Erdoğan: “Sırada Münbiç ve Rakka Var”

Cumhurbaşkanı Erdoğan, devam eden Fırat Kalkanı Operasyonu ile ilgili yaptığı açıklamada, El Bab’ın nihai hedef olmadığını ifade ederek, “DEAŞ’ın asıl merkezi El Bab değil Rakka.” dedi. Öte yandan Bahreyn’de yaptığı açıklamlarda Cumhurbaşkanı “El Bab’ten sonra Rakka ve Münbiç’i terörden arındıracağız” dedi. 

El Bab şehir savaşını takip etmek için tıklayın.

Bahreyn’e yapacağı ziyaret öncesi Atatürk Havalimanı’nda bir basın toplantısı düzenleyen Erdoğan, tarihi 16 Nisan olarak kesinleşen referandum ve 173 gündür süren Fırat Kalkanı Operasyonu’na ilişkin açıklamalarda bulundu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’un “El-Bab operasyonunun başarılı olmasıyla Fırat Kalkanı Harekatı’nın hedefine ulaşmış olacağı”na yönelik sözlerine ilişkin, “Orada bir iletişim sıkıntısı olabilir. El Bab’dan sonra durmak… Böyle bir şey yok.” dedi.

IŞİD’in El Bab’ı terk etme sürecinde olduğunu açıklayan Erdoğan konu ile ilgili şunları kaydetti:

“Şu anda El-Bab, gerek bizim tarafımızdan, gerekse Özgür Suriye Ordusu tarafından dört bir yandan kuşatılmış vaziyette ve güçlerimiz Özgür Suriye Ordusu ile birlikte de merkeze inmiş vaziyette. En önemli nokta olan hastane kısmı. Bu hakim noktayı bizler ele geçirdikten sonra süreç çok daha hızla lehte gelişmeye başladı. Merkeze de girilmesi hasebiyle artık DEAŞ güçleri tamamıyla El-Bab’ı terk etme süreci içerisine girdi. Öyle zannediyorum ki artık bundan sonrası an meselesidir.”

El Bab’ın nihai hedef olmadığını da ifade eden Erdoğan sözlerine şöyle devam etti:

“El Bab bir defa bizim nihai hedefimiz değildir. Şu ana kadar biliyorsunuz 3 bini aşkın DEAŞ’lıyı etkisiz hale getirdik. DEAŞ’ın asıl merkezi El Bab değil Rakka. Nihai hedef de 5 bin km karelik bir alanı temizlemektir.”

Cumhurbaşkanı Erdoğan Suriye’deki güvenli bölgeler konusunda da ABD Başkanı Trump ile konuştuklarını açıklayarak, “Hedef burada (Suriye), 4-5 bin kilometrekarelik bir terörden arındırılmış güvenli bölgedir.” dedi. Erdoğan, oluşturulacak güvenli bölgelerde yeni şehirler kurma fikrini Trump’a önerdiğini de dile getirdi.

Öte yandan Erdoğan Bahreyn’de yaptpğı açıklamalar ise şöyle;

RAKKA VE MÜNBİÇ’İ DE TERÖRDEN ARINDIRACAĞIZ

“Suriye’deki kriz komşularının yanı sıra Avrupa’da da güvenlik sorunlarına yol açıyor. Suriye’deki en önemli husus ateşkesin güçlendirilerek yeniden başlatılması için zemin oluşturmaktır. Fırat Kalkanı Harekatı’yla DEAŞ ve YPG’nin bir bölümünü sınırlarımızdan uzaklaştırdık. El Bab’ı DEAŞ’ten temizlemek üzereyiz. Sonrasında Rakka ve Münbiç’i terörden arındıracağız. DEAŞ’in İslam’la ilgisi yoktur. Bu insanlar müslaman olamaz.”

Kaynak: BBC, Ensonhaber

Suriye’nin Kuzeyi: 2014’ten 2017’e YPG Haritası

ABD’nin Suriye’de koalisyon güçleriyle birlikte operasyona başladığı 2014’ten 8 Şubat 2017’e kadar PKK’nın Suriye uzantısı YPG topraklarını yaklaşık 4 kat arttırdı.

Suriye’nin kuzeyi YPG haritası (2014-2017)

DEAŞ’lı Yabancıların Röntgeni

Reina saldırısı dikkatleri IŞİD’ın yabancı terörist savaşçılarına çekti. IŞİD bünyesindeki yabancı savaşçılar kimlerden oluşuyor? Nasıl organize oluyorlar? Türkiye’de uyuyan hücreleri var mı?

Yılbaşı gecesi Ortaköy’de IŞİD’in üstlendiği saldırının failinin Orta Asya kökenli olduğunun ortaya çıkması, bu örgütün Türkiye’deki yapılanmasında yabancıların rolünün tartışılmasına neden oldu. Teröristin yakalanması ve operasyonun derinleşmesiyle geniş bir şebekenin varlığı gün yüzüne çıktı. Kamuoyuyla paylaşılan bilgi ve görüntüler sonrasında gözler Orta Asya kökenli IŞİD’cilere çevrildi.

    

Bu konuda cevapsız soru çok. IŞİD bünyesindeki yabancı savaşçılar kimlerden oluşuyor? Nasıl organize oluyorlar? Türkiye’de uyuyan hücreleri var mı?

Yaklaşık 3,5 yıldır devam eden, sağlıklı addedilebilecek tüm kaynakları izleyerek ve karşılaştırarak derlediğim istatistikler, yabancı terörist savaşçıların Türkiye’deki varlığı hakkında tahmin edilenden farklı bir tablo ortaya koyuyor.

IŞİD vb. örgütlerin yapısı konusunda veri ve istatistik bulmak çok güç. Değerlendirmelerin çoğu somut bir veri kaynağı olmayan genellemelere dayanıyor. Örgütlerin Türkiye’deki yapılanmasına ilişkin devletin elindeki gizli verilere ulaşma imkanı olmayan bir araştırmacı için tek kaynak, güvenlik güçlerinin bu örgütlere yönelik operasyonları oluyor. Zira haklarında terör örgütü bağlantısı şüphesi olan bu kişilerin tamamı örgüt üyesi olmasa da operasyonlara ilişkin veriler genel resmin anlaşılmasına fayda sağlayabilir.

Türkiye’de IŞİD ve El Kaide bağlantılı yapılardaki yabancılar yeni mi?

Hayır. 1990’lardan bu yana El Kaide Türkiye’yi üçüncü ülkelere geçişlerde kullanıyordu. Ayrıca yakalanan bazı kişiler Türkiye’de yabancı kökenli cihatçıların eylem yapma amacı olduğunu da gösteriyordu. Fakat, IŞİD ortaya çıktığında ‘yabancı’lar sorunu farklı formüle edildi. Yabancı Terörist Savaşçılar konusu ilk etapta sadece Türkiye üzerinden Suriye ve Irak’a gitmeye çalışan kişiler bağlamında ele alınıyordu. Ancak algı ve gerçek birbirinden farklıydı. Özellikle Batı basınının sıklıkla gündeme getirmesi ve hatta Türkiye’ye sınır kontrolü konusunda baskı yapması nedeniyle IŞİD’e katılan yabancıların çoğunun Avrupalı olduğu düşüncesi yaygındı.

Oysa Aralık 2015’te Genelkurmay Başkanlığı’nın yıl boyunca sınır geçişi sırasında yakalanan yabancılara ilişkin açıkladığı veriler bunun tersini kanıtlıyordu. Rakamlar, örgütlere Asya’dan katılımın Avrupa’ya göre çok daha fazla olduğunu gösteriyordu. Zira 2013-2014’te örgüte Arap coğrafyasından büyük katılım olmuştu, Asya’dan yeni gelenler ise büyük oranda 2015’te örgüte dahil oldu. Çoğunun aileleriyle birlikte gelmesi, sayının yüksekliğini açıklıyordu.

2016 sonunda İçişleri Bakanlığı’nın yayınladığı diğer veriler ise yabancı terörist savaşçı sorununun geçmişine de ışık tutuyor. Açıklamaya göre, 2011-2016 arasında IŞİD’le irtibatlı olarak yakalananlar (IŞİD Şubat 2013’te kuruldu yani muhtemelen bakanlık IŞİD’den önceki grupları da aynı kapsamda değerlendiriyor) arasında yabancılar hep vardı. Ancak yabancıların yarısından çoğunun son bir yılda yakalandığı dikkate alındığında, Türkiye’de son dönemde yoğunlaşan bir yabancı cihatçılar sorunu olduğu söylenebilir.

Türkiye Emirliği değil, merkezi planlamayla oluşan şebeke

IŞİD’in Türkiye’deki oluşumu, temelde merkezden yapılan planlamayla kurulmuş bir şebekeye dayanıyor; stratejik planlama, örgütlenme ve kararlar merkezden belirleniyor. IŞİD’in genel yapılanmasında doğrudan biat eden (Nijerya’da Boko Haram, Afganistan’da Horasan Emirliği, vs) yapıların dışında ayrı emirlikler yok.

IŞİD’in Türkiye Emiri gibi nitelemelerin içi boş. Örgütün Rakka’daki Dış Operasyonlar Birimi asıl yönlendirici. Türkiye’deki şebekenin temel görevleri eleman temini, saldırı hazırlığı, keşif, sınır geçişi, yardım ve yataklık, hücre örgütlenmesi, silah vb. malzeme temini, propaganda mekanizması, finansal destek.

Reina eylemcisinin sorgusundan basına sızanlar bir kez daha eylemlerin zamanlaması, hedef tespiti, lojistiği, finansal altyapısı ve kullanılan araçların temini gibi önemli aşamalarının merkezden belirlendiğini, şebeke tarafından yürütüldüğünü ortaya koyuyor. Bu da bizi IŞİD’in Türkiye’deki yapılanmasının tamamen hiyerarşik bir yapıya ya da birbirinden habersiz ve yatay olarak örgütlenmiş hücrelere değil, her biri temelde merkeze bağımlı ancak iç iletişimleri “bilmesi gereken ilkesi”ne göre düzenlenmiş bir şebekeye sahip olduğu olgusuna götürüyor.

Şebekenin yabancı bileşenleri

IŞİD’in Türkiye’de sadece yabancılardan oluşan bir örgütlenmesi yok. Genelde Türk vatandaşı olan örgüt mensuplarıyla yabancılar arasında kesin bir ayrışma yok. Hücre bazında tamamen yabancılardan oluşan yapılara rastlansa da aralarında tutarlı bir milliyet bağı yok. Yani, IŞİD, kendisine kattığı kişileri milliyetlerine göre sınıflandırıp, örgütlemiyor. Zaten ulusüstü bir ideolojiye sahip olan bir yapıdan bunu beklemek de doğru değil.

Farklı yabancı unsurlardan oluşabilen bu şebeke, IŞİD’in Türkiye’deki en tehlikeli ve organize kesimini oluşturuyor. Şebekelerin iller bazında örgütlenmesi var ancak her ile dağıldığı söylenemez. Şebekelerin il bazında örgütlenmesi, kişinin milliyetinden ziyade örgütün lider kadrosuyla ilişkisine ve örgüt içindeki geçmişine ve etkinliğine bağlı.

Peki yabancıların sayısı neden artıyor? Muhtemelen bunun iki nedeni var: Birincisi, her ne kadar IŞİD’in, Türkiye’de Türklerden oluşan bir ağı ve tabanı olsa da yabancıların adanmışlığı daha keskin ve güçlü. İkinci olarak örgütün merkez şurasının bileşenleri son dönemde değişti. Kurulduğu dönemdeki önde gelen isimlerinin çoğu öldürüldü veya açığa çıkmakta güçlük çekiyor. Yeni ekibin dış bağlantıları Türkiye’deki yapıyı değiştiriyor olabilir.

IŞİD’in Türkiye içindeki şebekesinin büyük ölçüde Türk vatandaşlarından oluştuğu açık. Örgütün içindeki yabancıların ise dört ana bileşeni olduğu söylenebilir: Hayalet savaşçılar, Türkiye’ye yasal yollardan giriş yaptıktan sonra örgüt tarafından devşirilenler, uyuyan hücreler ve saldırı için gelenler.

Hayalet savaşçılar

Bu grubu, Suriye ve Irak’a gitmek için Türkiye’yi güzergah olarak kullanan ancak alınan tedbirler nedeniyle bu ülkelere gidemeyen, terörist sayılacakları için geldikleri ülkelere dönemeyen ya da bir dönem Suriye ve Irak’a geçtikten sonra kaçıp Türkiye’ye dönenler olarak tanımlamak mümkün. Tam sayıları bilinemese de en azından birkaç bin kişiden bahsediyoruz.

