 Mayıs 2016, http://www.ttb.org.tr/TD/TD
Fotoğraflar, http://www.ntv.com.tr/galeri/dunya/28-foto-muhabirinin-gozunden-suriye-savasi,ZFxqU0NU8E27X-zD-YpIHQ/960PKy7I7EeHr1R3tc_BuQ

PYD’nin Geleceği Ne Olacak?

2011’den günümüze iç savaşın sürdüğü Suriye’de dengeler her gün o kadar değişiyor ki, akıl erdirmek bir yana gündemi takip etmek bile oldukça zor bir hâl alıyor. Özgür Suriye Ordusu(ÖSO) ile başlayan Esad rejimine muhalefet cephesi kendi içinde sayısız gruba bölünmüş, çeşitli ayrışmalara Selefi örgütlerin eklenmesiyle iş tabiri caizse çığırından çıkmıştır. Bu Selefi örgütlerin en güçlülerinden El Kaide’nin Suriye kolu El Nusra ve ona daha sonradan eklenen ‘Irak El Kaidesi’ yani IŞİD sahada oldukça güçlenmiştir. Bu güçlü yapılanma içerisinde de hızlı bir şekilde ayrılık yaşanmış ve 2014 Şubat’ında El Nusra Suriye’de muhalif gruplara karşı savaşan IŞİD ile bir bağlantısı bulunmadığını, eylemlerinden sorumlu olmadığını açıklamıştır. Daha sonra IŞİD, El Nusra’yı ”Harici” olarak göstererek kendi örgütsel bağımsızlığını ilan etmiştir. ‘Cihadcı örgütler’ arasında gösterilen diğer iki büyük silahlı grupta Ahrar uş-Şam ve Ceyşul İslam’dır. Bunun yanında ÖSO’ya bağlı yada bağlantısız birçok ılımlı muhalif örgüt yer almaktadır. Suriye’de 27 Şubat’ta gerçekleştirilen ateşkes, bilindiği gibi Nusret Cephesi ve IŞİD dışında tüm taraflar için geçerli sayılmıştır. Yani Ahrar uş-Şam ve Ceyşul İslam’da tıpkı ÖSO gibi ılımlı muhalefet arasında kendine yer bulmuştur. Rusya’nın bu iki örgütü ‘terörist’ kabul ettirmek için uluslararası toplum nazarında çalışmaları olmuş ancak BMGK’da bu öneri kabul görmemiştir. Suriye’de muhalefet cephesindeki grupları ayrı ayrı yazmak başlı başına farklı bir konu olacağı için, temeldeki bu bilgileri vermek yazının devamı için yeterli olacaktır.

Suriye’nin kuzeyinde KCK/PKK çatısı altında olduğu bilinen PYD, Suriye iç savaşından sonra Esad rejiminin Kürt bölgelerinden çekilmesiyle Kürt nüfusun yoğunlukta olduğu bölgelerde faaliyet göstermeye başladı. 2012 yılında PYD, Barzani’nin desteğiyle kurulan 11 Kürt Partiden oluşan Suriye Kürt Ulusal Konseyi(ENKS) ile rejime karşı birleşme, Kürt partilerin silahlı güçlerini birleştirme ve Suriye’deki Kürt topraklarını birlikte yönetme konusunda anlaştı. Daha sonra bu anlaşmayı görmezden gelen örgüt ile 2014 yılında anlaşma yenilendi. Bu anlaşmaya da uymayan PYD kendi kontrolündeki üç bölgede kanton ilan etti. 2014 yılında Kobani(Ayn el-Arap)’ye yapılan IŞİD saldırısı sonrasında ÖSO, IKBY peşmergeleri, koalisyon uçaklarının hava bombardımanları ve doğrudan veya dolaylı Türkiye’nin desteğiyle IŞİD bu topraklardan çıkarıldı. IŞİD’in bu topraklardan çıkarılmasında rol oynayan bir çok taraf PYD’nin ‘tekçi’ tavrından memnun olmadıklarını ifade etti. Suriye için toplanan Cenevre görüşmelerindeki en büyük siyasi muhalefet cephesi olan Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu‘nda (SMDK) temsil edilen Suriye Kürt Ulusal Konseyi(ENKS) üyeleri, PYD yönetimindeki topraklara giriş sağlayamadı ve haberlerde de çokça yer bulan ENKS ofisleri yakılmaya başlandı.

