Suriye Rusya İçin İkinci Afganistan Olur Mu?

1968 yılında Sovyet lider Leonid Brejnev bir doktrin ilan ediyordu. Adı tabi ki Brejnev doktrini olan bu ilanda Brejnev şöyle diyordu: “Sovyetler Birliğinin tüm sosyalist ülkelerin egemenliğini ve bağımsızlığını güçlendirmek için yaptıkları herkesin malumudur. Komünist Parti, her sosyalist ülkenin kendi özgün ulusal koşullarına göre farklı yollardan sosyalizm yolunda gelişmesine saygı duymaktadır. Ancak yoldaşlar hepinizin bildiği gibi sosyalist inşa sürecinin genel hatları bellidir, bu hattın dışına çıkılması sosyalizmden geri adım atılmasına yol açar. Sosyalizme düşman iç ve dış kuvvetlerin kapitalist sistemi geri getirmek için uğraştığı düşünüldüğünde bir ülkedeki sosyalizme yönelik tehditin tüm sosyalist topluluğu tehdit eden bir sorun haline geldiği görülecektir-sorun sadece o ülke halkını değil tüm sosyalist ülkeleri ilgilendiren ortak bir sorundur artık.”

Bu doktrin başta batı olmak üzere pek çok yerde başka ülkelerin iç siyasi çekişmelerine karışmak olarak yorumlandı. Bu doktrinin fiili başlangıcını ise Macaristan müdahalesi(1956) ve Çekoslovakya müdahalesinde (1968) görmek mümkün. Tıpkı Afganistan gibi bu iki Avrupa ülkesinde de rejim değişimine izin verilmemiş ve askeri müdahale gerçekleşmişti.

Rus işgali, Afganistan

1978’de Afganistan’da dinci asiler Sovyet yanlısı Kabil hükumetine karşı silahlı isyan başlatıyor ve hükumet, Brejnev doktrinine güvenerekten ertesi yıl Kızılordu’yu ülkesine davet ediyordu. Brejnev ise ülkesini felakete uğratacak bu daveti adeta öngörüsüz ve umursamaz biçimde kabul edecek ve Afganistan’a müdahale edilecekti.

Aslında Afganistan’da Sovyet müdahalesi başarılı olmuş ve Kabil hükumetinin yıkılmasını yani Afganistan’ı istikrarsızlığa uğratacak süreci engelliyordu. Ancak 1985’te göreve gelen yeni Sovyet lider Gorbaçov, Afganistan’a müdahaleyi doğru bulmuyordu ve savaşın ekonomiyi olumsuz etkilediğini fark etmişti. 1989’a kadar süren geri çekilmenin ardından artık sosyalist Kabil hükumeti asilerle baş başa kalacaktı ama lojistik destek sürecekti. 1991’de Sovyet Birliği’nin dağıtılmasının ardından Kabil hükumeti uçaklarını bile uçuracak kadar petrol bulamaz hale gelecek ve hava üstünlüğünü de yitirip 1992’de iktidardan düşecekti. Artık modern ve çağdaş Afganistan’ın yerini orta çağa geri dönmüş bir Afganistan alıyordu.

Rus işgali, Afganistan

2015’in ortalarında Suriye’de Beşar Esad “askerim kalmadı” diyordu. O sıralar artık Baas Partisinin daha fazla dayanamayacağı belli olmuştu. Aradan bir kaç ay bile geçmedi ki Rusya’yı ülkesine davet etti ve Eylül 2015’te Rusya, Esad için adeta bir ilaç gibi geldi. Hem rejim ve yanlısı güçlerin moralleri açısından, hem masada ki görüşmelerde elinin rahatlamasından, hem de diğer küresel güçlere karşı daha agresif olabilme bakımından inanılmaz bir değişim getirmişti bu müdahale.

Yinede Rusya’nın Suriye’ye girişine sinir olan pek çok kişi “Suriye sizin için 2. Afganistan olacak” gibisinden laflar ediyordu. Ancak aktörler tarihten ders çıkarmışsa, tarihin tekerrür etme lüksü yoktur. Baktığımız zaman Rusya tarihten dersini de çıkarmış görünüyor.

Örneğin Afganistan’da Rusya hem karada hem de havada oldukça aktifti. Öyle ki; bir ara Afganistan’daki Kızılordu mensuplarının sayısı 600.000’e kadar ulaşmıştı. Şimdiyse Suriye’de 2000 kadar asker bile ya var ya yok, onlarında çoğu zaten kara güçlerinden değil. Yani karada Rusya yok, sadece askeri üsleri koruyan ama operasyonlara girmeyen küçük kuvvetleri var. Baas Partisini karada destekleme yükünü çeken daha çok İran ve onunla bağlantılı gruplar. İran’dan, Irak’tan, Bahreyn’den, Pakistan’dan, Hindistan’dan, Azerbaycan’dan, Afganistan’dan ve en çokta Lübnan’dan gelen gönüllü Şiiler bu yükü üstleniyorlar. Yani Rusya savaşın en önemli yükünü Afganistan’da ki gibi çekmiyor.

Rus işgaline direnen Mücahidler

Hava gücüne gelirsek; Savaşın ilk aylarında Rusya oldukça fazla bombardımanda bulunuyordu. Ancak daha sonra sık sık uzun süreli ve Suriye’nin büyük kısmını kapsayan ateşkeslerin olduğu dönemler yaşadık. Rusya yeni silahlarını dünya ülkelerine tanıttı, Suriye bir deneme tahtası oldu ve sonra aniden 7 milyar dolarlık yeni silah siparişleri aldılar. Belli ki bu yeni silahlar  planlandığı gibi herkesi hayran bırakmıştı. Siparişler halende gelmekte.

Afganistan’da Rusya sadece yerel asilerle savaşmıyordu. Hem Şii hem Sünni gruplarla savaşırken aynı zamanda bu örgütlere sadece Suudi Arabistan, Pakistan ve ABD değil Çin bile silah gönderiyordu. O dönem Çin-Sovyet ayrılığı o kadar derindi ki Afgan asiler onlardan bile istifade etmişti. Herkes Kızılordu zayıflasın diye Afganistan’daki 7 büyük asi örgüte yardım ediyordu. Hatta bu asilerin elde ettiği silahlar, Kızılordu’nun elindeki silahlardan çok daha güçlüydü. Ayrıca dünyanın dört bir yanından teşvikler sonucu gelen gönüllü cihatçılarda cabasıydı. Müslüman gençleri cihada teşvik etmek için Pakistan’da bir dergide “şehitlerin bedenleri çürümüyor, mis gibi kokuyor” gibi cümlelere yer veriliyor ve bu tür dergi ve afişler Ortadoğu’nun dört bir yanında dağıtılıyordu.

Şimdi durum böyle değil. Rusya bu sefer tüm dünyayla birden savaşmıyor. Esad tarafında savaşan değişik dini ve mezhepsel destekçiler dışında farklı faktörlerde var. Mesela uluslararası platformda Çin Rusya’nın yanında ve birlikte BM’de alınmaya çalışılan Suriye karşıtı kararları veto ederek en büyük dayanışmayı gösteriyorlar. Ortadoğu’da tarihte hiç olmadığı kadar Rusya’nın sözü geçiyor. ABD yönetiminin korkak ve cehalet dolu dış politikasına karşın Rusya’nın dış politikası daha başarılı ve umut verici görüldüğü gibi, Arap liderler sık sık Putin’le veya Lavrov’la görüşüyorlar. Öte yandan İran ve Türkiye, Rusya ile birlikte batıyı devre dışı bırakıp barış görüşmelerini kendi aralarında yürütmeye bile çalışmıştı. Cihatçı ve silah transferi Türkiye ve Ürdün sınırları üzerinden varsa bile bu Afganistan’a kıyasen çok daha iyi.

Afgan savaşında hükumetin kontrol bölgesi başkent Kabil ve birkaç yakın şehirden ibaretti. Çünkü Afganistan’ın coğrafi yapısı bölgeye alışık olmayan Sovyet askerlerini zorluyordu. Bu dağlık bölgelerde iletişimin oldukça kopuk olması farklı bölgelerde hükumetten ziyade aşiretlerin kontrol sahibi olmasına neden oluyordu. Zaten bu durum Afgan tarihi boyunca böyleydi ve Büyük İskender’den İngiliz İmparatorluğuna kadar bu dağlık bölgeler herkesi tıkamış ve geçit vermemişti. Suriye ise böyle değil. Arazi genelde düz ve herkes kabak gibi ortada, kimsenin saklanacak yeri veya mağarası yok. Aşiretlerin etkisi de daha zayıf. En önemlisi de Hükumet kontrolünde ki bölgelerde ülke nüfusunun %80’i yaşıyor. Afganistan da ise nüfusun ezici bir bölümü aşiretlerin kontrolünde ki bölgelerdeydi.

Öte yandan Afganistan’a müdahale savaşın 2. yılında yaşanmıştı. Şimdi ki müdahale ise 4 yıl sonra herkesin gücünü tükettiği bir dönemde geldi. (Rusya Federasyonu Dışişleri Bakanı Sergey Lavrov, “Rusya Suriye’ye müdahil olduğunda, Şam 2 veya 3 haftaya düşecek haldeydi” açıklamasında bulunmuştu.)

Rusya, Suriye’ye müdahalede bulunurken ayırdığı bütçeyi yarım milyar $ olarak açıkladı. Daha sonra 2 milyar $’a kadar arttığını söyleyenler olsa da bu artış Rusya’nın genel bütçesine göre önemsiz bir miktar ve mevzu edilmeye bile değmez. Afgan savaşında olduğu gibi bir ekonomik yükü yok anlayacağınız. Halbuki batının ambargosunun getirdiği ekonomik küçülme yüzünden Rusya’nın bu işgali sürdüremeyeceği düşünülüyordu.

Afganistan’ın Suriye’ye oldukça benzeyen yönleri de var tabi ki. O zaman Suudi-ABD-Pakistan cephesinin günümüz versiyonunda yine Suudiler ve ABD var. Fakat bu sefer Pakistan’ın rolünü Türkiye üstleniyor. Nasıl ki Pakistan dünyanın dört bir yanından gelen gönüllü cihatçıların geçiş güzergahıydı ve silahlarını da bu güzergahtan geçiriyorlardı, aynı şekilde bugünde Türkiye-Suriye sınırı bu geçiş güzergahını oluşturuyor. Aynı şekilde Afganistan’dan da en çok mülteci Pakistan’a gitmişti. 5 milyon mültecinin 3 milyonu Pakistan’a, 2 milyonu ise İran’a gitmişti. Şimdi de 5 milyon mültecinin 3 milyonu Türkiye’ye gerisi ise sırasıyla Lübnan, Ürdün, Irak ve Mısır’a gitti. Suudi-ABD-Pakistan cephesinin karşısında Afgan-Sovyet cephesi vardı. Şimdiyse Türkiye-ABD-Suudi-İsrail cephesinin karşısında Suriye-İran-Rusya-Hizbullah-Irak var. Yani Rusya artık daha fazla dosta sahip.

Elbette savaşın seyri her an değişebilir. Nasıl ki daha düne kadar Baas Partisinin 6 ay ömrü var, düştü düşecek denirken şimdi Esad’ın duracağı kesinleşti deniyorsa aynı şekilde durum tekrar tersine dönebilir. Bugün veya yarın olmasa bile elinde sonunda Suriye de Baas Partisinin iktidarı düşecektir. Belki bunun sebebi bu savaş olmayabilir ama bu kaçınılmaz bir şey. Kim bilir belki cihatçı örgütlere dışarıdan katılım artabilir veya bölgede Suriye destekçisi bir ülkede beklenmeyen bir rejim değişikliği sonucu yeni rejim Suriye’ye desteğini çekebilir. Yani her an her şey olabilir. Ancak şunu kabullenmek gerek ki Suriye asla Rusya açısından ikinci Afganistan olamaz.