Bu örgütlere katılmak için yolda yakalananların sayısı bir gösterge olarak kabul edilebilir. Ancak maalesef açık kaynaklarda IŞİD’in kurulduğu ve asıl “çekici” olduğu 2013 ve 2014’e ilişkin sağlıklı veri yok. IŞİD’in gerilemeye başladığı döneme tekabül eden 2015 başından itibaren rakamlar da oransal olarak bir fikir veriyor.

Yukarıdaki tablonun da gösterdiği üzere, 2015’te Türkiye üzerinden Suriye’ye hâlâ çok yoğun bir akış var. 2016’da durum tersine dönüyor. Türkiye’de yapılan terör operasyonlarında yakalananlarda yabancıların oranı 2015’te %23 iken, 2016’da %35’e çıkıyor.

Geçişler zorlaştıkça örgüte girmek için Türkiye’ye gelip de geçemeyen ya da Suriye ve Irak’tan dönüp kendi ülkesine dönemeyenlerin Türkiye’de yarattığı tehdit artıyor.

İç savaştan kaçıp Türkiye’de devşirilenler

Ülkelerindeki kötü savaş koşullarından kaçarak Türkiye’ye sığınan Suriyelilerin sayısı 3 milyonu aştı. Bunların çok büyük bir kısmı 5 yıl içinde farklı ölçülerde Türkiye’nin toplumsal ve siyasal yapısına uyum sağladı. Ancak bazı yerlerde uyum sorunları olduğu açık. Bu durum ve kötü yaşam şartları militan devşirmek isteyen örgütler için eşsiz bir kaynağa dönüşüyor. Özellikle büyükşehirlerin çeperlerinde ya da orta büyüklükteki şehirlerde zaman içinde kendi oluşturdukları gettolarda IŞİD’in eleman topladığı görülüyor.

Veri tabanımıza göre 2016’da güvenlik güçlerinin yaptığı operasyonlarda gözaltına alınan yabancılar arasında ilk sırayı açık ara Suriye, ikinci sırayı ise Irak vatandaşları alıyor. Bu veriyi doğrulayan İçişleri Bakanlığı’nın bilgilerine göre, 2016’da IŞİD ve Nusra destekçileri arasında Türkiye’de yakalanan yabancılar sıralamasında Suriye 994 kişiyle ilk sırada. Onu, 328’le Rusya, 235’le Irak, 216’yla Çin izliyor. Yakalanan 1.485 yabancının %83’ü Suriye ve Irak vatandaşı.

Uyuyan hücreler

Üçüncü kategoriyi oluşturan uyuyan hücreler, örgütün eylem yapmak üzere gönderdiği teröristlerden oluşan ve eylem zamanı gelinceye kadar harekete geçmeyen hücreler. Türkiye’deki şebekenin kendileri için oluşturduğu altyapı çerçevesinde eylem emrini bekliyorlar. Örgütün Türkiye’de yüzlerce uyuyan hücresi olduğu iddiasını kanıtlayan somut bir temel yok.

Ancak bu hücrelerin sayılarının arttığı bir gerçek. Veri tabanımıza göre, 2016’da önlenen 27 eylemdeki hücrelerden 9’u Suriyeli teröristlerden, 5’i Türklerden, 4’ü Irak, 3’ü Orta Asya ve Kafkaslardan, 4’ü yabancı karışık hücrelerden oluşuyordu. 2015’te son anda önlenen 13 eylemde hücre yapısı ise şöyleydi: 6 Türk, 3 Suriyeli, 1 İngiltere-Suriye-Lübnan, 1 İngiliz-Pakistan.

Rakamların da gösterdiği gibi Türkiye’de eylem yapmayı planlayan hücrelerde yabancıların oranı artıyor. Fakat bu hücreler içerisindeki yabancılara bakıldığında ilk sırayı Suriyeliler alıyor. Onu Türk vatandaşları, Iraklılar ve sonra da Orta Asya ve Kafkasya’dan gelenler takip ediyor.

Saldırı için gelenler ise bu şebeke içindeki en küçük grup. Sayıları az ama kritik zamanlarda ön plana çıkıyorlar. Terör eylemleri için Türkiye’ye saldırıdan kısa bir süre önce getirilenlerin sayısı artıyor. Bunun temel nedeni, güvenlik güçlerinin örgüt konusunda tecrübe kazanması ve yapıyı daha iyi analiz etmeleri. Bu nedenle içeride uzun süre tutarak, uyuyan bir hücre oluşturup risk almak yerine eylemden bir süre önce saldırganları getirmek, daha az riskli.

Elbette, sınır geçişlerinin büyük ölçüde kontrol altına alınması bu yaklaşımı zorlaştırıyor. Ancak geçişler tamamen durdurulabilmiş değil, Fırat Kalkanı Operasyonu nedeniyle Kilis ve Gaziantep sınırı daha güvenli olsa da Hatay gibi yerlerde sınırdan geçmek hâlâ imkansız değil. Sınırın öte tarafında çeşitli örgütlerin kontrolündeki bölgelerde kaçakçılar faaliyetlerini sürdürüyor. Eylemciler Türkiye’ye üçüncü ülkeler üzerinden de gelebiliyorlar.

Tahminler ve dersler

IŞİD’in Türkiye’de yabancı bir militan kullandığı planlı ilk eylemi, 6 Ocak 2015’te İstanbul Sultanahmet’te bir Rus vatandaşının intihar saldırısıydı. Bundan sonra Ankara, Sultanahmet ve Atatürk Havaalanı saldırılarında yabancı militanlar yer aldı. Ankara ve Sultanahmet saldırıları Suriye vatandaşları ve havaalanı saldırısını ise Rusya, Özbekistan ve Kırgızistan vatandaşları düzenledi. Yani, IŞİD’in Türkiye’deki bombalı ya da silahlı saldırılarının yarısını neredeyse diğer ülke vatandaşları gerçekleştirdi. Bu eğilim, IŞİD’in Türkiye’deki yapılanmasındaki yabancı ağırlığının artmasıyla sürebilir.

Güvenlik güçlerinin örgütün Türkiye’deki yapılanmasına ilişkin bilgi ve tecrübesi arttıkça, örgüt yeni arayışlara yöneliyor, en az bilinen yapılar üzerinden hareket etmeye çalışıyor. Reina saldırısından sonra örgütün yabancı üyeleri ve şebekeleri konusunda daha fazla bilgi sağlanabilmiş olsa da hâlâ açıklar olması ihtimali yüksek. Bu nedenle örgütün sonraki saldırılarda da yabancı teröristleri kullanması ve bunların ortaya çıkmamış ağları üzerinden hareket etmesi şaşırtıcı olmaz.

IŞİD’in Türkiye’deki en aktif ve tehlikeli hücreleri Türkistan coğrafyası kökenli değil. Operasyonlar ve istatistikler bunu doğrulamıyor. Yabancılar arasında organizasyon, eleman temini, finansal destek sağlama, hücre teşkili ve lojistik desteği gibi konularda, hem genel  operasyonlarda hem de önlenen saldırılarda yakalanan Suriyeli ve Iraklıların çok daha aktif olduğu söylenebilir. En azından şu ana kadar açığa çıkarılan yapılara bakıldığında ortaya çıkan resim budur.

Örgüt, Türkiye’de eylem yapmayı öncelik listesinin üst sıralarında tutuyor. Özellikle Fırat Kalkanı Operasyonu çerçevesinde almış olduğu darbeler nedeniyle saldırılarını artırmaya çalışıyor. Üstelik Türkiye’deki hassas siyasi ve toplumsal atmosferi de dikkate alarak bu terör kampanyasından sonuç alabileceğini umuyor.

IŞİD’deki yabancıların sayısı artsa da, bu tür örgütlerin eylemlerinden Türkistan coğrafyasından, Irak veya Suriye’den gelenleri sorumlu tutmak, genelleyici değerlendirmeler yapmak doğru olmaz. Hatta, IŞİD, bu yabancıları kullanarak oluşacak tepki sonucunda ortaya çıkabilecek dışlamaları ve kötü uygulamaları kendisi için bir fırsat kapısı olarak görebilir ve böylece daha fazla adam devşirebileceğini düşünebilir. Bu tuzağa düşmemek gerekir.

Kaynak: Al Jazeera

El Bab: Son 3 Ayda Kim Nereyi Ele Geçirdi?

Cerablus ile başlayan Fırat Kalkanı Harekatı, El Bab’a kadar ulaştı. Meskun mahal çatışmaların sürdüğü El Bab’da geçtiğimiz üç ay boyunca hazırlık yapıldı, muhalifler Bab çevresindeki stratejik öneme sahip Kabasin, Baza gibi beldelere operasyon düzenledi ancak tamamen kontrol sağlayamamıştı. Kasım ayından günümüze El Bab güneyinde Esad rejimine bağlı güçler ilerlerken, YPG’de El Bab doğusunda ve batısında 10’a yakın köyü ele geçirdi.

El Bab şehir savaşını takip etmek için tıklayın.

14 Kasım 2016’dan 10 Şubat 2017‘e El Bab çevresinde kim nereyi ele geçirdi?

14 Kasım 2016-10 Şubat 2017 El Bab ve çevresinde YPG, Rejim ve Muhaliflerin kazanımları

Bir Ülkenin Yıkılması Bir İdeolojinin Çöktüğü Anlamına mı Gelir?

Bu yıl Bolşevik devrimin (1917) yüzüncü yılı. Sovyetler Birliği’nin dağıtılmasının üzerindense çeyrek asırdan fazla oldu. Günümüzde pek çok sosyalist parti yada iktidarlar SSCB’nin dağıtılmasıyla beraber ABD karşısında zayıf kaldılar. Çünkü artık ağabeyleri yoktu. Bu yüzden pek çok sosyalist iktidar, ABD baskısı veya korkusuyla siyasi ve ekonomik liberalizme geçiş yaptılar. Bazıları ise Çin’e yanaştılar ve sadece ekonomik alanda liberalizasyona gittiler. Bazı cesur ülkelerse politikalarından asla taviz vermediler. Ancak taviz vermeyen bu ülkeler ABD karşısındayken, büyük bir destek bulamadığı için çok ezildiler. Zimbabve, Eritre, Kuzey Kore, Küba, Myanmar gibi ülkeler ambargolar yüzünden perişan oldular.

Birliğin kalbi olan Kremlin sarayı’nın SSCB’nin çöküşü sonrası aldığı görünüm. Saray duvarı üzerindeki SSCB yazısı Sovyetler Birliği’nin çöküşünün ardından kaldırıldı.

Eğer SSCB değil de dağılan ABD olsaydı nasıl olurdu mesela? Bu sefer ABD desteği sayesinde ayakta duran sermaye ülkeleri SSCB karşısında yalnız kalacak. Sonra siyasi-ekonomik baskı ve korku sonrasında sosyalizme akın akın geçişler yaşanacaktı. Zaten günümüz dünyasında kapitalizmin bu kadar güçlü olmasının sebebi, bu ülkelere ABD’nin liderlik ediyor oluşu değil mi?

Hatırlarsanız nasıl ki İkinci Dünya Savaşı sonrasında Batı Avrupa ve Uzakdoğu ülkeleri (Japonya, Güney Kore, Tayvan) ABD ekonomisinden önemli miktarlarda destek almış ve bu sayede fakirlikten kurtularak zenginleşmiş, bu sayede diğer rakip sosyalist ülkelere karşı daha güçlü olmuşlardı. Eğer ABD’nin Marshall ve Truman doktrinleri kapsamında ki ekonomik, siyasi, askeri destek paketleri olmasaydı bu ülkelerde ekonomi bugün diğerlerinden daha güçlü olamayacaktı.

Çünkü bir ideolojinin, inancın, kültürün arkasında duran büyük bir ülkenin olması şarttır. Aksi takdirde küçük ülkeler rakip ideolojiye mensup büyük ülkeler karşısında zor duruma düşerler. Tıpkı şuan ki sosyalist ülkelerin başlarına gelenler gibi.

O yüzden bir ideolojinin ve o ideolojiyi takip eden ülkelerin arkasında mutlaka lider ve büyük bir ülke olmak zorunda.

Buna bir başka örnek olarak, Arap ülkelerinde ki Baas Hareketini örnek gösterebiliriz. 

Baasçı ülkelerde Sovyet desteğine sahiplerdi ama daha önemlisi arkalarında en kalabalık Arap ülke olan Mısır vardı.