2013'ten Günümüze PYD Haritası (Sarı: PYD - Yeşil: Muhalifler - Siyah: IŞİD)
2013’ten Günümüze PYD Haritası (Sarı: PYD – Yeşil: Muhalifler – Siyah: IŞİD)

Uluslararası toplumca Suriye’deki Kürtlerin temsilcisi olarak söz sahibi olmak isteyen PYD’nin Kürtler içerisinde yaşadığı bu sorunlarla birlikte sahada yaşanan bazı gelişmeler PYD/YPG’ye karşı öfkenin daha da artmasına sebep oldu. ABD öncülüğündeki koalisyon uçakları Suriye’de hava saldırılarına başladığından beri IŞİD’e karşı en çok desteği YPG’ye verdi ve bu desteğe tam gaz devam ediyor. Çeşitli etnik kimliklerin barınması amaçlı kurulan Suriye Demokratik Güçleri(SDG) yani YPG karada, koalisyon uçakları da havada IŞİD’e karşı birlikte operasyon yapıyor. Bu durum ABD’nin Suriye’de YPG’yi kara gücü olarak kullandığı anlamını taşıyor. Bununla birlikte YPG IŞİD ile birlikte muhaliflere karşı de saldırılarda bulunuyor. ABD ise alenen kendi desteklediği muhaliflere karşı YPG’ye destekte bulunmuyor. Ancak bu konu bilindiği gibi ABD eliyle değil, Rusya’nın Halep’in kuzeyinde YPG’ye hava desteği vermesiyle gerçekleşiyor. ABD’nin yardım etmediği alanlarda Rusya YPG’ye destek veiyor. Hatta konu ile ilgili ABD Merkez Kuvvetler Komutanı Austin, “YPG’nin, ABD’nin desteklediği Suriyeli muhalifleri hedef aldığına dâir kanıtlar var” açıklamasında bulunmuştu.  Türkiye sınırındaki muhaliflerin kontrolündeki Azez, Tel Rifat, Minnah ve Mare bölgesine YPG saldırmış ve Tel Rifat ile birlikte Minnah askeri havaalanını ele geçirmişti. Buradaki muhaliflerin çoğunluğu ABD destekliydi ve Rusya’nın hava desteğiyle YPG burada çeşitli kazanımlar elde etmişti. Rus komutanlarda daha önce bazı alanlarda YPG güçlerini eğittiklerini açıklamıştı.

Doğrudan iki farklı ”cephedeki” Rusya’nın ve ABD’nin (IŞİD’e ve muhaliflere karşı) desteğini alan YPG, bu anlamda Soğuk Savaş’ın başlangıcından günümüze sahada bu iki ülkenin askeri olarak desteklediği tek örgüt konumunda. Peki tüm bu yaşananlara rağmen ABD ve Rusya’nın desteğini alan PYD ve silahlı gücü YPG’nin Suriye’deki geleceği ne olacak?

YPG, IŞİD’e karşı Suriye’nin kuzeyinde ABD’nin hava desteğiyle ilerlemeye devam ediyor. IŞİD’in bu bölgelerden çıkarılmasıyla PYD/YPG kontrolüne geçecek olan bu topraklarda Kürt nüfustan çok Arap nüfus yer alacak. Bunu daha önce Beşar Esad PYD’nin federasyon ilanı sonrasında ‘Suriye’de Kürtlerin yaşadığı bölgelerde Kürt nüfus yalnızca yüzde 30, bu nedenle de Kürtler kendi topraklarında azınlık olacak” şeklinde açıklamıştı. PYD şuan ABD’yle girdiği yakın ilişkiden ötürü Esad rejimi ve onu destekleyenler tarafından oldukça eleştirilmekte. Hele ki federasyon ve bağımsızlık gibi fikirlerin örgüt tarafından dile getirilmesiyle hem rejim, hem de İran temelinde bu eleştirilerin dozu daha da arttırmıştı. Suriye’deki muhalefet cephesiyle birlikte Arap ve Türkmenlerin çoğunluğu da(buna PYD kontrolündeki Arap ve Türkmen aşiretler de dahil) örgütü güvenilmez ve dikta politikalarından dolayı eleştirmişti. Şu an ki gidişat itibariyle de YPG’nin Türkiye sınırı dahil olmak üzere bir çok bölgeyi kontrol edeceği tahmin ediliyor. Aslında asıl sorun da burada başlıyor. Acaba ABD ve Rusya daha önce birçok örgüt için yaptığı gibi YPG için de ‘Kullan-At’ şeklinde bir politika mı izleyecek, yoksa IŞİD’e karşı çok fazla kayıp vermesi beklenen örgütün ‘gelecek planlarını’ mı destekleyecek? Bu soruların çok yönlü cevapları olduğu aşikar. Sorulara sağlıklı cevaplar vermek için de Kasım ayındaki ABD seçimleri ve yeni ABD başkanını(ve dolayısıyla Türkiye ile olan ilişkilerini), Suriye için hazırlandığı söylenen yeni anayasayı, IŞİD’in Suriye ve Irak’taki takvimini, Türkiye’nin ülke içindeki PKK operasyonlarının gidişatını, Türkiye’nin başta Rusya olmak üzere İran ile ilişkilerini, Cenevre Görüşmelerinin sonuçlarını ve genel olarak da Suriye’nin geleceğindeki devletin yapısını bilmemiz gerekiyor.

