Dünyanın En Büyük 10 Ordusu

Dünyanın en büyük orduları harita üzerinde gösterilmiştir. Mevcut personel bakımından dünyanın en büyük ordusu tabi ki de Çin Halk Cumhuriyeti’ne ait. İkinci sırada ise dünyada yurt dışında en fazla askeri üsse sahip olan Amerika Birleşik Devletleri yer alırken, üçüncü sırada Asya’nın parlayan yıldızı olarak gösterilen Hindistan’ın olduğu görülüyor.

Dünyanın en büyük orduları:

1.) Çin Halk Cumhuriyeti: 2.285.000 6.) Türkiye: 662.719
2.) Amerika Birleşik Devletleri: 1.458.219 7.) Güney Kore: 630.000
3.) Hindistan: 1.329.998 8.) Pakistan: 642.892
4.) Kuzey Kore: 1.119.000 9.) İran: 545.000
5.) Rusya Federasyonu: 845.000 10.) Mısır: 468.500

Dünyanın En Büyük Orduları

Yukarıda yer alan dünyanın en büyük orduları, onların dünyanın en güçlü orduları olduğu anlamına gelmemektedir. Güç sayı ile değil, nitelikle ölçülür. Profesyonel ordu ve askeri teçhizat, ordunun sayısından çok daha önde gelir. En büyük ordular listesinde Avrupa’dan herhangi bir ülkenin olmaması bu ülkelerin güçsüz olduğu anlamına gelmemektedir. ABD, İngiltere, Almanya ve Fransa gibi ülkelerin ordusu genel olarak teknolojik teçhizatlardan ve profesyonel askerlerden oluşmaktadır. Mesela en büyük ordular listesinde ilk 10’da yer almayan İngiltere 230 bine yakın askeri personele sahipken, dünyada silahlı kuvvetlerini modernize etme konusunda en ileri düzeyde olan ülkedir.

Dünyanın En Güçlü Ordusu:

Yurt dışındaki askeri üs sayısı, operasyonel tecrübesi, teknolojik teçhizat kullanılması, nükleer kapasitesi ve geniş istihbarat ağını dikkate alınca dünyanın en güçlü ordusu Amerika Birleşik Devletleri’ne ait diyebiliriz. Tabi ki bunu net olarak söylemek için çok detaylı incelemelerle somut verilerin analiz edilmesi gerekmektedir.


Kaynak:

StratejikOrtak.com

http://www.abcnewspoint.com/top-10-countries-largest-and-most-strongest-armies-in-the-world-2015/

Azerbaycan’ın Bayrak, Arma ve Marşının Hikayesi

Azerbaycan, resmi adıyla Azerbaycan Cumhuriyeti Güney Kafkasya’da Hazar denizi havzasında bulunan kudretli bir devlettir. Azerbaycan Cumhuriyetinin başkenti Bakü’dür. Aynı zamanda Azerbaycan birkaç ülke ile sınırlanmıştır. Bunlar kuzeyden Rusya Federasyonunun Dağıstan Muhtar Cumhuriyeti, kuzey batıdan Gürcistan, batıdan Ermenistan, güney batıdan Türkiye, güneyden İrandır. Doğuda ise Hazar denizi ile sınırlanmıştır. Azerbaycan’ın Rusya ile sınırının uzunluğu 390 km, Gürcistanla 480 km, Ermenistanla 1007 km, Türkiye ile 15 km, İranla 765 km, Hazar denizi ile 713 km’dir.

Azerbaycan’ın Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’dir. Azerbaycan Cumhuriyeti’nin resmi dili Azerbaycan dili, para birimi Manat’tır.

28 Mayıs 1918’de Azerbaycan Halk Cumhuriyeti ilan edilmiş, 18 Ekim 1991’de Azerbaycan devlet bağımsızlığı restorasyon edilmiştir. Azerbaycanın büyük şehirleri sırayla Bakü, Sumkayıt, Gence ve Mingeçevir olarak biliniyor.

Azerbaycan Bayrağı

azerbaycan bayrağı
Azerbaycan bayrağı ilk defa 9 Kasım 1918’de Azerbaycan Halk Cumhuriyeti Bakanlar Konseyi tarafından onaylanmıştır. Azerbaycan Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in serencamı ile her yıl 9 Kasım Devlet Bayrağı Günü kutlanıyor.

Bayrak eşit enli üç yatay şerit’ten oluşuyor. Yukarı şerit mavi, orta şerit kırmızı, alt şerit yeşildir ve kırmızı bölümün ortasında bayrağın her iki yüzünde beyaz renkli yarım ay ile sekiz köşeli yıldız tasvir edilmiştir. Her rengin de kendine ait manası vardır. Mavi renk Türkçülüğü, kırmızı renk Çağdaşlığı, yeşil renk ise İslam ideolojisini ifade ediyor.

Azerbaycan Arması

azerbaycan arması

Azerbaycan Cumhuriyetinin Devlet Arması Azerbaycan devletinin bağımsızlık sembolüdür. Devlet Arması meşe dallarından ve başaklardan oluşan arkın üzerinde bulunan doğu kalkanının tasvirinden oluşur. Kalkanın üstünde Azerbaycan Cumhuriyetinin Devlet bayrağının renkleri fonunda sekiz köşeli yıldız, yıldızın merkezinde alev tasviri vardır.

Azerbaycan Cumhuriyeti Devlet armasının renkli tasvirinde yıldız beyaz, alev kırmızı, meşe dalları yeşil, başaklar sarı renktedir. Kalkanın düğmeleri ve meşe kozalakları kızıl renktedir.

Kalkanı dünya halkları bin yıllar boyunca savunma, aynı zamanda milli sebollerin gösterilmesi maksadıyla kullanmışlar.

Kalkanın içerisindeki dairesel mavi, kırmızı ve yeşil renk tonları Azerbaycan bayrağında belirtilen Türklüğü, çağdaşlığı ve İslam’ı bildiriyor. Kalkanın ortasında yerleşen sekiz köşeli yıldız güneşin sembolüdür. Güneş (aynı zamanda Ay) dünya heraldik sanatında “ebedi, sürekli, sonsuz hayat” manasını verir. Güneş sembolünün beyaz renkle verilmesi ise “güven, barışseverlik” manalarını ifade ediyor.

Güneşin merkezinde alev tasviri “Odlar Yurdu”nu – Azerbaycan’ı temsil ediyor.

Azerbaycan Cumhuriyetinin Ulusal Marşı

27 Mayıs 1992’de parlamento “Azerbaycan Cumhuriyeti Devlet marşı hakkında” kanun kabul etti. Bu kanuna göre 1919’da büyük besteci Üzeyir Hacıbeyov ve şair Ahmet Cevat tarafından düzenlenmiş olan “Azerbaycan marşı” Azerbaycan Cumhuriyeti Ulusal marşı olarak onaylandı.

Azerbaycan Türkçesi Latin                                    Türkiye Türkçesi

Azərbaycan! Azərbaycan!                                      Azerbaycan! Azerbaycan!

Ey qəhrəman övladın şanlı Vətəni!                        Ey kahraman evladın, şanlı vatanı!

Səndən ötrü can verməyə cümlə hazırız!              Senin için can vermeye hepimiz hazırız!

Səndən ötrü qan tökməyə cümlə qadiriz!             Senin için hepimiz kan dökebiliriz!

Üç rəngli bayrağınla məsud yaşa!                        Üç renkli bayrağınla mutlu yaşa

Üç rəngli bayrağınla məsud yaşa!                         Üç renkli bayrağınla mutlu yaşa

Minlərlə can qurban oldu,                                        Binlerce can kurban oldu!

Sinən hərbə meydan oldu!                                       Göğsün bir savaş meydanı oldu

Hüququndan keçən əsgər!                                        Kendilerinden geçen askerlerin,

Hərə bir qəhrəman oldu!                                           Her biri kahraman oldu.

Sən olasan gülüstan,                                                   Sen olasın güllü bir bahçe,

Sənə hər an can qurban!                                            Sana her an can kurban.!

Sənə min bir məhəbbət,                                             Sana bin bir muhabbet,

Sinəmdə tutmuş məkan!                                            Göğsümde tutmuş mekan!

Namusunu hifz etməyə,                                             Namusunu korumaya,

Bayrağını yüksəltməyə,                                              Bayrağını yükseltmeye,

Namusunu hifz etməyə,                                             Namusunu korumaya,

Cümlə gənclər müştaqdır!                                         Bütün gençler hazırdır!

Şanlı Vətən! Şanlı Vətən!                                           Şanlı vatan! Şanlı Vatan!

Azərbaycan! Azərbaycan!                                          Azerbaycan! Azerbaycan!

Azərbaycan! Azərbaycan!                                          Azerbaycan! Azerbaycan!

Bayrak ve marş her bir devletin varlığının ispatıdır. Her bir vatandaş kendi ülkesinin, kendi devletinin marşını her daim bilmeli, onun bayrağını her zaman yükseklerde tutmalıdır. Bu bizim vatandaşlık borcumuzdur.

Afsana Aghazada

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Dünya Ülkelerinin Borçları (Grafik)

Dünya ülkeleri borç durumu ve dünya ülkelerinin toplam borcu gibi başlıkları aşağıdaki grafikte bulabilirsiniz.

Dünya ülkelerinin toplam borcu 59.7 trilyon $

Dünyada en fazla borcu olan ülke ABD, daha sonra Japonya ve üçüncü sırada ise Çin yer alıyor. Türkiye’nin borcu dünyadaki toplam borcun yüzde 0,50’sine tekabül ediyor. Bu yüzde de yaklaşık olarak 300 milyar dolarlık borca karşılık geliyor.

(Veriler VisualCapitalist.com’a aittir.)

dunya-ulkelerinin-borclari

Siyasal İdeolojilerin Ortak Paydası: Milliyetçilik

Birçok biçimde milliyetçilik, liberalizm, muhafazakârlık, sosyalizm gibi daha keskin ve sistematik siyasal ideolojileri gölgede bırakmıştır. Milliyetçilik, savaşların ve devrimlerin patlak vermesine katkıda bulunmuş; yeni devletlerin doğmasına, imparatorlukların dağılmasına ve sınırların yeniden çizilmesine neden olmuş; var olan rejimleri pekiştirmenin yanı sıra onların yeniden şekillendirilmeleri için de kullanılmıştır.

Milliyetçiliğin siyasal karakterini yoğun tartışma çevreler. Bir taraftan milliyetçilik ulusal birlik ve bağımsız bir gelecek vaat eden ilerlemeci ve özgürleştirici bir güç olarak görünmektedir. Öbür taraftan, siyasal liderlerin askeri yayılma ve ulus adına savaş siyasetleri gütmelerine imkân sağlayan irrasyonel ve gerici bir inanç da olabilir.

Çeşitli zamanlarda milliyetçilik ilerlemeci ve gerici, demokratik ve otoriteryen, özgürleştirici ve baskıcı, solcu ve sağcı olmuştur.