Muhammed Ali Çalışkan

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Türkiye ve Körfez Ülkeleri Arasındaki Stratejik Ortaklık

Körfez ülkeleri ve Türkiye arasındaki ilişkilerde yaşanan olumlu değişimler, ilişkinin stratejik ortaklığa dönüşmesini sağladı.

Türkiye ile Körfez ülkeleri arasında kurulan ilişkilerdeki olumlu gelişmelerin temelleri, 2008 yılında Körfez İşbirliği Konseyi (KİK) dışişleri bakanlarının Türkiye’nin “stratejik bir ortak” olduğunu açıklamasıyla atıldı. Türkiye, Irak ve Suriye’den sonra Körfez ülkeleriyle gerçekleştirdiği stratejik derinlikle dışa açılım politikası arasında uyumlu, gerçek bir dengenin oluşturulması için, Körfez ülkelerinin (KİK ülkeleri dışında) ilk sırada yer alan stratejik ortağı oldu.

Türkiye, Ortadoğu ülkelerinin çoğunda 2011 yılından bu yana yaşanan değişimlerin ardından, Körfez ülkeleriyle de coğrafi bağlantısı bulunan Irak ve Suriye krizlerinin alevlendirdiği kaynar bir kazanın içinde kaldı.

Türkiye’nin uzlaştırıcı rolü

Bölge ülkelerindeki silahlı çatışmalar mezhepsel kisvelere bürünmeye başladığında, Türkiye mezhepsel çatışmaların derinleşmesini önlemek için Şii-Sünni kutuplaşmasından uzak bir rol üstlendi.

Türkiye’nin, Suriye krizi ve 2011’den bu yana ülkede devam eden iç savaşın sona ermesi konusundaki çözüm mekanizmalarına ilişkin vizyonu, Suudi Arabistan ve Katar başta olmak üzere Körfez ülkeleriyle büyük ölçüde benzerlik gösterdi.

Bu noktada Türkiye’nin, bölgeyi kışkırtıcı mezhepsel söylemlerin içine çekmeksizin hem İran ve hem de Körfez ülkeleriyle dengeli ilişkiler kuran, gerçek bir güç dengesi yaratabilecek, uzlaştırıcı rolüne gereksinim duyulduğu ortaya çıktı.

Suudi Arabistan ve Türkiye’nin bölgedeki etkisi

Suriye, Irak ve Yemen’de yaşanan çatışmalar ve “Arap Baharı” olarak adlandırılan devrimlerin, bölgenin jeopolitik haritasında meydana getirdiği köklü değişimlerin ardından, bölgesel dengelerin yeniden formüle edildiği Ortadoğu’da, Türkiye ile Suudi Arabistan önemli etkin iki güç olma özelliği taşıyor.

Bölgede tehlikeli yansımaları olan Suriye krizi konusunda birbirine mutabık tutumlar sergileyen Türkiye ile Suudi Arabistan, Beşşar Esed rejimine karşı muhalefeti desteklemek adına Suriye Halkının Dostları Grubu’nun kurulmasında da etkin rol oynayan ülkeler arasında yer aldı.

Türkiye’nin, Suriye’de izlediği tutum, “İç savaşa son verme hedefiyle siyasi bir geçiş sürecinin başlatılması, kuşatma altındaki bölgelere insani yardım sevkıyatı ve ateşkesi öngören Cenevre-1 anlaşmasını referans alarak Suriye halkının taleplerinin gerçekleştirilmesini garantilemek suretiyle ülkenin toprak bütünlüğü, güvenliği ve istikrarının korunması” merkezli oldu. Keza Körfez ülkelerinin çoğu da Suriye krizinde benzer bir tavır sergiledi.

Türkiye’nin Katar’da askeri üs kurması

Körfez ülkeleri ile Türkiye arasındaki ortaklık, Türkiye’nin Katar’da askeri üs kurmasını öngören ve 2015’te imzalanan anlaşmayla, Körfez ve yerel güvenlik açısından önemli bir gelişme kaydetti.

Katar Emiri Şeyh Temim bin Hamad Al Tani, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan

Konuya Körfez ülkelerinin tamamının güvenliği açısından bakıldığında, Türkiye’yle askeri ve güvenlik alanındaki işbirliği ufku genişletilebilir. Bu “askeri sanayi ve güvenlik işbirliği alanlarında tüm Körfez ülkelerini kapsaması, askeri ve güvenlik alanlarındaki hizmetlere karşılık, Türkiye’nin enerji ihtiyacının karşılanması” için yapılabilir.

Güvenlik alanındaki işbirliğinin önemi

Türkiye ile Katar arasındaki askeri ve güvenlik alanındaki ilişkilerinin geliştirilmesi, Körfez ülkelerinin tamamının güvenliği ile askeri ve güvenlik işbirliği ufkunun genişletilmesine hizmet eden kapsayıcı bir çerçevede bütünleşiyor.

Bu ilişkilerin geliştirilmesiyle, Suudi Arabistan ve Türk birliklerinin, Türkiye’de defalarca gerçekleştirdiği ortak askeri tatbikatlarla önemli ölçüde büyüme kaydeden askeri alanlara, tüm Körfez ülkelerinin dahil edilmesi hedefleniyor.

Bu bağlamda, Türk birliklerinin, Suudi Arabistan’ın Ra’du’ş Şimal (Kuzeyin Gök Gürültüsü) ismiyle düzenlediği askeri tatbikata katılması, Suudi Arabistan ve Katar sermayesinin Türkiye’de askeri sanayi alanında yatırıma dönüşmesi ve Suudi Arabistan’da kablosuz iletişim cihazları üreten bir Türk fabrikasının kurulması, Körfez ülkeleri ile Türkiye arasında gelecekte yapılabilecek benzer projelerin başlangıcı olarak ifade edilebilir.

İlişkinin sınırlarını tayin etmede etkin faktörler

Suudi Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkeleri ile Türkiye arasında güvenlik alanındaki ilişkiler, bu ülkeler arasındaki ilişkinin sınırlarını tayin etmede önemli bir faktör. Güvenlik alanındaki ilişkiler, ayrıca Türkiye’nin DEAŞ’a ve PKK‘ya karşı terörle mücadele çabalarının desteklenmesinde de önem arz ediyor.

Türkiye ise Suudi Arabistan’ı, maruz kaldığı tüm güvenlik tehditleri ve terörle mücadelesinde destekliyor.

Ayrıca Yemen’de silahlı çatışmaların son bulması ve meşru düzenin yeniden oluşturulması için Mart 2015’ten bu yana faaliyet gösteren, Suudi Arabistan’ın öncülük ettiği koalisyon güçlerinin yanında yer alan Türkiye, Suudi Arabistan’ın liderliğinde Aralık 2015’te 41 ülkenin katılımıyla kurulan Teröre Karşı İslam İttifakı’nın önde gelen ülkelerinden sayılıyor.

Ülkeler arası koordinasyon konseylerinin kurulması

Türkiye ve Suudi Arabistan arasındaki ikili anlaşmalar, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan‘ın Aralık 2015’te düzenlediği Riyad ziyaretiyle oluştu.

Türkiye ile Suudi Arabistan’ın stratejik ortaklık ilişkisinin dinamik bir çerçevede tesisi, söz konusu ilişkinin somutlaştırılmasına imkan veren kurumsal bağlamda, 14 Nisan 2016’da Suudi-Türk Koordinasyon Konseyi’nin oluşturulmasıyla sağlandı.

Konseyin kurulmasının ardından, yaklaşık bir yıl önce ise Katar Emiri Şeyh Temim bin Hamad Al Sani’nin başkent Ankara’yı ziyareti sırasında, yüksek düzeyli bir stratejik işbirliği konseyinin kurulmasını öngören benzer bir anlaşma imzalandı.

İki ülkenin enerji ve yatırım alanındaki ilişkisini güçlendirmeyi hedefleyen anlaşmaya göre, Türkiye’nin Katar’dan doğalgaz alması, Katar’ın da Türkiye’deki yatırım hacmini genişletmesi öngörüldü.

Obama yönetiminin bölgedeki etkisi

Türk-Körfez stratejik ortaklığı, Türkiye’nin bölgede bir tür emniyet güvencesi için Katar’da askeri üs askeri kurmasının ardından, 2015’te güvenlik alanlarını kapsayacak şekilde ileri bir aşamaya taşındı. Bu gelişme, ABD’nin eski başkanı Barack Obama dönemine tekabül eden son dört yılda Washington yönetiminin bölgedeki rolünün azalmasından sonra meydana geldi.

Obama’nın bölgede izlediği siyaset bir ölçüde Tahran yönetimiyle örtüşüyordu. Bu siyaset bilhassa Körfez ülkelerini, ABD’nin İran’la vardığı nükleer anlaşmanın tehditlerine ciddi şekilde maruz bırakıyordu. ABD’nin İran’la imzaladığı bu nükleer anlaşma, konuyla doğrudan ilgili Körfez ülkelerinin katılımı olmadan gerçekleşti.

Körfez ülkeleri, İran’ın nükleer kapasitesi çerçevesinde Washington ile Tahran yönetimi arasındaki anlaşmadan kaynaklanan tehditlerin tümüne eş zamanlı olarak maruz kaldı. Yemen’de gelişen ve İran tarafından desteklenen Husi hareketi, İran’ın Irak ve Suriye’de müttefiki olan silahlı grupların rolü ve diğer tehditler, Körfez ülkelerinin Türkiye ile stratejik bir ilişki inşa etmesini gerektirdi.

ABD’nin Obama döneminde Körfez ülkelerinin vizyonundan uzak siyasi yönelimi, bölge meselelerinde Türk vizyonundan uzaklaşmış ABD siyasetinden muzdarip Türkiye’de de benzer bir yankı buldu.

Trump yönetimiyle yeni bir başlangıç

Bununla beraber, ABD’de idarenin el değiştirmesinin ardından, hem Türkiye hem de Körfez ülkeleri Washington yönetimiyle yeni bir başlangıç için çaba göstermeye başladı.

Aynı şekilde yeni ABD yönetimi de müttefikleri olan Körfez ülkeleri ve Türkiye ile yeni bir aşamaya geçilmesi için istekli olduğunu gösterdi. Yeni başkan Donald Trump’ın göreve gelişinin ardından, Suudi Arabistan Kralı ile gerçekleştirdiği uzun telefon görüşmesinin yanı sıra, Amerikan Merkezi Haber Alma Teşkilatı (CIA) Başkanı Mike Pompeo’nun ilk yurtdışı ziyaretini Türkiye’ye yapması, bunun bir yansıması şeklinde okunabilir.

Son olarak, geçen Temmuz ayında Türkiye’de yaşanan başarısız darbe girişiminde, ABD ve NATO üyesi Batılı ülkelerin olması gerektiği seviyeye erişememiş tereddütlü ve zayıf tutumuna karşın Katar ve Suudi Arabistan, Türkiye’nin yanında yer alan ülkelerin başında geldi. Buna ilaveten Batılı ülkeler, başarısız darbe girişiminde yer alan FETÖ terör örgütü karşısında yeterli uygulamaları yürürlüğe koymazken, Körfez ülkeleri kendi sınırları içinde yer alan bu örgüte bağlı eğitim kurumlarını ve okulları kapattı.