Türkiye uluslararası ilişkiler

Yazının başında da belirtiğimiz gibi Suriye ve bölgede çok fonksiyonlu olarak sürekli değişen dengeler, hem bölge ülkelerini hem de PYD’nin Suriye’deki varlığını etkileyecektir. PYD’nin gelecekte Suriye’de olası bağımsızlığı da kendi sınırları içerisindeki Kürtlerden ve PKK’nın İran yapılanması PJAK’tan dolayı, rejimin en büyük destekçisi İran için tehdit oluşturacaktır. Bunu da İranlı yetkililer çoğu zaman dile getirmiştir. Hatta şuan için imkansız görünse de, Türkiye’nin PYD karşıtı politikası ile İran’ın ‘bağımsız Kürt Devleti’ ve Rusya’nın ABD gözetimindeki PYD topraklarını istememesi, bu ülkeler için dolaylı bir ittifakın yolunu açabilir. PYD’nin Suriye’de birçok tarafı karşısına alarak ilan ettiği federasyon ve gelecekteki olası bağımsızlık ilanı; Suriye’deki hem rejim destekçileri tarafından, hem de rejim karşıtı bir çok grup tarafından hoş karşılanmayacak ve PYD için asıl tehlike bu aşamadan sonra gerçekleşecektir. ABD desteğiyle çeşitli kazanımlar elde eden örgütün, ABD ülkeden çekildiğinde karşısında kendisine nefret besleyen Suriyelileri bulması muhtemeldir. Bu durum bölgede filizlenen Sünni-Şii gerilimine, bir de Arap-Kürt geriliminin ekleneceği anlamını taşımaktadır. Yaşanacak bu gerilimle birlikte Suriye’de neredeyse her grup ve aşiretin silahlı milis gücünün olduğu düşünülünce, belki yıllar sürecek olan ‘Arap-Kürt Kıyımı‘ başlayacak ve yapay olarak çizilen bölge haritasına yeni Sykes-Picot’lar ve yeni sorunlarla devam edilecektir.

Abdulkerim Arslan

StratejikOrtak.com Yazarı

2. Condor Planı Gerçekleşiyor

Latin Amerika, tarih boyunca ABD kapitalizminin acı yükünü dünyada en ağır biçimde hisseden bölge oldu. Ne zaman halk kapitalizmden bıktığını belirtse, demokrasiyle yada devrimle düzeni değiştirmeye kalksa üstlerine çöktüler. Genelde darbe yada karşı devrim denenmiş, eğer başarısız olunursa ambargo uygulanarak başkalarına örnek olması önlenmiştir. Condor Planı da bu bastırmaların darbe bölümünü oluşturur.

Latin Amerika dünyada suç oranlarının 1.si, yoksulluk oranının 2.si olması musibetiyle her zaman isyankar ve gergin bir ortam teşkil etmiştir. Özellikle Soğuk Savaş sırasında ardı ardına gelen değişim sesleri, ABD’nin arka bahçesinde hiçbir yerde hissedilmediği kadar hissedilmiştir.

Paraguay’da 1954, Brezilya’da 1964, Arjantin’de 1966, Uruguay’da 1971, Bolivya ve Şili’de 1973 yıllarında askeri darbeler olmuş, ordu yönetime el koymuştur. Darbe yönetimleri pek çok siyasi cinayetler işlemiş yada cezaevlerinde işkence etmiştir. 1975 yılında bu ülkelerin temsilcileri Santiago’da toplanmış ve devrimci, muhalif örgütlenmeleri yok etmek için birlikte hareket etme kararı almışlardır. Bu karara göre ülkeler sadece birbirlerinin sınırlarındaki muhalifleri yakalamakla kalmayacaklar, aynı zamanda dünyanın çeşitli yerlerine dağılmış muhalifleri de yakalayacaklardı. Pek çok Latin Amerikalı devrimci ya tutuklandıktan sonra kaybolmuş ya da herhangi bir yerde aniden kaybolmuştur. Bu planlar Bill Clinton döneminde, 2000 yılında açıklanan belgeler sonucunda -CIA desteği- daha açık biçimde ortaya konmuştur.

Bu üst üste gelen darbe yönetimlerinin işlediği cinayetlerin nasıl bunalımlara yol açtığını anlamak için günümüz Honduras’ına bakmak yeterlidir. Honduras, yıllardır dünyada cinayet oranı en yüksek ülkedir. Tabi ki bölgesel olarak en yüksek suç oranlarına sahip Orta Amerika gibi bir yerden böyle bir ülkenin çıkması normal karşılanabilir ama Honduras’ın en yakın rakibi olan komşu ülkelerine bile oldukça fark atmasının sebebi, 2009 yılında düzenlenen askeri darbedir. Bu cunta yönetiminin günümüzde de hala devam eden siyasi ve sosyal temizliği yüzünden Honduras bu kötü üne sahip olmuştur. Fakat görünen o ki, kimse bu devlet terörünü konuşmuyor. 2009’da ABD karşıtı lider Manuel Zelaya’nın devrilmesine sebep olan bu askeri darbe yine ABD’nin itibarını zedeledi tabii ki ama bundan sonra sadece yöntemleri değişecekti.

Orta Amerika Haritası
Orta Amerika Haritası

Günümüzde başta Brezilya ve Venezuela da yaşananlar geçmişte askeri yöntemle gerçekleşen darbelerin bugün farklı biçimlerde uygulandığını gösteriyor. ABD Venezuela’ya direk, Brezilya’ya ise dolaylı işlediği ambargo ile devleti yıpratarak darbeye hazırlık gerçekleştirmiştir. Şimdi de eskisi gibi olmayan bir Condor Planı işletiyor.