Bu nedenle milliyetçiliği tek veya tutarlı bir siyasal olgu olarak görmek yerine bir milliyetçilikler dizisi olarak görmek daha faydalı olacaktır.

Milliyetçiliğin karakteri, içinde milliyetçi emellerin yükseldiği koşullar ve kendisinin ilişkili olduğu siyasal nedenlerle de yoğrulur. Böylece milliyetçilik yabancı hâkimiyeti veya sömürgeci yönetim tecrübesine bir reaksiyon olduğunda özgürlük, adalet ve demokrasi amaçlarına bağlı özgürleştirici bir güç olma eğilimindedir. Milliyetçilik sosyal altüst olma ve demografik değişimin ürünü olduğunda sıklıkla ayrılıkçı ve dışlayıcı bir karaktere sahiptir ve ırkçılık ve yabancı düşmanlığı aracı haline gelebilir.

Milliyetçilik onu destekleyenlerin siyasal idealleriyle şekillenir. Kendi farklı tarzlarında, liberaller, muhafazakârlar, sosyalistler, faşistler ve hatta komünistler milliyetçiliğe ilgi duymuşlardır. Tüm büyük ideolojilerden sadece anarşizm milliyetçilikle tamamıyla ters düşmüştür. Bu anlamda milliyetçilik kapsayıcı bir ideolojidir.

Milliyetçiliğin başlıca türleri:

  • Liberal Milliyetçilik
  • Muhafazakâr Milliyetçilik
  • Yayılmacı Milliyetçilik
  • Anti-kolonyal (sömürgecilik karşıtı) Milliyetçilik

LİBERAL MİLLİYETÇİLİK

Liberal milliyetçilik, Avrupa liberalizminin klasik biçimi olarak görülebilir. Liberal milliyetçilik, Fransız Devrimi’ne kadar geri gider ve onun birçok değerini içerir. 19. Yüzyıl ortası Avrupası’nda, milliyetçi olmak liberal, liberal olmak da milliyetçi olmak anlamına gelmesi bu savı desteklemektedir.

Liberal milliyetçiliğin en açık ifadesi Amerika Başkanı Woodrow Wilson’un On Dört Prensip’inde bulunmaktadır.

wilson-milliyetcilik

Tüm milliyetçilik biçimleriyle ortak olarak, liberal milliyetçilik insanlığın doğal olarak her biri ayrı bir kimliğe sahip bir uluslar koleksiyonuna bölündüğü temel varsayımı üzerinde yükselir. Bu nedenle uluslar, siyasal liderlerin veya yönetici sınıfların suni yaratıları değil gerçek topluluklardır.

Liberal milliyetçiliğin karakteristik konusu ulus fikri ile nihai olarak Rousseau’dan türetilen halk egemenliğine olan inancı birbirine bağlamaktadır. Bu kaynaştırma 19. Yüzyıl milliyetçilerinin kendilerine karşı savaştıkları çok-uluslu imparatorlukların da otokratik ve baskıcı olmaları nedeniyle ortaya çıkmıştır. Mazzini sadece İtalyan devletlerini birleştirmek istememiş aynı zamanda otokratik Avusturya’nın da etkisini yıkmak istemesi örnek olarak gösterilebilir.

mazzini-milliyetcilik

Liberal milliyetçiliğin merkezi konusu ulusal self-determination (kendi kaderini tayin) hakkına bir bağlılıktır. Liberal milliyetçiliğin amacı bir ulus-devletin inşasıdır.

Liberal milliyetçilik bir ulusun çıkarlarını diğer ulusların çıkarları pahasına savunmamaktadır.

Her ulusun özgürlük ve kendi kaderini tayin hakkına sahip olduğunu ilan etmektedir. Bu anlamda tüm uluslar eşittir.

Liberal milliyetçiliğin nihai amacı bir egemen ulus-devletler dünyası inşa etmektir.

MUHAFAZAKÂR MİLLİYETÇİLİK

19. Yüzyıl’ın ikinci yarısına kadar muhafazakâr siyasetçiler milliyetçiliği devrimci olmasa bile yıkıcı bir inanç olarak görmekteydiler. Yüzyıl ilerledikçe muhafazakârlık ve milliyetçilik arasındaki bağ gittikçe aşikâr olmuştur.

Modern siyasette, milliyetçilik tümü için değilse bile çoğu muhafazakâr için bir iman meselesi haline gelmiştir.

Muhafazakâr milliyetçilik evrensel kendi kaderini tayin hakkına dayanan ilkeli milliyetçilikten çok, ulusal yurtseverlik duygusunda somutlaşan sosyal bütünlük ve kamu düzeni vaadi ile ilgilidir. Muhafazakârlar ulusu insanların bir temel güdü olarak kendileriyle aynı görüşlere, alışkanlıklara, yaşam biçimine ve görünüşe sahip olan kimselere yakınlık hissetmelerinden doğan bir organik varlık olarak görürler.

Muhafazakâr milliyetçilik, ulus inşası sürecinde olanlardan ziyade yerleşik ulus-devletlerinde gelişme eğilimindedir. Bu tip milliyetçilik, tipik olarak ulusun içeriden veya dışarıdan bir şekilde tehdit altında olduğu algısından ilham alır. Yakın geçmişteki ve günümüzdeki Türkiye örnek olarak verilebilir.

Muhafazakârlar milliyetçiliği sosyalizmin panzehiri olarak görmüşlerdir: yurtsever bağlılıklar sınıf dayanışmasından daha güçlü olduğu zaman, işçi sınıfı fiilen ulusa entegre olmaktadır.

Bu nedenle, ulusal birlik çağrıları ve tavizsiz yurtseverliğin bir kamusal erdem olduğu inancı muhafazakâr düşüncede tekrar tekrar gündeme gelen konulardır. Ulusal kimliği tehdit eden harici düşmanlar göç ve ulus üstücülüktür. Bu bakışa göre, göç yerleşik ulusal kültürü ve etnik kimliği zayıflatma eğiliminde olduğu ve böylece düşmanlığı ve çatışmayı kışkırttığı için bir tehdit oluşturmaktadır.

Birleşik Krallık’ta ve diğer AB üye devletlerinde ortak bir Avrupa para birimine direniş sadece ekonomik egemenliği kaybetme endişesi değil aynı zamanda ulusal paranın ayrı bir ulusal kimliğin devam ettirilmesinde hayati önem taşıdığı inancını yansıtmaktadır.

Muhafazakâr milliyetçilik askeri macera ve yayılma ile bağlandırılmış olsa da onun ayırt edici karakteri içe dönük ve ayrılıkçı olmasıdır.

YAYILMACI MİLLİYETÇİLİK

Milliyetçiliğin üçüncü biçimi saldırgan, militer ve yayılmacı bir karaktere sahiptir. Milliyetçiliğin saldırgan yüzü ilk kez 19. Yüzyıl’ın sonlarında Avrupa güçleri ulusal şan adına Afrika için kapışmaya giriştiklerinde gözükmüştür.

20. Yüzyıl’ın her iki dünya savaşı da bu yayılmacı milliyetçilik türünün sonucudur.

İkinci Dünya Savaşı büyük oranda Japonya, İtalya ve Almanya tarafından takip edilen milliyetçiliğin ilham verdiği emperyal yayılmanın bir sonucudur. Bu tip milliyetçiliğin Avrupa’daki en yıkıcı modern örneği Bosnalı Sırpların Büyük Sırbistan’ı yaratma hayalleri olmuştur.

Bu tip milliyetçilik yoğun bir duygudan ve hatta kimi zaman bütüncül milliyetçilik adı verilen histerik bir milliyetçi coşkudan kaynaklanmaktadır. Bütüncül milliyetçilik terimi, Maurras tarafından uydurulmuştur. Maurras’ın siyasetinin merkezi noktası ulusun büyük öneminin vurgulanmasıydı. Buna göre ulus her şey birey hiçbir şey idi.

maurras-milliyetcilik

Disiplin ile tek ve üstün lidere itaat gerektirir.

Bu militan ve yoğun milliyetçilik türü değişmez bir biçimde şovenistik inançlar ve doktrinlerle ilişkilendirilmektedir.

Şovenizm: Bir kimsenin kendi grup veya halkının hâkimiyeti veya üstünlüğüne duyulan irrasyonel bir inanıştır.

Bu nedenle ulusal şovenizm, tüm ulusların eşit olduğu fikrini ulusların özel karakteristikleri ve nitelikleri olduğu ve bu yüzden çok farklı kaderlerinin olduğu şeklindeki inancın lehine reddeder.

Bazı uluslar yönetmeye uygundur; diğerleriyse yönetilmeye.

Bu ulusçuluk türü etnik ve ırksal üstünlük doktrinleriyle geliştirilir. Böylece ulusal şovenizm milliyetçilik ve ırkçılığı birbiriyle kaynaştırır.

Şovenistik milliyetçilikteki diğer önemli şey, bir tehdit veya düşman olarak bir başka ulus veya ırk imajıdır. Düşman karşısında, bir tür negatif bütünleşme başararak, ulus birbirine yaklaşır ve kendi kimliğinin ve öneminin yoğunlaşmış bir hissini kazanır. Böylece, şovenistik milliyetçilik onlar ve biz arasında kesin bir ayrım tesis eder.

SÖMÜRGECİLİK KARŞITI MİLLİYETÇİLİK

Gelişmekte olan dünya, tamamı bir biçimde sömürgeci yönetime karşı mücadeleden ilham almış olan çeşitli milliyetçilik türlerini bol miktarda üretmiştir. Sömürgecilik milliyetçiliği küresel önemi haiz bir siyasal inanca dönüştürmeyi başarmıştır. Afrika ve Asya’da ulusal bağımsızlık arzusuyla şekillenen bir ulus olma hissini geliştirmeye yardımcı olmuştur. 20. Yüzyıl boyunca dünya siyasal coğrafyasının büyük bir bölümü anti-kolonyalizm tarafından dönüştürülmüştür. İki savaş arası dönemde ortaya çıkan bağımsızlık hareketleri İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinin ardından yeni bir ivme kazanmıştır. Aşırı genişlemiş olan Britanya, Fransa, Hollanda ve Portekiz imparatorlukları yükselen milliyetçilik karşısında çökmüşlerdir.

Anti-kolonyalizmin erken biçimleri ağırlıklı olarak klasik Avrupa milliyetçiliğine dayanmış ve ulusal kendi kaderini tayin fikrinden ilham almıştır.

Afrika ve Asya ulusları için siyasal bağımsızlık emeli, sosyal gelişme ve onların Avrupa’nın sanayileşmiş devletleriyle ABD’ye tabiiyetlerine son verilmesi arzusuyla ayrılmaz bir şekilde bağlantılıydı. Bu nedenle ulusal kurtuluş hedefi, siyasal boyutun yanı sıra ekonomik bir boyuta da sahiptir. Bu anti kolonyal hareketlerin milliyetçi özlemlerini ifade etmenin bir aracı olarak liberalizm yerine neden tipik bir şekilde sosyalizme ve özellikle de Marksizm-Leninizm’e döndüklerini açıklamaya yardımcı olur.