Kaynak: AA

PYD-ABD-RUSYA İttifakının Perde Arkası

Amerika Birleşik Devletleri’nin yeni başkanı Donald Trump’un belirlemiş olduğu Ortadoğu politikası muhtemel ‘Amerika derin devleti’ den henüz geçmiş değil. Bilindiği üzere Rusya’nın ABD seçimlerine müdahale ettiği iddiası ve bununla birlikte iyimser Rusya politikası güden Trump, iç siyasetin güvenini kazanamamak ile birlikte tam anlamıyla stratejisini uygulayamamaktadır.

Rusya’nın seçimlere müdahale ettiği iddiası tarihsel anlamda büyük çekişmelerin yaşandığı ABD-Rusya denklemi hem Amerika toplumunda hem de derin güçlerin yeni başkana kuşkulu bakış açısıyla yaklaşımına neden olmuştur. Öyle ki Trump’un çizmiş olduğu dış politika stratejisi içeride bazı kesimleri ikna etmeden hayata geçmeyecektir. Donald Trump’un ulusal güvenlik danışmanı Michael Flynn göreve yeni başlamışken istifa etmesi ya da istifaya zorlanması çok manidardır. Bu durum aslında bizlere muhtemel Amerika derin devleti-Trump çekişmesinin başladığının ilk sinyalini güçlü bir şekilde vermektedir. Trump en çok güvendiği isimlerin başında gelen Flynn’ı kaybederek ilk darbeyi almıştır. Öte yandan Trump’un çalışma bakanı adayı Andrew Puzder adaylıktan çekilmesi ya da adaylıktan çekilmeye zorlanması derin güçler tarafından Rus yanlısı Trump’ı içeride yalnızlaştırmayı amaçlamaktadır. Gelecek günlerde bu istifaların devam edeceğini öngörmekteyim. Yeni süreçte Donald Trump’un ekibi tek tek tasfiye edilmesi muhtemel görünüyor.

Bir diğer husus söz konusu Trump-Derinciler çekişmesi şüphesiz Ortadoğu coğrafyasını olumsuz yönde etkileyecek olmasıdır. Son iki yıldır Türkiye’nin dile getirdiği Suriye’de güvenli bölge oluşturulsun fikri her defansın da Obama yönetiminin vetosu ile karşı karşıya kalmaktaydı. Trump eski başkana nazaran bu fikri haklı bulmuş dahası göreve başladıktan sadece üç gün sonra ekibine Suriye’de güvenli bölge oluşturulsun talimatını vermiştir.

Bölgede gelişmeler Rusya-Türkiye ittifakı ile ivme kazanmasıyla birlikte Trump’un NATO müttefiki Türkiye’yi yeniden kazanma çalışmaları da hızlanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti cumhurbaşkanı Erdoğan ile telefonda bir görüşme gerçekleştiren Trump, CIA direktörü Mike Pompeo’u Ankara’ya gönderme kararı almıştır. Manidar olan şudur ki Pompeo Ankara’ya gelişi için yola çıktığı saatlerde Rusya El Bab bölgesinde bir binada bulunan Türk askerlerini vurmak suretiyle 3 şehit vermemize neden olmuştur. Ankara-Moskova hattında başlayan söz düellosu ‘koordinatların; TSK tarafından verildi, Türk askerleri orada olmamalıydı’ açıklamalarına kadar gelmiştir. Fakat TSK tarafından yapılan bir açıklamada ‘Türk askerleri 10 gündür o binada bulunuyordu ve Rusya bunu biliyordu’ açıklamaları bu olayın sandığımız kadar basit ve sadece kazadan oluşmadığı elzemdir. Öte yandan güvenlik uzmanı Mete Yarar çarpıcı bir tespitte bulunarak ‘koordinatların Suriye hava Kuvvetleri tarafından verildiğini kaydetti.

Rusya’nın bu tutumları askeri ve siyasi mesaj verme niyetinde olduğunu anlaşılabilmektedir. Türkiye, PYD’nin varlığına bile tahammül edemezken CIA direktörünün Ankara’ya gelişinden 9 saat sonra, Rusya dışişleri PYD’yi terör örgütü olarak görmediklerini açıklamıştır. Türkiye’ye verilmek istenen mesaj son derece açık ve nettir. Suriye meselesinde ya ABD ya da Rusya tercihine itilmek istenen ülkemiz bölgedeki askeri operasyonel varlığından dolayı eli ABD ile Rusya’ya göre eşit güçtedir.

Donald Trump’un güvenli bölge talimatı başlarda PYD’nin kontrol ettiği topraklar olarak yorumlansa da yakın zamanda Münbiç konusunun çözüme kavuşmasıyla birlikte Fırat Kalkanı harekatı ile terörden temizlenmiş bölgelerden oluşturulacağını ön görmekteyim. TC Cumhurbaşkanı Erdoğan, Trump’un güvenli bölge talimatını henüz vermemişken ‘El Bab ‘dan daha aşağıya gidilmemelidir’ açıklamalarında bulunmuş ardından CIA direktörünün temaslarından sonra Rakka operasyonu gündeme gelmiştir. ABD ile Rakka operasyonu yoğun bir şekilde gündeme gelmiş ve Amerika genelkurmay başkanı ile genelkurmay başkanı Hulusi Akar görüşmesi esnasında Rusya Rakka’yı uzun menzilli füzelerle vurduğunu açıklaması önem arz etmektedir. Burada dikkat edilmesi gereken husus Türkiye’ nin Rusya ile yaptığı anlaşma El Bab’a kadar olma olasılığıdır. Bu hususla Rusya Türkiye’ nin El Bab’dan sonrasına gitmeme konusunu ‘PYD terör örgütü değildir açıklamaları ve Türk askerlerini bombalayarak’ mesajını dolaylı yoldan iletme tercihine gitmiştir.

Türkiye’ nin baskıları Trump yönetimini PYD konusunda yumuşatma yoluna itmiştir. Yakın zamanda yapılması planlanan olası Rakka operasyonu tarafların anlaşması durumunda ABD’nin saha partneri Türkiye olacaktır. PYD ile başlanan bu operasyon Türkiye’ nin çabalarıyla durdurulmuş, meşru iki devlet ile yapılacak olma olasılığı Ortadoğu bölgesi açısından tarihi zemine dayandırılarak öncelik hakkı Türkiye’nin olduğuna işaret etmektedir.

Uluslararası ilişkilerde ulusal çıkarlar ön plana çıktığı için düşmanımın düşmanı dostumdur ilkesi ile hareket edilmesini burada da açıkça görmekteyiz. PYD kartı Türkleri dizginlemek için her fırsatta kullanılmaktadır. Bizlere karşı PYD kartını dün Amerikalılar bugün Ruslar kullanmış olsa da, TSK Fırat Kalkanı Harekatı’dan en ufak taviz vermeyerek operasyonel misyonumuz arasında El Bab ve Münbiç her zaman var olmuştur.

Zor dönemlerden geçtiğimiz bu günlerde, geçmişte Obama yönetiminin hataları bölgesel açıdan Ortadoğu’da Türkiye’yi kaybetme aşamasına gelmiştir. Trump yönetimi bu hataları gidermek istemesini ; İngiltere başbakanı Theresa May, Almanya başbakanı Merkel ile ABD CIA direktörü Pompeo ve Genelkurmay başkanı Dunford’u ardı ardına Türkiye’ye yapmış oldukları ziyaretlerinden çıkarım yapabiliriz.

Kobani’den Fırat Kalkanı Harekatı’na

ABD öncülüğündeki koalisyon güçleri 23 Eylül‘de IŞİD’i durdurmak ve örgütün yeni işgal planlarını engellemek için, Suriye’deki örgüt mevzilerini bombalamaya başladı. 2 Ekim itibariyle Kobani ve çevresindeki 354 köyün 350’sini ele geçiren IŞİD, Kobani’yi kuşattı.

İlçe merkezindeki YPG karargahını ele geçiren IŞİD’in Suriye’de Kobani merkezini de ele geçirmesi demek, sıranın YPG kontrolündeki Haseke ve Kamışlı’ya geleceği anlamına geliyordu. ABD ve PYD güçleri bu nedenle de Kobani’nin hiçbir şekilde IŞİD tarafından işgal edilmesini kabul etmeyecekti. Aradan üç gün geçti ve PYD lideri Salih Müslim’in Ankara’ya geldiği ve dolaylı yollarla Türk hükümetiyle görüştüğü belirtildi. Bu görüşmede Türkiye’nin Müslim’e, “Suriye muhalefeti içerisinde yer alırsanız size destek verebiliriz, bunun gerçekleşmesi için de PKK ile olan bağlarını koparmanız gerekiyor” dediği iddia edildi. Hatta Müslim bunun üzerine; “Türkiye’nin şartları kabul edilemez” şeklinde bir açıklamada bulundu.

Bu olaylar olurken Türkiye’deki halk konuya uzak değildi. “Medyada Kobani elden gidiyor, IŞİD sınırımıza kadar geldi” şeklinde haberler yapıldı. “Türkiye IŞİD’e destek veriyor” algısının ilk oluşma evresi bu dönemde gerçekleşti. Salih Müslim’in Ankara ziyaretinden sadece bir gün sonra da Türkiye’de PKK sempatizanlarının 50’yi aşkın kişiyi katlettiği 6-7 Ekim Olayları, namıdiğer ‘Kobani Olayları’ gerçekleşti. Sokakların yakıldığı, PKK muhalifi sivillerin öldürüldüğü Kobani olaylarında sempatizanlar, “Türkiye IŞİD’e destek veriyor, Kobani’deki Kürtlere destek vermiyor” iftirasını kullandı. Bu insanların sokağa çıkmasının ve onlarca insanın ölmesinin sebebi olarak, Selahattin Demirtaş liderliğindeki HDP’nin yaptığı ‘Sokağa Çıkın!’ çağrısı gösterildi.

Eylemlerin katliam derecesinde şiddetli bir şekilde sürmesinin arka planında, hükümeti köşeye sıkıştırıp, Türkiye’den Kobani konusunda YPG’ye destek vermesi isteniyordu. HDP’liler Kobani’den gelen binlerce sivile kapılarını açan Türkiye’nin daha fazla yardım etmesini ve IŞİD’i vurmasını talep ediyordu. Ancak Türkiye savaşın doğrudan tarafı olma konusunda temkinli davrandı. Ayrıca çözüm sürecinin olduğu bir dönemde ‘Kobani Olayları’ gibi bir kanlı eylemler silsilesinin yaşanması, hükümetin sürecin doğru bir yola gitmediğini fark etmesine de(!) vesile oldu. PKK’nın süreç boyunca nasıl güç kazandığının farkına varıldığı(!) ilk olay olan Kobani eylemleri sonucunda  Demirtaş ‘suçlu’ olarak gösterildi ve çoğu PKK’lı gözaltına alındı.

Tek başına YPG’nin ilçeyi savunamayacağının anlaşılması üzerine Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) lideri Barzani’den yardım istendi ve Barzani bu isteği kabul etti. Türkiye içerisinde koridor oluşturularak peşmergelerin Kobani’ye geçişi dile getirildi. Uzun diplomasi trafiği ve Obama-Erdoğan görüşmesi sonucu Türkiye’de bu talebi kabul etti.

Peşmergelerin Kobani’ye geçmesi konusunda bu fikri ABD Başkanı Obama’ya kendi önerdiğini ifade eden Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Buradaki PYD ve PKK gruplarına vereceğiniz destekler bizim için kabul edilemez demiştim. Atılacak adım Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ile kabul edilebilir, Peşmerge ile işbirliği kabul edilebilir.” dedi.