Elbette geçmişte yapılan uygulama biçimi ABD’nin itibarını zedelediği için bu sefer askeri alanda değil, hukuki yollardan darbe yapılıyor. Korkarım ki geçmişte olduğu gibi yine zalimler kazanacak.

2012’de Paraguay’da sosyalist başkan Fernando Lugo’ya karşı uygulanan ‘Parlamento Darbesi’ bu kez Brezilya’da devreye girdi ve tıpkı Paraguay’da olduğu gibi maalesef yine başarılı oldu(Aslında 2. Condor Planının ilk olarak Paraguay’da başladığını da düşünebiliriz). Brezilya’da Dilma Rousseff devrilerek ilk aşama tamamlandı, şimdi sıra Venezuela lideri Nicolás Maduro’da. Bugün Maduro’yu mağdur etmek isteyenler 2002 yılındaysa askeri darbe yoluyla Hugo Chavez’den kurtulmak istiyordu. 2002 yılındaki bu askeri darbe girişimi, halkın kimse çağrı yapmadan ve kendi dürtüleriyle 3 gün süren efsane direnişi sonucu başarısızlığa uğradı ve Chavez kurtuldu. Bu sefer ABD rövanşı 2002’nin rövanşını alabilecek mi göreceğiz ama şu var ki; bu sefer işleri daha kolay olacak ne yazık ki! Çünkü Venezuela, ABD ambargosu, suç ve düşük seyreden Petrol fiyatları sebebiyle eski refahından çok uzak ve bu yüzden halk nezdinde Bolivarist rejimin düşmesi gerekiyor. Halbuki halk şunu düşünmeli, refahtaki azalmanın kaynağı Bolivarist rejim mi yoksa ABD mi? Bu soruya doğru cevabı bulabilseler, Bolivarcılığa değil emperyalizme tepki gösterirlerdi zaten.

Nikaragua’da yapılması planlanan kanal projesi ülke ekonomisi için inanılmaz bir nimet olmasına karşın, çevrecilerin hükümete baskısı devam ediyor. Bu Venezuela’dan sonra sıranın bu ülkeye geleceğini düşündürüyor. Çünkü; Bu kanal ABD-ÇHC mücadelesinin zirve noktası. Kanal’ın bitmesiyle beraber Panama Kanalı’nın önemi azalacak ve ABD Çin karşısında ticari ve ulaşım manasında büyük kayıp yaşayacak. Bu yüzden Nikaragua çok önemli.

Bolivya’da, ABD tarafından uyuşturucu üzerinden baskı altına alınıyor. Kim bilir belki Venezuela lideri Nicolás Maduro’dan sonra sıra Nikaragua’da değil de, Bolivya lideri Evo Morales’te olacak. Evo Morales sempatik kişiliği, samimiyeti, icraatları ile en az Küba kadar Latin Amerika’ya örnek olma özelliğini gösteriyor. Zaten düşük bütçesine rağmen Ekvador’ da yaşanan deprem sonrası yapılan yardımlar, diğer ülkelere kıyasla çok cömertti. Bolivya, ABD için büyük bir tehlike olabilir. Bakalım 2. Condor Operasyonu’nun Brezilyadan sonra yeni kurbanı hangi halklar olacak, bekleyip göreceğiz.

Muhammed Ali Çalışkan

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Rusya Japonya Yakınlaşması ve Değişebilecek Dengeler

2

İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan günümüze yani 70 senedir Rusya ve Japonya arasında İkinci Dünya Savaşı’nı sona erdiren bir barış anlaşması imzalanmadı.

Rusya’nın Soçi kentinde 6 Mayıs 2016 tarihinde Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile Japonya Başbakanı Sindzo Abe arasında gayri resmi bir görüşme gerçekleşti. Daha sonra kapalı kapılar ardından yapılan görüşmelerde, Japon Başbakanı Abe’nin, Putin’e ekonomik işbirliği planı teklif ettiği ortaya çıktı. Japon Nikkei gazetesine göre, Abe’nin Putin’e teklif ettiği plan belgesi sekiz maddeden oluşmakta ve Rusya’nın Doğu Sibirya bölgesinde sıvılaştırılmış gaz fabrikası, hava alanları, limanlar, sağlık tesisleri ve diğer altyapı yatırımlarını içermektedir.[1]

Abe-Putin görüşmesinin ana maddesi barış anlaşmasının imzalanması ve Kuril Adaları meselesiydi. Japonya Kuril Adaları’nın güneyindeki dört adanın (İturup, Kunaşir, Şikotan ve Habomai) kendisine ait olduğunu iddia etmektedir. İkinci Dünya Savaşı’nın bitiminden sonra Kuril Adaları yüzünden Rusya ile Japonya arasında barış anlaşması imzalanmamış, bu durum günümüze kadar devam etmiştir.