Gelişmekte olan dünyadaki milliyetçiler daima Batı’dan ödünç alınan sosyalizm veya Marksizm’in lisanıyla milliyetçiliklerini ifade etmekle yetinmemişlerdir. Özellikle 1970’lerden bu yana Marksizm-Leninizm’in yeri dini fundamentalizm (köktendincilik, radikal dincilik) türleri, özellikle de İslami fundamentalizm, tarafından alınmıştır. Bu, gelişmekte olan dünyaya spesifik olarak Batılı olmayan, Batı karşıtı bir ses vermiştir.

SONUÇ

Türkiye’deki görüşler bağlamında, milliyetçiliğin -genel anlamda- faşizme varılmadan önceki son durak olgusu gerçeği yansıtmamaktadır.

Zira büyük ideolojiler tarafından ortak payda da bulunan milliyetçilik, farklı görüşler etrafında ilerlemeci ve gerici, demokratik ve otoriteryen, özgürleştirici ve baskıcı, solcu ve sağcı olabilmektedir.

Milliyetçilik onu destekleyenlerin siyasal idealleriyle şekillenir.

Yine Türkiye eksenin de milliyetçilik bir siyasi parti partizanlığı değil, siyasal bir ideolojidir.

Abdullah Özdil

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR


KAYNAKÇA
Heywood, Andrew (2010) Politics. New York: Palgrave Macmillan
Foroğrafların orjinalleri:
http://geography.name/wp-content/uploads/2015/11/b.png
https://i.ytimg.com/vi/ysO1jrGgo0c/hqdefault.jpg
http://njhalloffame.org/wp-content/uploads/2014/04/inductee2010-woodrowwilson.jpg
https://dissidenceresistance.files.wordpress.com/2015/08/capture-d_c3a9cran-2015-08-11-c3a0-21-12-31.png

Laiklik ve Sekülerliğin Farkları

Dünyada laikliği anayasal güvenceye almış nadir ülkelerden biri olmamıza rağmen laiklik ve sekülerliğin karıştırıldığını, hatta tanımlamalarının doğru yapılmadığını görüyoruz. Aslında ikisi de benzese de farklı şeylerdir.

Öncelikle en amiyane tabirle laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması iken, sekülerizm din ile yaşamın birbirinden ayrılmasıdır. Yani birinde kamu “din devlete karışmasın” derken diğerinde kişi “din hayatıma karışmasın” demektedir. Her seküler, laiktir ama her laik, seküler değildir. Çünkü şahıs dinin devlet sistemi üzerinde hakimiyeti olmasını istemeyebilir iken, yaşam tarzına müdahalesini uygun bulabilir ama dinin hayata müdahalesini uygun bulmayan, mutlaka devlet işleyişine de müdahalesini uygun bulmaz. Bunları birisinin söylemesi elbette onun dinsiz olup olmadığını göstermez. Hangi dinden olursa olsun kişi, bir yaratıcının varlığını kabul ettiğini ancak hükümlerinin insanın yaşam tarzına veya devletin işleyişine müdahale etmesinin doğru olmadığı kanaatindedir.

Birçok dinde din adamları tanrının hem devlet işleyişine hemde insanların yaşam tarzlarına yönelik hükümleri bulunması sebebiyle bu hükümleri ret etmenin tanrıya karşı durmak yani dinden çıkmak olduğunu belirtirler. İslam dininde de bir ayeti bile kabul etmemek dinden çıkmak olarak kabul edildiği için ister laik olsun ister seküler olsun o kişi birçok din adamına göre dinden çıkmıştır.

Günümüzde en çok idam gerçekleştiren ülkelere bakarsanız ilk 3 sırada Pakistan, İran ve Suudi Arabistan’ı görürsünüz. Elbette gayri resmi rakamlar ilk sırada Çin’in olduğunu söylüyor ama Çin’in nüfusunun kalabalık olması sebebiyle idamın lideri olması oldukça normal. Diğer 3 ülkenin de ortak noktasının dini hükümleri mümkün olduğunca uygulamaya çalışıyor olduğu hepimizin malumu.

İki görüşünde geliştiği adres Avrupadır. Karanlık çağda Papanın, krallar ve toplum üzerinde oldukça hakim oluşu ve bu dönem yaşanan sorunları bu ortamın çözememiş olması, insanların aklında dini yönetim tarzının açgözlü insanlar tarafından kolaylıkla suistimal edilebileceği fikri oluşmuştur. Bu yüzden laiklik özellikle Reform ve Rönesans sonrası gelişmiştir.

15 temmuz darbe girişimi de Avrupa gibi bizimde bu meseleyi anlamamızı sağlamıştır umarım.

Laiklik tabi ki dinin suistimalini önlemek için faydalıdır. Ancak sekülerliğin sadece tanrının varlığını kabul etmek ancak yaşam üzerine hükümleri tatbik etmemek olduğu için deistlikten pek bir farkı yoktur.

Birçok din adamı dinden taviz vererek dine hizmet edilmeyeceğini söyler. Bu yüzden suistimali önlemek adına laik olmanın kabul edilemeyeceğini belirtir. Bu yüzden bu laiklik tartışması daha çoook yıllar alır gibime geliyor.

Aslına bakarsanız laiklik toplumsal bir meseledir ama sekülerlik kişiseldir. Herkesin yaşadığı ortamda ki sistemin doğru olmadığını söyleme hakkı vardır. Ancak başka yaşam tarzları için böyle bir hak olamaz.

Muhammed Ali Çalışkan

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Türkiye-ABD İlişkileri: Stratejik Müttefikliğin Başlangıcı

Türkiye-ABD ilişkileri; ABD’nin İngiliz sömürgeciliğinden kurtulup bağımsızlığını kazanmasının ardından Akdeniz’e deniz ticareti atılımıyla başlar. O dönemlerde Akdeniz’de dolaşan ABD ticaret gemilerine Osmanlı hakimiyetindeki bölgelerde gerçekleştirilen korsan saldırıları ile ABD’li yetkililer Osmanlı İmparatorluğu ile ticaret antlaşması yapılmasını istemiş, fakat Osmanlı İmparatorluğu o dönem böyle bir antlaşmaya sıcak bakmamıştır. Osmanlı İmparatorluğu ile ABD arasında bir antlaşma imzalanmamış olmasına rağmen ABD ticaret gemileri Akdeniz sularına gelmeye devam etmiştir. Amerikalıların Anadolu’yu ilk ziyaretleri ticaret temelinde gerçekleşmiş ve buralardan afyon, üzüm, halı ve deri gibi malzemeler Amerikan limanlarına taşınmıştır. Bu yıllarla birlikte Osmanlı limanlarında Amerikan bandrollü ticaret gemileri sık sık görülmüş ve giderek varlıklarını arttırmışlardır.

Osmanlı İmparatorluğu ile ABD arasında artan ticari ilişkiler sonucu 1830 yılında Ticaret ve Seyrüsefain Antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşmayla Osmanlı imparatorluğu tarafından ABD’ye en çok gözetilen ulus statüsü verilmiş, Avrupalı devletlerin tacirlerine tanınan ayrıcalıklardan yararlanma imkanı sağlanmış ve iki ülke arasında karşılıklı diplomatik temsilcilik açılması kararlaştırılmıştır. Antlaşmaya dayanarak ABD Osmanlı İmparatorluğundaki ilk diplomatik temsilciliği maslahatgüzarlık seviyesinde 1831 yılında İstanbul’da açmıştır . Osmanlı İmparatorluğu’nun Washington’daki elçiliği 1867 yılında açılacaktı. ABD Osmanlı ilişkileri başlangıç döneminde tamamen ticaret ilişkileri çerçevesinde devam etmiştir. Bu dönemde 1832 yılında ABD’den ithalat 64.772 dolar, ABD’ye ihracat 923.629 dolar toplamda 988.351 dolarlık ticaret hacmindeyken; 19. yüzyılın sonlarına doğru ABD’den ithalat 206.350 dolar, ABD’ye ihracat 4.969.029 dolar, toplam ticaret hacmi 5.175.379 dolar olmuştur. Verilen verilerde de görüldüğü gibi yapılan antlaşma ile iki devlet arasındaki ticari ilişkiler yoğun bir şekilde artmıştır.

İki devlet arasında ticaretten sonra ilişkilerin en sık olduğu alan kültürel ilişkilerdir. Artan ticari ilişkiler çerçevesinde Osmanlı limanlarına giderek artan sayıda ABD’li misyonerler gelmeye başlamış ve gelen misyonerler Anadolu’nun dört bir yanına yayılmıştır. Amerikan misyonerlerinin temel amacı Hristiyan olmayanları Hristiyan yapmaktır. Osmanlı Devleti’nin doğu bölgelerinde özellikle Ermeni nüfusunun yoğun olduğu alanlarda yerel kiliselere desteklerde bulunulmuş ve eğitim kurumları açılması yolunda bazı faaliyetlere hız verilmiştir. Misyonerlerin Osmanlı topraklarına girdikleri ilk yıllarda düzeni bozacak hareketlerde bulunmamaları şartıyla faaliyet yapmalarına müsaade edilmiş ve misyonerlere karşı yaptıkları hizmetlerden dolayı sempati duyulmaya başlanmıştır. 1830’lu yıllardan itibaren İmparatorluk’ta İngilizce eğitim veren Amerikan okullarının sayısı her geçen gün artmış, bu eğitim faaliyetleri ilerleyen yıllarda Suriye ve Mısır’a kadar uzanmıştır. Osmanlı ve ABD arasında artan ticari ve kültürel düzeydeki ilişkilerin Osmanlı Devleti’nde milliyetçi isyanların başlama dönemine denk gelmesi ve bu dönem gerçekleşen azınlık isyanlarına Amerikan misyonerlerinin destek vermesiyle iki devlet arasında ilişkiler düşüşe geçmiştir. Özellikle Osmanlı topraklarında Ermenilerin ayrılıkçı hareketlere başlaması ve misyonerlerin bölücü Ermeni gruplara açıkça destek vermesi ikili ilişkileri bozan en önemli gelişmelerden biri olmuştur .