“Özellikle Kuzey Yemen İç Savaşı, Mısır’ın kralcı devletlere karşı devrimci cepheye ne kadar önemli bir müttefik olduğunun en büyük örneği. Bu savaş 1962’de Abdullah es-Sellal liderliğindeki devrimciler tarafından gerçekleştirilen askeri darbe sonucu İmam Muhammed el-Bedir’in tahttan indirmesiyle başladı. Bedir, daha sonra Suudi Arabistan sınırına kaçıp yönetimi tekrar ele geçirmek amacıyla kuzeydeki Şii aşiretlerin desteğini toplayarak karşı saldırı başlatır ve böylece o dönem kuzey ve güney diye ayrı olan yemenin kuzeyi iç savaşa girer. Kraliyet yanlısı güçlere Ürdün ve Suudi Arabistan askeri yardım ve Birleşik Krallık gizli destek sağlarken devrimciler Mısır ve Sovyetler Birliği tarafından desteklenmiştir. Mısır’ın o dönem 600 bin kişiden oluşan ordusunun yarısı bu savaşta yer alarak Kuzey Yemen’in de monarşiden kurtulup doğu blok’una dahil olmasını sağlamıştı ve Suudiler 1000 kadar asker kaybederken Mısır 26 bin asker kaybederek çok daha büyük bir fedakarlık örneği sergilemişti. 8 yıl süren savaştaki toplam ölü sayısı ise 100-200 bin arası bir rakamdı. (Yemen eskiden kuzey ve güney diye ayrı ülkeydi. Çünkü biri Osmanlıdan(Kuzey) diğeri İngiltere’den(Güney) farklı zamanlarda bağımsız olduğu için başlangıçta ayrıydılar, 1990 yılında iki sosyalist devlet birleşerek bugünkü Yemen’i oluşturdu.) Önce Mısır’ın sonrada SSCB’nin dayanışması ortadan kalkınca, diğer Baas iktidarları da kolayca yok edildiler. Önce Irak’ta 2003’te kaybettiler ve sonrasında onları düşürenler 2011’de Libya’da Kaddafi’yi ortadan kaldırdı. Şimdi ise Cezayir ve Suriye kaldı.
Baas Partisi bayrağı

Diyelim ki batı, Baas partilerinin tümünü yok etmeyi başardı. Peki böyle olunca Baasçılık bitmiş mi olacak? Hem de bir daha dönmemek üzere mi? Yani Araplar Baasçılığın verdiği laiklik, milliyetçilik, sosyalizm ilkelerinin üçünü birden artık düşünmeyecek mi? Yada SSCB yıkıldı diye bütün sosyalistler sosyalistlikten vazgeçecek ve komünist dünya düzenine geçme idealini bırakacaklar mı? Hayır.

Nasıl ki Osmanlı’nın yıkılmasına rağmen halen “Osmanlıyı yeniden kuracağız” diyenler varsa (Osmanlı SSCB’den çok daha önce yıkılmasına rağmen) Varşova Paktı yıkıldı diye komünizm bitti demek saçmadır. Neo-Osmanlı hayallerine kapılanların Neo-Sovyetistlerle dalga geçmesi ne büyük ironi ama?

Örneğin bir düşünün, dünyada ki bütün demokratik ülkelerin yıkıldığını. Böyle bir durumda insanların bir çoğu demokrasinin iyi bir şey olduğu fikrinden vazgeçecek mi? Nede olsa çoğu insan demokrasinin iyi bir şey olduğunu düşünüyor. Birinci Dünya Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı arasında demokratik ülke sayısı 34’ten 16’ya kadar düştü ama sonra ne oldu? Faşist ülkeler bir anda hepsi birden düştüler. Bakın, demokrasi nasıl geri dönüş yapmış.

Faşizm demişken, İkinci Dünya Savaşı sonrasında pek çoğu yok olan faşist ülkelere rağmen, hatta Faşizm dünya genelinde yasaklanmasına rağmen bu fikir ölmedi ve günümüze kadar farklı adlarla da olsa dünyayı inletmeye devam etti ve devam ediyor.

Burada önemli olan şu; hiç bir fikri ortaya çıktıktan sonra yok edemezsiniz. O fikir çıkmıştır bir kere kafadan ve artık bunun geri dönüşü olamaz.

Asıl kritik olansa şudur, peki fikirler ölmez ama nasıl güçlenir? İşte burada başlarda anlatmak istediğim yere geri geliyoruz. Güçlü ve büyük bir ülkenin liderliği gerekiyor.

Eğer güçlü ve büyük bir ülkenin desteği, dayanışması, liderliği olmazsa  o zaman rakipleriniz sizi daha kolay ezer geçer. Tıpkı Sovyet liderliğini yitiren ülkelerin başına gelenler gibi.

Fakat güçlü ve büyük bir lider ülke varsa, işte o zaman işiniz kolaylaşır. Tıpkı İran’da 1979 yılında İslam devriminin gerçekleşmesinden sonra Siyasal Şiiliğin günümüze kadar hızla yükselmesi ve İran’ın ezilen Şii toplumlarını toparlamaya başlaması gibi. İran’da devrim gerçekleşmeden öncede dünya genelinde bu düşünceler vardı. Devrimden sonraysa bu düşünceler İran desteği sayesinde güçlendi. İran’da ki molla rejimi düşse de inananları var olmaya devam edecektir.

Yani bir ülkenin çökmesiyle fikirleri ölmez, sadece zayıflar. Eğer ki zayıflamış ideolojiye aniden katılan büyük bir ülke olursa her şey bir anda tekrar tersine dönebilir.

Mesela Hindistan’da ki Naksalit isyanı başarılı olur ve Hindistan komünizmin bayraktarlığını yapmaya başlarsa olacakları bir düşünün. Olmaz demeyin çünkü Naksalit isyanı yeşil av operasyonuna rağmen hala bastırılamadı ve Hindistan’da halen devam eden kast sistemi komünizmin büyük bir destek bulmasına yol açıyor. Nepal’de Maocular 1996-2009 yılları arasında verdikleri uzun mücadelenin ardından devrimi tamamlamışlardı. Nepal gibi Hindu olan Hindistan’da da aynı beklentiler var. Bu konu hakkında “Hinduizm ve Maoizmin Kapışması” adlı yazıma bakabilirsiniz.

Hindistan neyse de Çin’de halen komünist partinin iktidarda olduğunu varsayarsak ve politikaların halen devlet başkanına endeksli olduğunu düşünürsek dörtlü çetenin takipçisi bir liderin göreve gelmesi halinde Çin, tekrar sosyalizme soyunabilir ve Çin’in takipçisi olan pek çok Asya ve Afrika ülkesi de 90’lı yıllarda yaptıkları mecburi değişimi yeniden yapabilirler.

Türkiye’de bile üstelik böyle bir devirde Komünist devrimin(Gezi Olayları) eşiğinden dönülmüşken tehlike geçti demek ne kadar saçma halbuki.

Yani demek istediğim şu, her an her şey tersine dönebilir ve şuan ki sevinciniz kursağınızda kalabilir.

Daha öncede Lenin, Bolşevik partiyi iktidara getirmeden önce tüm dünya sosyalistlerinde bir umutsuzluk, çaresizlik ve zayıflık hissiyatı vardı. Çünkü Karl Marks’ın söyledikleri aradan neredeyse 70 yıl geçmesine rağmen bir türlü gerçekleşmiyordu. Sadece 1871 Paris Komünü yaşanmış ama o da 3 ay sürmüştü. Fakat bütün çaresizliğe, tükenmişliğe, zayıflığa ve umutsuzluğa rağmen Bolşevikler ellerine geçen fırsatı değerlendirip başardılar ve bütün Avrupa Lenin’i takip ederek devrim denemelerinde bulundu. O dönem insanlar 70 yıl sonra beklediklerini gördüler ve pek çok kişi komünistlerle “Hani, hala sizin dedikleriniz gerçekleşmiyor” diye dalga geçiyordu. Şimdi de aynı ekipler “Hala çökmüş ideolojileri takip ediyorsunuz” diyerek dalga geçiyor.

Halbuki devrimin nereden geleceği hiç ama hiç belli olmaz. Herkes Avrupa’dan beklerken, Rusya gibi dindar ve Ortodoksluğun merkezinde ilk sosyalist devletin kurulmasını kim beklerdi ki mesela. Yada Uzakdoğu gibi çok sıkı gelenekçi olan bir coğrafyanın en kalabalık ülkesinde köy köy dolaşan Mao’nun başarmasını kim bekliyordu. Yada Küba gibi liberalizmin kalesinin dibinde olan bir ülkede devrimin başarılı olacağına kim ihtimal verebilirdi ki.

Özellikle de dünya genelinde aşırı sağın yükselişte olduğu, zengin-fakir uçurumunun zirve yaptığı, dini ve mezhepsel aşırıcılığın belirginleştiği, siyasi belirsizliklerin arttığı, ekonomik krizlerin sıklaştığı böyle bir dönemde her türlü sürprize hazırlıklı olmalıyız. Nede olsa komünizmin en hızlı yükseldiği yıllar bu tür gelişmelerin ertesiydi.

Muhammed Ali Çalışkan

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

2011’den Günümüze: Suriye’nin Rusya’ya Maliyeti

Moskova Suriye müdahalesi sayesinde bölgedeki en önemli ortaklarından birisi olan Esad rejimini ayakta tutmayı başardı. Bugün de diplomatik çözüm için masadalar… Rusya’nın Suriye muhasebesinde artılar, eksiler neler?

Suriye genel durum haritası için tıklayın.

Suriye iç savaşı sürecinde İran’la birlikte Esad rejimine en büyük desteği sağlayan iki ülkeden birisi olan Rusya, 30 Eylül 2015’te başlattığı hava harekatlarıyla birlikte Suriye meselesine askeri olarak da doğrudan müdahil oldu. Aradan geçen yaklaşık bir buçuk yıllık süre içinde ise Rusya’nın Suriye konusundaki hedeflerinin önemli bir bölümüne ulaştığını söylemek mümkün.

Moskova öncelikle Suriye müdahalesi sayesinde bölgedeki en önemli ortaklarından birisi olan Esad rejimini ayakta tutmayı başardı ve Tartus’taki deniz üssüne ilave olarak Lazkiye’de yeni bir hava üssü elde etti. Putin yönetimi ayrıca Suriye meselesi üzerinden Rusya’nın dünya siyasetinde bir büyük güç olduğu iddiasının da kabul görmesini sağlayarak Ukrayna ve Kırım krizleri sonrasında uluslararası alanda karşı karşıya kaldığı diplomatik tecrit durumunu sona erdirdi.

Tartus Üssü

Bölgesel olarak ise ABD’nin Obama döneminde Ortadoğu meselelerine dahil olma konusundaki çekimser tavrı karşısında İran’dan İsrail’e, Mısır’dan Türkiye’ye kadar pek çok bölge ülkesi Rusya’yla siyasi, ekonomik ve askeri ilişkilerini geliştirmek için sıraya girmiş durumdalar.

İç politik dengeler

Suriye müdahalesi Rusya’daki iç politik dengeler açısından da Putin yönetimine önemli fırsatlar verdi. Batı ülkelerinin yaptırımları ve düşen petrol fiyatları nedeniyle Rusya ekonomisinin 2015’te yüzde 3,7 ve 2016’da yüzde 0,5 oranında küçülmesine rağmen halkın önemli bir bölümünün hala Putin’in dış politika hamlelerini desteklemeye devam etmesi oldukça dikkat çekici.

Nitekim kamuoyu araştırmalarında da Kırım’ın Rusya’ya bağlandığı Mart 2014’ten bu yana Putin’in arkasındaki halk desteğinin yüzde 80’in altına neredeyse hiç düşmediği görülüyor. Bağımsız kamuoyu araştırma kuruluşu Levada Center tarafından birkaç ay önce yapılan ankete katılanların yüzde 52’si ise Rusya’nın Suriye’ye askeri müdahalesine destek verdiğini belirtiyor.

Ülkede yaşanan ekonomik krize rağmen Rus kamuoyunda ortaya çıkan bu ilginç durumu birkaç faktöre bağlamak mümkün. Öncelikle Rusya’da siyasi aktörlerin önemli bir bölümünün Putin yönetimi tarafından kontrol edildiğine dikkat çekmek gerek. Örneğin Rus parlamentosunun alt kanadı olan Duma’da dış politika konuları sıklıkla gündeme gelmesine rağmen bu tartışmalarda hükümetin pozisyonunun desteklendiği görülüyor. Geçtiğimiz yıl yapılan seçimlerle yenilenen Duma’daki sandalyelerin çoğunun Putin’i destekleyen Birleşik Rusya Partisi’ne ait olduğu düşünüldüğünde bu durum aslında pek şaşırtıcı değil. Ancak Duma’daki diğer üç büyük partinin de dış politika konularında en az Putin kadar milliyetçi bir söyleme sahip olduklarını özellikle belirtmek gerek.