Adalar konusunda iki tarafından farklı tezleri söz konusudur. Japonya 1855 yılında taraflar arasında yapılan ticaret ve sınırlar sözleşmesine dayanarak adaların kendisine ait olduğunu öne sürmektedir. Ayrıca İkinci Dünya Savaşı’nı resmen sonlandıran San-Francisco anlaşmasını (1951) SSCB’nin imzalamadığını öne sürmektedir. Dolayısıyla da Kuril Adalar’ıyla ilgili sınır düzenlemesine de dâhil olmamıştır.

Moskova ise adaların İkinci Dünya Savaşı sonuçlarına göre Japonya’nın mağlup olduğuna dair anlaşma gereği kendisine geçtiğini, hatta adaların statüsünün Şubat 1945 yılı Uzak Doğu meselelerine ilişkin Kırım Antlaşması ve Temmuz 1945 Potsdam Deklarasyonu gereği belirlendiği ve 1951 San-Francisco Antlaşmasını imzalayarak Japonya’nın adalardan vazgeçtiğini kabul ettiğini ileri sürmektedir. Son olarak ise 1956’ta taraflar arasında tek bir belge olan ikili deklarasyonda da barış anlaşmasının sağlanmasına öncelik tanınırken adalarla ilgili bir görüş bildirilmediğini savunmaktadır.

Kuril Adaları Sorunu ve 1855-1945 sınırları
Kuril Adaları Sorunu ve 1855-1945 sınırları

Ancak Rus-Japon yakınlaşmasının önündeki en büyün engel taraflar arasında barış antlaşması imzalanmaması ve sınır sorununun çözülmemesidir. Bu meselenin çözülmesi her iki taraf için de stratejik öneme sahiptir. Japonya her iki sonunun da tek paket halinde ele alınmasından yana iken Rusya az kayıplarla barış anlaşmasının imzalanmasını öncelikli görmektedir.

Bu sorunun ele alınması için birkaç sene önce başlatılan Rusya ve Japonya Dışişleri ve Savunma Bakanları görüşmeleri (“2+2” formatı), Rusya’nın Kırım’ı ilhakı ve Japonya’nın Rusya’ya karşı yaptırımlara katılması nedenleriyle durdurulmuştu. Ancak son zamanlarda Suriye’de ABD’nin Rusya’yla işbirliği yapmaya başlaması, Ukrayna sorununun çözümü için Rusya’yla görüşmeler başlatması, Japonya’yı da Rusya-ABD ilişkileri çerçevesinde harekete geçirdi.

Abe’nin Putin’e teklif ettiği plan, Batı’nın yaptırımları ve petrol fiyatlarında yaşanan düşüşler nedeniyle ekonomik sorunlar yaşayan Rusya için önemli fırsat sunmaktadır. Abe ekonomik işbirliği karşılığında Rusya’yla hem barış anlaşmasını imzalamak hem de “kuzey sınırları” olarak adlandırdığı dört adaları elde etmektir. Japonya kendi iç sorunu olarak gördüğü dört adanın geri alınmasını ulusal onur meselesi olarak görmektedir. Bu nedenle adalar sorununu çözümünü barış anlaşmasının imzalanmasıyla aynı yürütmek istemektedir. Rusya için adalar meselesi çoktan çözülmüş olsa da Rusya adalar üzerinden Japonya’yla pazarlığın sürdürülmesini çıkarına uygun olarak görmektedir. Hem barış anlaşmasının imzalanması hem de adalar statüsünün belirlenmesi Rus-Japon işbirliği için stratejik bir gelişme olacağını her iki tarafta kabul etmektedir. Yani Rus-Japon yakınlaşması her iki taraf için de stratejik fırsatlar sunacaktır. Japonya’nın Rusya’yla işbirliği çabasının arkasında yatan strateji, Çin’i ve Çin-Rusya koalisyonunu dengelemektir. ABD karşıtı Rus-Çin ittifakının oluşması ABD-Japonya ittifakının, dolayısıyla da Japonya karşıtlığına dönüşecektir. Japonya’nın en önemli sorunu yükselen Çin olduğu için, Rusya’yla yakınlaşmak zorunda kalmaktadır. Rusya ise Japonya sayesinde ekonomik kalkınmanın ve Çin’in sahip olmadığı ileri teknolojiye erişiminin sağlanmasının yanında, Çin’e olan ve giderek artan bağımlılığının azaltılması ve Çin etkisinin dengelenmesini hedeflemektedir.

Rusya için ABD-Japonya ittifakına karşı Rus-Çin koalisyonu ya da ittifakının oluşmasından ziyade, Japonya’nın ABD’ye, kendisinin ise Çin’e daha az bağımlı olduğu bir Asya-Pasifik güvenlik sisteminin oluşturulması en uygun stratejidir. Bilindiği üzere Japonya hala ABD ile ittifak ilişkisi içerisinde ve ABD üssü bulunmaktadır. Bir de ABD’nin küresel füze savunma sistemlerinin bir ayağının Japonya’da konuşlanıyor olması Rus-Japon ilişkilerinin önündeki bir diğer sorundur. Ancak Japonya üzerinde mutlak ABD hâkimiyetinin sonlandırılmasını da bir yerden başlatmak istemektedir. Ancak Moskova’da kendilerinden ziyade Japonya’nın barış antlaşmasına ve adalara ihtiyaç duyduğu fikri de varlığını sürdürmektedir.