1.Dünya Harbi’nin başlaması, Osmanlı Devleti ve ABD arasındaki ilişkileri derinden etkilememiş, savaşa Almanya’nın yanında katılan Osmanlı Devleti ABD ile olan ilişkilerini aynı düzeyde devam ettirmiştir. Bu durum Almanya tarafından ticaret gemilerinin bombalanmasıyla savaşa girmek zorunda kalan ABD’nin 1917 yılında savaşa katılmasıyla son bulmuştur. ABD Dünya Harbi’ne katılmasına rağmen Osmanlı İmparatorluğu’na savaş ilan etmemiş fakat Osmanlı İmparatorluğu yoğun Alman baskısı nedeniyle istemese de ABD ile olan ilişkilerini kesmek zorunda kalmıştır. Buna rağmen imparatorluk içerisinde yer alan Amerikan eğitim kurumları ve hastaneleri faaliyetlerine devam etmiş, Osmanlı bu faaliyetleri engellemek için hiçbir girişimde bulunmamıştır. Savaş öncesi ve savaş boyunca yapılan Osmanlı’nın Avrupalı Devletler tarafından paylaşılma müzakerelerine ABD ilgi duymamış ve katılmamıştır. Savaş sonunda ABD’nin idealist başkanı Woodrow Wilson tarafından açıklanan On dört İlke‘de Osmanlı ile ilgili maddelere de yer verilmiştir. Bu maddelerde Boğazlar Uluslararası güvencelerle tüm ulusların gemilerine açık olmalı, Türk bölgelerinin tamamen güvenli bir egemenliğe, diğer milletlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde ise özerk bir kalkınma ve gelişme fırsatına sahip olmaları gerektiği yer almıştır. Bu fikirler ışığında Wilson tarafından birtakım komisyonlar oluşturuldu ve bölgeyle ilgili raporlar hazırlamak üzere Osmanlı İmparatorluğu’na gönderildiler. Bölgede gerçekleştirilen faaliyetler sonucu oluşturulan raporlarda Ermenilerin soykırım iddialarının asılsız olduğu, Ermenilerin yoğun yaşadığı bölgelerde nüfusun sadece %25’ni oluşturduklarını ve bu bölgelerde Ermeni Devleti’nin kurulmasının olanaksız olduğunu, Türkiye’nin bölünmemesi gerektiğini, tamamını kapsayacak şekilde Amerikan mandasına alınması gerektiği bildirilmiştir. 1.Dünya Savaşı’nın sona ermesi ile Osmanlı İmparatorluğu’nun işgali üzerine harekete geçen ve ulusal kurtuluş mücadelesine hazırlanan Atatürk ve arkadaşları, Erzurum ve özellikle Sivas Kongresi’nde manda ve himayenin kabul edilemez olduğunu kesin bir dille açıklamışlardır. Zaten Amerikan kamuoyunda manda fikri çok ateşli bir destekte bulamamıştı. 1 Nisan 1920 yılında Harbord Raporu doğrultusunda Ermenistan mandası ve tüm ülkeyi kapsayacak şekilde gerçekleşmesi istenilen Amerikan mandası fikri Amerikan Senato’su tarafından reddedildi. Ulusal Kurtuluş Mücadelemizde ABD Kamuoyu tarafından bağımsızlık yönünde verilen mücadele ilgiyle takip edilmiş ve mücadelenin başarılı olacağına inanılmıştır . Bu nedenle ABD Ankara Hükümeti’ne soğuk bakmamıştır. Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasının ardından gerçekleştirilen Lozan Konferansı’na ABD gözlemci olarak katılmış ve Boğazlar konusunda Wilson döneminde belirlenen tavrını devam ettirmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti ile ABD ilişkileri Osmanlı Devleti’nden sonra yoğun olmamakla birlikte kesilmeden devam etti.

Amerikan Kamuoyu’nda Ermeni lobisinin faaliyetleri ile tepkiler yükselse de genel olarak yeni kurulan devletin demokrasiyi benimsemesi bu yönde atılımlar yapması ve Atatürk devrimleri sempati ile karşılandı. İki savaş arası dönemde de ilişkiler Kurtuluş Savaşı dönemindeki gibi yoğun olmamakla birlikte devam etmiştir.

Türk Amerikan ilişkilerinin dönüm noktasını İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması ve savaşın ardından Sovyetler Birliği’nin küresel bir güç olarak ortaya çıkması oluşturmuştur. İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasının ardından Türkiye tarafsız kalmayı tercih etmiş ve herhangi bir ittifaka katılmayacağını net bir dille açıklamıştır. Bu süreç içerisinde İngiltere ve Sovyetler Birliği’nin Türkiye’yi savaşa sokma niyetleri ABD tarafından sıcak karşılanmamıştır. ABD savaş döneminde Ödünç Verme ve Kiralama yasası kapsamına Türkiye’yi de dahil etmiş fakat Türkiye ile Almanya arasında Saldırmazlık Paktı imzalanması nedeniyle Türkiye’yi sert bir dille kınamış ve yardımları kesmiştir. Savaşın müttefikler tarafından kazanılmasının ardından Sovyetler Birliği yayılma politikasına geçmiş ve birbirine güven beslemeyen galip devletler arasında problemler ortaya çıkmıştır.

İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD Başkanı Roosevelt, Türkiye Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve İngiltere Başbakanı Churchill
İkinci Dünya Savaşı sırasında ABD Başkanı Roosevelt, Türkiye Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve İngiltere Başbakanı Churchill

1945 yılında ABD, Sovyetler Birliği ve İngiltere arasında gerçekleştirilen Yalta Konferansı’nın hemen ardından Sovyetler Birliği Türkiye ile aralarında bulunan Dostluk Antlaşmasının dönemin şartlarına uygun olmadığını belirterek feshettiğini açıkladı ve antlaşmanın esaslı değişikliklerle yeniden imzalanabileceğini Türkiye’ye belirtti. Sovyetlerin istediği şartlar arasında Kars ve Ardahan’ın Sovyetlere verilmesi Boğazların savunmasında Sovyetlere deniz ve kara üslerinin verilmesi ve Montrö Boğazlar Sözleşmesi’nde Sovyetler Birliği’nin taleplerine uygun değişiklikler yapılması bulunuyordu. Bu istekler ile Türkiye yüzünü günümüze kadar artarak devam edecek bir şekilde Batıya dönmeye başlayacaktı. Sovyetler Birliği’nin bu talepleri üzerine Türkiye savaşın son yıllarında iyi ilişkiler kurduğu İngiltere’den destek bekledi fakat İngiltere Dünya Harbi’nden bitmiş bir şekilde çıktığı için Türkiye’nin taleplerini karşılayamadı .

1945 yılında gerçekleştirilen bir başka konferans olan Postdam’da Sovyetlerin talepleri karşısında bir ilerleme kaydedilememişti. ABD ve İngiltere Türkiye’nin toprak bütünlüğünün korunması gerektiği konusunda net tavır içindeydiler. ABD Boğazları uluslararası bir su yoluna dönüştürmeye sıcak baksa da bu değişikliklerin Sovyetler Birliği’nin istediği gibi olmayacağı görüşünü savunuyordu. İkinci Dünya Harbi’nin ardından Sovyetler Birliği’nin yayılma emellerinin anlaşılması ve 1946 yılında İran’dan askerlerini çekmesi gerektiği yerde asker sayısını arttırmaya yönelmesi ABD ve İngiltere’nin Sovyetler Birliği’ne karşı tutumlarını değiştirdi. Tüm bu gelişmeler ışığında ABD Boğazlar konusundaki tavrını da değiştirmiş ve Türkiye’yi destekleyen bir tavır almaya başlamıştır. Amerikan’ın tavrının değişmesine neden olan sebep Sovyetler Birliği’nin Boğazlarda üs elde etmesi sonucunda Türkiye’nin korunmasız kalacağı ve İran’daki ağırlığını da arttırıp Ortadoğu’ya hakim olabileceğiydi. Bu gelişmeler yaşanırken Türkiye’nin Amerika Birleşik Devletleri Büyükelçisi Münir Ertegün vefat etmişti . ABD 1946 yılında Münir Ertegün’ün cenazesini Amerikan Donanması’nın en büyük savaş gemilerinden biri olan Missouri Savaş Gemisi ile İstanbul’a gönderilmesine karar verdi ve 1946 Mart’ında yola çıktı. ABD aynı gün Sovyetler Birliği’ne İran’dan hemen çekilmesi için nota verdi. Büyükelçimizin ABD Donanması’nın en büyük savaş gemilerinden biri ile gönderilmesi başlarda şaşkınlık yaratsa da Amerika’nın bu hareketi Sovyetler Birliği’ne karşı Türkiye’nin yanında yer almaya başladığının kesin göstergesiydi. Bu olay Türk Kamuoyu’nda büyük bir memnuniyetle karşılanmış ve ABD’ye olan sempatiler artmaya başlamıştır. ABD’nin tutumunun değişmesi Sovyetler Birliği’ni isteklerinden vazgeçirmedi ve Türkiye’ye karşı talepleri devam etti. Sovyetler Birliği’nin taleplerinin devam etmesi Türk Dış Politikası’nın batıya ve ABD’ye yakınlaşmasına neden olmuştur . Türkiye’nin ABD ile yakınlaşmasının temel nedenleri olarak Sovyetler Birliği’nden gelen talepler doğrultusunda yaşadığı güvenlik kaygısı ve ülkenin içinde bulunduğu ekonomik şartların desteğe ihtiyaç duyması olarak gösterilebilir. Türk Dış Politikası’nın Soğuk Savaş ve günümüzde izleyeceği Batı yanlısı politikalarının temelini bu iki kaygı oluşturmaktadır. Artan Sovyetler Birliği tehdidi ve Sovyetler Birliği’nin Doğu Avrupa’da yayılmacı politikalarını Balkanlara ve Ortadoğu’ya yayma ihtimali ABD’yi harekete geçirmiştir. Bölgede kritik öneme sahip olan Türkiye ve Yunanistan’ın Sovyetler Birliği hakimiyetine girmesi Batı Bloku’nun Ortadoğu ve Balkanları kaybetmesine neden olabilirdi. Bu tehlike karşısında ABD Başkanı Truman adıyla ile anılacak olan doktrini 1947 yılında açıkladı.

Missouri savaş gemisi İstanbul Boğazı'nda..
Missouri savaş gemisi İstanbul Boğazı’nda..

Truman Doktrini İngiltere’nin Ortadoğu ve Yunanistan ile Türkiye’ye yaptığı yardımlara devam edemeyeceğini ABD’ye bildirmesi üzerine açıklanmıştı . Bu dönemde Yunanistan’da merkezi hükümet ve komünistler arasında bir iç savaş yaşanıyordu ve Türkiye’de de ekonomik çöküntü bulunuyordu. Sovyetler Birliği’nin gerçekleştirdiği komünizm propagandası iç karışıklık halinde olan ve ekonomisi çökmüş olan ülkelerde karşılık buluyordu. ABD Yunanistan ve Türkiye’nin de bu tehlike ile karşı karşıya kalmaması için iki ülkeye yardımda bulunacağını açıkladı. Truman Doktrini çerçevesinde iki ülkeye toplamda 400 milyon dolarlık yardımda bulunulacağı belirtildi. (400 milyon dolarlık yardımın 300 milyon dolarlık kısmı Yunanistan’a, 100 milyon dolarlık kısmı Türkiye’ye yapıldı.) Bu yapılan yardımlar sayesinde Yunanistan iç savaşını merkezi hükümet komünistlere karşı kazanmış ve Türk Ekonomisi de rahat bir nefes almıştı. Böylece Soğuk Savaşı’ın başlangıç yıllarında jeopolitik konumu önemli olan iki ülke Batı Bloku’na kazandırılmıştı.