Ulusal ve yerel düzeyde en çok takip edilen yazılı ve görsel basın kuruluşlarının doğrudan veya dolaylı olarak devlet tarafından kontrol edildiği Rusya’da medya da Putin’in Suriye politikasını kamuoyu nezdinde meşrulaştırmak için önemli bir araç vazifesi görüyor. İç ve dış sorunlarla mücadeleyi “vatanseverlik” adını verdiği bir ideolojik yaklaşım dahilinde adeta ilahi bir misyon gibi sunmakta oldukça başarılı olan Putin yönetimi, kontrolündeki geniş medya ağı aracılığıyla Suriye müdahalesini Batı’nın Rusya’yı çevrelemesine karşı kazanılmış bir zafer olarak göstermeye çalışıyor.

Askeri ve ekonomik maliyetler

Rus kamuoyunun Putin’in Suriye politikasını desteklemeye devam etmesinin bir başka önemli nedeni de Suriye müdahalesinin bugüne kadar askeri veya ekonomik olarak Moskova için çok ciddi bir maliyet yaratmamış olması. Halihazırda Suriye’de görevli olan Rus askeri personelinin sayısının 4.000 civarında olduğu tahmin ediliyor. Suriye’deki savaşa ağırlıklı olarak hava kuvvetleri ile katılan Moskova, kara muharebelerinde ise Esad’ın ordusuna ilave olarak İran tarafından desteklenen Şii milisler ve Hizbullah güçlerine lojistik destek sağlıyor.

Putin yönetiminin bu noktada Suriye’nin yeni bir Afganistan’a dönüşmemesi için geçmişteki Sovyetler Birliği deneyiminden önemli dersler çıkardığını söylemek mümkün. Nitekim resmi rakamlara göre, bugüne kadar Rus silahlı kuvvetlerine bağlı askerlerden sadece 23’ü Suriye’de hayatını kaybetti. Ancak Moskova’nın Suriye’de Rus silahlı kuvvetleriyle resmi bağlantısı bulunmayan paralı askerleri de görevlendirdiği biliniyor. Bu askerlerden kaçının Suriye’de hayatını kaybettiğine ilişkin olarak ise henüz resmi bir rakam açıklanmış değil.

Suriye müdahalesinin Rusya’ya ekonomik olarak maliyetinin de günlük olarak 3-4 milyon dolar civarında olduğu tahmin ediliyor. Bu hesaba göre Rusya’nın bugüne kadar Suriye’de yaptığı harcamanın 1,5 ile 2 milyar dolar arasında olması muhtemel. Ancak Rusya’nın 2016 yılındaki savunma bütçesinin 60 milyar dolar civarında olduğu düşünüldüğünde burada da çok ciddi bir maliyetten bahsedilmiyor.

Öte yandan Moskova’nın ekonomik kriz nedeniyle 2017’de savunma harcamalarında ciddi bir kısıntıya gideceğini unutmamak gerek. Putin yönetiminin birkaç hafta önce Suriye’deki askeri varlığını azaltma kararı almasında da bu durumun etkili olduğu iddia ediliyor. Halen milli gelirinin yüzde 4 gibi göreceli olarak yüksek bir bölümünü savunmaya ayıran Moskova’nın ülkedeki ekonomik krizin derinleşmesi durumunda Suriye’deki askeri harcamalarını daha da azaltmak zorunda kalacağı söylenebilir.

Palmira’da Rus askerler

Müslüman dünyadan tepkiler

Suriye müdahalesinin Rusya için rakamlara dökülmesi pek mümkün olmayan bazı önemli maliyetleri de var. Örneğin Esad rejimine verdiği destek yüzünden Rusya başta IŞİD ve El Nusra (yeni adıyla Fetih El Şam) olmak üzere pek çok köktendinci grubun hedefi haline geldi. Bu örgütler henüz Rusya topraklarında ciddi can kaybına neden olan terör saldırıları yapmayı başaramadılar. Ancak Ekim 2015’te Mısır’dan Rusya’ya giderken düşürülen yolcu uçağında 224 kişinin hayatını kaybetmesi ve geçtiğimiz ay Rusya’nın Ankara büyükelçisi Andrey Karlov’un suikasta kurban gitmesi gibi gelişmeleri Moskova’nın Suriye politikasından bağımsız değerlendirmek de pek mümkün değil.

Putin yönetiminin Suriye’ye müdahale etmesinin önemli bir nedeni de IŞİD çatısı altında Esad rejimine karşı savaşan Rusya ve Orta Asya kökenli militanları etkisiz hale getirmekti. 2015 itibariyle çoğu Kuzey Kafkasya’dan Suriye’ye savaşmaya giden Rus vatandaşlarının sayısının 2.500 civarında olduğu tahmin ediliyor. Suriye’de bulunan Orta Asya kökenli militanların sayısının ise 7.000’e yakın olduğu söyleniyor. Putin yönetimi bugüne kadar bir çeşit “önleyici müdahale” yaklaşımı dahilinde bu meseleyi kendi topraklarına taşımadan doğrudan Suriye’de çözmeyi tercih etti. Ne var ki geçtiğimiz yıl İstanbul’da gerçekleşen Atatürk Havalimanı ve Reina gece kulübü saldırılarının da gösterdiği gibi bu militanları tamamen etkisiz hale getirmek de oldukça zor.

Halep’te Rusya’nın Esad rejimi ve İran’la beraber neden olduğu insani trajedi de Müslüman dünyada Moskova’ya karşı derin bir tepki yaratmış durumda. Rusya’nın nüfusunun yaklaşık yüzde 15’inin Müslümanlardan oluştuğu düşünüldüğünde bu tepkinin ülke içinde de yansımaları olması kaçınılmaz. Kaldı ki Rusya Müslümanlarının önemli bir bölümü Sünni olduğu için Moskova’nın Esad rejimi ve İran’la yaptığı stratejik ortaklığın bu kitleleri rahatsız etmemesi mümkün görünmüyor. Ayrıca hem petrol fiyatlarının geleceği, hem de ikili ekonomik ilişkileri nedeniyle Rusya için önemli bir ülke olan Suudi Arabistan da Rusya-İran işbirliğiyle ilgili ciddi endişeler taşıyor.

Astana sürecinden beklentiler

Tüm bu maliyetlerin farkında olan Putin yönetiminin Suriye’de pek çok açıdan inisiyatifi ele geçirdiği bir dönemde masaya oturmak istemesi de bu yüzden şaşırtıcı değil. Nitekim Rusya’nın 29 Aralık’taki ateşkes ilanından hemen sonra Suriye’deki askeri varlığını azaltmaya başladığına özellikle dikkat çekmek gerek.

Suriye meselesini Tahran’ın aksine bir ölüm-kalım meselesi olarak değerlendirmeyen Putin yönetimi için Astana görüşmeleri büyük önem taşıyor. Bu noktada Moskova’nın esas amacının bir taraftan Suriye’de sahadaki askeri maliyetleri Türkiye ve İran gibi iki bölgesel aktöre yükleyerek kendi ağırlığını daha çok diplomatik alanda hissettirmek, diğer taraftan ise Astana süreci sayesinde ABD’de yeni göreve başlayan Trump yönetimiyle yeni bir diyalog başlatmak olduğu söylenebilir.

Rusya’nın Suriye meselesi üzerinden Batı’yla gergin seyreden ilişkilerinde yeni bir açılım sağlaması durumunda ise Suriye’deki askeri varlığını daha da azaltması şaşırtıcı olmayacaktır. Ancak her durumda Tartus ve Lazkiye’deki Rus üslerinin kalıcı olduğunu ve Moskova’nın bu bakımdan orta ve uzun vadede Suriye’deki en önemli aktörlerden birisi olmaya devam edeceğini akıldan çıkarmamak gerekiyor.

Kaynak: Al Jazeera

El Bab Neden Bu Kadar Önemli?

Fırat Kalkanı Harekatı‘nın neredeyse en önemli amacı haline gelen El Bab‘in kurtarılması, son günlerde çatışmaların şehir içine kadar sokulmasıyla tekrar gündemin en üst sırasına yerleşti. Peki El Bab neden bu kadar önemli ve Türkiye bu bölgeyi neden bu kadar çok kontrolü altında tutmak istiyor.

4 Şubat 2017 Fırat Kalkanı Harekatı haritası

El Bab şehir savaşını takip etmek için tıklayın.

Hiç şüphesiz jeopolitik ve stratejik hamlelerin tek bir amacı olmaz. Bu hamleler birçok amaç doğrultusunda gerçekleştirilir ve amaçlar birbirini tamamlayıcıdır. Bu bakımdan El Bab operasyonu bölgeyi sadece DEAŞ‘tan temizlemek amacıyla yapılmamaktadır.

El Bab‘in önemini birkaç başlık altında incelemek gerekirse bunlardan ilki şehrin coğrafi konumudur. Şehrin önemini iyi anlamak coğrafi konumunun beraberinde getirdiği jeopolitik, stretejik ve jeokültürel unsurları iyi analiz etmekten geçer.

El-Bâb Türkiye sınırına 35, Dâbık’a 30, Menbic’e 45, Halep’e 40, Tabka’ya 135 ve Rakka’ya 180 km. uzaklıkta. Bu şehirler farklı grupların kontrolünde ve El Bab bu şehirlerin kesişme noktasında yer almakta. Halep rejimin, Dabık TSK destekli muhaliflerin, Menbic ABD destekli PYD/SDG’nin, Tabka ve Rakka ise DEAŞ’ın elinde. Ayrıca bu şehirlerin hepsine kolay ulaşılabilirliği nedeniyle El Bab bir kavşak nokta ve Suriye İç Savaşı’na açılan bir kapı niteliğinde. Zaten Bab Arapçada “kapı” demek ve El Bab bölgede “Halep’in kapısı” olarak nitelendirilmektedir.

Bu bakımdan şehrin askeri açıdan etkili hücum, savunma ve manevra kabiliyetine sahip ve birçok farklı grubun etkinlik alanlarının kesişme noktası ve o grupların ard bölgelerine açılan bir nevi kapı olması stratejik önemini belirleyen en önemli unsurdur.

Jeopolitik açıdan bölgenin ele geçirilmesi veya elde tutulması Suriye savaşında, hem bölgesel hemde küresel bir mesaj niteliği taşımaktadır. Kısacası El Bab’i kontrol eden iç savaşın sürdüğü en sıcak noktalardan birini kontrol ederek savaşta etkin güç olduğunu gösterecektir. Bu ayrıca psikopolitik açından da önem arzetmektedir. 

Bu bakımdan tüm taraflar için şehrin önemi azımsanmayacak derecede. Fakat TSK ve DEAŞ açısından EL Bab neredeyse Suriye’de bir var olma savaşı. 

DEAŞ açısından el-Bâb’in önemine bakacak olursak, Tomar‘a göre;DEAŞ açısından el-Bâb savaşı, aslında Kuzey Suriye’de, hatta Suriye’de var olma savaşı. Şehir, devletimsi örgütün Kuzey Suriye’deki son kalesi. Üstelik homojen bir Sünni Arap nüfusa sahip olduğundan, el-Bâb sakinlerin bir kısmı DEAŞ’a taraftar dahi olabilir. Bu nedenle Cerablus’ta yaptığı gibi şehri terk edip gitmedi ve sonuna kadar direnmeye devam edecek. Zira burayı kaybederse, 135 km güneydeki Tabka’ya ve sözde başkentleri Rakka’ya kadar, tutunabileceği başka bir yerleşim birimi yok. Şayet el-Bâb DEAŞ’ın elinden çıkarsa, Suriye’nin kuzeyindeki (yani büyük şehirlere yakın) konumunu kaybederek insansız çöl bölgesine çekilmek zorunda kalacak. El-Bâb’dan sonraki hedefler ise DEAŞ tarafından rejimden alınan hava üssünün bulunduğu Tabka ve ardından Suriye’deki sözde başkentleri Rakka olacak.”

El Bab’in Türkiye açısından önemi ise ilk olarak Türkiye’nin burayı ele geçirdikten sonra kontrol etmek istediği alanın DEAŞ’ten temizlenmiş olması. Fakat şehrin ülkemiz açısından asıl önemi ise şöyledir. PYD halihazırdaki konjektürde El Bab’in güneyine inemez. Hem DEAŞ hem Esad rejimi El Bab’in güneyini kontrol etmekte. Bu bakımdan PYD üzerinden oluşturulmak istenen Kuzey, Irak-Suriye-Akdeniz Koridoru hayali suya düşmüş olacak. PYD’nin güneyden ilerleyerek Afrin kantonuna ulaşması neredeyse imkansız. DEAŞ bir yana Rusya destekli rejimin böyle bir ABD koridoruna müsaade etmesi şu an için söz konusu olamaz. Türkiye’nin istediği de tam olarak bu.