Rus-Japon barış anlaşmasının imzalanması ve işbirliğinin geliştirilmesinin önünde uzun ve meşakkatli bir yol olduğunu söyleyebiliriz. Ancak,ABD’den itirazlar gelmeye başlamış olsa da bu yönde çoktan adımlar atılmaya başlamıştır. Abe-Putin görüşmesi de bu adımlardan biridir. Rus-Japon barış görüşmeleri tarafların izleyecekleri stratejilere göre değişecektir. Bu stratejiler ise üçüncü tarafların stratejilerine bağlı olarak gelişecektir.

Sabir Askeroğlu (21yyte)


[1]“Abe Present 8-point EconomicCooperation Plan to Putin”, <http://asia.nikkei.com/Politics-Economy/International-Relations/Abe-presents-8-point-economic-cooperation-plan-to-Putin< 10 Mayıs 2016).

Felluce Operasyonu ve Şii Milisler

0

İki yıl önce IŞİD’in kontrolü sağladığı, Bağdat’ın 65 kilometre doğusunda bulunan Felluce’yi IŞİD’in elinden geri almak için Irak Ordusu ve milis güçleri 23 Mayısta operasyona başladı. IŞİD’in eline geçen ilk kent olan olarak bilinen Felluce Irak’taki Anbar vilayetinin en önemli kenti konumunda.
felluce nerede
Felluce operasyonuna katılan ‘Şii’ Haşdi Şabi örgütü bu operasyondan çok daha fazla konuşulmuştu. Daha önce Sünni yerleşim birimi Tikrit’i IŞİD’den almak için destek veren örgüt, bir çok Sünni evini yakmış ve bir çok insanın ölümüne sebep olmuştu. IŞİD’e karşı ABD öncülüğündeki uluslararası koalisyonun sözcüsü Steve Warren ise, Sünni aşiret güçlerine bağlı 4 bin kişinin operasyonlara katıldığını ve Haşdi Şabi’nin Felluce kent merkezine girmeyeceğini açıkladı. ABD’nin kente hava saldırıları düzenlemesiyle de çok sayıda sivilin öldüğü bildiriliyor.

Reuters muhabiri Thaier Al-Sudani’de Şii-Sünni geriliminin Irak ayaklarından biri olan Felluce operasyonunu görüntüledi.

felluce operasyonu felluce operasyonu bomba felluce operasyonu çocuklar felluce operasyonu şii milisler şii milisler felluce şii milisler ırak şii milisler ırak ordusu felluce ırak ordusu felluce operasyonu ırak felluce bomba patladı şii milis oturuyor felluce operasyonu tanklar felluce operasyonu fotoğraflar şii milisler felluce operasyonunda

Felluce Operasyonu'ndan görüntüler

Felluce Operasyonu'ndan görüntüler

şii güçler felluce operasyonu şii milisler fellucede ırak ordusu fellucede ırak felluce operasyonu fotoğrafları şii milisler ışid bayrağı ırak ordusu felluce operasyonunda saldırıyor ırak felluce bombalandı şii, sünni milisler ve ırak ordusu ırak askeri felluce

füze felluce

Arap Baharı ve İsimlendirme Karmaşası: Bahar mı, Kış mı?

Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu içine alan geniş bir coğrafyada, iktidarları boyunca dünyanın birçok demokratik ülkesinde neredeyse iki kuşak devlet adamlarının siyaset sahnesine gelip gittiği kadar uzun süre görevde kalan ve dokunulmasa belki bir kuşak daha eskitecek olan diktatörleri, ilk başlarda birkaç ay süren kanlı bir mücadele sonunda deviren halk hareketine kısaca “Arap Baharı” denilmektedir (Kibaroğlu, 2011, 2). 2010 yılının ‘‘Kışında’’ başlayan ve günümüze kadar devam eden Arap dünyasının içinde bulunduğu işsizlik, gıda yetersizliği, enflasyon, siyasi yozlaşma, ifade özgürlüğünden yoksunluk, usulsüzlükler ve kötü yaşam koşulları gibi pek çok sorunun neden kabul edilerek başlatıldığı, bu siyasi ve silahlı ayaklanma hareketi 2011 yılının ‘’Bahar’’ aylarında olgunlaşarak sonuç vermeye başlamış, ‘‘Arap toplumlarının önemli bir kısmını uzun yıllar boyunca yaşadıkları ve siyasi gelişim olarak adeta dondukları kış koşullarından çıkartıp, ilk başlarda, yenilenmenin ve umudun simgesi olan bahar havasına sokmuştur (Kibaroğlu, 2011, 2)’’. 17 Aralık 2010 tarihinde, Tunus’un Sidi Bouizid kentinde polis tarafından seyyar sebze-meyve satıcısı Muhammed Buazizi’nin darp edilip tezgahına el konulmasının ardından üniversite mezunu gencin kendini yaktığı eylemle aslında ‘‘sadece kendini yakmakla kalmamış, aynı zamanda Arap Baharı’nın da sönmek bilmeyen ateşini yakmış, Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde rejim, yönetim, yönetici değişimleri başta olmak üzere bir çok değişikliğe, ülke çapında protestolara, kamu alanlarının işgaline, devlet ve polis binalarının yakılmasına, hapishane baskınlarına, revizyonlara ve yenilenmelere yol açan, protesto, ayaklanma, kalkışma, devrim, başkaldırı ve daha birçok adlandırmayla söz edilen Arap halk hareketlerinin (Buzkıran, 2013, 149)’’ başlamasına neden olmuştur. Tunus’ta 27 gün süren protestolar 23 yıllık Zeynel Abidin Bin Ali iktidarını devirmiş, ardından bir domino etkisiyle Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya yayılan protestolar Mısır’da 30 yıllık Hüsnü Mübarek, Libya’da 42 yıllık Muammer Kaddafi iktidarlarını da devirmiştir. Yemen’de devlet başkanı istifa etmiş büyük gösteriler sonucu Cezayir’de 19 yıllık olağanüstü hal kaldırılmış, Ürdün’de Kral Abdül Aziz kabineyi dağıtarak seçimlere gitmiş, Bahreyn, Umman, Lübnan, Fas, Kuveyt, Suudi Arabistan, Irak, İran ve Sudan gibi ülkelerde gösteriler çeşitli imtiyazlar verilerek veya şiddet ve tutuklama yoluna gidilerek bastırılmaya çalışılmış, Suriye’de ise 5 yıldır süren iç savaşta 470 bin insan hayatını kaybetmişse de bir sonuç alınamamıştır. Libya’da aşiretler arası çıkan savaşlarda yüzlerce insan ölmeye devam etmiş ve petrol zengini ülkede yakıt ve gıda sıkıntısı baş göstermiş, yüksek enflasyon oranları halkın geçim sıkıntısını giderek arttırmıştır. Mısır’da ise Devrik diktatör Hüsnü Mübarek’in yerine demokratik seçimle gelen Muhammed Mursi askeri bir darbe ile görevinden alınmış ve ‘‘Darbeci Mareşal’’ Abdülfettah el-Sisi kendini Mısır’ın Cumhurbaşkanı ilan ederek ülke çapında gösterileri kanlı bir şekilde bastırıp binlerce kişiyi tutuklatmıştır. Hâl böyleyken Arap toplumlarının yaşadığı bu sürecin ‘‘Bahar’’ olarak nitelendirilmesi özellikle Suriye iç savaşı ile birlikte bu kavramın sorgulanmaya başlanmasına yol açmıştır.

Arap Baharı Ülkeleri

Avrupa’daki 1830-1848 devrimlerini ve 1968 yılında Çekoslovakya’da “politik özgürleşme” olarak adlandırılan; ancak Sovyetler Birliği’nin müdahalesiyle sona eren dönemi (Prag Baharı) anlatmak için de “bahar” nitelemesi yapılsa da (Duran, 2012, 185), yüz binlerce insanın hayatını kaybettiği, milyonlarcasının ülke içinde veya ülke dışına göç ettiği, çatışmaların sürdüğü bölgelerde halkın temel gıda ve sağlık ihtiyaçlarını dahi karşılayamadığı, yüksek oranda bebek ölümlerinin, salgın hastalıkların ve sosyal bozulmaların yaşandığı bu bölgeler için “bahar” ifadesinin hâlâ kullanılması evrensel düzeyde ironik bir duruma karşılık gelir. Bu açıdan bakıldığında ayaklanmaların başladığı Tunus’ta ‘‘Yasemin Devrimi’’ olarak adlandırılan dönem ve ardından bazı bölge ülkelerinde başlayan ve henüz kanlı sonuçları olmayan protestolar için Arap Baharı ifadesi doğru bir terim olsa bile, bu baharın ardından statükonun hakim olduğu Arap toplumlarında yaşanan bu hızlandırılmış değişim sürecinin birçok Ortadoğu ülkesini iç savaşın eşiğine getirmesi ‘‘bahar’’ nitelemesinin yerine durumu daha iyi anlatacak başka terimleri gerekli kılmaktadır. Muhammed Buazizi’nin kendini yakması ile başlayan ve günümüze kadar devam eden Ortadoğu’da yaşanan tüm bu süreci bir iklim olarak ele alırsak, bölgede kısa bir bahardan sonra bitmek bilmeyen bir kış mevsimine girilmiştir. Başta bölge halkı olmak üzere, doğrudan ve dolaylı olarak olumsuz etkilenenler için bu durumu; ‘‘Arap Kışı’’, ’Kanlı Bahar’’, ‘‘Yalancı Bahar’’, ‘‘Bahar Fırtınası’’ gibi isimlerle adlandırmak daha doğru olacaktır. Aynı anda farklı hakikâtlerin var olduğunu göz önüne alacak olursak, bu süreçten çıkar sağlayan aktörler için ‘‘bahar’’ nitelemesi geçerliliğini korumaktadır. Kısaca tüm bu olaylar bir kesim için ‘‘kış mevsiminin en sert koşullarında’’ geçerken, diğer bir kesim için “bahar” havasında geçmektedir.