Aynı yıl Amerikan Dışişleri Bakan’ı Marshall bir plan hazırladı. Bu plana göre Avrupa ekonomisi savaş sonrası çökmüştü, çökmüş olan Avrupa ekonomisinde komünizm propagandası etkili bir zemin buluyordu. Amerikan mallarının pazarı da çok daralmıştı. Bunların önüne geçebilmek için Avrupa ekonomisinin kalkındırılması şarttı. Ekonomisi güçlü bir Avrupa Sovyet ilerleyişini de durdurabilirdi. Tüm bu sorunlara çözüm için hazırlanan Marshall Planı’na; Avusturya, Danimarka, Belçika,Yunanistan, İzlanda, İrlanda, İtalya, Lüksemburg, Hollanda, Norveç, Portekiz, İsveç, İsviçre, İngiltere, Fransa ve sonradan Türkiye dahil edilmiştir. Marshall Planı sadece maddi yardımları değil teknik yardımları da kapsamaktadır. Bu yardım dolayısıyla Türkiye’ye birçok askeri teçhizat verilmiştir (bunların bir kısmı hibe olarak verilmiştir). Türkiye Truman Doktrini ve Marshall yardımları ile ekonomisini bir nebzede olsa düzeltebildi.

Türk Dış Politikası Soğuk Savaş’ın başlamasıyla kendini Sovyetlere karşı yalnız hissetmiş ve Sovyetler Birliği’nden gelen istekleri geri çevirebilmek için destek arayışına gitmiştir. Bu dönemde Sovyetlerin yayılmacı politika izlemesi Türkiye’nin arayışına ABD’nin karşılık vermesiyle sonuçlanmıştır. Türk Dış Politikası güvenlik ve ekonomik kaygılarını çözebilmek için Batı’ya ve özellikle ABD’ye ihtiyaç duymuştur. Türkiye’nin jeopolitik konumu Sovyetler Birliği’ni çevrelemek isteyen ABD için önemli görülmüştür. Bu dönemde gerçekleşen Truman Doktrini ve Marshall Yardımları ile Türkiye Sovyetler Birliği’nden gelen talepleri geri çevirebilmiş, dış politikasını ABD’ye paralel olarak sürdürmeye başlamıştır. Truman Doktrini ve Marshall Yardımları Osmanlı’nın son döneminden itibaren başlayan Batı’ya ulaşma çabalarının artmasını sağlamıştır. Türk Dış Politikası için dönüm noktası olan bu yardımlar Soğuk Savaş Dönemi’nde Batı için Türkiye’yi önemli bir konuma getirmiştir. Bu iki devlet günümüze kadar bazı dönemlerde krizler yaşasa da, özellikle Türk Yetkililer tarafından ilişkilerin Model Ortaklık çerçevesine büründüğü dile getirilmektedir. Türkiye’nin modernleşmesine ve kalkınmasına önemli derecede katkıda bulunan bu yardımlar Türkiye’nin dönem dönem dış politikasını tek bir yönde belirlemesine neden olmuştur. Bu yardımlar ABD ve Türkiye arasında uzun yıllar sürecek ve günümüze kadar ulaşacak stratejik ittifakın başlangıç noktalarını oluşturmuştur.

Ahmet Güler

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR


KAYNAKÇA
• TÜRKMEN,Füsun(2012).Türkiye ABD İlişkiler.İstanbul:Timaş Yayınları
• BAL,İdris (2004).Türk Dış Politikası.Ankara:Nobel Yayın
• ERTEM,Barış(2009).Türkiye-ABD İlişkilerinde Truman Doktirni ve Marshall Planı.Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi.Cilt 12.Sayı 21 (Haziran 2009 )

Yakın Tarihimizin En Kanlı Savaşı: Kongo

2. Dünya Savaşı’ndan bu yana 71 yıl geçti. Bu 71 yıllık dönemde pek çok kanlı savaş oldu ancak hiçbiri 2. Kongo iç savaşı kadar can götürmedi. Genelde 4 milyon insanın öldüğü Vietnam savaşı(1955-1975) bu 71 yıllık dönemin en kanlısı olarak bilinir ancak bu doğru değildir.

2. Kongo iç savaşında 5 milyondan fazla insan hayatını kaybetmiştir hemde sadece 5 senede. Suriye de 5 yılda 500 binden az insan ölürken, bu savaşta bir yılda 1 milyon insan ölüyordu ve biz Suriye savaşı için çok kanlı diyoruz. Ne acayip değil mi?

Ne yazık ki bu kanlı savaş pek bilinmiyor. Bu yüzden az da olsa bu 5 milyon insanın anısına bu bilinçsizliği azaltmayı ümit ediyorum. Şahsen bu kadar insanın öldüğü bir savaşın bilinmemesi onlar için çok üzücü olur.

Neden Afrika da ki iç savaşlardan dünya pek haberdar olmaz bilemiyorum. Belki de bu kıta da iletişim teknolojisinin zayıf olmasından kaynaklı olabilir. Orta doğu’da ki savaşları herkes konuşuyor ama Afrika’dakileri pek konuşan yok ne yazık ki!

Bu savaşa 2. Kongo iç savaşı deniliyor çünkü bir de bunun ilki var. Önce ondan bahsetmem gerek.

1. Kongo İç Savaşı (1996-1997)

Kendisini bir Maoist olarak tanımlayan Laurent Desire Kabila ve destekçilerinin, eli kanlı diktatör Mobutu’yu devirmeleri ile sonuçlanmıştır. Mobutu, 1965 yılında askeri darbe ile göreve gelmiş ve ülkeyi 32 yıl yönetmişti. Darbeyi ise Patrice Lumumba’ya karşı yapmıştı. Lumumba, ülkenin başına demokratik yollardan gelmişti ancak bir sosyalist olması sebebiyle ABD ondan korkuyordu. Çünkü Lumumba’nın Afrika’nın Küba’sını yaratmasından endişeliydiler. Bu yüzden Mobutu önderliğinde ki darbe ile öldürüldü. Bu sayede sosyalizmin Sahra Altı Afrika’ya taşınmasını geciktirdiler. Mobutu bu savaş sırasında ülkeden kaçtı ve Kongo devrimi başarıyla sonuçlanmış oldu.

Kabila’nın devrimden sonra ilk işi ülkenin eski ismi Zaire’yi Kongo yapmak oldu ancak sınır komşuları Kongo Cumhuriyeti ile karıştırılmamak için kendilerine Demokratik Kongo Cumhuriyeti(DKC) dediler.

2. Kongo İç Savaşı (1998-2003)

Kabila göreve geldikten sonra ülkede ki yabancı misyonları dışarı çıkarmak istedi. Diplomatlar, danışmanlar, askerler ve mülteciler de dahil. Bu adım ülkeye Ruanda’dan gelmiş olan Tutsi mültecilerin tepkisi ile sonuçlandı. Tutsilerin çıkardığı isyan büyüdü ve Ruanda bu fırsatı değerlendirerek Tutsileri koruma bahanesi ile olaya müdahil oldu. Üstelik Ruanda, Burundi ve Ugandayı’da yanında savaşmaya ikna etti ve bir üçlü koalisyon oluşturdular. Hepsinin nihai amacı karışıklıktan faydalanıp Kongo’dan toprak koparmaktı ama başarılı olamadılar. Başarısızlıklarının sebebi ise Kongo’nun da müttefiklerinin olması idi.

Demokratik-Kongo-Cumhuriyeti

Angola, Zimbabve, Namibya, Mali, Libya, Çad gibi Afrika’nın solcu hükumetleri de Kongo’nun yanında savaşa müdahil oldular. Bu bloklaşma yüzünden Afrikalılar bu savaşa “Afrika’nın Dünya Savaşı” veya “Büyük Afrika Savaşı” derler. Ancak savaş sadece Kongo toprakların da geçtiği için literatürde iç savaştır. Bu savaşın en acı tablosu ise 5 milyon can kaybının yanı sıra, yoğun tecavüz vakaları ve 10-12 yaşlarında ki çocukların bile zorla savaştırılmasıdır. Elinde oyuncak olması gereken çocuklar silahla katliam yaparak yetişmiştir. Savaş 2001 yılında Kabila’nın suikaste kurban gitmesi sonucu yerine oğlunun geçmesi ile yumuşasa da asıl etken Ruandalı askerlerin yorgunluktan dolayı isyan etmesi olmuştur. Askerlerinin isyan ettiğini gören Ruanda barış masasına oturmak zorunda kalmıştır.(ülke halen Kabila’nın oğlu Joseph Kabila tarafından yönetiliyor)

Günümüzde iç savaş pozisyonu olmasa da DKC’de 30’u aşkın ayrılıkçı örgüt bulunmaktadır. Biz 2-3 örgütten şikayetçiyiz ama Kongo’ya bakınca bizim pekte düşmanımız yokmuş aslında. Afrika’nın en geniş ikinci, en kalabalıkta dördüncü ülkesi olan eski Belçika sömürgesi DKC, dünyanın da en fakir ülkelerinden biridir. Fakirliklerinin sebebi ise sadece ayrılıkçı örgütler değil aynı zamanda yüksek doğurganlık oranı, yüksek suç oranları, bulaşıcı hastalıklar(AIDS, Sıtma, Kolera vs.) ve yönetici takımında ki yaygın yolsuzluklardır. Ülkenin durumu zor ama umarız düzelirler.

Muhammed Ali Çalışkan

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Suriye Son Durum Haritası (Eylül 2016)

27
Suriye’de Taraflar
Esad Rejimi  – Hizbullah, Rusya, İran ve Şii Milisler
Muhalifler – Ahrar uş-Şam, El Nusra, ÖSO vb.
PYD/YPG  – SDF çatısı altındaki küçük gruplar ve PKK
IŞİD – Örgüte biat eden yerel milis güçler ve aşiretler
Suriye Son Durum Haritası (11 Eylül 2016) - suriyegundemi.com
Suriye Son Durum Haritası (11 Eylül 2016) – suriyegundemi.com

Suriye Ekim ayı güncel haritası

1 Eylül 2016:

Suriye Son Durum Haritası (1 Eylül 2016)
Suriye Son Durum Haritası (1 Eylül 2016) – * Çizgili alanlar örgüt ve grupların etkisi olduğu kırsal kesimler..

Suriye’de kim ne kadarlık alanı kontrol ediyor?

Esad Rejimi Muhalifler SDG/YPG IŞİD
31,614 Km2

% 11.881

21,610 Km2

% 15.086

27,114 Km2

% 17.550

77,307 Km2

% 42.879

NOT: IŞİD’in kontrolündeki bölgelerin çoğunluğu kırsal ve çöl olduğu için rakamlar fazla.