Ardından başlayan Kobani’yi IŞİD’den temizleme operasyonunda peşmerge, ÖSO ve PKK’nın Suriye kolu YPG karadan saldırdı. Havadan koalisyon güçlerinin destek verdiği operasyon sonucu Kobani ve çevresindeki bazı bölgeler IŞİD’den temizlendi. ABD destekli PYD güçlerinin şehri ele geçirmesinin ardından, ÖSO ve Peşmerge bileşenlerini saf dışı bırakması gecikmedi. Peşmerge’nin Suriye dışına çıkarıldığı, ÖSO bileşenlerinin de Türkiye üzerinden İdlip ve Halep’e gönderildiği bildirildi.

ÖSO ve YPG Kobani Operasyonu öncesi

Kobani Olayları ve PKK’nın Doğu ve Güneydoğu’da şantiye baskınlarına rağmen devam eden Çözüm Süreci’nde, ilk defa HDP heyeti ile hükümet yetkililerinin ortak açıklama yapacağı açıklandı. 28 Şubat 2015​’te Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan ve İçişleri Bakanı Efkan Âlâ ile İmralı-Kandil arasında görüşmeleri yürüten HDP heyeti İstanbul Dolmabahçe’deki Başbakanlık çalışma ofisinde bir araya geldi. HDP Milletvekili Sırrı Süreyya Önder tarafından “Dolmabahçe Mutabakatı” adlı 10 maddelik tartışmalı metin okundu. Demokratik siyaset ve kimlik kavramları gibi başlıkların yer aldığı metinde, PKK’nın silah bırakmasına dair bir ifadenin olmaması dikkat çekti. Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan​ ise aynı görüşmede “Silahların devre dışı kalması​” konusunda bir çağrıda bulundu. Dolmabahçe’deki görüşmede Öcalan’ın “PKK’nın silahlı mücadeleyi bırakma temelinde bahar aylarında olağanüstü kongreyi toplamaya davet ediyorum.​” şeklindeki açıklamasını da bildiren Sırrı Süreyya’ya, aynı gün PKK yöneticilerinden Mustafa Karasu cevap verdi. Karasu, PKK’nın ajansı ANF’ye yaptığı açıklamada;“PKK kongresini yapıp silah bırakma kararı alacak biçimindeki yaklaşımlar demagojidir.” dedi. Bir gün sonra yine Karasu; “Hiç kimsenin PKK adına silah bırakmasından, PKK’nın kongre yapıp silah bırakma kararı alacağından söz etmesi mümkün değildir. Hiç kimsenin üzerinde böyle bir vazife yoktur!”​ diyerek çözüm sürecinin anlamsızlığından bahsetti ve PKK’nın elebaşı Öcalan’a ‘meydan okudu’.

Dolmabahçe görüşmesinden

7 Haziran Başbakanlık seçimlerinde “seni başkan yaptırmayacağız” söylemleri, seçimden tek bir partinin çıkmaması, “koalisyon mu olacak?” şeklindeki deli sorular gündemi meşgul ederken; 20 Temmuz’da Şanlıurfa’nın Suruç ilçesinde PKK’ya yakın dernek ve sosyalist gençlik federasyonu üyelerinin olduğu, Kobani’ye yardım için toplanılan bir kültür merkezine IŞİD’in bombalı saldırısı gerçekleşti. 34 kişinin öldüğü, 100’den fazla kişinin yaralandığı saldırıdan iki gün sonra yine Şanlıurfa’da, ama bu sefer Ceylanpınar’da, ev arkadaşı olan 2 polis, evlerinde başlarından tabancayla birer kurşunla vurulmuş bir şekilde bulundu.

Suruç’taki terör saldırısı sonrası bir görüntü

PKK’nın üstlendiği olayın üstünden 3 gün geçti ve hükümet düğmeye bastı. F-16 savaş uçakları 4 yılın ardından ilk kez PKK hedefleri vurdu.

PKK’ya 4 yıl sonra ilk hava harekatının gerçekleştiği günlerde, ABD destekli YPG güçleri Kobani’den sonra Tel Abyad’ı da IŞİD’den alarak sınır hattı boyunca topraklarını genişletmişti.

Türkiye, Suriye’de PYD/YPG’nin Fırat’ın batısına geçişini kırmızı çizgisi olduğunu ve gerekirse müdahale edeceğini Temmuz 2015 ayının ilk günlerinde duyurmuştu. Aynı günlerde IŞİD’e karşı oluşturulan ABD öncülüğündeki koalisyon savaş uçaklarına İncirlik’i açan Türkiye, karşılığında ABD’nin ‘Güvenli Bölge’ konusunda anlaştığını açıkladı. Konuya ilişkin Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu, “DAEŞ ve PYD Suriye sınırında oluşturulacak güvenli bölgeye girmeleri durumunda hem Türkiye, hem de ABD tarafından vurulacak” dedi. Türkiye, Azez-Cerablus hattı arasında bir ‘Güvenli Bölge’ planını her fırsatta dile getirdi. Ancak Obama yönetimi konuya hep uzak olma taraftarı oldu ve havadan destek verdiği YPG ile operasyonlarını sürdürerek PYD kontrolündeki toprakların genişlemesine vesile oldu. 30 Eylül 2015’ten itibaren de Rusya hava ve kara unsurlarıyla Suriye’ye müdahil olma kararı aldı. Rusya, Esad rejiminin ‘son çırpınışlarında’ Suriye’ye ayak basarak rejimin geleceğini ve Akdeniz’de tek varlık gösterdiği Suriye’deki limanlarını kontrol altına aldı. 24 Kasım’da Rus savaş uçağının Türk savaş uçaklarınca düşürülmesiyle birlikte Suriye’de dengeler tamamen değişti.

13 Ekim 2015 tarihinde PYD, Arap, Süryani ve Türkmenler’den oluşan grupları Suriye Demokratik Güçleri (SDG) adı altında toplayarak yeni bir ittifak kurdu. PYD ve ABD’nin bu oluşumu kurmasının en önemli sebebi; örgütün ABD ve Avrupa’dan yardımları daha sorunsuz almak istemesi ve diğer etnik kimlikteki grupları bir araya toplayarak, uluslararası medyada ‘çeşitlilik’ barındırdığını iddia ederek destek almak istemesidir.  Tarafsız kuruluşlarca yapılan yorumlarda SDG’nin yüzde 90’a yakınının YPG’lilerin oluştuğu tespit edildi. CNN’nin açıkladığı verilere göre ise Suriye Demokratik Güçleri (SDG) 50 bin kişi ve bünyesinde 27 bin YPG’li, 23 bin de Arap var. YPG’nin başını çektiği SDG, 26 Aralık‘ta Fırat’ın batısındaki IŞİD kontrolünde bulunan stratejik Tişrin Barajı’nı ele geçirdiklerini açıkladı. Yani ‘Türkiye’nin kırmızı çizgisi silinmiş’ oldu. Başbakan Davutoğlu; “Fırat’ın batısına geçenlerin PYD unsurları olmadığı, daha çok Arapların olduğu” şeklinde bir açıklama yaparak Türk halkını geçiştirdi.

Obama’nın IŞİD ile mücadele özel temsilcisi Brett McGurk‘a plaket veren YPG komutanı Polat Can ise 28 Aralık 2015’te kendi twitter adresinden Fırat’ın batısına geçildiğini dalga geçerek paylaştı.

Türkiye için kara bir yıl olarak tarihe geçen 2016 yılı, daha ilk günlerden ne kadar zor geçeceğini göstermişti. Ocak ayının 18’inde IŞİD tarafından ilk roket Kilis’e atıldı. 20’den fazla insanın hayatını kaybettiği vahim saldırılar Fırat Kalkanı Harekatı’nın başladığı 24 Ağustos’a kadar devam etti. Tarihler 3 Şubat 2016’yı gösterdiğinde ise muhaliflerin Halep-Türkiye ikmal hattını kesen rejim güçleri, Suriye iç savaşının seyrini değiştiren bir operasyona imza attı. İkmal yolunu kesen rejim güçlerine Rusya’nın hava desteğiyle YPG’de destek verdi. YPG ile muhalifler arasında çatışmalar alevlenmeye başladı. YPG, Afrin kantonundan Azez ve Tel Rıfat tarafına doğru saldırıya geçti. Türkiye ise YPG’nin bu saldırılarına 13 Şubat’ta obüs toplarıyla karşılık verdi ve YPG’nin 100 bini aşkın Suriyeli’nin yaşadığı Azez yönüne saldırmasını engellemeye çalıştı. Bu saldırılar sonrasında ise Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun ”Menneğ askeri havaalanından PYD derhal uzaklaşmalı” söylemleri havada kaldı ve YPG, 16 Şubat’ta Tel Rıfat ve Menneğ Havaalanı’nı tamamen kontrolü altına aldı. Türkiye sınırındaki Azez ise muhaliflerin kontrolünde kaldı. Bu saldırıyla Halep ikmal hattı, rejim ve YPG’nin ayrı güçleriyle iki taraflı kesilmiş oldu.

Halep’in Kuzeyinde Harita (16 Şubat 2016)

Fırat’ın batısına Tişrin Barajını ele geçirerek ulaşmış olan YPG güçlerine karşı Türkiye’nin sert açıklamaları devam ederken, 20 Mayıs’ta “stratejik derinliğin” üstadı Ahmet Davutoğlu yerine Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın en yakınındaki isimnlerin başında gelen Binali Yıldırım Başbakan oldu. ABD Türkiye’yi oyalamaya devam ederken, karada YPG güçleriyle ABD Münbiç için operasyona hazırlanıyordu.  1 Haziran’da ABD’nin hava desteğiyle YPG güçlerinin ‘Münbiç Operasyonu’ başladı. İlk önce ilçenin etrafındaki köyler bir bir IŞİD’in elinden alındı ve Münbiç’in merkezi kuşatma altına alındı. ABD’nin yoğun hava desteğiyle ilçeyi tamamen kontrol etmeye çok yaklaşan YPG güçlerine karşı Türkiye’nin nasıl bir politika izleyeceği henüz belirlenememişti. 27 Haziran’da Rusya ile yaşanan ‘uçak krizi’ konusunda Erdoğan’ın Putin’e mektup göndermesi buzları eritti ve iki ülke karşılıklı olarak ilişkilerin geliştirmesi konusunda anlaştı. Aslında bu durum hem Suriye’deki durumu hem de bölgedeki yeni diplomatik gelişmelerin farklılaşacağı anlamını taşıyordu.

Tarih 15 Temmuz’a geldiğinde ise Türkiye’de tarihinin en acı günlerinden biri gerçekleşti. FETÖ’cü askerler tarafından hain darbe girişimi gerçekleşti ve yüzlerce insan katledildi. Türkiye tarihinde bir ilk olarak hafızalarımıza kazınan bu vahim girişim, onurlu Türk milleti tarafından geri püskürtüldü.

Darbe girişiminin olduğu hafta Suriye’de rejim güçleri Halep’teki saldırılarını arttırdı. YPG de Münbiç’in merkezine doğru ilerleyişini devam ettiriyordu. IŞİD’in yer yer karşı saldırılarına karşın, yaklaşık iki buçuk ayın ardından 13 Ağustos’ta Münbiç tamamen Suriye Demokratik Güçleri (SDG)’nin kontrolüne geçti. Operasyon sırasında ABD’den Türkiye’nin hassasiyeti doğrultusunda YPG’liler bölgeden çekilecek” açıklamaları gelse de, böyle bir şey olmadı. Hatta Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu Münbiç operasyonu için, “ABD, YPG’liler bölgeden çekileceği garantisini verdi” dedi. Türkiye geç olsa da Münbiç’i ele geçiren YPG’nin sıradaki hedefinin Cerablus ya da El Bab olacağının farkına vardı. ABD’nin Türkiye’yi oyalamasını daha fazla kabullenemeyen hükümet, muhalif güçlerle birlikte 24 Ağustos’ta Fırat Kalkanı Harekatını başlattı. Tüm dünyanın gündemine oturan bu harekat, YPG’nin Münbiç’i ele geçirmesinden tam 11 gün sonra gerçekleşti. Harekatın başlamasından bir gün sonra ve 8 Kasım’da ki Başkanlık seçimlerine kadar Obama yönetimi tam dört kez (manidar bir şekilde)“YPG Menbiç’ten çekildi” açıklamasında bulundu.