Gerçekten de yılların birikimiyle toplumda oluşan ve alttan alta çığ gibi büyüyen tepkilerin patlama noktasına gelmesiyle önünde durulamayan ve kaçınılması mümkün olmayan bir süreç mi, yoksa dışarıdan müdahale ile yapay olarak hızlandırılmış ve dolayısıyla aslında büyük halk hareketini gerçekleştiren bu toplumlara aslında pek bir şey kazandırmayacak ve yine büyük güçlerin çıkarlarına hizmet edecek bir süreç mi yaşanıyor? Bu soruların ilkinin bu olaylarda payının olmasına karşın; ‘‘ABD’nin, İslam dünyasını doğrudan karşısına alarak topyekun çatışmayı kazanamayacağını anlamış olması ve özellikle Irak’ta yaşadığı yaklaşık on yıllık tecrübesini ve kanlı tedhiş hareketlerini daha farklı analiz etmeye başlamış ve rakibini yok etmeye çalışmak yerine onu kendine “düşman” olmaktan çıkartmak yoluyla bu mücadeleden galip çıkmak stratejisini benimsemesi’’(Kibaroğlu, 2011, 2) daha fazla öne çıkan bir nedendir. Başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere Batı dünyasındaki bu anlayış değişimi, söz konusu Arap halk ayaklanmalarının önünü açmakla kalmayıp, hızlı bir şekilde cereyan etmesine de yardımcı olmuştur Yine Kibaroğlu’na göre; ‘‘Derin stratejik analizlerin yapıldığı asker ve sivil, devlet çatısı altında olan ya da bağımsız araştırmalar yürüten kurumların yaptığı değerlendirmelerin ortalamasında vücut bulan hâkim görüşe göre, ortak paydasında İslam dininin olduğu “Doğulu” kültür içinde 11 Eylül saldırılarını yapmaya sevk edecek kadar derinlerde birikmiş olan başta ABD’ye ve genelde Hristiyan Batı’ya ve tabi Yahudi İsrail’e karşı olan nefretin kendiliğinden ortadan kalkmasının mümkün görülmediği gibi, herhangi bir önlem alınmadığı takdirde, bu nefretin daha da büyüyüp gelişeceği ve belki de 11 Eylül’ü gölgede bırakabilecek saldırıların yolunu açacağı öngörülmekteydi. Böyle bir durum karşısında yapılabilecek olan, 1,5 milyar Müslüman nüfusun tümüne karşı çatışmayı göze almaktansa, söz konusu nefretin oluştuğu ve gelişmekte olduğu Kuzey Afrika’nın batısından Orta Asya içlerine kadar ve tabi tüm Ortadoğu’yu içine alan, Amerikalı uzmanların ve siyasetçilerin tanımıyla “büyük Ortadoğu” bölgesinin “dönüştürülmesi” ve ”düşman” olmaktan çıkartılması daha yapılabilir ve anlamlı bir strateji olarak benimsendi. Burada ortaya konulan hedef belki kolay kolay varılamayacak olmakla beraber, bu yolda yürünmediği ve emek sarf edilmediği takdirde sorunun kendiliğinden çözülmesinin de mümkün görülmediğinden dolayı siyasi açıdan da benimsenen bir politika haline geldi. İçinde bulundukları her türlü olumsuz koşulun müsebbibi olarak başta ABD’yi ve onun işbirlikçisi İngiltere ve İsrail gibi ülkeleri gören “büyük Ortadoğu” coğrafyasında yaşayan geniş toplulukların zihinsel dönüşümlerinin sağlanması masa başından yapılabilecek bir çalışma olmadığını anlamak zor olmasa gerek. Öncelikle bu toplulukların temel ortak özelliklerinin ve farklılıklarının anlaşılması, iyi tahlil edilmesi, geleneklerine sıkı sıkıya bağlı bu toplumlarda nispeten süratli bir değişimin ve dönüşümün yaşanması için hassas dinamiklerin tespit edilerek ve süreci harekete geçirecek mekanizmanın hazırlanıp sahada uygulanmaya konması’’ Arap Baharı olarak yansımıştır (Kibaroğlu, 2011, 4-5). Sonuç olarak bu arka planda “baharın” aslında kimler için yaşatılmaya çalışıldığı daha iyi anlaşılmaktadır.

Mehmet Enes Bağlama

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR


Buzkıran D., Kutbay H, 2013, Arap Baharı’nın Türkiye’ye Olan Sosyal ve Ekonomik Etkileri, Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi, Denizli.

Duran, H., Özdemir, Ç., 2012, Türk Dış Politikasına Yansımalarıyla Arap Baharı, Akademik İncelemeler Dergisi, Kütahya.

Kibaroğlu, M., 2011, Arap Baharı ve Türkiye, ADAM Akademi, İstanbul.