Suriye ile ilgili geçen ayın önemli başlıkları:

– Suriye’de Halep’in Kuzeyinde Kastillo yolunu ele geçiren rejim güçleri, Halep’i kuşatmaya aldı. Bu kuşatma çok uzun sürmedi ve muhalifler Halep’in güneyinde düzenlediği geniş kapsamlı operasyon ile kuşatmayı kırdı. Halep’in güneyinde rejim güçleri muhalifleri tekrar kuşatmaya almak için operasyonlarını sürdürüyor.

– Muhalifler Idlip’in güneyinde Hama yönünde operasyon başlattı. Bu operasyon sonucu birçok köyü ele geçirdi.

– Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Suriyeli iki büyük muhalif birlik MYK ve SMDK başkanlarını kabul etti.

– PYD, 300’den fazla YPG militanını Menbiç ve Halep‘e savaşa gitmeyi red ettikleri için tutukladı.

– Hizbullah, İsrail savaş uçaklarının Şam’ın kuzeyinde silah taşıyan dört kamyon konvoyunu vurduğunu açıkladı.

– Suriye Ordusu’nun 2011’de başlayan iç savaştan önce 400 bin askeri, şuan ise 180 bin civarında askeri bulunuyor. [Global Firepower]

– Rusya Suriye’deki Himeymim üssünü, büyük uçakların inebileceği ve askeri personelin uzun süre kalabileceği ‘tam teşekküllü’ üsse çevirecek.

– Rusya ile ilişkilerin düzeltilmesinden sonra Türkiye, 10 ay sonra Suriye’de IŞİD’e karşı hava operasyonlarına başladı. (Cerablus ”Fırat Kalkanı” Harekatı ile)

– Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, “Türkiye ile İran Suriye’nin toprak bütünlüğü konusunda da PKK, PJAK ve PYD konusunda da hem fikirdir.” dedi.

– Menbiç tamamen YPG kontrolüne geçti.

– Çin, Suriye ordusuna silah ve askeri eğitim desteği vereceğini açıkladı. Böylece Çin’in de Suriye İç Savaşı’na dahil olduğu belirtiliyor.

– Suriye Ordusu PYD güçleri ile Esad yanlısı aşiretlerin çatışması sonucu 6 yıldır ilk kez PYD kontrolündeki Haseke’yi havadan vurdu.

– Türkiye karada muhalif ÖSO güçlerine destek vermek amacıyla 24 Ağustos’ta ”Fırat Kalkanı” Harekatını başlattı. Cerablus 12 saatte ÖSO güçlerinin eline geçti.

– 4 yıldır sadece bir kez yardımın yapıldığı, kuşatma altındaki Deraya’da muhalifler çekilme kararı aldı.

– Avrupa Parlamentosu DİB, “PYD Fırat’ın doğusunda kalmalı ve IŞİD’den boşalan yerlerden uzak durmalıdır. Arap bölgelerinde işleri yok” dedi.

– Rusya resmi haber ajansı Sputnik “Özgür Suriye Ordusu 10 Köyü Kurtardı” diye haber başlığı girdi. Oldukça şaşırtıcı.

Kaynak: StratejikOrtak.com

Dünyada ve Türkiye’de İdam Cezası ve Bilinmeyenler

İdam cezası daha çok Afrika, Orta Doğu ve Asya bölgesindeki ülkelerde var. 1998 yılında dünyada ölüm cezasını kaldırmış olan ülkelerin sayısı sadece 35’ti. Ancak bugün bu sayı bunun üç misli. İdam cezasını dünyada birçok ülke kaldırsa da, idam cezasının var olduğu ülkelerin 2015 yılında idam ettiği insan sayısı, 1989 yılından bu yana ki en yüksek düzeyde. (Uluslararası Af Örgütü raporları)

İdam cezasına mahkum olan insan sayısı artsa da dünyadaki idamların yüzde 90’ını üç ülke gerçekleştiriyor. Bunlar; İran, Pakistan ve Suudi Arabistan. Bu konuda tek istisna Çin’de yer alıyor. Çin hükümeti bu konuda net rakamlar vermediği için bu bilgiler Çin’i kapsamıyor.

Avrupa’da idam cezasının olduğu tek ülke Belarus’tur.

belarus nerede

– Venezuela 1863 yılında idam cezasını kaldırarak en eski tarihte idam cezasını kaldıran ülke iken, en son idam cezasını kaldıran ülke ise Letonya’dır.(2012)

letonya-venezuela

Dünya üzerinde halen idam cezasını uygulayan 58 ülke var. 35 ülkede ise savaş veya olağanüstü durumlarda idam cezasının uygulanabileceği hükmü yer alıyor. Örneğin; idam cezasının olduğu İsrail’de bu ceza sadece “soykırım” ve “savaş zamanı vatana ihanet” suçlarında kullanılıyor.

İdam cezasının fiilen uygulanmadığı ülkeler arasında ise en çok dikkati insan hakları konusunda Avrupa tarafından çokça eleştirilen Rusya çekiyor.

Kağıt üzerinde idam cezası hala kalkmamış olan ama minimum on yıldır kimseyi idam etmemiş ülkelere “uygulamada idamı yasaklayan ülkeler” deniyor.

Bazı idam cezasının olduğu ülkeler bu cezaları daha sonradan müebbet hapis cezasına çevirebiliyor. Mesela ölüm cezasının sadece savaş sırasında askerlerin işlediği suçlara verilebildiği Brezilya’da 1855 yılından bu yana kimse idam edilmemiş.

idam cezasını uygulayan devletler

Dünyada idam cezasını uygulayan ülkeler:

Başta ABD, Çin, Hindistan ve Japonya ile birlikte Afganistan, Bahamalar, Bangladeş, Belarus, Birleşik Arap Emirlikleri, Dominik, Endonezya, Filistin, Gine, Hindistan, Irak, İran, Japonya, Kuveyt, Küba, Libya, Mısır, Pakistan, Somali, Suriye, Suudi Arabistan, Tayvan, Umman, Vietnam ve Yemen var. (Aşağıdaki harita idam cezası olan ülkeler 2016 verileri)

İdam Cezası Olan Ülkeler

Türkiye’de İdam Cezası ve Tarihi

Türkiye’de idam cezası en son 1984 yılında uygulandı. 32 yıldır fiilen uygulanmayan ve 14 yıldır da hukuken bulunmayan idam cezası 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında tekrar gündeme gelmişti. Türkiye’nin idam tarihi ise kabarık sayılabilir. Bunun sebebi ise askeri darbeler..

Türkiye’de -darbe cezası varken- daha çok darbe dönemlerinde idam cezalarının uygulandığı, sivil hükümet dönemlerinde idam edilenlerin sayısının oldukça az olduğu biliniyor. Bülent Tanör’ün Türkiye’de İnsan Hakları Sorunu adlı kitabında bu veriler şöyle ifade edilmiş:

”Sivil yılların infaz ortalaması yaklaşık olarak 2 iken askeri yılların ortalaması 13.5’e tekabül ediyor.”

– Türkiye’de İstiklal Mahkemeleri kararlarıyla idam edilenler dışında 1920 ile 1984 yılları arasında 15’i kadın toplam 712 kişi idam edildi.

– Türkiye’de en son idam edilen kişiler ise 1984’te yılında İlyas Has ve Hıdır Aslan.

en-son-idam-edilenler

İdam cezasının kalktığı Türkiye’de en son Abdullah Öcalan’ın idam edilmesi tartışılmıştı ki TBMM’de DSP-MHP-ANAP hükümeti döneminde 3 Ağustos 2002’de “Savaş ve çok yakın savaş tehdidi hâllerinde işlenmiş suçlar hariç” idam cezası kaldırıldı. Ancak bu da uygulanamadı ve erken seçim kararıyla AB paketi çıkarılıp idam cezası kaldırıldı.

Türkiye’de İdam Ne Zaman Kaldırıldı?

DSP-MHP-ANAP hükümeti döneminde 3 Ağustos 2002’de “Savaş ve çok yakın savaş tehdidi hâllerinde işlenmiş suçlar hariç” idam cezası kaldırıldı. Türkiye “barış zamanında” idam cezasının kaldırılmasını öngören Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 6. Protokol’ü 15 Ocak 2003 tarihinde imzaladı. TBMM, 26 Haziran 2003 tarihinde bunu onayladı. 6. Protokol’deki “savaş ve yakın savaş tehlikesi zamanında işlenmiş fiiller için ölüm cezası öngörülebileceği” istisnası 13. Protokol’le kaldırıldı ve ölüm cezasının her koşulda kaldırılması benimsendi. Türkiye, 2004’te 13. Protokol’ü imzaladı. 7 Mayıs 2004 tarihinde gerçekleştirilen anayasa değişikliği ile anayasadan idam cezasının kalıntıları tamamen ayıklandı.

– Böylece 2004 yılında Türkiye’de -istisnasız- idam cezası kaldırıldı.

– 1920 ile 1961 yılları arasında 11’i İstiklal Mahkemesi kararıyla olmak üzere 16 milletvekili idam edildi. Bunlardan son üçü, 1961 darbesinden sonra idam edilen Hasan Polatkan ve Fatin Rüştü Zorlu ile Başbakan Adnan Menderes.

Adnan menderes idam
9. Türkiye Başbakanı Adnan Menderes

– 10 Mart 1972’de de Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idam edildi.

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan

Türkiye idam cezasının tarihi hakkında ayrıntılı bilgi için BBC Türkçe’nin şu haberine bakabilirsiniz.


Kaynaklar:
http://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-37195428
http://www.haber7.com/avrupa/haber/955605-avrupanin-idam-cezasi-uygulayan-tek-ulkesi
http://www.bbc.com/turkce/36828182
http://aa.com.tr/tr/dunya/avrupada-idam-cezasi-uygulayan-tek-ulke/306123
https://tr.wikipedia.org/wiki/%C3%96l%C3%BCm_cezas%C4%B1

Dünyanın En Kalabalık Ülkesinde İlginç Nüfus Dağılımı

5

Dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin’in nüfusu 1 milyar 357 milyon.

Bu sayım da 2013 verilere dayanarak açıklanmış. Peki Çin Halk Cumhuriyeti topraklarındaki nüfus dağılımının nasıl olduğunu biliyor musunuz?