El Bab’in Türkiye açısından bir başka önemi ise; El Bab alındıktan sonra yeterli derinliğe inilmiş olacak ve artık PYD/PKK üzerine doğu ve batı yönlü rahat manevra kabiliyeti elde edilmiş olacak. Ayrıca şehrin ele geçirilmesi bölgesel ve küresel anlamda Türkiye’nin iç savaşta oyun kurucu rolünü daha da arttırmış olacak.

Tüm bunların üzerine Türkiye yaptığı bu hamlede oldukça ihtiyatli olup öncelikle sınır güvenliği esas alınmalıdır. El Bab’in ardından yeterli derinliğe ulaşılmış olacak. DEAŞ El Bab’in kaybettikten sonra artık bir varoluş savaşı vermeye başlayacak ve hemen tüm gücüyle Rakka’nın savunmasını yapacak. Suriye’nin son aylardaki en zorlu cephesi hiç şüphesiz Rakka savaşı olacaktır. DEAŞ’ın etkili hücum ve savunma stratejisi karşısında PYD tüm etkili güçleriyle Rakka’ya adapte olacak.

Bu aşamdan sonra PYD ve DEAŞ’ın Rakka savaşını Türkiye iyi okumalıdır. DEAŞ ile Suriye’de etkin mücadeleye ara verilip PYD ve DEAŞ’ı savaşlarında yalnız bırakmak en akıllıca hamle olacaktır. Rakka savaşı her iki taraf içinde bir yıpratma savaşı olacaktır ve taraflar özellikle DEAŞ büyük bir darbe alacaktır. PYD ise savaşın galibi olsa bile toparlanması aylar sürebilir. Tam bu anda Türkiye PYD’ye özellikle doğu yönlü harekata başlamalı ve bu zayıflıktan yararlanıp bölge PYD’den temizlenmelidir. Bu şekilde yapılan hızlı ve etkili bir operasyon askeri kayıpları azaltmak ve bölge güvenliğini sağlamak için en akıllaca yöntemdir.

Bundan sonra Türkiye ele geçirdiği bölgelerin güvenliğine odaklanmalı, gerçekçi politikalar üretmeli ve daha önceki hatalı politikalara sebep olan, Ortadoğu’nun veya Suriye’nin herhangi bir kentinde herhangi bir camiide herhangi bir vakitte namaz kılmak gibi reel politikada ve stratejik gerçeklikte karşılığı oldukça zayıf olan doktirinler tekrar edilmemelidir.

Mehmet Enes Bağlama

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

The Weatherman: ABD’ye Başkaldıran Gençler

ABD’de 1960’lı yıllarda kurulan “The Weather Underground”, öncelikli olarak Vietnam Savaşı’na ve ABD’de yapılan ırkçılığa karşı ortaya çıkan radikal bir gruptur. “The Weatherman” ismini Bob Dylan’ın “Subterranean Homesick Blues” şarkısındaki “You don’t need a weatherman to know which way the wind blows” cümlesinden almışlardır.

Örgüt, ilk başta “Students for a Democratic Society” (ABD’de başlayan bir öğrenci eylemci harekettir. O yıllarda ülkede Yeni Sol’u temsil eden bir ikondu. Amacı; savaşları durdurmak ve hükümetin yaptığı haksızlıklara karşı çıkmaktı) grubuna bağlıydı. Ancak sonradan SDS’den ayrılarak kendi örgütlerini kurmuşlardır. SDS’den ayrılma nedenleri de, SDS’in şiddet yanlısı olmamasıydı. The Weather Underground üyeleri, bir toplantıda “Ne savaşı durdurduk ne de ABD Hükümeti değişti! Eğer şiddet kullanmazsak amacımıza ulaşamayız!” diye sitem ederek SDS’den ayrıldılar.

Kendilerini devrimci komünist olarak adlandıran bu grup, 1969’da Chicago’da düzenledikleri “Days of Rage” günlerinde, dükkanlara ve arabalara karşı yaptıkları vandalizm ile adlarını duyurdular. Ancak Vietnam Savaşı’na karşı olduklarını söyleyen bu grup, daha ilk eylemlerinde adlarını duyurmak için halka ve kamu mallarına zarar vermeleri, kendilerine olan desteği az da olsa azaltmaya başladı.

Ancak bu onları durdurmaya yetmedi. Belirledikleri amaç uğrunda aynen devam etmeye kararlıydılar. Bunun üzerine de, ABD’nin dışarıya yaptığını ABD’ye yapmak istediler. Bu nedenle de bir polis balosu bombalamaya karar verdiler. Ancak bomba düzeneği hazırlanırken, bomba ellerinde patladı ve 3 örgüt üyesi hayatını kaybetti.

Bu durum ABD hükümeti için bardağı taşıran son damla oldu ve bu olayın üzerine FBI, örgüt üyeleri hakkında arama kararı çıkardı ve yoğun bir şekilde çalışmalara başlandı. Örgüt üyeleri de bunun üzerine yeraltında saklanmaya ve planlarını burda yapmaya başladılar (Zaten örgütün ismi de burdan gelmektedir.).

Bazı örgüt üyeleri için FBI tarafından çıkarılan arama kararları

Ancak bu durum, örgütün eylemlerinin kısıtlanmasına ve hükümete karşı istedikleri gibi hareket etme olanaklarının oldukça düşmesine neden oldu. Ancak yine de, her türlü şiddeti legal kabul edip, yollarında devam ettiler. Ancak bu şekilde 1970’lerin umutsuz radikal örgütlerinden biri haline gelmeye başladılar.

SDS’den ayrıldıktan sonra, üniversite gençliğinden ziyade işçi sınıfındaki gençleri daha devrimci gördükleri için, işçi sınıfını yanlarına çekmeye çalıştılar. Bunun yanı sıra, yeni kurulan bir örgüt oldukları için ve Vietnam Savaşı’na karşı olduklarından dolayı, yanlarına aynı amacı güden bir başka grup olan Kara Panterler’den (O dönemde, ABD’de siyahilerin haklarını savunan grup) de  destek almaya çalıştılar. O dönem Kara Panterler’in lideri Luther King de Vietnam Savaşı’na şiddetle karşı çıkıyordu. Hatta The Weather Underground, George Jackson (21 Ağustos 1971’de, hapishanede gardiyanlar tarafından öldürülen, ABD emperyalizmine dönük itinalı analizi ve isyankârlığı ile kendi kuşağının devrimcilerine ilham vermiş bir isim) öldürüldüğünde, bir bombalı eylem düzenleyerek, Kara Panterler’in yanında olduklarını göstermişlerdir.

Örgütün en bilindik üyelerine kısaca göz atmak gerekirse:

MARK RUDD
BERNARDİNE DOHRN
DAVİD GİLBERT
BİLL AYERS

Örgütün sloganı “Bring the war home!” idi. Sloganın amacını ise şu şekilde açıklamışlardı: Savaşın kötü yanlarını görmeyen ABD halkına, savaşı ABD’ye taşıyarak, savaşın kötü yanlarını göstermek…

Örgütün en önemli özelliklerinden birisi, yapacakları eylemleri önceden duyurmaları… Yukarda bahsettiğim, George Jackson’ın ölümü üzerine düzenlenen bombalı eylemi, düzeneği yerleştirdikten sonra, patlatacakları yeri arayarak, orayı boşaltmalarını söylemişlerdir. Çünkü bu eylem, sadece göz korkutmak amacıyla yapılmak istenen bir eylemdi. Herhangi bir sivilin ölmesi istenmedi.

1970’lerin ortalarına kadar düzenledikleri bombalı eylemlerle adını duyuran örgüt, Vietnam Savaşı’nın bitmesiyle yavaş yavaş çözülmeye başladı. Çünkü örgüt üyelerini bir arada tutan şey, ortak amaçtır. Eğer ortak hedef gerçekleşirse, ayrılırlar.

Bu örgütle alakalı dikkat çeken nokta; o dönemde birçok bombalı eylem yapan, Days of Rage’de kamu mallarına zarar veren, hükümete baş kaldıran bu örgüt üyelerinin yargılandıkları mahkemede, örgüt için yaptıklarından dolayı ceza almamalarıdır. Bunun nedeni ise; FBI, örgütle ilgili elde ettiği delilleri yasal yollarla toplamamıştı. Bundan dolayı mahkeme, örgütle ilgili suçlamaları düşürmek zorunda kaldı. Zaten yukarda bahsettiğim, örgütün başlıca üyelerinden Mark Rudd, ABD’de bir üniversitede hocalık yapmaktadır. Bill Ayers ve Bernardine Dohrn evlenmiş, ikisi de farklı üniversitelerde hocalık yapmaktadırlar. Aralarında yalnızca David Gilbert hapistedir. O da, örgütten ayrıldıktan sonra yaptığı bir hırsızlık sırasında, iki tane polisi öldürdüğü için cezalandırılmıştır.

Bu örgütü, geçen sene aldığım Sosyal Hareketler dersinde inceleme fırsatı bulmuştum. Oldukça ilgimi çekmişti. Yaptığım araştırmaları sizle de paylaşmak istedim. Ayrıca örgütle alakalı “The Weather Underground” isimli çok güzel bir belgesel de yapılmıştır. İzlemenizi tavsiye ediyorum.

Saygılar…

Metehan Arık

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

2011’den Günümüze: Suriye Politikasının İran’a Maliyeti

İran, Suriye’de rejim karşıtı gösterilerin başlamasından beri Esad yönetiminin yanında durdu. Geçen 6 yılda rakamlar net olmasa da binlerce vatandaşını yitirdi, milyarlarca dolar harcadı. Arap ve İslam dünyasında imajı ciddi şekilde kötüleşti, mezhepçi yarılma bölgeselleşti. İşte Suriye politikasının İran’a maliyeti…

İran, Suriye’de rejim karşıtı gösterilerin başlamasından beri Esad yönetiminin yanında durdu. Başlangıçta bazı İranlı yetkililer arasında Suriye’deki gösterilerin niteliğine ve Esad yönetiminin tutumuna yönelik ortaya çıkan görüş ayrılıkları kısa sürede yerini Esad’ın arkasında durulmasını öngören politikaya bıraktı. Haziran 2011’de İslam Devrimi Rehberi Ayetullah Hameney, dışarıdan tertip edildiğini, Amerikan ve İsrail menfaatlerine hizmet ettiğini iddia ettiği muhalif gösteriler karşısında Suriye rejiminin yanında duracaklarını duyurdu.

İran’ın Esad yönetimine verdiği desteğin mahiyeti ve söylemleri zamanla değişse de bu politikanın esası değişmedi. Esad yönetiminden siyasi desteğini hiç çekmeyen İran’ın rejime verdiği askeri ve ekonomik desteğin kapsamı giderek genişledi.

Esad yönetimine destek

İran’ın desteği başlangıçta rejim karşıtı gösterilerin bastırılmasında Suriye güvenlik güçlerine danışmanlık hizmeti verilmesi ve teknik destek sağlanmasıyla sınırlıydı. Silahlanan muhalifler ile rejim arasında çatışmaların şiddetlenmesi üzerine İran çatışmaların doğrudan veya dolaylı tarafı olmaya başladı. Suriye güçlerine ‘askeri danışmanlık’ yapma adına bu ülkede bulunan İslam Devrimi Muhafızları Ordusu’na (İDMO) bağlı Kudüs Gücü’nden subayların sayısı giderek arttı.

2013’ün başlarından itibaren Lübnan Hizbullah’ı İran’ın teşvikleriyle rejim güçlerinin yanında aktif olarak çatışmaya başladı. Ayrıca Irak, Afganistan ve Pakistan’dan Şii milisler Seyyide Zeyneb türbesini koruma adına seferber edildi ve rejim güçlerine destek verdi. Rejim güçlerinin kontrolü sağlamada yetersiz kalması üzerine İran yönetimi Eylül 2015’ten itibaren Suriye’deki askeri varlığını biraz daha artırdı; gönüllü milisler ve düzenli orduya bağlı 65. Hava İndirme Tugayı gibi özel birlikler Suriye’ye sevk edildi.

İran’ın Suriye’de ne kadar askerinin bulunduğu tam olarak bilinmiyor. 2015 yılının ortalarına kadar 2 bin civarında İranlı savaşçının Suriye’de olduğu tahmin ediliyordu. Fakat yukarıda ifade edildiği gibi son bir yıl içerisinde İranlı savaşçıların sayısı artırıldı. İran rejiminin muhalifi Ulusal Direniş Konseyi’nin (Halkın Mücahitleri Örgütü – HMÖ) Eylül 2016’da yayınladığı bir rapora göre Devrim Muhafızları’ndan 8-10 bin, düzenli ordudan 5-6 bin asker Suriye’de konuşlandırılmış vaziyette. Aynı raporda 7-10 bin Hizbullah militanının yanı sıra 20 bin Iraklı, 15-20 bin Afgan, 5-7 bin Pakistanlı, Filistinli ve diğer yerlerden militanın İran’ın kontrolü altında Suriye’de savaştığı iddia edildi. HMÖ’nün verdiği bu rakamlar abartılı olabilir; fakat İran’ın bu konuda şeffaf olmaması, spekülasyonların önünü açıyor.

Beşşar Esad ve Ayetullah Ali Hamaney

Askeri kayıplar ve ekonomik maliyet

İran, Suriye’deki askeri operasyonlarını yöneten Hasan Şâteri ile onun yerini alan Hüseyin Hemedani dahil 30’dan fazla generalini ve çok sayıda askerini çatışmalarda kaybetti. Şehitler Vakfı Başkanı Muhammed Ali Şehidi Mahallati 22 Kasım 2016’da yaptığı açıklamada ‘türbenin savunulması için [Suriye’de] şehit olan İranlıların sayısının bini aştığını’ belirtti. Halkın Mücahitleri Örgütü’nün iddiasına göre sadece Devrim Muhafızları’nın kaybı 1500 civarında. İran’ın komutası altında savaşan yabancı Şii savaşçıların kayıpları toplamda 10 binden fazla. Askeri kayıplar konusunda da net bir bilgi yok.

Esad yönetimini desteklemenin ekonomik bedelleri de oldu İran için. İran, doğrudan Esad yönetimine verdiği mali desteğin yanı sıra iç savaş süresince Suriye’nin ihtiyaç duyduğu temel tüketim malzemeleri, petrol, silah ve mühimmatın başlıca tedarikçisi oldu. Ayrıca, Esad yönetimi yanında savaşması için Suriye’ye sevk edilen milislerin eğitimi, donatımı ve maaşları yine İran tarafından karşılanıyor. İran komutasında savaşan Şii milislere aylık 500 ile 1000 ABD doları arasında değişen ödemeler yapılıyor.

Suriye savaşını sürdürmenin İran’a ekonomik maliyeti tam olarak bilinmiyor. BM ve Arap Birliği’nin Suriye Özel Temsilcisi Staffan de Mistura, İran’ın Suriye rejimini desteklemek için yılda ortalama 6 milyar dolar harcadığını ileri sürdü. Fakat bazı araştırmacılar İran için Esad’ı desteklemenin maliyetinin yıllık ortalama 15-20 milyar doları bulduğunu iddia ediyor. Dolayısıyla bu zamana kadar İran’ın 100 milyar dolara yakın harcama yaptığı tahmin ediliyor.

İran’ın Suriye politikasının bölgesel yansımaları

Esad yönetimine kararlı şekilde destek verilmesinin İran’ın dış ilişkilerinde de önemli yansımaları oldu. Kriz başladıktan kısa bir süre sonra ABD ve Avrupa Birliği, Esad yönetimine verdiği askeri destekten dolayı bazı İranlı kişilere ve kurumlara yaptırım uygulamaya başladı. İran ise Suriyeli muhalifleri aktif şekilde destekleyen Türkiye ve Suudi Arabistan gibi bölge ülkelerine sert tepki gösterdi. Diğer bölgesel anlaşmazlıkların yanı sıra Suriye meselesinde karşı karşıya gelen İran ile Türkiye ve Suudi Arabistan arasında zaman zaman gerilim arttı. İran bu ülkeleri Suriye’nin içişlerine karışmak ve teröristleri desteklemekle itham ederken, Türkiye ve Suudi Arabistan İran’ı bölgesel ve mezhepçi hırsları nedeniyle zalim bir diktatörü desteklemekle suçladı.

Neredeyse kayıtsız şekilde Esad yönetimini destekleyen İran, Suriye krizine çözüm bulunmasını öngören uluslararası toplantılardan dışlandı. 2012’de Türkiye, İran, Mısır ve Suudi Arabistan arasında ‘dörtlü diyalog grubu’ kurulmaya çalışıldı, fakat Suudi Arabistan’ın çekilmesiyle bu inisiyatif anlamını kaybetti. 2015’te nükleer anlaşmadan sonra İran, Batılı devletler tarafından bölgesel meselelerin çözümünde bölgesel ortak olarak görülmeye başladı. İran ilk defa, ABD ve Rusya dışişleri bakanlarının girişimiyle 31 Ekim 2015’te Viyana’da yapılan uluslararası toplantıya davet edildi ve ‘Uluslararası Suriye Destek Grubu’nun üyesi oldu.

İran’ın Suriye krizinde oynadığı ‘karşı-devrimci’ rol, bu ülkenin Arap ve İslam dünyasında imajının ciddi şekilde kötüleşmesine neden oldu. Pew Research Center’ın 2015’te yaptığı Küresel Tutumlar ve Eğilimler anketine göre İran hakkında olumlu görüş belirtenlerin oranı, birçok İslam ülkesinde 2006-2007 yılındaki verilere göre çarpıcı şekilde düştü. Arap ve İslam dünyasında nüfusun ortalama yüzde 58’i İran hakkında olumsuz görüş bildiriyor.

İran’ın Suriye politikasının bölgesel yansımalarından birisi de mezhepçi yarılmanın bölgeselleşmesi. İran, özellikle Şii kutsallarını savunmak ve ‘tekfirci teröristlerle mücadele’ etmek adına Şii savaşçıları seferber ediyor. Bu durum hem İran etrafında, hem de İran karşısında mezhepçi konsolidasyonun pekişmesine neden oluyor. Bunun bir sonucu olarak İran’ın popülaritesi Arap ve İslam dünyasının genelinde düşerken Irak, Lübnan ve Pakistan Şiileri arasında İran’a sempatiyle bakanların sayısı artıyor. Keza İranlıların Ortadoğu’da en fazla sempati beslediği ülkeler Suriye ve Irak.

İran’ın kararlı şekilde Esad’ın arkasında durması, Suriye muhalefeti nezdindeki imajının daha da kötüleşmesine neden oldu. İran’ı Suriye’de işgalci güç olarak gören birçok muhalif grup sadece Esad yönetimine karşı değil, aynı zamanda ‘Safevi İran’a karşı savaştıklarını söylüyor.

İran’ın Suriye politikasının iç siyasi yansımaları

Suriye krizine müdahil olmanın İran için en önemli sonuçlarından birisi, Devrim Muhafızları’nın dış politikada öne çıkması oldu. Meselenin İran için askeri ve güvenlikle ilgili bir meseleye dönüşmesinin yanı sıra ideolojik ve jeopolitik boyutları nedeniyle Devrim Muhafızları İran’ın Suriye politikasında daha aktif hale geldi. Bugün hem Irak dosyasına hem de Suriye dosyasına Kudüs Ordusu Komutanı Kasım Süleymani’nin baktığı düşünülüyor.

İran’ın Suriye politikasında öne çıkan diğer kişi ise Ayetullah Hameney’in dış politika danışmanı ve eski Dışişleri Bakanı Ali Ekber Velayeti. Keza son zamanlarda Devrim Muhafızları’nın eski komutanlarından, Yüksek Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri Amiral Ali Şamhani İran, Rusya ve Suriye arasındaki ilişkilerin koordinatörü sıfatıyla öne çıktı. Dolayısıyla İran dış politikasını yürütmesi beklenen Cumhurbaşkanlığı ile Dışişleri Bakanlığı, politika belirlemek ve uygulamak yerine ikinci roller oynamaya başladı.

Yukarıda bahsedilen bütün bu bedellere ve meydan okumalara karşın İran’da Suriye politikasına yönelik son derece cılız bir muhalefet var. Farklı hizipler arasında bu konuda bir ölçüde mutabakata varılmış olması önemli. Fakat ‘Yeşil Hareket’in’ önderlerinin ev hapsine konulması ve muhalefetin sert şekilde bastırılması da İran yönetiminin eleştirilmesini zorlaştırıyor.

İran’ın Suriye politikasının askerileşmesi ve güvenlikleştirilmesi beraberinde otoriterleşmeyi artırdı ve alternatif siyaset geliştirilmesini önledi. Suriye savaşının İran için en büyük bedeli belki de bu. Yalnızca geçtiğimiz hafta hayatını kaybeden Haşimi Rafsancani, Suriye politikasını birkaç defa açıkça eleştirme cüreti gösterebildi. Rafsancani, Ağustos 2013’te yaptığı bir konuşmada Esad yönetiminin kimyasal silah kullandığını ve halkına zulmettiğini söyledi. Mayıs 2016’da verdiği bir mülakatta da ülkesinin Suriye ve Irak başta olmak üzere bölgedeki angajmanlarına dikkat çekerek bunun sürdürülemez olduğunu ve İran’ın bölgede giderek zor durumda kalacağını söyledi.

Ekber Haşimi Rafsancani

Rafsancani’nin eleştirileri kamuoyunda pek bir karşılık bulmadı. Üstelik, 2016 başlarında yapılan bir anket, İran halkının çoğunun Suriye’ye asker gönderilmesi ve Esad’a desteğin sürdürülmesinden yana olduğunu ortaya çıktı. Gerçi İranlıların Suriye politikasına destek vermesinde IŞİD’in tehdit olarak ortaya çıkmasının rolü büyük. Nitekim birçok İranlının Esad’ın iktidarının korunmasından çok IŞİD’e karşı mücadele ile ilgilendikleri görülüyor.

Astana

Ödediği bütün bedellere karşın İran, Suriye’de ne kazandı? Esad yönetimi hâlâ ayakta, ama ülkesinin önemli bir kısmını kontrol edemiyor. Bütün Suriye harap vaziyette. Üstelik İran’ın desteği de Esad’ı ayakta tutmakta yetersiz kaldı ve İran, rolünün önemli bir kısmını Rusya’ya kaptırdı. Fakat Suriye meselesinde uzun süre dışlandığı uluslararası çözüm arayışlarının parçası oldu. 21 Aralık 2016’da Moskova’da yapılan üçlü toplantı, İran’ın bu süreçte önce çıkmasını sağladı.

Bu şartlar altında Moskova Bildirisi’ne taraf olan İran, şimdi Astana’da Suriye barış sürecinin mimarlarından biri olma payesini almaya çalışıyor. İran, Astana’da Esad’ın iktidarda olduğu bir geçiş süreci üzerinde mutabakat sağlanması için çalışacak. Böylece hem bölgesel imajını bir ölçüde toparlamayı, hem de Suriye’nin geleceğinde söz sahibi olmayı hedefliyor. Astana’dan olumlu sonuçlar alınması, İran’ın bölgesel statü arayışını da bir ölçüde tatmin edecek.

Kaynak: Al Jazeera

Lübnan: Suriye İç Savaşı’ndan En Çok Etkilenen Ülke

Yeni Lübnan Cumhurbaşkanı Mişel Avn yaptığı bir açıklamasında Suriye’de güvenli bölgeler olduğunu ve Lübnan’da ki Suriyelilerin bu bölgelere gidebileceğini söyledi. Tabi ki Lübnan 1.2 milyon Suriyeli mülteciden bunalmış bir ülke olarak bu konuda böyle çıkışlar yapması doğal karşılanabilir ama o mültecilerin durumu Suriye’de iken, Lübnan’da olduğundan daha iyi olamaz.

Lübnan ve Suriye’nin konumu

Daha önce Lübnan’da cumhurbaşkanlığı krizi çözülmeden önce “Lübnan, Yemen’e Dönebilir” isimli bir yazı yazmıştım ve bu krizle bağlantılı olarak Hizbullah tehlikesine dikkat çekmeye çalışmıştım. Lübnan ile ilgili bir başka yazımsa “kötü komşu kurbanı bir ülke: Lübnan” adlı yazımdı. Bu yazımda da Lübnan gibi refah bir ülkenin İsrail, Suriye, Filistin, Ürdün gibi komşuları yüzünden ne hale geldiğini ve değişen demografik yapısı yüzünden savaşlarla uğraştığını anlatmaya çalışmıştım. Bu yazımda da yine komşusu Suriye’de ki savaş yüzünden çektiklerine bir göz atacağız.

Türkiye de genelde “Suriye’de ki savaş en çok bizi etkiledi” görüşü var. Ancak ben bu düşüncenin Lübnan’a haksızlık olduğu kanaatindeyim. Sadece mülteciler üzerinden değil, mezhep ve din çatışmaları üzerinden de bunu anlatmaya çalışacağım.

Önce mülteci konusundan başlarsak Lübnan’ın resmi rakamlara göre 1.2 milyon hatta gayri resmi verilere ve Lübnanlı bazı yetkililerin söylediğine göre 1.5 milyon Suriyeli mülteci yaşıyor. Lübnan’ın nüfusu ise mültecilerin çıkarılması halinde yaklaşık 4.7-5.0 milyon kadar, yani mülteciler sayesinde nüfusu şuan 6,2 milyon olmuş durumda. Türkiye’de resmi rakamlara göre 2.75 milyon gayri-resmi rakamlara göre 3-4 milyon mülteci var diyoruz ve 4 milyon rakamını baz alsak bile bu bizim 80 milyonluk nüfusumuzun %5’i kadar ediyor. Eğer Lübnan gibi nüfusumuzun üçte biri veya dörtte biri kadar göç alsaydık 20 veya 27 milyon mülteciye ev sahipliği yapıyor olurduk. 3 milyon insanın 80 milyon için bu kadar sıkıntı olduğunun söylendiğini düşünürsek mülteci sorununun Lübnan için ne kadar yıkıcı olduğunu birde siz düşünün. Sadece Lübnan değil Ürdün içinde aynı şey geçerli, onlarda nüfusunun %10-15 kadarı bir mülteci barındırıyorlar.

Bunları mültecilerin sorun olarak görülmesinden dolayı aktardım. Yoksa bana göre sığınmacıların, mültecilerin, göçmenlerin hiçbir mahsuru yok. Çünkü ben onları kültürel zenginlik ve nüfusu arttıran etkenler olarak görüyorum.

Eğer işsizlik yüzünden mülteci, sığınmacı ve göçmenlere kızılıyorsa, o zaman bu insanların kendi ülkelerinde de işsizliğin olduğu hatırlatılmalı. Burada ki işsizler insanda oradakiler işsizler insan değil mi? Eğer işsizlik yüzünden suçlanacak biri aranıyorsa o mülteciler değil, işsizliği çözemeyen yöneticilerdir. Gücünüzün yettiği insanları suçlarken gücünüzün yetmediklerine bir şey dememek daha büyük bir sorun!

Bu sorun bizde olduğu gibi Lübnan ve Ürdün’de de var maalesef. Fakat Lübnan’da mültecilerden ziyade asıl sorun radikalleşme ve bunun getirdiği çatışma ve bombalı eylemler.

Lübnan’da ki karmaşık demografik yapı sebebiyle Suriye’de yaşanan her gelişme az veya çok illaki Lübnan’ı da etkiliyor. Bu etkileri ilk olarak 2012 ve 2013 yıllarında Lübnan’ın ikinci büyük şehri olan Trablusşam da gördük. İsevilerin, Alevilerin ve Sünnilerin yoğun yaşadığı yarım milyon nüfuslu şehirde Esad yanlısı Alevilerle, Esad karşıtı Sünniler sık sık çatışmalara girdiler ve Lübnan Ordusu ise bu çatışmaları dindirmeye çalışıyordu. Yani bu şehir Türkiye’nin sağ-sol çekişmesinin(1977-1980) tıpkısının aynısını kendi çapına göre daha şiddetli bir şekilde yaşamıştı. Bugün bile Trablusşam ve Beyrut’ta ki Alevi mahalleler ile Sünni mahalleler arasında keskin cepheleşme vardır ve ortadan geçen bir yolun her iki tarafında’da bu kamplaşmayı görebilir ve bir tarafın mesubunun yolun karşısına geçmediğini fark edersiniz. Beyrut ve Trablusşam da ki Alevi mahallelerinde Suriye Baas Partisi yanlısı Sosyal Nasyonalist Parti bayraklarını sık sık görmekte mümkün. Türkiye’de ise Lübnan’da yaşananlar gibi bir Alevi-Sünni çatışması olmadı, sadece sert söylemler oldu ama sokaklara pek sirayet etmedi.

Mişel Avn

Lübnan ordusunun bir başka müdahalesi ise 2014 ağustosun da olacaktı. Haziran 2014’te Lübnan’ın doğusundaki Arsal şehri ve çevresi IŞİD ve El-Nusra Cephesi’nin eline geçmiştir. 2-7 Ağustos tarihleri arasında yaşanan çatışmalarda ise Lübnan Ordusu, Arsal şehrinden radikal örgütleri çıkarmayı başarmıştır. Benzer girişimler eylül 2015’te de yaşanmış ancak El-Nusra ve IŞİD yine başarısız olmuştur. IŞİD, bu başarısız girişimlerden sonra dünya genelinde yaptığı gibi stratejik değişikliğe gider ve artık toprak elde edemeyeceğini anlayınca bombalı eylemlere yönelir. Özellikle Şiiliğin İsmailiye koluna mensup Hizbullah örgütünün kontrolünde ki bölgelerde veya İsevilerin yoğun yaşadığı semtlerde ve kasabalarda bombalı eylemlere başvurmuştur ve hala başvuruyor. Bunların en büyüğü ise Hizbullah kontrolünde ki bölgede 52 kişinin öldüğü saldırıydı ama aynı gece Paris’te 135 kişinin öldüğü IŞİD saldırısı olduğu için Lübnan’daki saldırı gölgede kalmıştı.

Lübnan’daki siyasiler genelde Suriye baskısı veya onun müttefiki Hizbullah’tan çekindiklerinden sorunları yönetmek konusunda pek rahat hareket edemiyorlar. 2005 yılında şuan ki başbakan Saad Hariri’nin babası olan eski başbakan ve Baas rejimi karşıtı olan Refik el-Hariri suikaste kurban gitmiş ve Suriye’ye yönelik halk tarafından tepkiler sokaklarda protestolar şeklinde olmuş ve bu protestolar aynı zamanda ülke de halen varlığını sürdüren Suriye ordusuna da yönelik gerçekleşmişti. Suriye Ordusu ülkede ki 15.000 askerini ise mart 2005’te yani suikastten tam bir ay sonra tamamen çekecekti.

Muhtemelen Mişel Avn’ın mültecilerin gitmesine yönelik sözleri Suriye Rejimi için pek iyi karşılanmamıştır.

Eğer Suriyeli mülteciler gitmezlerse Lübnan’ın savaştan en çok etkilendiği nokta ise kuşkusuz demografik yapının değişmesi olacak. Daha önce ki iç savaş(1975-1990) Hristiyan çoğunluğa karşı Müslümanların artması yüzünden çıkmıştı. Ürdün iç savaşı(1971) yüzünden Ürdün’de ki krallığın ülkede ki Filistinlileri tehdit olarak görmesi ve onları Lübnan’a ve Suriye’ye sürgün etmesi ve daha önce ki Arap-Yahudi savaşlarından dolayı Lübnan’a gelen Filistinliler, Lübnan’da Müslüman nüfusun Hristiyanları geçmesini sağlamıştı ve daha kalabalık olmaları sebebiyle yönetimde daha fazla hak istemeleri yüzünden savaş çıkmıştı. 15 yıldan fazla süren savaş sırasında 1 milyon Hristiyan ülkeden kaçmış ve Müslüman yoğunluğu güçlenmişti.

Şimdi ise Suriye’den gelen mülteciler demografiyi yeniden değiştiriyor. Müslümanlar Hristiyanlardan fazla olsalar da Sünni-Şii-Alevi diye ayırınca Hristiyanlar halen daha fazla ama Suriyeliler bunu değiştirdi. Onlar sayesinde Sünnilerin sayısı önce Şiileri sonrada Hristiyanları geçti. Yani Şiiler artık Müslüman kesimde ki demografik üstünlüğünü yitirmiş durumda. Suriye İç Savaşı öncesinde Lübnan’da toplam Müslüman nüfus Hristiyanlardan fazlaydı ama Müslümanların çoğu Şiilerden oluşuyordu. Şimdi Sünnilerin elde ettikleri bu demografik üstünlük ülkeyi nereye götürecek belli değil ve herkes Suriye’nin yansımaları savaşa dönüşecek diye korkuyor.

2012-2013 yıllarında ki Alevi-Sünni çatışması, 2014 ve 2015’teki IŞİD ve El Nusra gibi örgütlerin toprak kazanma çabaları, 2015’ten bu yana Şii ve İsevi mahallelerde patlayan bombalar Suriye İç Savaşına paralel olarak Lübnan’da da iç savaşın çıkmasını sağlayacak gibi ve demografik değişim bunu kolaylaştırabilir. Umarım yanılırım.

Hala Suriye iç savaşından en çok Türkiye’nin mi etkilendiğini düşünüyorsunuz?

Muhammed Ali Çalışkan

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Güney Kafkasya’da İran ve İsrail Rekabeti

Ortadoğu’nun en etkili güçlerinden İran ve İsrail’in rekabet alanlarından biri de, Güney Kafkasya bölgesi. İsrail Azerbaycan ile, İran da Ermenistan ile iş birliğini geliştirmeye çalışarak bölgede güçlerini artırmaya çalışıyor.

Geçen yıl İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu’nun Azerbaycan’ı ziyaret etmesi ve iki ülke arasında 4,8 milyar dolarlık askeri iş birliği anlaşması olduğunu açıklaması ile 21 Aralık’ta İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin ikili temaslarda bulunmak üzere Ermenistan’a resmi bir ziyaret gerçekleştirmesi yakın dönemlere denk geldi.

İsrail ve İran’ın konumu

Bu gelişmeler, Azerbaycan ile İran arasında uzun süredir yaşanan gerginliğin yeniden alevlenmesine neden oldu. Söz konusu iki ülkenin meclislerinde karşılıklı olarak muhataplarını suçlayıcı çok sert açıklamalar yapıldı. Bu sözlü sürtüşmeler, Azerbaycan ile İsrail arasında yaşanan askeri ve stratejik iş birliğinin İran’ı çok rahatsız ettiği ve bunun karşısında Bakü’nün de aynı şekilde İran – Ermenistan münasebetlerinin gelişmesinden rahatsız olduğunun açık bir göstergesi olarak değerlendirilebilir.

İran yönetimi, seçilmiş ABD Başkanı Donald Trump döneminin, Türkiye – İsrail arasındaki diplomatik ilişkilerin düzelmekte olduğu, Tel Aviv – Bakü arasında askeri iş birliğinin derinleştirildiği ve bunların yanında Washington’ın İran politikasında büyük sürprizlerin yaşanma ihtimalinin kuvvetlendiği bir zemine oturacağı endişesini taşıyor.

Güney Kafkasya’nın hassas dengeleri

Büyük Orta Doğu’nun (BOD) bir parçası olan Güney Kafkasya bölgesi komşular arasındaki gergin ilişkilerin sürekli bir şekilde canlılığını koruduğu bir coğrafya olarak göze çarpar. Sovyetler’in dağılmasından sonra Azerbaycan’ın Türkiye, Gürcistan ve İsrail ile tesis ettiği stratejik ilişkilerin yanında, Ermenistan’ın Rusya ve İran ile kurduğu benzer nitelikteki münasebetleri üzerinden oluşan bölgesel denge, Güney Kafkasya jeopolitiğini anlamak açısından da önem taşıyor.

Güney Kafkasya

2016 yılını bu bölgesel dengenin gevşediği ve krizlerin patladığı bir kırılma dönemi olarak değerlendirmek yanlış olmaz. İran’da Hasan Ruhani iktidarı döneminde Türkiye’nin katkıları ile kurulan Bakü – Ankara – Tahran arasındaki üçlü diyalog platformu, Azerbaycan ile İran arasındaki gerginliğin azalmasına katkı sağladı. Şubat 2016’da Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev Tahran’a gitti ve mevkidaşı Hasan Ruhani ile iki ülke arasındaki ekonomik ve kültürel ilişkileri geliştirmek için görüştü. Bunun yanı sıra 8 Ağustos’ta Azerbaycan’ın inisiyatifi üzerine İran ve Rusya ile birlikte Uluslararası Kuzey Güney Ulaştırma Koridoru’nun oluşturulması için Bakü’de Hasan Ruhani, Vladimir Putin ve İlham Aliyev üçlü bir zirve gerçekleştirdiler.

Ruhani, Aliyev ve Putin

2-5 Nisan 2016’da yaşanan “Dört Günlük Karabağ Savaşı”nda Rusya’nın tarafsız bir tutum sergilemesi, Moskova-Bakü ilişkilerinin düzelme ivmesi yakalamasına katkı sağlarken aynı zamanda Rus-Ermeni ilişkilerinin test edilmesine neden oldu. Dolayısıyla Nisan ayındaki Karabağ savaşı, Rusya’nın Güney Kafkasya’da ağırlığının artmasına neden olmasının yanı sıra her iki ülke üzerindeki etkisinin derinleşmesini sağlaması açısından da önemli görülebilir.

Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 9 Ağustos’ta St. Petersburg’a gerçekleştirdiği ziyaretinde Ankara, Bakü ve Moskova işbirliği hattının oluşturulması yönünde yaptığı açıklama, muhatapların Güney Kafkasya’daki geleneksel jeopolitik eksen algısının dönüşmesi isteğinde olduklarını bir kez daha gösterdi.

Rusya-Ermenistan askeri iş birliği artıyor

Fakat Güney Kafkasya’da yaşanan bu gelişmenin, Moskova’nın Erivan’dan vazgeçmesi anlamına gelmeyeceğini vurgulamakta fayda var. Zira Moskova, Güney Kafkasya’daki tek müttefiki olan Ermenistan ile askeri ilişkilerinin derinleşmesine yardımcı olacak adımlar atarak, bölgedeki askeri varlığını ve politik etkinliğini sağlamlaştırıyor. Hava savunma sistem radarlarına yakalanma ihtimalinin düşüklüğünün yanı sıra konvansiyonel ve nükleer başlık taşıma kapasitesine sahip olup, Ermenistan’daki Rus Gümrü Askeri Üssü’ne yerleştirilen İskender Füzeleri’nin aynı zamanda Ermenistan ordusuna da verilmek istendiği hakkındaki haberler basında yer aldı. Bu füzelerin verilme nedenini Rusya Devlet Duması Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Aleksey Puşkov “müttefik olduğumuz ülkenin NATO ile komşu olması” olarak açıkladı. Ermenistan ordusunun görece oldukça yüksek tahribat gücüne sahip füze sistemleri ile donatılması bölgedeki dengeleri elbette etkiliyor ve komşu ülkeleri tedirgin ediyor.

Bunun yanında 23 Aralık 2015’te Rusya ile Ermenistan arasında imzalanan ve 6 Aralık 2016’da Rus Duma’sında onaylanan anlaşma çerçevesinde, iki ülke arasında Ortak Hava Savunma Sistemi kuruldu. Aynı zamanda iki ülke arasında ortak askeri ordu gruplarının oluşturulmasını hedefleyen anlaşma metnine göre, idarenin Ermenistan Komutanlığı’na bağlı olması ama savaş durumunda komutanlığın Yerevan’ın onayı ile Rusya Savunma Bakanlığı’na bağlanması mümkün. Bu doğrultudan değerlendirildiğinde, Dört Gün Karabağ Savaşı’nın Ermenistan – Rusya arasındaki askeri iş birliğinin daha da derinleşmesiyle sonuçlandığı anlaşılıyor.

Bu gelişmeler Azerbaycan ile Ermenistan arasında Yukarı Karabağ sorunundan dolayı gergin olan ilişkilerin daha da kötüleşmesini sağlayan sürecin bir parçası olup, diğer taraftan Bakü’nün Tel-Aviv ve Ankara ile var olan askeri ilişkilerini bir üst seviyeye taşımasına yol açtı.

Azerbaycan’ın İsrail ile iş birliği arayışı ve İran

Buna ilave olarak Erivan’ın sürekli bir endişe taşımasının ekonomik gerekçeleri de var. Rusya ve Azerbaycan arasındaki askeri ve ticari iş birliği hacmi hiç de küçümsenemeyecek bir boyutta, 5 milyar dolar değerinde. Lakin Erivan’a karşı özellikle politik çatışmalar noktasında Moskova’yı yanında görmek isteyen Bakü’nün her geçen gün artarak önem kazanan adımları, hiç de istenmeyen bir şekilde Ermenistan’ı Rusya’ya çok güçlü bir biçimde yaklaştırdı.

Azerbaycan’ın askeri ticari anlaşmalar yoluyla İsrail ile ilişkilerini geliştirmeye çalışması, İran ile de ilişkilerinin bozulmasına neden oluyor. İran, İsrail ve Azerbaycan arasında yaşanan yakınlaşmayı küresel politika boyutunda değerlendiriyor ve Donald Trump’ın başkanlık döneminde Washington-Bakü ilişkilerin daha da gelişmesi ve ABD’nin Azerbaycan’ı İran’a karşı kullanması ihtimalinden rahatsızlık duyuyor. Zira 2006’dan itibaren ABD ile İran arasındaki ilişkilerin gerginleşmesi, Washington – Bakü münasebetlerini olumlu yönde etkilemişti.

2016 biterken Azerbaycan-İsrail ilişkilerinin gelişmesi üzerine İran Meclisi Dışişleri komisyon başkanı ve Savunma Bakanı tarafından yapılan tehditkar açıklamalar ve bunun akabinde Azerbaycan Milletvekili Kudret Hasankuliyev’in, İran’ın beş parçaya bölünmesi yönündeki açıklaması iki ülke arasındaki gerginliğin ne kadar vahim olduğunu ortaya koyuyor. Sonuç olarak söylemek gerekiyor ki, seçilmiş ABD Başkanı Trump’ın İran politikası Güney Kafkasya’da dengeleri, gerginliklerin tırmanıp tırmanmayacağını veya yumuşamanın egemen olup olmayacağını kesinlikle etkileyecek. Ama İran, Rusya ve Türkiye’nin ortak iş birliğiyle beklenen olumsuz gelişmeler önlenebilinir.

Türkiye, Azerbaycan, İran, Gürcistan, Ermenistan ve Rusya ile üçlü iş birliği diyalog platformların devam ettirilmesi ve birbirine alternatif olarak görülmemesi, tam tersi güven ve istikrarın sağlanması için fırsat olarak görülmesi lazım. Bütün bu ülkelerin realpolitik haricinde ekonomik ve kültürel ilişkilere de önem vermesine ihtiyaç var.

Kaynak: Al Jazeera

Suriye Son Durum Haritası (Şubat 2017)

Suriye’de Taraflar
Esad Rejimi  – Hizbullah, Rusya, İran ve Şii Milisler
Muhalifler – Ahrar uş-Şam, Şam’ın Fethi Cephesi, ÖSO vb.
PYD/YPG  – SDG çatısı altındaki küçük gruplar ve PKK
IŞİD – Örgüte biat eden yerel milis güçler ve aşiretler

*Turuncu renk: Rejim ve YPG’nin ortak kontrol ettiği iddia edilen yada hakimiyeti kimde olduğu belli olmayan bölge

Suriye’de Halep’in tamamen rejimin kontrolüne geçmesinin ardından Şam’ın su ihtiyacını karşılayan Barade Vadisi’ne operasyon başlatan rejim güçleri, büyük ilerleme sağladı. Daha sonra muhaliflerle yapılan anlaşma sonrası muhalifler ve siviller bölgeden tamamen çekilerek, İdlip’e çekildi. Barade Vadisi tamamen rejim güçlerinin kontrolüne geçti.

IŞİD, Deyrizor’da kuşatma altında bulunan rejim kontrolündeki bölgeyi ikiye böldü. El Bab çevresinde muhalifler birçok bölgeyi ele geçirirken, Bab güneyinde rejim 300 KM2’lik alanda kontrolü sağladı.

Rakka operasyonu‘nda YPG/SDF güçlerinin ilerleyişini sürdürdüğü ve 3. aşamaya geçtiği bildirildi. Suriye’de son durum genel hatlarıyla bu başlıklardan ibaret.

Güncel Suriye haritası (Mart 2017)

1 Şubat 2017:

Suriye son durum haritası (1 Şubat 2017)

Suriye ile ilgili geçen ayın bazı önemli başlıkları:

– Beşar Esad, “Türkiye’nin Suriye operasyonundan memnunum ve Türkiye’de artık İran ve Rusya gibi ‘Suriye eksenli’ düşünüyor” dedi.

– Uluslararası Af Örgütü, Suriye’de gizli bir hapishanede çoğu sivil muhaliflerden oluşan 13 bin civarında kişinin idam edildiğini açıkladı.

– PYD’nin Fransa sorumlusu ile YPG/SDF’nin sözcüsü ayrı ayrı, Türkiye ile iyi ilişkiler kurarak kardeşçe yaşamak istediklerini belirttiler.

– ABD, ılımlı muhalifler arasında gösterilen Ahrar-uș Șam örgütünün bir liderine silahlı İHA ile suikast düzenledi.

– Çok büyük Türk askeri konvoyunun, Türkiye’nin askeri üssü olduğu iddia edilen Afrin’nin doğusundaki Kaljibrin’e konuşlandığı rapor ediliyor.

– YPG sözcüsü Talal Silo, Trump’ın yönetime geldiği 20 Ocak tarihinden beri ABD’nin desteğinin daha da arttığını belirtti.

– Muhalifler, anlaşma gereği Şam’ın su ihtiyacını karşılayan Barada Vadisi’nden çekiliyor. Silahlı grupların ve sivillerin çoğu İdlip’e geçti.

– Suriye’de birçok muhalif grup Ahrar-uş Şam’a katılırken, ŞFC(Nusra), Nurettin Zengi ve 3 grup da Tahrir Şam adı altında birleşti.

– Türkiye’nin direktifleriyle olsa gerek, ŞFC’ye (Nusra) karşı bazı muhalif gruplar ikinci en güçlü grup olan Ahrar-u Şam’a katılıyor.

– Trump Suriye’de güvenli bölge oluşturacaklarını söyledi. Bugün Rusya, “ABD bunun sonuçlarını da düşünmeli” açıklamasını yaptı.

– TSK, Suriye sınırındaki Kilis Elbeyli’ye takviye olarak yeni ağır zırhlı araçlar sevk etti.

– Suriye Türkmen Meclisi üyesi Abdurrahman Mustafa, Suriyeli Türkmenlerinin Türkiye sayesinde ilk kez masada(Astana) yer aldığını belirtti.

– Türkiye desteğiyle Cerablus’ta kurulan Suriyeli polis gücü göreve başladı. Türk polisi ve askerinin eğittiği, sayılarının 5 bine çıkacağı belirtilen, Suriyeli polis gücünün lideri Türkmen Abdel Razaq Aslan oldu.

– Çeçen lider Kadirov, Suriye’nin Halep kentinde Rus askeri polisi olarak görev yapanların Çeçen olduğunu açıkladı.

– PYD’nin istemediği IKBY’deki Suriyeli Peşmergeler, ABD öncülüğündeki uluslararası koalisyon güçleri korumasında ülkelerine döneceği belirtildi.

– Kazakistan’ın başkenti Astana’daki görüşmelerinde Türkiye, İran ve Rusya ateşkesi kontrol etmek için ortak mekanizma kurulması konusunda anlaştı.

– Suriye’deki antik Palmira şehrinde bulunan tiyatronun bir kısmı IŞİD tarafından yıkılırken, örgüt tiyatroda toplu infaz da gerçekleştirdi.

– CNN’nin açıkladığı verilere göre PKK’nın kurduğu Suriye Demokratik Güçleri (SDG) 50 bin kişi ve bünyesinde 27 bin YPG’li, 23 binde Arap var.

– IŞİD yoğun saldırılardan sonra Suriye Deyrizor’da rejim kontrolündeki bölgeyi ikiye böldü. (Deyrizor) https://stratejikortak.com/2017/01/deyrizor-son-durum.html

– İngiltere Başbakanı Theresa May, “Suriye’deki ateşkesi memnuniyetle karşılıyoruz. Rusya ve Türkiye nüfuzlarını kullanmalı” dedi.

– TSK, Türkiye ile Rusya’nın mutabakat imzaladığını ve Suriye’de hava harekatının Rusya ile koordineli olacağını açıkladı.

– ABD ilk kez Suriye’de kimyasal silah kullandığı için Esad rejiminin 18 üst düzey yetkilisine yaptırım kararı aldı.

– PYD’nin Cezire Kantonu’nun savunma sorumlusu, “3 Ocak’ta Suriye’de YPG mevzilerini vuran Kuzey Irak’tan kalkan Türk helikopterleriydi” dedi.

– Lübnan’ın yeni Cumhurbaşkanı Mişel Avn, Lübnan’daki Suriyeli mültecilere ülkelerindeki güvenli bölgelere gitmeleri çağrısında bulundu.

– Türkiye ile AB arasındaki sığınmacı anlaşmasından sonra 2016’da Yunanistan’a geçen sığınmacı sayısı yüzde 80 azaldı.