Fırat Kalkanı Harekatı ile ilgili kısa bir değerlendirme

Suriye’de iç savaşın başlamasının ardından yapılan bazı yanlışlıklar döndü dolaştı ülkemizi birinci dereceden ilgilendiren güvenlik sorununa evrildi. 40 yıldır Türkiye’de terör estiren PKK’nın Suriye bileşenleri, en uzun sınıra sahip olduğumuz Suriye’de bazı bölgelerde hakimiyeti ele geçirdi. Sınırımızda PYD’nin olması ve devletleşmesinin ülkemiz için ileri de nasıl tehditler oluşturacağını yazmaya bile gerek yok. Türkiye, PYD’nin Azez-Cerablus hattını ele geçirip Afrin ile Kobani’nin birleştirmesine ve örgütün tek taraflı ilan ettiği kantonlarının bütün olmasına karşı çıkıyor. Bu çerçevede muhaliflerle birlikte Fırat Kalkanı harekatını gerçekleştirdi. ABD’ye Adana’da bulunan İncirlik üssünü açmasına rağmen harekat boyunca elle tutulur hiçbir destek alamaması da, Türkiye’nin dış politikasındaki yegane sorunlardan birini teşkil etmektedir. Bilindiği üzere ABD’nin hava unsurları ve saha tecrübesi küresel anlamda çok fonksiyonlu ve güçlü bir yapıda bulunuyor. ABD YPG’ye verdiği hava desteğini muhaliflere vermemekle kalmıyor, yer yer Münbiç çevresindeki IŞİD mevzilerini bombalayarak YPG’nin Münbiç kırsalında ilerlemesini sağlıyor. Bilindiği gibi YPG, Fırat Kalkanı Harekatı başladıktan sonra Münbiç kuzeyinde ve batısında bazı toprakları IŞİD’den ele geçirmişti.

Yaklaşık 6 ayda Türkiye destekli muhalif güçlerin El Bab’a kadar ilerlemesi ve 3 aydır da Bab çevresinde takılı kalmasının çok farklı sebepleri var. Muhaliflerin dağınık yapıda bulunması ve harekatın başladığı ilk günden itibaren harekata sürekli yeni muhalif unsurların katılması; Türkiye’nin muhalifleri tek çatı altında toplama ve güçlendirme çalışmalarını hızlandırılması anlamına geliyor. Aynı zamanda kontrol edilen topraklarda asayişin sağlanması ve Suriyeliler’in IŞİD ve PYD’den ele geçirilen bölgelere yerleştirilme süreci, tabiri caizse de yeni bir devlet yapısının oluşturulması, El Bab’ın alınmasını geciktiren unsurların başında geliyor. Suriye’de IŞİD’in kontrol ettiği en büyük yerleşim yerlerinden olan El Bab’a ‘tam gücüyle katılamayan’ ÖSO güçleri ve Türkiye, Rusya ile bölgede anlaşarak ağır da olsa ilçeyi kontrol edileceğinin mesajını veriyor.

Cerablus ve Azez’de Türkiye’nin eğittiği polis gücünün göreve başlamasıyla bu bölgedeki silahlı askeri unsurların cephe hattına geçirilmesi planlanmaktadır. El Bab’ın muhaliflerce kontrolünün ardından ne olacağı başka bir yazının konusu olacakken, Münbiç konusunda ABD ile işbirliği denenmeli ve ABD’nin direktifiyle YPG’nin burayı boşaltması istenmelidir. Bilinmelidir ki ABD böyle bir direktifte bulunursa, SDG çatısı altındaki YPG’nin bunu kabul etmeme şansı bulunmamaktadır. Savaştan önce realist ve pragmatist diplomasinin denenmesi gerektiğini düşünerek, zor günler geçirdiğimiz şu dönemde hükümetin Suriye’de daha dikkatli ve akılcı bir politika yürütmesini temenni ediyorum.


Haber kaynakları:

aljazeera.com.tr/al-jazeera-ozel/ypg-tisrin-barajini-isidden-aldi
diken.com.tr/suriyedeki-kurtler-yeni-guc-kurdu-abd-muhimmat-yigdi-turkiye-tavrini-degistirmeli/

cnnturk.com/dunya/sdgden-ypg-aciklamasi

ensonhaber.com/davutoglu-pyd-firatin-batisina-gecmedi-2015-12-28.html

borsagundem.com/haber/suriyede-iside-karsi-menbic-operasyonu-basladi/1042130

timeturk.com/ypg-menbic-i-ele-gecirdi/haber-247007

stratejikortak.com/2016/04/azez-cerablus-hatti-kuzey-halep-haritasi.html

hurriyet.com.tr/basbakan-davutoglu-azez-ve-civarindaki-tehdit-olusturan-guclere-karsi-

mukabelede-bulunulmustur-40054262

haberturk.com/dunya/haber/996818-pyd-lideri-ankarada

t24.com.tr/haber/abd-ucaklari-incirlikte,305654

aljazeera.com.tr/gorus/koalisyon-iside-karsi-ne-kadar-basarili

t24.com.tr/haber/disisleri-mustesari-sinirlioglu-abd-ile-guvenli-bolge-konusunda-anlastik,305897

aljazeera.com.tr/haber/ortak-aciklamanin-tam-metni

haberturk.com/gundem/haber/1002199-obamaya-ben-teklif-ettim

haberturk.com/dunya/haber/996818-pyd-lideri-ankarada

hurriyet.com.tr/yazarlar/taha-akyol/yine-hdp-29670076

milliyet.com.tr/pkk-ya-ikinci-isid-e-ucuncu-dalga-gundem-2092745/

Türkiye’deki Sığınmacı Sayısı 61 Ülkenin Nüfusundan Fazla

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra en büyük mülteci krizinin yaşandığı son yıllarda ülkelerindeki iç savaş veya karışıklıklardan kaçarak Türkiye’ye gelen 3 milyondan fazla sığınmacının sayısı 61 ülkenin nüfusunu geçiyor.

Kuzey Kore’de Taht Oyunları: “Kim Suikastinde Kim Şüphesi”

Nükleer denemeleri ile sadece Asya-Pasifik bölgesinde değil, küresel çapta tepkilere neden olan Kuzey Kore, bu sefer de bir cinayetle bağlantılı olarak uluslararası gündemin ilk sıralarına yerleşti.

Kuzey Kore’nin Konumu

Nükleer denemeleri ile sadece Asya-Pasifik bölgesinde değil, küresel çapta tepkilere neden olan Kuzey Kore, bu sefer de bir cinayetle bağlantılı olarak uluslararası gündemin ilk sıralarına yerleşti. Cinayetin işlendiği yer de, 2014 yılında ulusal havayolu şirketine ait bir uçağın Ukrayna’nın doğusunda düşürülmesi, diğerinin Kuala Lumpur-Pekin seferini yaparken kaybolması ve ardından Air Asia adlı özel sektöre ait bir uçağın Surabaya-Singapur seferini yaparken Cava Denizi’nde düşmesiyle dünya kamuoyunun gündemine gelen Malezya.

Bu cinayet üzerine gözler elbette Kuzey Kore lideri Kim Jong-un’a çevrilmiş durumda. 2013 yılında amcası ve bu son vakadan birkaç hafta önce istihbarattan sorumlu Devlet Güvenlik Bakanlığı Başkanı Kim Won-hong’u yolsuzluk suçlamasıyla görevden alıp ardından ‘ortadan kaldıran’ Jong-un, sonuncusunu geçen hafta gerçekleştirdiği nükleer füze denemeleriyle başta komşu ülkeler olmak üzere uluslararası topluma meydan okurken, ülke içinde de siyasi gücünü daha da pekiştirmeyi hedefliyor.

Kuzey Kore’nin 33 yaşındaki Devlet Başkanı Kim Jong-un’un üvey ağabeyi 46 yaşındaki Kim Jong-nam geçen pazartesi sabahı Kuala Lumpur Uluslararası Havalimanı’nda (KLIA2) iki kadının saldırısı sonucu yüzüne serpilen kimyasal maddeyle hayatını kaybetti. Kuzey Kore lideri Kim Jong-il’in 19 yıllık iktidarının ardından 17 Aralık 2011 tarihinde ölümüyle devlet başkanlığına ortanca oğlu Kim Jong-un getirilirken, bu dönem boyunca bir tehdit unsuru olarak algılanan büyük oğul Kim Jang-nam ise uzun süredir ülke dışında yaşam sürüyordu. Bu zaman zarfında Malezya dahil bölgedeki birkaç ülke arasında mekik dokuyan Jong-nam, zaman zaman Çin’in güneydoğusunda Macau özerk yönetim bölgesinde kalıyordu. Pazartesi günü de, eşi ve oğlu Kim Han-sol’la buluşmak üzere Macau’ya gidecekti.

Kim Jong-nam

Profesyonel cinayet

Jong-nam’ın öldürülmesi, olaydan bir gün sonra Malezya ve dünya basınında yer buldu. Bunun nedeni ise ‘Kim Chol’ isimli biri adına düzenlenmiş sahte pasaportla seyahat etmesi ve Malezya makamlarının olay günü bu gelişmeyi kayıtlara sadece, ‘Kuzey Kore uyruklu bir kişi hayatını kaybetti’ şeklinde geçmesi oldu. Gerçek kimliğinin ortaya çıkmasının ardından son yılların belki de en önemli casus cinayetlerinden biri olduğuna kuşku olmayan olayla ilgili detaylar araştırılmaya başlandı. Ancak şu ana kadar havalimanındaki güvenlik kameralarının görüntüleri dışında bir bulguya henüz ulaşılabilmiş değil.

Kuala Lumpur Uluslararası Havalimanı ‘1’ ve ‘2’ (KLIA1 – KLIA2) olarak adlandırılan, birbirine son derece yakın iki havalimanından oluşuyor. Jong-nam’ın hayatını kaybettiği saldırı KLIA2’de gerçekleşti. Bu havalimanı büyük ölçüde Malezya merkezli olup diğer bölge ülkelerinde de faaliyet gösteren ‘Air Asia’ adlı ekonomi sınıfı uçak şirketince kullanılıyor. Jong-nam’ın yaklaşık bir haftadır Malezya’da olduğu ve geçen pazartesi günü Macau’ya (Çin) geçmek üzere KLIA2’ye geldiği ve ‘self-check in” makinalarından birinin önünde iki kadının saldırısına uğradı bildirildi. Görüntülerde, kadınlardan birinin Jong-nam’ı arkadan yüzünü tutarken diğer kadının da ön taraftan yüzüne kimyasal bir madde sıktığı görülüyor.

Hadisenin güvenlik kameralarında izlenmesine rağmen anında değerlendirilemediği gibi, olay mahallinde bulunan güvenlik görevlileri, havalimanı çalışanları ya da herhangi bir yolcu tarafından fark edilmemiş olması da cinayetin son derece profesyonelce işlendiğini ortaya koyuyor. Jong-nam’ın bağırıp çevredekilerden yardım istememesi, aksine önce lavaboya gidip yüzünü yıkaması ancak ağrının baş göstermesi üzerine havalimanı çalışanlarından birine yaklaşarak yardım istemesi, bir başka önemli detay. Ancak, bu saldırının sadece iki kadın tarafından işlenmediği ve saldırıyı yöneten/yardımcı olan dört erkek zanlının da olduğu gündemde. Güvenlik kameralarında görülen kadınlardan birine benzerliğinden ötürü dün Vietnam pasaportu taşıyan 28 yaşındaki bir kadın göz altına alındı. Bu sabah, ikinci bir kadının göz altına alındığı açıklandı.

Kim Jong-nam: Potansiyel lider

Kim Jong-nam, kapalı bir rejim olan ve adını nükleer denemelerle duyuran Kuzey Kore’de ülkenin kurucu ailesine mensup. Şu an devlet başkanı olan Kim Jong-un’un ‘ağabeyi’ olması nedeniyle babasından sonra devlet başkanlığına geçmesi bekleniyordu. Ancak Jong-nam’ın 2001 yılında sahte pasaportla Japonya’ya yaptığı ziyaret nedeniyle gözden düşmesi üzerine, babası Kim Jong-il’in 2011 yılındaki ölümünün ardından kardeşi Jong-un devlet başkanlığına geçti.

Dünyanın, dünyaya kapalı bir dikta rejimiyle yönetilen son birkaç ülkesinden biri kabul edilen Kuzey Kore’de, reform yanlısı görüşleriyle bilinen Kim Jong-nam, 2011 yılından sonra bir tehdit olarak algılanmaya başladı. Her ne kadar Kuzey Kore’de devlet başkanlığını üstlenmesi mümkün olmasa da, gerek bölgesel gerekse küresel güçler tarafından ‘potansiyel bir lider’ olarak değerlendirildiğine de şüphe yoktu. 2012 yılında devlet başkanı olan kardeşi Jong-un’a yazdığı belirtilen mektupta kendisinin ve ailesinin canının bağışlanmasını istemesi de bir tehdit altında bulunduğunun farkında olduğunu gösteriyor.

Kuzey Kore’de güç temerküzü ve rejim içi dengeler

Jong-nam’ı mevcut Kuzey Kore rejimi için bir tehdit unsuru kılan bir başka husus ise 2013 yılı aralık ayında infaz edilen ülkenin o dönem iki numaralı ismi olarak bilinen amcası Jang Song Thaek’a yakınlığı. Bununla ilgili olarak Güney Kore istihbaratının, “Jong-nam’ın son beş yıldır maruz kaldığı tehdit karşısında Çin yönetiminin yakın korumasında” olduğu yönündeki açıklaması dikkat çekiciydi. Kuzey Kore’nin kendisine yönelik daha önce dört kez suikast girişiminde bulunmuş olması da, yönetimin bu konudaki ‘kararlılığını’ gösteriyor.

Jong-nam’ın ölümüyle souçlanan bu son girişimde, bir süre önce Güney Kore’ye iltica edeceği haberlerinin de rolü olduğu düşünülebilir. Kuzey Kore lideri Jong-un’un iktidara gelmesinden beri kendisine muhalif olan veya bu potansiyeli taşıyan sivil ve asker 140’ı aşkın kişinin hayatına kast etmiş olması, kendisine karşı önemli bir tehdit unsuru olduğuna kuşku olmayan ağabeyi Jong-nam’a karşı da benzer bir teşebbüste bulunabileceğinin işareti.

Bu cinayetin Kuzey Kore yönetiminin ısrarla devam ettirdiği ve sonuncusunu geçen hafta gerçekleştirdiği nükleer füze denemeleriyle bir şekilde bağlantısı var. Son beş yıldır ardı ardına füze denemeleri gerçekleştiren Devlet Başkan Kim Jong-un, özellikle ABD yönetimi başta olmak üzere uluslararası çevrelerden gelen tepkilerin sıcak bir müdahaleye dönüşebileceği ihtimalini gözden uzak tutmuyor olmalı. Komünist rejimle idare edilen ve 60 yıldır Çin başta olmak üzere birkaç ülke dışında dünyaya kapalı bir rejim olarak varlığını sürdüren Kuzey Kore’de değişimin nasıl ve ne şekilde gerçekleşeceği küresel kamuoyu için bir muamma. Bununla birlikte, çeşitli çevrelerin ülkede rejim değişikliği için alternatif girişimler üzerinde kafa yorduklarına ise şüphe yok. Bu noktada, tıpkı benzeri ülkelerde olduğu gibi, ülke yönetimindeki aynı aileye mensup bir başka kişinin -ki bu kişinin pazartesi günü öldürülen Jong-nam olmaması için hiçbir neden yoktu- yönetime getirilmesi de ihtimal dahilindeydi.

ABD yönetiminde Kuzey Kore kararlılığı

ABD’deki yönetim değişikliğinin, kısa vadede Kuzey Kore yönetimine yönelik herhangi bir yaptırım veya sıcak müdahaleyi gündeme getirip getirmeyeceği netlik kazanmış değil.

Bununla birlikte, Başkan Donald Trump’ın konuyla ilgili bazı açıklamalarında bunun ipuçlarını bulabilmek de mümkün. Öyle ki Kuzey Kore’nin geçen hafta sonu gerçekleştirdiği füze denemesinin ardından Trump’ın, gerekli ‘en sert tepkiyi’ verecekleri yönündeki açıklaması, Kuzey Kore yarımadasında muhtemel bir hareketliliğin işareti olarak yorumlanabilir. Bununla birlikte Trump, açıklamasında, “Kuzey Kore’nin büyük bir problem olduğu aşikâr ve bununla güçlü bir şekilde mücadele etmeliyiz,” derken, bu konuda somut bir plan ve projeye sahip olduklarını gösterecek herhangi bir ayrıntı da vermedi.

Öte yandan, Washington’un BM Temsilcisi Nikki Haley’in, “Kuzey Kore’ye sadece sözlerimizle değil, eylemlerimizle de yaptığının hesabını vermesi gerektiğini göstermeliyiz,” şeklindeki açıklaması da dikkat çekiciydi. Füze denemesinin ardından BM’de konuyla ilgili yapılan acil toplantıda da ABD tarafı Kuzey Kore’nin bu açık tehdidi karşısında Japonya ve Güney Kore’nin yanında olduğunu güçlü bir şekilde ifade ediyordu.

Kuzey Kore’de rejim değişikliği ihtimali

Barack Obama’nın ilk döneminde Kuzey Kore’yle ‘masaya oturma’ girişimleri gündemdeyken, Kuzey Kore’nin füze denemelerinde ısrarcı olması bu ihtimali ortadan kaldırmıştı. Şimdi ise Başkan Trump, göreve başladığından beri ülkesinin iç sorunlarıyla meşgul olsa da, ‘Amerikan çıkarlarını’ doğrudan tehdit ettiğini söylediği Kim Jong-un’a karşı daha sert tedbirlere başvurabilir.

Bu bağlamda, Japonya ve Güney Kore ile yakın, Çin’le ise ‘çok özel bir anlaşmayla’ işbirliğinin önünü açarak Kuzey Kore’de bir rejim değişikliğini gerçekleştirme yönünde adım atabilir. En azından bu yönde hareket geçme konusunda potansiyel bir politikaya sahip olduğuna kuşku yok. ABD yönetiminin en güçlü isimlerinden olan Savunma Bakanı James Mattis, ay başında Güney Kore ziyareti sırasında yaptığı, “Kuzey Kore yönetiminin nükleer silah kullanma teşebbüsü etkin bir karşılık bulacaktır” açıklaması da hatırlanmalı. Yine unutulmaması gereken bir husus, Kuzey Kore’nin son 60 yıldır Güney Kore ve ABD ile ‘teknik anlamda’ savaş halinde olması.

Öte yandan Kim Jong-un’un da her an vuku bulabilecek dış müdahale ihtimalini gözardı etmediği hesaba katılmalı. Bu çerçevede Çin’e yakınlığıyla bilinen ağabeyi Jong-nam’ı düne kadar ‘ortadan kaldırmamış’ olmasının neden olabileceği bir tehlikeyi bertaraf etmek için nihayet uygun bir fırsat yakaladığı anlaşılıyor. Kuzey Kore açısından bakıldığında pazartesi günü Kuala Lumpur’da işlenen bu cinayet, olası bir müdahalenin ve sonrasında gelecek potansiyel yönetim değişikliğinin önüne ‘şimdilik’ geçilmiş olduğu inancını güçlendiriyor olmalı.

Kaynak: AA

Kuzey Kore’nin Füzeleri ve Füze Denemeleri

Kuzey Kore’nin hafta sonunda başarılı şekilde yaptığını duyurduğu yeni balistik füze denemesi, bir kez daha gözlerin bu ülkeye çevrilmesine neden oldu. Kore Savaşı’ndan sonra Sovyetler Birliği’nin yardımıyla nükleer silah geliştirme çalışmalarına başlayan Kuzey Kore, 2000’li yılların ortalarından bu yana nükleer füze denemeleriyle anılıyor. Amerikan Bilimadamları Vakfına göre, Kuzey Kore’nin kısa menzilli füzelerinin bin kilometre, orta menzilli füzelerinin bin ila 3 bin kilometre, ara bölge menzillerinin 3 bin ila 5 bin kilometre ve kıtalararası füzelerinin 5 bin 500 kilometreden fazla menzili olduğu düşünülüyor.

Rakka: Türkiye İçin Önemi ve Riskler

Rakka Türkiye sınırına nispeten uzak bir bölgede olsa da, şehrin DEAŞ’tan temizlenmesi ve bu süreçte YPG’nin üstleneceği rol Türkiye açısından önem arz ediyor.

Fırat Kalkanı harekatı başladığında Türk yetkililer Suriye’nin kuzeyinde yer alan El-Bab, Münbiç ve Rakka’yı DEAŞ’tan temizlenecek öncelikli yerleşimler olarak ilan etmişti. Fırat Kalkanı harekatının ilk kritik aşaması olan El-Bab’a ulaşıldı ve şehir savaşı başlamış durumda. Şehrin çok da uzun olmayan bir vadede DEAŞ’tan temizlenmesi ve kontrolün Türk ordusu ve desteklediği Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) bileşenlerine geçmesi bekleniyor. Fırat Kalkanı’nın kuzeyden El-Bab’a ilerlemesine paralel olarak, Suriye rejimine bağlı güçler de güneyden El-Bab’a doğru ilerleme çabası içine girdi. Neticede El-Bab-Halep yolunun rejim ve ÖSO arasındaki sınırı teşkil edeceği yeni bir durum oluşuyor. Bu durum Fırat Kalkanı’nın artık DEAŞ bölgeleri ile sınırının kalmaması anlamına gelecek. Dolayısıyla Fırat Kalkanı’nın yeni hedefi artık YPG olabilir.

Türk ordusu ve ÖSO’nun El-Bab’a yaklaştığı dönemde, ABD de 2016 yılının Kasım ayında Rakka operasyonunun başlayacağını duyurmuştu. Aradan geçen üç ay içinde, ABD desteği altındaki Suriye Demokratik Güçleri (SDG)/YPG Fırat nehri boyunca kuzeyden güneye doğru ilerledi ve Rakka şehir merkezi kuzeyden ve kısmen batıdan kuşatıldı. Rakka operasyonunun ikinci aşamasıyla birlikte, SDG/YPG şehri doğudan kuşatmak için çabalarını yoğunlaştırdı.

ABD’nin Rakka operasyonu, tam da Türkiye’nin El-Bab ve Münbiç’ten sonraki hedefinin Rakka olacağını açıklamasını takip eden süreçte gerçekleşti. ABD desteği altındaki YPG operasyonunun coğrafi gidişatına bakıldığında da, Fırat Kalkanı harekatı doğuya yönelmeden önce, Türkiye ve ÖSO’nun DEAŞ ile sınırını ortadan kaldırarak Rakka’ya doğru yönelmesinin önünü almaya çalışıldığı görülüyor. İkinci amaç ise YPG’nin nihai hedefi olan, yaşayabilir ve savunulabilir ‘devletimsi’ bir yapı için coğrafi derinlik kazanmaya çalışmak ve su kaynaklarını, barajları kontrol etmek gibi görünüyor. Netice itibarıyla, hem rejimin El-Bab’a ilerlemesi hem de ABD ve YPG’nin Fırat nehri boyunca güneye ilerlemesi, diğer bazı nedenlerin yanı sıra Türkiye ve ÖSO’nun El-Bab ve Münbiç’ten sonra doğrudan Rakka’ya yönelmesinin önünü almak için gerçekleştirilmekte.

Bütün bunlara rağmen, Türkiye’nin hem irade hem de fiziksel olarak Rakka’ya yönelme seçeneklerinin tamamen ortadan kalkmadığı söylenebilir. Rakka konusundaki tartışmaları alevlendiren gelişme, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ABD Başkanı Trump ile gerçekleştirdiği telefon görüşmesi ve CIA Direktörü Mike Pompeo’nun Ankara ziyareti oldu. Bu görüşmelerin ana gündem maddelerinden birini Rakka’nın DEAŞ’tan temizlenmesi planları oluşturdu. Ayrıca Türk tarafının ABD’ye Rakka konusundaki somut planlarını sunduğu bilgisi de basına yansıdı.

Rakka’nın Türkiye için önemi

Rakka şehir merkezi esasen Türkiye sınırına nispeten uzak bir bölgede yer alıyor ve Türkiye açısından acil bir tehdit oluşturmuyor. DEAŞ’ın buradan Türkiye’yi hedef alma şansı yok. Ancak yine de DEAŞ’ın Türkiye açısından tehdit olmaktan tam anlamıyla çıkarılabilmesi için, Rakka’nın örgütten temizlenmesi çok önemli. Bu başarılabilirse, DEAŞ Türkiye sınırlarından çok uzakta, tamamen Suriye çöllerine hapsedilmiş bir örgüt konumuna düşecek ve bitirilemese dahi kontrol altına alınmış olacak.

Rakka’nın Türkiye için asıl önemi ise DEAŞ sonrası şehri askeri olarak kimin kontrol edeceği ve nasıl bir sivil idare kurulacağı ile ilgili. Türkiye Rakka’nın DEAŞ’tan kurtarılması sürecinin içinde yer almadığı takdirde, şehrin YPG’nin ana bileşeni olduğu SDG tarafından kontrol edilmesi ve YPG kontrolü altındaki ABD nüfuz alanının genişlemesi muhtemel görünüyor. Bu durum Türkiye açısından büyük bir tehdit. Zira Türkiye Rakka için ön almazsa, DEAŞ sonrası boşluğun farklı ve daha tehlikeli bir terör örgütü tarafından doldurulacağını düşünüyor.

İkincisi, Fırat Kalkanı’nın başlangıcından beri Türkiye, hedefin sınır bölgelerini “terörden arındırmak” olduğunu ifade etti. Bu bölgede kimin terörist olduğu konusunda taraflar arasında anlaşmazlık olmakla birlikte, Türkiye açısından YPG-PKK bağı konusunda bir şüphe bulunmuyor; hatta Türkiye arada bir fark olduğuna inanmıyor. Bu nedenle “terörle mücadele” vurgusu öncelikle YPG’yi hedef alıyor.

ABD ve Batı tarafından gündeme getirilen “Rakka operasyonu SDG ile yürütülüyor, Rakka kurtarıldıktan sonra YPG unsurları şehirden çekilecek” argümanları ise Türkiye açısından inandırıcı değil. Arap karakteri ağır basan Münbiç ve Tel Abyad’da da aynı argümanlar dile getirilmiş, ancak YPG çekilmeyi reddetmişti. Hatta Tel Abyad ve çevresinde hem Araplar hem de Türkmenler zorunlu göçe maruz bırakılmıştı. Daha önemlisi YPG bu bölgelerde Arapları PKK ideolojisi çerçevesinde endoktrine etmeye çabaladı. Bu açıdan en trajikomik gelişmelerden biri Münbiç’te yaşandı. Münbiç’in Arap halkının “Öcalan’a özgürlük” yürüyüşü düzenlediğine ilişkin görüntüler yakın zaman önce basına yansıdı. YPG kontrolü altındaki bölgelerde eğitimin de tamamen Türkiye karşıtı unsurlarla beslenen PKK ideolojisine dayalı olarak yapıldığı biliniyor. Bu tecrübeler Rakka’nın SDG/YPG kontrolüne geçmesi durumunda yaşanacaklara ışık tutuyor. Hal böyle olunca da Türkiye, güney sınırı boyunca, kendisine karşı düşmanca duygularla yetişmiş nesillerle yaşamak istemiyor.

Türkiye’nin, Araplar ve Kürtler arasında tarihi düşmanlık tohumları atacak ve dolayısıyla sınırlarında uzun süreli istikrarsızlık doğuracak gelişmelere engel olmak için de Rakka operasyonunun içinde olmak istediği söylenebilir. Türkiye kendi güvenliği açısından hayati olduğu için, bu bölgelerde kalıcı barış talep ediyor ve bunun da yerel dengeleri esas alan, adil bir güvenlik mekanizmasının ve sivil mekanizmaların kurulmasından geçtiğine inanıyor. Dahası Suriye’nin kuzeyindeki bu yapı, PKK ile mücadelede Türkiye’nin elini zayıflatacak ve bir siyasi statü kazanılması durumunda Türkiye’nin bütünlüğünü riske edecek bir gelişme olarak görülüyor. Rakka ise YPG’nin kendi ayakları üzerinde yaşayabilir bir konuma geçmesi açısından hayati önemde. Türkiye bunu da engellemek istiyor. Eğer Türkiye Rakka operasyonuna dahil olursa, Fırat’ın doğusunda da zemin kazanacak ve bu zemin bir sonraki aşamada YPG ile mücadelede kullanılacaktır. Türkiye’nin Rakka operasyonuna katılması YPG’nin Haseke ve Ayn el-Arab (Kobane) arasındaki bağlantıyı kaybetmesi ve “kanton”ların ilk ilan ettiği üç parçalı yapıya dönmesi anlamına gelebilir.

Rakka’nın Türkiye açısından diğer iki önemli meselesi ise Rakkalı sivillerle bağlantılı. Rakka’nın DEAŞ’a, sonra da YPG kontrolüne geçtiği anlarda, yüzbinlerce Rakkalı Türkiye’ye göç etmek durumunda kaldı. Türkiye bu insanların evlerine dönmelerini sağlayacak koşulları oluşturmak istiyor. Bu açıdan da zorunlu göçe neden olan DEAŞ ve YPG varlığına son vermek ve yerel Arapların kontrolüne dayalı bir yapının kurulmasını istiyor. Son olarak Rakka operasyonu, Türkiye’nin akraba topluluk olarak gördüğü Türkmenlerin varlığının korunması ve Türkiye’ye göç etmek durumunda kalanların geri dönüşünün sağlanması açısından önemli. Bayır-Bucak ve Humus’ta yurtlarını kaybeden Türkmenler, Rakka’da da aynı riskle karşı karşıya. Fırat Kalkanı Halep Türkmenleri için bir umut kaynağı oldu ve Türkiye Rakka’da da Türkmen varlığının korunması hususunda hassas.

Rakka operasyonu için seçenekler

Mevcut durumda Türkiye’nin YPG ile Fırat’ın doğusunda mücadele etme imkanları sınırlı. YPG ile rejimin son Rakka ve El-Bab hamleleri ile bu çabanın iyice önü alınmaya çalışıldı. Fırat Kalkanı üzerinden askeri ilerleme şansı azaldığı için, yeni askeri planlama Akçakale-Tel Abyad üzerinden güneye doğru, Rakka şehir merkezine inilmesi şeklinde olabilir. Erdoğan-Trump görüşmesinden sonra Türk basınına da yansıyan askeri planlamalara göre, kara gücünü şu unsurların oluşturması planlanıyor: SDG içindeki Arap unsurlar, Fırat Kalkanı güçleri ve bunlara destek mahiyetinde Türk ve ABD Özel Kuvvetleri. Koalisyon güçlerinin de uçak, füze ve istihbarat desteği vermesi düşünülüyor. Bu planın işleyebilmesi, Trump yönetimin DEAŞ ile mücadelede nasıl bir yöntem izleyeceği kararına bağlı olacak. Türkiye açısından, ABD’nin hem kendisi hem de YPG ile işbirliğini sürdürmesinin imkansızlaştığı noktaya ulaşılmış gibi görünüyor. Bu açıdan yeni ABD yönetiminin artık bir tercihe mecbur kalacağı söylenebilir.

ABD’nin YPG ile askeri angajmanını sürdürmesi durumunda, Rakka’yla ilgili olarak Türkiye açısından iki alternatif ortaya çıkabilir: Birincisi ABD’ye rağmen Türkiye’nin Rakkalı Araplar ve Fırat Kalkanı güçleri üzerinden alternatif bir plan geliştirmesi. Bu seçenek, ABD ile karşı karşıya gelme riski ve oluşturulacak gücün etkinliği açısından sorunlu görünüyor. El-Bab’ta dahi yaşanan sıkıntılar düşünüldüğünde, Türkiye’nin inisiyatifinin sonuç alması zor olabilir. Rakka konusunda Türkiye için ikinci seçenek ise Astana süreciyle bağlantılı. Eğer Astana süreci başarılı olur ve Suriye’deki rejim-muhalifler çelişkisi ortadan kaldırılabilirse, Rakka konusunda Türkiye ve Rusya işbirliği de söz konusu olabilir. Bu durumda Rakka’ya merkezi güçlerin girmesi gündeme gelebilir. Bu seçeneğin uygulanma şansı ise Suriye’de siyasi çözümün başarısına bağlı. Zira muhaliflerin ve Türkiye’nin tatmin olacağı bir çözüm olmadan Suriye güçlerinin Rakka’ya girişi, işbirliği alanı olmaktan ziyade yeni bir rekabet alanı olacaktır.

Kaynak: AA

El Bab Şehir Savaşı: El Geçirilen Bölgeler ve Son Durum

Fırat Kalkanı Harekatı’nın 184. gününde El Bab, Kabasin ve Baza’nı  ele geçirilmesiyle bu bölgede savaş sona erdi…  Fırat Kalkanı Harekatı son durum haritasını ise buradan yayınlamaya devam edeceğiz.

23 Şubat 2017: Fırat Kalkanı Harekatı’nın 184. gününde El Bab, Kabasin ve Baza tamamen ele geçirildi. TSK ve Muhalifler, şehirlerde el yapımı bomba, mayın ve bubi tuzaklarının temizliğine başladı.

El Bab Meydanı
Baza

22 Şubat 2017: 17:00 itibariyle El Bab’ın yüzde 50’ye yakın bir kısmı ÖSO tarafından kontrol altına alındı. ÖSO güçleri ilk defa Bab merkezine ulaştı. Ele geçirilen teyitli bölgeler…

@JulianRoepcke

Suriye Gündemi

Bab ana caddesi…

Akil tepesinin ‘önünde’ Bab merkez yönündeki Şer-i Mahkeme, Subaylar Konutları ve Vakıflar Konutlarının alındığı bildirildi.

21 Şubat 2017: IŞİD’in El Bab’daki savunma hattı…

20 Şubat 2017: Muhalifler El Bab’da şehir içinde ilerleyeme başladı.

IŞİD’e ait bir bombalı traktör
el Bab

19 Şubat 2017: 180. Gününde Fırat Kalkanı Operasyonu’nda El Bab’da kayda değer bir ilerleme kaydedilmezken, Baza kuzey ve güney yönünden çembere alınmaya başlandı. TSK muhtemelen El Bab, Kabasin ve Baza arasındaki bağlantıyı kesmeyi deneyecek.

14 Şubat 2017: El Bab ve çevresinde IŞİD’e ait tüneller bir bir tespit edilip, kapatılıyor. Ayrıca bugün Bab’ın kuzeydoğusunda bazı bölgeler muhaliflerce ele geçirildi.

13 Şubat 2017: Çatışmalar, El Bab’ın içlerine doğru genişledi ve Baza’da şiddetlendi.

12 Şubat 2017: El Bab’ın kuzeyinde IŞİD’in açtığı hendekler ve savunma hatları

11 Şubat 2017: TSK ve Muhalifler El Bab’da güneyden ilerliyor, rejim güçlerinin önü kesildi.

11 Şubat 2017 – El Bab Haritası (Tadif, Baza ve Kabasin)

10 Şubat 2017: Suriye’nin en büyük gruplarından Ahrar-uş Şam’ın Kuzey Halep kolu El Bab’da.

@archicivilians

9 Şubat 2017:

Muhaliflerin bugün öğleden sonra El Bab’a yolladıkları takviye güçleri drone ile görüntülendi.

Hazırlıklar yapılıyor..

8 Şubat 2017:

(17.14) – Bab’ta kent merkezi hedefli sıcak temas üç ana eksende kuzey güney yönünde 4 km. uzunluğunda. Ateş aralığı 250 m ila 570 m genişliğinde.

(@ValkryV

(16.21) – El Bab çevresine mevzilenen Türk askerleri…

(14.47) – El Bab’ın kuş bakışı görünümünde TSK destekli muhaliflerin ele geçirdiği bölgeler ve ilerleyişi.

(11.38) – Gençlik Konutları, Hastane Tepesi ve Akil Dağı ele geçirildi. Muhalifler El Bab’a en hakim tepe olan Akil tepesi ve bu bölgelerde savunma hattını güçlü kurabilirse şehri kuş bakışı görerek savaşı kendi lehine çevirebilecektir.

ABD ve İran’ın Askeri Güçleri

Amerika Birleşik Devletleri, Amerika kıtasının kuzeyinde bulunur ve güneyde Meksika, kuzeyde Kanada ile komuşudur.

ABD*’nin konumu

 

İran ise;  Ortadoğu’da yer alır. Güneyde Basra Körfezi ve Umman Körfezi, kuzeyde ise Hazar Denizi ile çevrilidir. Türkiye, Azerbaycan, Ermenistan, Irak, Pakistan, Afganistan ve Türkmenistan ile kara sınırına sahiptir. Başkenti Tahran’dır.

İran’ın konunumu

ABD ve İran’ın askeri güçlerinin karşılaştırması

                   ABD                   İRAN
324 Milyon Nüfus 81 Milyon
9 milyon 826 bin km² Yüzölçümü 1 milyon 648 bin km²
1 milyon 400 bin Aktif asker sayısı 545 bin
1 milyon 100 bin Yedek asker sayısı 1 milyon 800 bin

          ABD                                 İRAN
8.848 Tanklar 1.658
41.062 Zırhlı savaş araçları 1.315
1.934 Kundağı motorlu silahlar (Obüs, uçaksavar vs.) 320
1.299 Çekili topçular (Havan, roket, füze) 2.078
1.331 Çoklu roketatarlar 1.474
ABD M1A1 Abrams tankı
                ABD                        İRAN
13.513 Havaalanları 319
13.444
Toplam uçaklar 479
2.308 Av önleme uçakları 137
5.739 Nakliye uçakları 203
2.771 Eğitim uçakları 80
6.084 Helikopterler 128
957 Taarruz helikopterleri 12

 

İran’ın ilk yerli yapım savaş uçağı ”Azarakeş (Şimşek)”
         ABD                                       İRAN
415 Toplam donanma gücü 398
19 Uçak gemisi 0
6 Fırkateyn 6
62 Destroyer 0
0 Korvert 3
75 Denizaltı 33
13 Sahil güvenlik botu 254
11 Mayın gemileri 05

 

 

USS Nimitz (CVN-68) modeli ABD yapımı uçak gemisi
           ABD                                          İRAN
581 milyar dolar $ Savunma bütçesi 6 milyar 300 milyon $
8 milyon 653 bin Petrol üretimi (günlük/varil) 3 milyon 236 bin
19 milyon Petrol tüketimi (günlük/varil) 1 milyon 870 bin
36 milyar 520 milyon Bilinen petrol rezervi (varil) 157 milyar 800 milyon
12 bin km Sınır uzunluğu 5.900 km
19 bin 924 km Kıyı şeridi uzunluğu 2.440 km

Kaynak: askerigucu.com, wikipedia.

Su 100 Derecede Kaynar, Peki Dünyamız?

Dünyamızın her geçen günü diğer günleri aratacak kıvamda ilerlemesi, “Ütopya” dünyasından uzaklaşmamıza ve daha çok realizme yönelmemize sebep oluyor. Değişen devlet başkanları ve buna bağlı ülke ideolojileri, –yoksa ülke ideolojileri değiştiği için mi devlet başkanları değişiyor, tartışılır- değişen müttefikler ve düşman ilişkileri derken her gün daha da kaynama noktasına ulaşan dünyamızı seyrediyoruz.

Realizm dedik, altını dolduralım;
Şimdi, sadece son zamanlarda olan olayları –daha çok ülkemiz merkezli olacak tabii ki- ufak ufak sıralayacağım. Sonuçlarını ve neler olabileceğini seçenekler halinde o temelin etrafında ele alacağım.

1) Türk-Rus yakınlaşmasından sonra Suriye’de ortak operasyonlar başladı ve Astana toplantıları gerçekleşti. (İran’ın pek memnun olmadığını söylemiştim daha önce).

2) ABD’de Trump iktidara geldi. Avrupa başta olmak üzere ABD’nin belli bir kesimi ayaklandı. Saddam gelse ancak bu kadar tepki verirlerdi herhalde.

3) Rusya-Ukrayna krizi alevlendi ve çatışmalar –özellikle Donetsk’te- arttı. Nato-Rusya krizinin kapıda olduğu anlaşıldı.

4) Kıbrıs müzakereleri başladı ve beklenilen şekilde bir sonuç çıkarılamadı.

5) Trump, vadettiği gibi Kudüs konusunda elçiliği oraya taşıyacağını açıkladı ve İran için terör devleti yakıştırmasını yaptı.

6) Yunanistan ile Kardak krizi alevlendi. Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar, kayalıkları ziyaret etti.

7) El-Bab’ta Türk Ordusu büyük ilerleyiş kaydetti. Rakka için yeşil ışık yaktı.

8) Türkiye’ye ziyaretler: İngiltere Başbakanı Theresa May, Alman Şansölyesi Angela Merkel, BM Genel Sekreteri, İngiltere Genelkurmay Başkanı ve son olarak da CIA başkanı Türkiye’yi ziyaret ettiler.

9) CIA başkanının ziyaretiyle aynı gün Rusya El-Bab’ta “yanlışlıkla” Türk askerlerini şehit etti.

10) Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Hulusi Akar, Körfez ülkelerini ziyaret için yola koyuldu.

Yukarıda 10 maddelik tam kronolojik olmayan çeşitli olaylar silsilesi anlatıldı. Dünyamızı ısındıran olaylar demek daha doğru olacaktır.

Peki bu olaylar ne anlama geliyor?

Bu olaylara çeşitli komplo teorilerini sıkıştırıp, twitter’da Ortadoğu uzmanlığı yapmak elbette mümkün ancak bunlar realiteden bir hayli uzak hareketler ve ülkemiz realizmden idealizme yaklaştıkça, canı yanan bir ülke konumuna düşüyor. Türkiye, bulunduğu konum itibariyle –coğrafi konum- idealizmden çok realizm ile dış politikasına şekil vermek zorundadır.

Peki, yukarıdaki silsilelerden ne anlıyoruz?

Trump Amerikası’nın, İran’a düşmanlık beslediği gayet açık olsa gerek. Önümüzdeki dönemlerde NPT anlaşmasının dışına çıkılabileceğini ve iplerin bir hayli gerileceğini öngörmek doğru olacaktır.

Öte yandan, Rusya ile iyi ilişki içinde olan ABD, bunu Suriye’de de devam ettirecek gibi görünüyor. Trump’ın gözü, daha çok Çin ve bölgesi üzerine anlaşılan.

Türkiye’nin kuzeyinde ısınan Karadeniz suları, çoktan buharlaşmaya başladı bile. Rusya, kendi sınırında Nato kölesi bir yapılanma istemiyor. Bunun için de Ukrayna’yı yutmaya hazır. Kırım’a ses çıkarmayan Nato, emin olun buna da ses çıkaramayacaktır.

Suriye’deki duruma gelince, Türkiye ile uçak düşürme olayının ardından ikili ilişkilerini artıran Rusya, DEAŞ’a karşı birlikte operasyonlar yapmaya başlamıştı ki, kimilerine göre beklenmeyen kimilerine göre ise beklenen bir takım olaylar gelişti. Rusya, PYD ve PKK’yı terör örgütü olarak tanımadığını açıkladı. CIA Başkanının Türkiye ziyaretiyle aynı gün ise, Türk askerlerini “yanlışlıkla” bombaladı. Bu saldırının altında bir çok teori yatabilir. Ancak en realisti şu ikisidir:

a) Türk askerlerini Esad rejimi vurdu ve Rusya bunu büyütmemek için araya girdi.

b) Türk askerlerini Rusya fırsattan yararlanarak vurdu. Hem düşen uçağın karşılığı hem de Türkiye’ye CIA uyarısı.

Bu ikisi dışındaki yorumlar maalesef realist gelmiyor.

Son olarak, Türkiye’ye ziyaretler ve Erdoğan’ın ziyaretleri ne anlama geliyor?

Ben bu ziyaretleri, “bizimle misin” ziyareti olarak okuyorum.
Isınan ve içine kapanan dünyamızın müttefik arayan devleri, bir bir etrafı turluyor. Bunlardan birisi de elbette Türkiye.
Ziyarete gelenler: ABD-ALMANYA-İNGİLTERE-BM
Ziyarete Gidilenler: BAHREYN-S.ARABİSTAN-KATAR

Özellikle uluslararası ilişkilerde hiçbir şey tesadüfle açıklanamaz. Bu ziyaretler de öyle. Dünyamızın ısındığını gösteren ve kaynama noktasına ramak kaldığını gösteren ziyaretler bunlar. Türkiye, dengeyi korumak zorunda. Her iki tarafından kendisini arkadan vurmak için en iyi zamanı kolladığını unutmamak zorunda.

Son not: Suriye konusunda Rakka operasyonundan sonra, Kıbrıs için –özellikle adalar- atağa kalkan bir Türkiye kimseyi şaşırtmasın. Ayrıca, ABD’nin Rakka’da Türkiye ile operasyon yapması PYD tercihinden dolayı zor görünüyor. Türkiye’yi Fırat’ın doğusuna geçireceklerini sanmıyorum.

El Bab şehir savaşını takip etmek için tıklayın.

Suriye Rejiminin Ateşkes İhlalleri

Suriye’nin çeşitli bölgelerinde Esed rejiminin ateşkes ihlalleri sürüyor. Rejim güçleri, ateşkesten faydalanarak, muhaliflerin kontrolündeki bölgeleri ele geçirmeye çalışıyor.