Çin’deki nüfus, ülke topraklarının doğusunda yoğunlaşmıştır. İnanması güç belki ama 1 milyar 357 milyonluk Çin Halk Cumhuriyeti’nin 1 milyar 200 milyona yakın kısmı yani nüfusun yüzde 94’ü ülkenin doğusunda, aşağıdaki bölgede yaşamaktadır.

ilgin-cin-nufus

Çin’de nüfus dağılımının güncel haritası (Çin nüfus haritası):

  • Nüfus yoğunluğu açık renkten koyu renge doğru artıyor.

cin-nufus-haritasi

Türk Dış Politikasında Kıbrıs Sorunu

Kıbrıs adası Akdeniz’de sabit bir uçak gemisi niteliğindedir. Kıbrıs Akdeniz ve Ortadoğu bölgelerinin kontrolü için stratejik konuma sahiptir. 1571 yılında Kıbrıs Venediklilerden alınmış ve adada 300 yılı aşkın sürecek bir Türk hakimiyeti başlamıştır. Adadaki Rum nüfus baskıcı Venediklilerin zulmünden kurtulup Osmanlı hakimiyetine girmekten dolayı herhangi bir ayaklanma gerçekleştirmemiştir. Adadaki Türk hakimiyeti 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı’na kadar sürmüştür. Rusların İstanbul’a dayanması üzerine Osmanlı koruma amaçlı İngiltere’den yardım istemiş ve İngiltere’ye bunun karşılığında ada geçici olarak bırakılmıştır.

İngiltere için Kıbrıs, Oratadoğu ve sömürge Hindistan’a giden yolları koruma amaçlı önemli bir konuma sahiptir. Osmanlı’nın içerisinde bulunduğu durumun devam etmesi ve 1. Dünya Savaşı’nın başlaması üzerine, İngiltere 1914’te adayı ilhak ettiğini duyurdu. Osmanlı bulunduğu zorlu şartlar ve savaş durumundan dolayı karara sert tepki gösteremedi. Ada 1960’a kadar İngiltere yönetiminde kaldı. Bu süreç içerisinde yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti 1924 Lozan Antlaşması’nda ilhak kararını kabul etti. 2. Dünya Savaşı’nın ardından İngiltere’nin sömürgelerinden çekilme kararı Türk Dış Politikasında günümüze kadar çözülemeyen Kıbrıs Sorununu başlattı. Kıbrıs’ta 1950’li yıllarda İngiltere yönetimine karşı Yunanistan’la Enosis’i gerçekleştirme adına birtakım terör eylemleri gerçekleştirilmiştir. Adada yaşanan bu olayların ardından İngiltere, Türkiye ve Yunanistan arasında 1955 yılında Londra’da bir görüşme gerçekleştirilmiş ve bu görüşmelerden olumlu netice alınamamıştır. Fakat gerçekleştirilen bu görüşmenin en önemli detayı Uluslararası hukuk açısından konuya o güne kadar dahil olmayan Yunanistan bu görüşmeler sonucunda adadaki soruna taraf olmuştur. Yunanistan sorunun BM çatısı altında çözülmesi için bazı teşebbüslerde bulunmuş ve sonunda 1957 yılında talebi kabul edilmiştir.

BM Genel Kurulu 1958 yılında müzakerelere başlanmasına karar verdi. BM’nin aldığı karar üzerine 1958 yılında İngiltere, Türkiye ve Yunanistan Paris’te bir araya geldi ve sorunun çözümü için görüşmelere başladı. 1959 yılında Zürih ve Londra görüşmeleri neticesinde imzalanan Zürih ve Londra Antlamaları sonucunda adada iki eşit halkın kurucu unsurluğuna dayanan ortak yönetim ve Türkiye, İngiltere ve Yunanistan’a garantörlük hakkı tanınan Kıbrıs Cumhuriyeti 1960 yılında kuruldu. Zürih Antlaşması adanın anayasasını oluşturmuş ve Rum ve Türk tarafına ortak ve eşit kurucu unsur ve birtakım cemaat hakları vermiştir. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasını Enosisi gerçekleştirme adına bir fırsat olarak gören Yunanistan ve Rum tarafı adada bazı Türk köylerini basmış ve yüzlerce Türk vatandaşını katletmiştir.

1963 yılında Türklere karşı Kanlı Noel saldırıları gerçekleştirildi.

Türkiye adada Rum saldırılarının artması üzerine 1964 yılında BM Güvenlik Konseyi’ne başvurmuştur. 1964’te BM Barış Gücü oluşturmuş ve adaya göndermiştir. Aynı yıl Kıbrıs Başpiskoposu Makarios’un anayasayı askıya alıp Türk kesimini azınlık olarak nitelendirmesi üzerine Türkiye adaya müdahale etmeyi istemiş fakat bu istek dönemin en güçlü müttefiki ABD’den gelen Johnson Mektubu ile son bulmuştur. Dönemin Başbakanı Ecevit’e ABD Başkanı tarafından gönderilen bu mektupta Türkiye kaba bir üslupla ve alttan alta tehdit edilmiştir. Mektubun içeriğinde adaya müdahale gerçekleştirmeden önce Türkiye’nin konuyu müttefiklerine danışması gerektiği, olası müdahalede savunma amaçlı gönderilen ABD silahlarının kullanılmaması gerektiği ve olası Sovyetler Birliği müdahalesine karşın NATO’nun Türkiye’yi savunmada isteksiz kalabileceği vurgulanmıştır. Bu mektup ile Türkiye-ABD ilişkileri olumsuz etkilenmiş, Türk dış politikasında çok yönlülük gerekliliği ortaya çıkmıştır. Bu mektup Türkiye’nin müdahale konusunda askeri teçhizat bakımından yetersiz ve hazır olmadığını da göstermiştir. Johnson Mektubu Türkiye’nin adaya müdahalesini 10 yıl ertelemiştir. 1964 yılında Barış gücününde etkisiyle adada çatışmalar durulmuştur. 1967 yılında Yunanistan’da askeri cunta darbesi yaşanmış ve Albaylar Cuntası yönetimi ele geçirmiştir. Cuntacı yönetim halkın desteğini arkasına almak için Kıbrıs konusunda tek yolun Enosis olduğunu belirtmiş ve harekete geçmiştir . Bunun üzerine adada Rum saldırıları tekrar başlamış, çatışmalar üç yıllık aranın ardından tekrar başlamıştır. Yaşanan olaylar üzerine Süleyman Demirel ve Cunta Yönetiminin Başkanı Papandreu arasında görüşmeler gerçekleştirilmiş, Yunan tarafının Enosis teklifi üzerine Demirel teklifi reddederek toplantıyı bitirmiştir. Başlarda Enosis fikrine sıcak bakan Başpiskopos Makarios, Albaylar Cuntasının Kıbrıs’ta dikta yönetimi kurmak istediğini düşünmeye başlamış ve aynı dönemde Sovyetler Birliği ile yakınlaşmaya girmesi, ayrıca kendi yönetiminde olan bir devlet bulunması, Enosis’in gerçekleşmesi durumunda yönetimi altında bir devlet olmayacağının bilincine varması üzerine Enosis fikrinden uzaklaşmaya başlamıştır. Bunun üzerine adada Yunan subayları ile Makarios yanlıları aralarında da çatışmalar yaşanmaya başlanmıştır. Yaşanan bu olayların ışığında 1974 yılına gelindiğinde cuntacı yönetim Kıbrıs’ta Makarios’u devirmiş ve Nikos Sampson yönetiminde Kıbrıs Elen Cumhuriyeti‘ni kurmuşlardır. Nihayetinde Enosis gerçekleşmişti ve adadaki Türk vatandaşları azınlık durumuna düşmüş ve ada üzerinde garantörlük hakkı bulunan Türkiye Makarios’un devrilip Türk kesiminin cemaat haklarının ve kurucu unsur olmasının kaldırılması üzerine adaya müdahale kararı almıştır.

megalo-idea
Megalo idea düşüncesi altında Enosis’in aşamaları

Türkiye 20 Temmuz 1974’te garantörlük hakkını kullanarak adadaki duruma müdahale etmiş ve adadaki Türk varlığının güvenliğini garanti altına almıştır. Böylece Rumların Enosis hayali suya düşmüş ve böylece bu olay Yunanistan’daki cuntacı yönetiminde sonunu getirmiştir.

Türkiye adada olusturduğu durumu muhafaza etmeyi hedeflemiştir . BM çağrısı üzerine Cenevre’de toplantı gerçekleştirilmiş, ateşkes kararı alınmış ve Yunan kuvvetlerinin bölgeden çekilmesine karar verilmiştir. Dünya kamuoyunda Türkiye’ye karşı olumlu tepkiler gelmiştir. Bunun sebebi Yunanistan’ın uluslararası hukuka aykırı davranması ve adada işgalci olarak gözükmesidir. Taraflar aynı yıl Cenevre’de bir kez daha bir araya gelmiş, Türk kesimi lideri Rauf Denktaş iki kesimli otonom bölge oluşturulmasını talep etmiş bu talep Rum kesimi tarafından reddedilmiştir. Bunun üzerine Türkiye Kıbrıs’a ikinci kez harekat düzenlemiş ve adanın kuzey kesimlerini kontrol altına almıştır(Kuzey kesiminin %29u). Bu ikinci harekatla birlikte ilk hareketla birlikte gelen olumlu tepkiler tamamen tersine dönmüş, Türkiye’yi adada işgalci kuvvet olarak gören birçok ses duyulmuştur. Uluslararası toplumdan gelen tepkileri ABD’nin uyguladığı silah ambargosu izlemiştir. Türkiye bu tepkiler üzerine karşı bir hamle olarak 1975’te Rauf Denktaş önderliğinde Kıbrıs Türk Federe Devleti‘nin kurulmasına destek vermiştir. Silah ambargosu üzerine Türkiye Aselsan’ı kurmuş ve askeri haberleşme ihtiyacını gidermeye çalışmıştır. Kıbrıs’ta Türk ve Rum liderleri görüşmelerinin ardından sadece nüfus mübadelesi konusunda anlaşmaya varılmıştır. İkinci harekat sonunda Türkiye’den de adaya göçler yaşanmıştır. BM ısrarı üzerine adada Türk kesimi ve Rum kesimleri birtakım toplantılar daha gerçekleştirmiş, bu toplantılar esnasında Rum lideri Makarios’un ölümü üzerine gelen Kiprianu’nun uzlaşmadan uzak tavrı üzerine görüşmeler bir kez daha başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bunun üzerine adadaki Türkler self determinasyon hakkını kullanarak 1983 yılında Rauf Denktaş önderliğinde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti‘ni kurmuştur. Ankara bu yeni devleti hemen tanımıştır. Fakat uluslararası toplum ve BM tarafından tepkiler gelmiş, Türk kesimini kararından vazgeçirme çabaları sonuç vermemiştir. KKTC’nin kurulmasıyla birlikte adada Rum ve Türk kesimi arasında başlayacak olan görüşmeler trafiğinin startı verilmiştir.

KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş
KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş

Günümüze kadar devam eden bu görüşmelerde Türk kesiminin olmazsa olmazları kurucu unsur, cemaat hakları ve self determinasyon hakkıdır. Türk kesimi hiçbir şekilde azınlık durumuna düşebileceği her antlaşma teklifine karşı çıkmış ve adada iki kesimli eşit ve ortak yönetimi savunmuştur. Küresel düzende meydana gelen birtakım gelişmeler Kıbrıs Sorunundaki tarafları çeşitlendirmiştir. Sovyetler Birliğinin dağılması üzerine ve görüşmelerin olumsuz seyri ve Yunanistan’ın gücü göz önüne alındığında, Yunanistan Enosis fikrini tek başına gerçekleştiremeyeceğini anlamış ve yeni yol haritasını Avrupa Birliği üzerinden Kıbrıs’la dolaylı birleşme olarak belirlemiştir.

1990’lı yılların başından itibaren soruna AB’nin de dahil olduğu görülmektedir. Türkiye sorunun BM nezdinde çözülmesini, Yunan diplomasisi ise işe AB’yi de sokmayı hedeflemektedir. Bunun üzerine 1990’lı yıllarında başında Kıbrıs Rum Kesimi tüm adayı kapsayacak bir şekilde AB’ye üyelik başvurusunda bulunmuştur. AB’ye üye olması halinde topluluğun dışında olan Türkiye’ye baskılar daha da artarak devam edecek ve Türkiye’nin elinde karşı güç olarak yeterli desteği vermeyen ABD olacaktı. Kıbrıs Rum kesiminin üyelik başvurusunun komisyona iletilmesi üzerine Türkiye için sıkıntılı dönemler başlamış oldu. Yunanistan böylece Kıbrıs davasında arkasına büyük bir güç almış oldu. Türkiye’nin AB’ye girme hevesi göz önünde bulundurulduğunda başvurunun kabulünün Türkiye üzerinde nasıl baskılar oluşturacağı açıktı. Bunun üzerine Türkiye’nin de isteğiyle adada Rum ve Türk kesimleri arasında Birleşmiş Milletler (BM) nezdinde bir takım toplantılar gerçekleştirilmeye devam edildi.

1990’lı yıllar Türkiye açısından Kıbrıs davasında sorunlarla ve baskılarla geçen bir dönem oldu. 1997’de Kıbrıs’a tam üyelik müzakerelerinin başlanmasıyla Türkiye’nin üye olmadığı bir topluluğa Kıbrıs’ın üye olması hedefi Yunanistan tarafından gerçekleştirilmek üzereydi. 1960 Zürih Antlaşmasına göre Yunanistan ve Türkiye’nin her ikisinin birden üye olmadığı topluluğa Kıbrıs’ın üye olması mümkün değildi. Fakat Türkiye’ye karşı uluslararası hukuka aykırı olmasına rağmen Avrupa bu duruma sessizdi. Türkiye konunun BM nezdinde çözülmesi için bir kez daha girişimlerde bulundu. BM Genel Sekreteri Annan önderliğinde görüşmeler tekrardan gerçekleştirilmeye başlandı. Türkiye sorunun Kıbrıs’ın AB üyeliği öncesinde çözülmesi için uğraş veriyordu ancak iki kesim arasında gerçekleştirilen her görüşmede taraflar uzlaşma konusunda yetersiz kalıyordu. 5 tur şeklinde gerçekleştirilen görüşmelerde kapsamlı bir çözüm yolu bulunamadı. Bu görüşmelerde olumsuz sonuçlanınca Türk Lideri Denktaş Rum Lideri Klerides’e mektup göndererek sorunun aracısız olarak doğrudan görüşülmesini teklif etti ve olumlu karşılık oldu. Olumlu sonuçlanması beklenen bu görüşmelerden de herhangi bir sonuç alınamadı. Tüm bu gelişmelerin sonucunda BM Genel Sekreteri Annan 2002’de Kıbrıs Sorunun kapsamlı çözümünü oluşturacak Annan Planı’nı iki kesimin ve Türkiye ile Yunanistan’ın önüne koydu. Planın Kıbrıs’ın AB üyeliği öncesinde görüşülüp üzerinde anlaşılması isteniyordu. Annan Planı ile Türk kesimi adada azınlık durumuna düşecek, yönetim Rumların elinde olacaktı. Plandaki Türk kesimi açısından birçok olumsuz ve çelişkili maddelere rağmen Türkiye’den planın kabul edilmesi için Denktaş ve Türk kesimine baskı yapması istendi. Planın kabul edilmesi sonucunda Türkiye’nin AB üyeliğinin önünün açılacağı ve Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin tanınacağı vaat ediliyordu. Tüm bu baskılara Türk tarafı olumlu tepki verdi ve planın kabul edilmesi istendi. (https://zegaapparel.com/) Plan gereği gerçekleştirilen müzakerelerde sonuç alınamayacağı anlaşılınca planın birtakım değişikliklerle halk oylamasına sunulmasına karar verildi. Fakat Türklerin kurucu unsur olmaktan çıkarılması azınlık durumunda olmasını öngören maddelerde değişiklik yapılmadı . 24 Nisan 2004’te Annan Planı referanduma sunuldu. Türk kesimi %65’le evet dedi. Fakat Rum kesimi %75’le hayır demesi üzerine plan yine geçersiz oldu. Sonuç olarak Türkiye ve Türk kesimine vaat edilen AB üyeliği ve tanınma gerçekleşmedi. Hayır oyu veren Rumlar ise AB’ye tüm adayı kapsayacak şekilde üye oldu.

Annan Planı Sonrası Kıbrıs Haritası
Annan Planı Sonrası Kıbrıs Haritası

Sonuç olarak Türkiye haklı davasına uluslararası toplumdan destek bulamamış, konuyla tarihi açısında bağı bulunmayan Yunanistan üstün diplomasisi ile konuya taraf olmuş ve zafer olarak görülen (dolaylı Enosis) Kıbrıs’ın AB üyeliği gerçekleştirilmiştir. Türkiye Kıbrıs konusunda Ermeni meselesi gibi dünya kamuoyunda kendini iyi savunamamıştır. Kıbrıs sorunu ve Ermeni meselesi gibi Türkiye’nin dış politikasındaki statükoculuğunun uluslararası alanda Türkiye’nin kendi haklı davasını savunamamasına neden olmaktadır. Türkiye Dış Politikası‘nı tek yönlü politikaları bir kenara bırakıp çok yönlülük üzerine kurmalı ve kendisine uluslararası sorunlarda destek verebilecek dost ülkeler bulmalıdır.

Ahmet Güler

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

ABD’nin Ortadoğu Sevdası

0

Dünyada düzen yüzyıllar boyu oturtulmaya çalışılmış fakat hiç bir zaman düzen tutmamıştır. Yavaş yavaş günümüze geldiğinde ise sömürge ile düzen iyice bozulmuştur. Dünyada adil bir düzen oluşabilmesi için her devletin her anlamda hür ve bağımsız olması gereklidir.

19. yüzyıla baktığımız zaman dünyanın %60’ı hemen hemen sömürge durumunda idi. Sömürgelerin büyük bölümü Avrupalılara aitti. 2. Dünya Savaşı sonrasında uzun uğraşlar sonucu sömürgeler bağımsızlıklarını kazanmışlardır. Peki bu ülkeler ekonomik ve siyasal anlamda bağımsızlık kazandılar ise hala nasıl oluyor da insanların %15’i dünya gelirinin %80’nine sahip oluyor ?

İşte burada devreye emperyalizm giriyor.

Emperyalizm bir devletin başka devletler üzerinde kendi çıkarları doğrultusunda etkide bulunmasıdır. Yani o devleti başka yollar ile sömürmesi, bir nevi bağımsızlıklarını ellerinden almasıdır. İşte bu adaletsizliğin sebebi sömürgelerin hala bitmemiş olmasıdır.

Bu devletlerin karar verme mekanizmaları uyuşturulmuş hatta emperyal güçlerin eline geçmiştir. Aynı şekilde ekonomik bağımsızlıklarını da yitirmişlerdir.

Gelelim Ortadoğu’ya.

Ortadoğu’da ki devletlerin hepsi zaman içerisinde birer birer çökmüş, bölgeye emperyal güçlerin besleyip büyüttüğü devlet dışı otoriteler hakim olmuştur. Bunu fırsat bilen emperyal güçler ise zaman zaman çöken ve yıkılan devletlere askeri müdahalelerde bulunmuşlardır.

Yer altı ve üstü kaynaklarını sömürmüşlerdir…

Ortadoğu ve Orta Asya

Emperyal devletlerin başında gelen Amerikanın Ortadoğu’ya girişinin iki sebebi vardır. Amerikanın petrol sevdası ve bölgedeki hükümetlerin Amerika bağımlılığıdır.

Dünya petrol rezervinin %65’i körfez ülkelerindedir. ABD petrol ihtiyacının %68’ini bu bölgeden sağlamaktadır. Ekonomisi petrol sanayisine dayalı Amerika için Ortadoğu bir cennettir ve çeşitli nedenlerle müdahalelerde bulunduğu bu devletleri sanki kendi topraklarıymış gibi kullanabilmektedir.

ppetrol-ticareti

Amerikanın bu konuda Ortadoğu ile ilk ciddi münasebeti 1933’te Suudi krallığı ile temas kurarak başlamıştır. 1947 Martından itibaren Truman Doktrini çerçevesinde bu ülkeye cömertce silah, malzeme ve para yardımı yapılmıştır. ABD’nin burada yapmak istediği bu yardımlarla bölgedeki ülkeleri kendine çekmeyi ve olası bir Sovyet saldırısına karşı korumaya almaktı. Sovyetlere karşı bir set oluşturmak gerekliydi ve bu set için 3 ülke belirlendi;

Yunanistan, Türkiye ve İran.

yunanistan-turkiye-iran

Bu 3 ülkeye ABD yine cömert bir şekilde silah, para ve malzeme yardımı yaptı. Sovyetleri petrol bölgesinden uzak tutmayı kafasına koyan Abd ardından Suudilerle anlaşma yaparak askeri üslerini bölgede kurmaya başladı. Aynı yöntem set olan 3 ülkede de uygulandı.

ABD bu doymak bilmeyen açgözlülüğü ile Orta Asya’da ki petrol yataklarına da göz dikti ve aynı taktiklerle Afganistan, Özbekistan ve Kırgızistan’da üs kurup oralarda da asker bulundurmaya başladı. ABD buralardaki çıkarlarını korumak için anlaşma yaptığı devletler ve çevresindeki devletlerin iç işleri, siyasi, dini ve kültürel yapılarına bile müdahele etme hakkını kendinde buluyordu. Neredeyse ordusunu dünya petrolü muhafızları ilan edecek duruma geldi.

ABD bu bölgelerde var oldukça hem ekonomisini rahatlatacak, hemde kendini büyük bir düşmandan korumuş ve yarattığı küçük düşmanları yenerek de gururunu okşamış olacak.

Anlaşılan ABD çıkarlarını korumak için bu bölgelerde daha uzun süre varlığını sürdürecek gibi görünüyor. Onu buradan vazgeçirecek şey ise belki yeni bir enerji kaynağı, belki de uzun soluklu bir savaş olur…

Ali Köse

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR