Suriye İran için Neden Bu Kadar Önemli?

İran’ın dış politikasında, dini ve kültürel değerleri ile tarihi tecrübeleri etkili olmaktadır. Suriye ve İran arasındaki yakın işbirliği ise Ortadoğu’da 30 yılı aşkın bir süredir gözlenen bir durumdur. İki ülke arasındaki ilişkinin önemini kısaca özetlemek gerekirse, İranlı iki önemli yetkilinin sözleri bize yardımcı olacaktır.

“Suriye’de yaşananlar bir iç mesele değil, bölgedeki ve dünyadaki direniş ekseni ile düşmanları arasındaki bir çatışmadır. İran, Suriye’nin temel parçası olduğu direniş ekseninin kırılmasına hiçbir şekilde müsamaha göstermeyecektir.”  İran Ulusal Güvenlik Yüksek Konseyi Başkanı Said Calili (Goodarzi, 2013).

 “Suriye İran’ın 35. Eyaleti ve bizim için stratejik bir eyalettir. Eğer düşman bize saldırıp Suriye veya İran’ı almaya kalkışırsa, öncelik Suriye’yi korumaktan geçer. Çünkü Suriye’yi elimizde tutabilirsek İran’ı savunabiliriz. Bununla beraber eğer Suriye’yi kaybedersek İran’ı elimizde tutamayız. İran Devrim Muhafızları Komutan Yardımcısı Hüseyin Talip (Şen, 2016). 

Bu iki ülke arasındaki ilişkinin temellerine bakıldığında, mezhepsel faktörlerin etkili oluğu söylenebilir fakat bunun asıl sebebi yine siyasal çıkarlardır. Çok ilginç bir konu olarak karşımıza çıkan bu olay, siyasi çıkarlar için dini bağın kurulmasına şeklinde gelişir. Şen bunu şöyle açıklamaktadır; “İran’la Suriye’nin mezhep temelli ilişkileri aslında çok eskilere dayanmaktadır. 1970 yılında Baas rejimi içinde bir darbeyle iktidara gelen ancak nüfusun dörtte üçü Sünni olan Suriye’de ciddi bir meşruiyet sorunu yaşayan, Hafız Esad’a Şii bir din adamı destek olmuştur. 1974’te, On iki İmam Şialığında (Caferilik), Nusayrilere, Şiilik ve İslamiyet dışı bir taife olarak bakılırken, Nusayriliğin, İslami ve Şii bir mezhep olduğu fetvasını vererek bir Nusayri olmasına rağmen Hafız Esad’ın Suriye devlet başkanlığını dini açıdan meşrulaştırmaya çalışan din adamı, Lübnanlı Şii Musa Sadr’dır. (İran’da Nusayriliğin Sünnilikten daha az sapkın bir inanış olarak görüldüğü söylenebilir) Sadr o günlerde İran Şahı’nın muhalifi olup daha sonra Şii bir devrim gerçekleştirecek olan İran’ın bugünkü yöneticileriyle Suriye arasındaki bağlantıyı kuran ilk kişidir. İran devriminin başlarında uluslararası toplumun Suriye’ye yönelik petrol ambargolarını aşması için Esad rejimine destek olmuştur. Suriye buna karşılık 1979’da Şah rejimi devrildiğinde,  İran’ı  Sovyetler Birliği ve Pakistan’dan sonra tanıyan 3. ülke olmuştur. Suriye, Arap milliyetçiliğine dayanan Baas Partisi ile yönetilmesine ve Arap milliyetçiliği ile Fars milliyetçiliği arasındaki ideolojik çatışmaya rağmen, İran-Irak savaşında İran’ın yanında yer almıştır. Suriye Irak’ta etkinliğini arttırıncaya kadar yaklaşık 30 yıl boyunca İran’ı destekleyen tek Arap devleti olmuştur. 2003 yılında ABD’nin müdahalesiyle Irak’ta Saddam rejiminin devrilmesi, Suriye ve İran için ortak bir düşmanın gitmesi ve nufüz alanlarının arada herhangi bir engel olmadan İran-Irak-Suriye-Lübnan hattında genişletmeleri için altın bir fırsat olmuştur.” (Şen, 2016, 542).

2010 yılında Arap-İslam Coğrafyasında halk ayaklanmalarının başladığı süreci, İran destekleyen açıklamalar yapmıştır. Bölgedeki hareketleri “İslami uyanış” olarak nitelemeye başlayan İranlı yetkililere göre olaylar, “Batı destekli laik diktatörlüklere” karşı Müslüman halkların tepkisinden kaynaklanmakta ve bu yüzden İran’daki 1979 Devrimi’yle benzer özellikler taşımaktaydı. Fakat söz konusu olaylar İran’ın Ortadoğu’daki en yakın müttefiki Suriye’ye sıçrayınca, İran tamamen aksi bir tavır sergilemeye başlamış ve yaşananları “İslamı bölmek isteyen Batı destekli fitne” olarak değerlendirmiştir. Bu doğrultuda İran, Suriye’de Esad’ın iktidarda kalması için büyük ölçüde doğrudan destek vermiş, lojistik desteğin yanında içinde çok sayıda üst rütbeli komutanında bulunduğu binlerce İran askeri Suriye’de muhaliflere karşı savaşmaktadır. İran’ı böyle bir strateji izlemeye iten birçok politik neden sıralayabiliriz. İran, İsrail’e karşı en büyük kozu olan Hizbullah’ı Suriye aracılığıyla desteklemektedir. Suriye’de yaşanacak bir rejim değişikliği ile İran, Hizbullah ile aradaki bağlantıyı kaybedecek, Lübnan’daki etkinliği azalacak ve yeteri kadar desteklenmeyen Hizbullah İsrail’e karşı etkin mücadele edemeyecektir. Dolayısıyla İran’ın Suriye ve Lübnan’da örgütlediği Şiiler üzerindeki etkisi azalacaktır.  30 yılı aşkın bir süredir  İran’ı destekleyen ve Irak’taki yönetim değişikliğine kadar da bu desteği veren tek Arap devleti olan Suriye’de yaşanacak bir yönetim değişikliği, İran’ı bu destekten mahrum bırakacağı gibi, yeni yönetimde olması muhtemel Sünni çoğunluğun, İran’a karşı hasmane bir tutum içerİsinde olması kuvvetli bir ihtimaldir. Ayrıca İran’ın, önemli yatırımları bulunması ve Akdeniz’e açılan bir kapı olarak Suriye’yi değerlendirmesi bir başka faktördür. İran’ın Şii Hilalinin (Şii çoğunluğunun ya da güçlü olan Şii azınlıklarının bulunduğu bölgeyi tanımlayan jeopolitik bir terim) bir parçası olan Suriye’de etkinliğini yitirmesi bölge liderliği açısından büyük bir stratejik kayıp olacaktır.

Şii Hilali

Suriye’de, İran’ın bazı temel stratejiler güttüğü görülmektedir. Bunlardan biri Esed rejimini uluslararası camiada defaten desteklemek bir diğeri ise İran’ın bilfiil generalleri ve askeri gücüyle Suriye’de sahaya inmesidir. Doğrudan izlenen bu stratejilere ilaveten İran’ın bölgede sıkça başvurduğu bir diğer siyaset olan kendine yakın grupları harekete geçirme yönünde Şii grupları sahada hem maddi hem askeri olarak desteklediği bilinmektedir. Buna ilaveten İran’ın Suriye’de alan kazanma çabasının 4. ayağı olarak PKK’nın Suriye uzantısı olan PYD ve YPG’ye yönelik tutumu öne çıkmaktadır. Burada İran’ın ikili bir hareket tarzı benimsediği söylenebilir. Bir yandan artık Esed yönetimiyle beraber hareket ettiği Suriyeli yetkililerce de ifade edilen PYD’yle açık ve örtülü olarak beraber operasyonlarda bulunarak bir rejim-İran-PYD-Rusya cephesi oluşturulmuştur. Bu cephe kimi zaman beraber hareket etmekte, kimi zaman ise PYD’nin önünü açacak şekilde örgüte hareket alanı kazandırarak örgütün elini rahatlatmakta, böylece muhaliflerin irtibat noktalarını zayıflatmaktadır. İran, dönemsel çıkarları adına sözde ideolojik kimliğiyle taban tabana zıt ve kendi ülkesinde de eylemler yapan bir örgüte dolaylı olarak örtülü desteğini vermektedir. İran’ın Suriye’deki Kürt kartını oynama noktasında bir diğer stratejisi ise Türkiye-İran ilişkilerinde artan gerilimle eş zamanlı olarak PKK’nın İran’daki uzantısı olan PJAK’la ateşkes sürecine girmesidir. Böylece İran, hem PKK’nın bölgede elini rahatlatarak bir yandan Türkiye’de eylem kapasitesini artırmakta, bir yandan da PYD’nin Suriye’deki operasyonlarına aktarabileceği enerjiyi verimli kullanmasını sağlamaktadır (Sönmez, 2016).  Sonuç olarak İran; “Ortadoğu siyasetinde söz sahibi olma, karar alma ve etkileme potansiyeli olması açısından Suriye’yi etkin bir güç olarak elinde tutmaya çalışmaktadır. İran’ a göre, Esad rejiminin devrilmesi söz konusu olduğunda İran en etkin stratejik öneme sahip müttefikini kaybetmiş olmayacak, aynı zamanda Tahran’ın Hizbullah ile olan askeri, siyasi ve ekonomik bağlantısı da önemli derecede zarar görecektir” (Çalışkan, 2014).

Mehmet Enes Bağlama

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

 


Çalışkan, C., 2014, İran’ın Suriye Politikasında Kimliğin Rolü, Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi, Ankara.

Goodarzi, J., 2013, Suriye ve İran: Değişen Bölgesel Ortamda İttifak, Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi, Ankara.

Sönmez, G., 2016, İran’ın Bölgesel Ayrıştırma Stratejisi, ORSAM Dış Politika Analizleri, Ankara.

Şen, A., 2016, Yüzyılın En Uzun Tiyatrosu, Tüm Yönleriyle Suriye Devrimi, Yapı-Bozum Yayınları, İstanbul.

BUHARA: ”Türk Uygarlığının Başkenti”

0

Yetiştirdiği alimlerden ötürü Müslümanların doğunun “Kubbetü’l-İslâm”ı dediği, arkeolojik bulgularla şehrin en az iki beş yüz yıllık tarihi olduğu, İslâm âlemindeki Medine ve Bağdat gibi önemli sayılan Özbekistan’daki BUHARA şehrinde çok önemli tarihi eser ve yapılar yer alıyor. Ark, İsmail Samani Türbesi, Büyük Kelan Minaresi ve 6. yüzyıldan beri dini eğitim veren Mir Arap gibi önemli yapıtların olduğu şehir, birçok Türk devletinin hakimiyetine girmiş ve Türk uygarlığının başkenti olarak gösteriliyor.

Türk Dili’nin en eski sözlüklerinden Divân-ı Lügati’t-Türk’te Buhara şöyle geçer;

“….. Bu şehirleri Türkler yaparak adlarını kendileri koymuşlardır. Bu adlar olduğu gibi şimdiye kadar gelmiştir. Bu yerlerde Farslılar çoğaldıktan sonra Acem şehirleri gibi olmuş. Bugün Türk ülkesinin sınırı ” Abisgûn” (Hazar) denizi ile çevrili olarak Rûm diyarından ve Özçent’ten Çin’e kadar uzanır. Uzunluğu beşbin fersah, eni üçbin fersahtır; hepsi sekizbin fersah eder.”

Özbekistan'daki Türk Uygarlığının Başkenti BUHARA (Kaynak: AA)
Özbekistan’daki Türk Uygarlığının Başkenti BUHARA

[TAM EKRAN İNFOGRAFİK]

Kaynak: AA ve Vikipedia

Baas Partisi’nin İdeolojisi ve Tarihi

Baasçılık, Arap milliyetçiliğinin sosyalizm ve laiklikle harmanlanmış biçimidir.

Baas Partisi, Mişel Eflak ve Selahaddin Bitar tarafından 1940 yılında Şam’da kurulmuştur. Kurucularından Mişel Eflak Ortodoks, Selahaddin Bitar ise Sünniydi. 1947’de İskenderunlu bir Nusayri olan Zeki el-Arsuzi’nin de katılımıyla ilk kongresini yaptı. Gördüğünüz gibi 3 farklı inançtan insanı Baasçılık bir araya getirebiliyordu. Baas Partisi, Suriye ve Irak’ta yaptıkları darbelerle iktidarı ele geçirip tek parti diktatörlükleri kurdular. Bunun dışında parti olarak olmasa da ideolojik açıdan Cemal Abdül Nasır ve Muammer Kaddafi sayesinde uzun yıllar Libya, Mısır ve Birleşik Arap Cumhuriyetinde de varlık göstermiştir.

Baas Partisi’nin temel felsefelerinden biride Pan-Arabizm’dir. Bütün Arap ülkelerinin tek bir çatı altında birleşerek sosyalist, milliyetçi ve laik bir şekilde yönetilmesini amaçlamıştır. Tabi ki bu felsefe zamanla parti mensuplarının karşısında duran farklı mezhepler yüzünden fiyaskoya uğramıştır. Çünkü Irak’ta Sünnilik, Suriye de ise Alevilik üzerine bir takım mezhepsel iktidarlık eleştirileri, bu iktidarları da mezhepçiliğe itmiştir. İşin içine mezhepçiliğin girmesiyle beraber zaten bütün Arapları birleştirmek ancak hayallere kalmış olurdu.

Baasçılığın Sekülerizm yerine Laikliği tercih etmesinin sebebi ise İslam dininin Arap dünyasının temel parçalarından biri olduğunu düşünüp onun hayattan tamamen koparılmasının çok güç olmasıydı. Baasçılığın sosyalizm görüşü ise Marksizm-Leninizm’den biraz farklıydı. Toplumsal eşitsizliğin giderilmesini hedeflese de, özel teşebbüsü tamamen sınırlamıyordu. Yerli ve yabancı büyük firmaları kamulaştırmayı ama özel teşebbüsü tamamen yok etmemeyi tercih etmişlerdi. Ayrıca miras hukukuna da müdahale etmeyerek yine bu konuda da sosyalizmden ayrı hareket etti ve buna Arap sosyalizmi dediler.

Yinede bazı noktalarda görüş farklılıkları olsa da İsrail ve ABD’ye karşı Ortadoğu’da SSCB’nin en önemli müttefiki oldular. Bu ideoloji ve savunduğu görüşlerin bütün Arap ülkelerinde yayılması Elbette ABD için çok tehlikeli olurdu. Çünkü sosyalizm ilkesi yüzünden kendi şirketleri o bölgelerde faaliyet gösteremiyordu. Bunun dışında o dönem ki ABD müttefiklerinin İsrail, Türkiye ve İran olması milliyetçiliğin bu ülkeler yani ABD müttefikleri içinde potansiyel tehlike arz etmesine neden oluyordu.

Parti yada ideoloji olarak varlığını sürdürdüğü Libya(2011) ve Irak(2003) gibi ülkeler yakın tarihimizde NATO tarafından yok edildi. Bugün Baasçılığın son kalesi olarak Suriye kalmış durumda ve yine ABD tarafından yok edilmek için bekliyor.

baas-liderleri
Soldan sağa: Enver Sedat, Muammer Kaddafi, Hafız Esad

Genel olarak idelojik liderlerinin karizmasının olduğunu pek söyleyemeyiz. Bir tanesi hariç tabi ki o da Cemal Abdül Nasır. Nasır, Arap dünyasında öyle bir karizması vardı ki o dönem için bu karizma inanılmazdır. Nasır’ın ölümü Arap ülkelerinde ve dünyada şok etkisi yaratmıştır. 1 Ekimde Kahire’de düzenlenen cenaze törenine 5 milyon kişi katıldı ve klabalığın uzunluğu 10 kilometreyi buluyordu. Liderler açısından da Suudi Arabistan Kralı Faysal hariç tüm Arap liderler cenazeye yer aldı. Arafat ve Kral Hüseyin açıkça ağlarken, Libya lideri Muammer Kaddafi üzüntüden iki kez bayıldı. Lübnan’da çıkan Le Jour gazetesi Nasır’ın ölümünü “100 milyon Arap yetim kaldı” manşetiyle duyurdu. O derece seviliyordu işte.

ABD kadar bu ideolojiye düşman birileri daha vardı. Onlar da krallıkla yönetilen Arap ülkeleriydi. Onların başını da Suudi Arabistan çekiyordu. Hem laikliği, hem sosyalizmi hemde kralları devirmesi onlar için en tehlikeli gelişmeler olurdu. ABD’nin bölgede ki pek çok operasyonunun finansmanını bu yüzden Suudiler üstleniyor ve ABD’nin elini rahatlatıyordu.

Suriye’de zaten bu 2 ülke muhaliflerin en önemli destekçileri.

Suriye son kale, bu kale de düştüğünde en çok mutlu olacak kişiler yine diğerlerinin düşmesinden sonra olduğu gibi krallar ve CEO’lar olacaktır.

Muhammed Ali Çalışkan

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Berlin Duvarı’nın Arkasındaki ‘Derin Almanya’

Alman Parlamentosu’nun sözde “Ermeni Soykırım” yasa tasarısı kabul etmesi,çoktan beri gergin olan Türk-Alman ilişkilerine ciddi zararlar vereceği ve bununla beraber Avrupa’nın bundan önce sinyallerini aldığımız “ALMAN DERİN DEVLETİ” tarafından yeniden şekillendirileceği artık belirgin hal almıştır.

İkinci Dünya Savaşının ardından ikiye bölünen Almanya sadece toprak bakımından değil zihniyet bakımından da bölündüğünü ancak BERLİN DUVARI yıkıldıktan sonra anlamak kolaylaştı. Ekonomik tahribatın tamir edilmesi ve toplumsal barışın sağlanmasının ardından bizim “Derin Almanya” yada “Öteki Almanya” dediğimiz federal yapı içinde olmayı kabullenemeyen biraz sosyalist biraz faşist ama daha da çok merkeziyetçi yapı, Almanya’yı ekonomik açıdan yeterli hale gelince Avrupa Birliğini yönetmeye başladı. Zaten Almanya’nın bin yıllık rüyası olan “Kutsal Roma Germen İmparatorluğu” hayali gerçeğe hiç bu kadar yakınlaşmamıştı. İşte Derin Almanya öncelikle kendi ülkesinde değişimini tamamladı. Avrupa’yı değiştirmeye başlayınca da hayallerinin sınırında bulunan aslında bu hayalleri yerle bir edecek düşmanları ile yetmiş yıl sonra tekrar yüzleşecekti. Bu korku Almanya’nın İngiltere’nin ve ABD’nin dünyanın nüfuz bölgelerindeki gücünü artık savaşarak değiştiremeyeceğini görmesiydi.

Almanya yukarıda yazdığımız bir sürecin artık kabuk değiştirme sancısı içine girmiş, dünyanın en önemli nüfuz bölgesinin üzerinde olan Türkiye’ye ilk defa açıktan açığa cephe almıştır. Bunun sebebi Avrupa’nın yaşadığı “Mülteci Sorunu” ve bu sorunla uğraşırken Türkiye’nin gösterdiği tavra tahammül edememesidir. Almanya Avrupa’ya yönelik bu mülteci akının sorumlusu olarak ABD’yi görmekte ama doğrudan bir müdahale edememektedir.

Mülteci sorununa farklı açılardan bakmak zorunda kalan Almanya, Suriye’de yaşanan iç savaşın ne Suriye toprakları ile, ne de Libya’da yaşananların Libya Petrolü ile alakalı olmadığını anlaması biraz geç oldu. Mülteci sorunu diye bahsedilen Avrupa’ya göçün bir istilaya dönüşebileceği kabusu Almanya’nın uykularını kaçırmaktadır.

Almanya’nın içinde bulunduğu çaresiz durumu anlamak için Alman Federal Meclis’inde alılan soykırım yasa tasarısın içeriğine bakmak yeterli olacaktır. Altı milyon Yahudi’yi katleden bir devlet geçmişine sahip bir devletin, geçmişi unutturmak için ‘tarihi’ parlamentolarda yazmak yerine, gelecek yıllar içinde erozyona uğrayacak toplumsal yapıyı nasıl bir arada tutması gerektiğine kafa yorması gerekir.

nazi-haritasi

Savaşarak kazandığı bir tek toprak parçasını elinde tutamayan, kültürel anlamda bir çöküş içine giren toplumunu gündelik zevklerle uyuşturarak zaman kazanmaya çalışan “Derin Almanya” yakın bir gelecekte sınırlarına dayanan tehlikeyi görmenin çaresizliği içinde olduğu yalın bir gerçektir.

Son günlerde Fransa’da yaşanan olaylara bakıldığında bu toplumsal çözülmenin sadece Fransa ile sınırlı kalmayacağı ise belli olmuştur. Etnik ve dinsel ayrımcılık üzerine politika inşa eden partilerin Avrupa’nın bir çok ülkesinde gücünü artırması toplumsal bir kırılma içine giren Avrupa Birliği’nin çöküş sürecinin ilk sinyalleri olarak değerlendirilmelidir.

Avrupa ve Almanya’da bu gelişmeler olurken İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden ayrılmayı halk oyuna götürmesi daha doğrusu batan gemiyi terk etmesi tesadüf değildir. Zaten ekonomik açıdan çıkmaz içindeki Avrupa ile finansal açıdan yollarını ayıran İngiltere, tarafını ve rengini belli etmiştir.

Ermeni meselesini son konuşacak devletlerden olan Almanya’nın böyle bir sözde soykırım yasasını federal meclisinde kabul etmesi acizliğini yukarıda anlattığımız çıkarımlar ışında değerlendirilmesi gerekir. İkinci Dünya Savaşında katlettikleri Yahudileri bir kenara bırakın, bugün avrupa birliği içine aldıkları ülke halklarına yaptığı soykırımın da hesabını vermelidirler.

Ahmet İşitez

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Irak’ta Son Durum Haritası: Musul ve Felluce

Irak’ta Taraflar
Irak Hükümeti  – Şii Haşdi Şabi örgütü ve yerel Sünni milisler -kırmızı-
IKBY (Kürt Bölgesi) – Peşmerge -yeşil-
IŞİD – Örgüte biat eden yerel milis güçler ve aşiretler -siyah-
* PKK çatısındaki YPG, YBŞ ve YPJ gibi gruplar Şengal başta olmak üzere bazı merkezleri peşmergeyle birlikte kontrol ediyor.
Irak'ta Son Durum Haritası (01.06.2016)
Irak’ta Son Durum Haritası (01.06.2016)

[TAM EKRAN – AYRINTILI HARİTA]

Irak’ta IŞİD ile mücadele adı altında Musul’a ve Felluce’ye karşı operasyon yapılıyor. Bunların yanında Irak’ta nüfuzu güçlü Şii lider Mukteda es-Sadr, IŞİD’e ve hükümete karşı ‘büyük ayaklanma’ çağrısı yaptı. Hükümette yolsuzluk yapıldığını iddia eden Sadr ve destekçileri daha önce de ülkenin en korunaklı bölgesi olan Yeşil Bölgeye girmiş, Irak Meclisi’ne zarar vermişti. Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi ise Şii Sadr yanlılarının protesto ettiği İbadi hükümetine tam desteklerini açıkladı. (Xanax Bars) (stratejikortak.com) Irak’ın IŞİD ile mücadelesi sürüyor ancak kendi içinde de çeşitli sıkıntılar yaşıyor. Başbakan İbadi Şii olmasına rağmen Şiiler tarafından çokça eleştiriliyor. Bunun sebebi olarak da İbadi’nin tam olarak ‘İran güdümlü politika’ izlemediği söyleniyor. Irak’ın kuzeyinde Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’de tıpkı Irak hükümeti gibi sıkıntı bir süreç içerisinde. Bağımsızlık referandumunu 2016 içerisinde yapacaklarını söyleyen Mesud Barzani, muhalefetle büyük ayrılıklar yaşıyor. Geçtiğimiz ay Kuzey Irak’ta Talabani liderliğindeki KYB ile muhalefetin başı olan Goran Hareketi uzlaşmıştı. Bunun da Barzani hükümeti için büyük bir tehdit oluşturduğu düşünülüyor.

Gözden kaçan bir detay olarak da: Irak’ın eski radikal Şii başbakanı Maliki’nin talimatıyla İnterpol’de kırmızı bültenle aranan Tarık el-Haşimi İnterpol listesinden çıkarıldı. Haşimi, eski Irak cumhurbaşkanı Talabani’nin yardımcılarındandı. Sünni Blok içerisinde yer alan Haşimi Türkiye’den sığınma hakkı kazanmıştı.

MUSUL OPERASYONU

Irak’ta peşmerge güçlerinin IŞİD kontrolündeki Musul’a başlattığı operasyonun yaklaşık son durumu.. Mavi bölge IŞİD’den alındı. Operasyon şuan için durdu.

İtalya, Musul Barajının tamirat ihalesini kazanan İtalyan şirketin işçilerini korumak için Irak’a 500 asker gönderme kararı aldı. (12 Mayıs 2016)

Musul Operasyonunda Son Durum Haritası (30 Mayıs 2016)
Musul Operasyonunda Son Durum Haritası (30 Mayıs 2016)

FELLUCE SAVAŞI / FELLUCE OPERASYONU

‘Sünni şehri’ Felluce 2014 yılından beri IŞİD ve Sünni güçlerin kontrolünde ve uzun süredir de abluka altındaydı.  23 Mayısta başlayan Felluce operasyonuna Irak güvenlik güçleri dışında çoğunluğu Şii milislerlerden oluşan Haşdi Şabi ve bazı Sünni milisler katılıyor. IŞİD’in direnişine karşı büyük ilerlemeler sağlayan Irak güçleri, 1 Haziran’da IŞİD’in direnişini kıramadıklarını, daha sonra da sivillerden dolayı şeklinde iki nedenden ötürü operasyonu durdurmuşlardı. Şuan için ise operasyon devam ediyor.

  • Irak’ta 300 bine yakın milis gücü olduğu söylenen ve Felluce Operasyonuna katılan Şii Haşdi Şabi grubu çatısı altında birçok grup yer alıyor.

Haşdi Şabi Hakkında Bilgi [AA]
Haşdi Şabi Hakkında Bilgi [AA]

İran Dışişleri, ”Devrim Muhafızları Kudus Gücü Komutanı Kasım Süleymani Irak hükümetinin bilgisinde Irak’taki Felluce Operasyonunda müsteşarlık yapıyor” dedi.

  • Irak’ta IŞİD’in ve Sünni aşiretlerin kontrolündeki Felluce’ye yapılan operasyonuna katılan gruplar..

felluce-operasyonuna-katilanlar

2014’ten beri IŞİD’in elinde olan Felluce’ye, Şii milisler ve Irak Ordusu 23 Mayısta büyük bir operasyon başlattı. 23 Mayıs ile 9 Haziran arası Felluce’deki son durum haritaları..

Operasyon başlamadan önce Felluce Haritası (23 Mayıs):

Kaynak: ISW
Kaynak: ISW

9 Haziran 2016 Felluce’de Son Durum:

Kaynak: ISW
Kaynak: ISW

FELLUCE OPERASYONU DEĞİŞİM HARİTASI VİDEO (9 SANİYE):


Kaynak: StratejikOrtak.com

ABD Tarihinin En Sıra Dışı Başkanlık Seçimleri

ABD Başkanlık ön seçimleri 1 Şubat’ta Lowa eyaletinde başladı ve 14 Haziran’da Demokratların başkent Washington DC’deki ön seçimleriyle son bulacak. Demokratlardan 6 , Cumhuriyetçilerden 17 kişi aday adaylığını duyurmuş, bir çok kişinin adı bile duyulmadan adaylıktan çekilmişti. Demokratlarda Bernie Sanders ve Hillary Clinton, Cumhuriyetçilerde ise Donald Tump, Ted Cruz, Marco Rubio ve Jeb Bush gibi aday adayları ön plana çıkmıştı. Aylardır süren bu maratonda her zaman muhtemel aday olarak gösterilen Hillary Clinton ve Donal Trump olmuştu. Şuan resmi sonuçlar değil ama bu iki aday başkanlık için yarışacak gibi görünüyor.

Hillary Clinton Demokrat Parti kurultayında başkan adayı olarak çıkabilmek için gereken delege sayısına ulaştı ve adaylığını garantiledi. 7 Haziran ön seçimlerinde California’yı da kazanan Clinton, burada “zafer” konuşması yaptı. 50 eyaletin şu ana kadar 49’unda gerçekleştirilen ön seçimlerde Clinton 27 eyaleti kazanırken, en yakın rakibi Sanders ise 22 eyaletten galip çıkmayı başardı.

‘Irkçı Aday’ olarak Türk medyasında yer bulan emlak milyarderi Donald Trump ise geçtiğimiz ay rakipsiz kaldı ve diğer adaylar adaylıktan çekildi. Bu duruma Trump, “Rakiplerim çekildi eğlence bitti” demişti. Formalite süreçlerinin var olduğu parti kurultaylarında Trump’ı desteklemeyecek Cumhuriyetçilerin olduğu söyleniyor. Donal Trump 36 eyaleti kazanmıştı.

Hillary Clinton ve Donal Trump’ın Olası Başkanlıkları ve İlkler

Hillary Clinton Demokrat Parti’nin başkan adayı olursa, ABD’nin 240 yıllık politik tarihinde bir partinin “ilk kadın başkan adayı” olmuş olacak. Clinton bu adaylığından sonra da 8 Kasım’daki ABD Başkanlık Seçimlerini kazanırsa ABD tarihindeki ilk kadın başkan adayı olacak.

Zengin bir iş adamı olan Donald Trump 8 Kasım’daki başkanlık seçimlerinden başkan olarak çıkarsa, 63 yıl sonra ABD’de siyasi kariyeri olmadan başkan seçilen ilk kişi olacak. Daha önceden Kongre’de senatörlük veya eyalet valiliği gibi siyasi bir kariyeri olmaksızın başkan seçilen son kişi, 1953 yılında koltuğa oturan Dwight Eisenhower idi.

(ABD Seçim Sistemi Nasıl?)
kaka trump trump destekçileri çakma trump trump dövmesi trump vs clinton hillary clinton trump parodibernie-sanders cakma-donald-trump Chris-Christie donald-trump donaldtrump-siyah 2016 abd seçimleri 2016 abd seçimleri 2016 abd seçimleri 2016 abd seçimleri 2016 abd seçimleri hillary oyuncak 2016 abd seçimleri sanders oyuncak çakma trump hillary hillary-clinton-kahkaha hillary-clinton-komik hillaryclinton-saskin hillary-clinton-saskin hillary-sac-modeli jeb-bush-abd-secimleri kahraman-trump Senator-MarcoRubio trump-binasi-abd trump-dergi trump-destekcileri trump-gozluk trump-imza trump-kovboy trump-miting trump-racism trump-sapka trump-saskin-kadin trump-uyuyor


http://www.reuters.com/news/picture/candidate-caricatures?articleId=USRTSGMWK
http://www.ibtimes.co.uk/us-presidential-elections-2016-most-amusing-photos-candidates-campaign-trail-1536089
http://tr.euronews.com/2016/05/06/trump-rakiplerim-cekildi-eglence-bitti/
http://www.bloomberght.com/haberler/haber/1885790-abd-baskanlik-secimlerinde-clinton-ve-trump-karsi-karsiya

Sözde ‘Ermeni Soykırımı’nı Tanıyan Ülkeler

Soykırım, tanım itibariyle insanların soyunu ‘kurutmak’ amacıyla yapılan toplu katliamlara denmektedir. Bağımsız olduktan sonra Ermenistan Devleti, daha önce ASALA örgütü ve ondan önce de Ermeni Diasporası’nın dünyaya 1915 Olaylarını ‘Ermeni Soykırımı’ olarak kabul ettirmeye çalıştığı ve bazı ülkelerinde bunu kabul ettiğini görülmüştür. Dünyada ‘Ermeni Soykırımını kabul eden ülkeler’ ve ‘Ermeni Soykırımını kabul etmeyen ülkeler’ diye merak edilen başlıkları; yasa ile kabul eden, parlamento kararıyla kabul eden, bu durumu tartışan ve kısmen 1915 Olaylarına ‘soykırım’ diyen ülkeleri ayrıntılı bir şekilde haritada göreceğiz.

Dünyada 19 ülke meclis kararıyla, 4 ülke yasayla ve toplamda 29 ülke 1915 olaylarını ‘SOYKIRIM’ olarak tanımaktadır. Ermeni iddialarını ‘soykırım’ olarak tanıyan son ülke ise Almanya olmuştur.

ermeni-soykirimini-taniyan-ulkeler

Yasa ile ‘SOYKIRIM’ı tanıyan dört ülke: Fransa, Kıbrıs Cumhuriyeti, Uruguay ve Arjantin

  • ABD 1915 olaylarını ‘soykırım’ diye tanımlamıyor ancak ABD’nin 50 eyaletinden 41’i ‘soykırım’ olarak tanıyor.
  • Komşumuz İran, şah rejimi döneminde ‘Ermeni Soykırımını’ tanımıştı. 1979 İslam Devrimi’nden sonra ise İran İslam Cumhuriyeti resmi olarak tanımasa da gayri-resmi olarak ‘Ermeni soykırımı’ kabul ettiği varsayılıyor. (Açıklamalardan ötürü)

Reuters kaynaklı yukarıdaki haritada yasa ve parlamento kararı ile 1915 olaylarını ‘soykırım’ diye kabul eden ülkeler eksik gösterilmiş. Haritada Lüksemburg, Avusturya, Çek Cumhuriyeti, Ermenistan ve Vatikan yer almamıştır. Vikipedia’da ise parlamento ve yasa ile kabul eden ülke ayrımı yapmadan tüm ülkeleri(29ülke) listelemiştir:

'Ermeni Soykırımını' tanıyan 29 ülke - Kaynak: Vikipedia
‘Ermeni Soykırımını’ tanıyan 29 ülke – Kaynak: Vikipedia

Sözde ‘Ermeni Soykırımı’nı reddeden ülkeler: Türkiye’yle birlikte Azerbaycan, İngiltere, Danimarka, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Özbekistan, Arnavutluk Bosna-Hersek, Kosova, Pakistan ve Norveç’tir. İki listede de yer almayan ülkelerin konu hakkında olumlu veya olumsuz resmi kararları yoktur.

Merak edilen soru: Filistin ‘Ermeni Soykırımını’ Tanıdı mı?

Nedense çok merak edilen bir konu olarak yer edinen Filistin’in Ermeni iddialarını ‘Soykırım’ olarak kabul ettiği meselesi ‘Filistin ermeni soykırımını kabul etti’ başlıklı haberlerle gündeme gelmişti. Bu konuyu Filistin resmi makamlarca yalanlandı. Bu haber geçen sene diasporanın 100. yılında Ermeni Haber Ajansı tarafından ‘Ermeni soykırımının 100. yılı’ anısına basılmış pul olarak internette servis edilmiş, ama daha sonra bu pulu bir Filistinlinin özel olarak bastırdığı ortaya çıkmıştır.

Ermeni ve Türk Tarihçilerine Göre Ermeni Tehciri ve 1915 Olayları Sonrası Süreç

Türk tarihçilerine göre, 1915 olaylarının başlangıç noktası olarak, 1878’de Ermeniler ve Müslümanlar arasındaki iç çatışmalar olarak görebiliriz. Bu çatışmaların üçüncü taraf ülkeler tarafından kullanılarak, Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye zor durumda bırakılmak istenmiştir. Bu çatışmalar üçüncü ülkeler tarafından uluslararası sorun olarak tanımlanmış ve böylece Osmanlı’nın iç işlerine karışmanın bahanesi oluşturulmuştur. Bu sorunun uluslararası sorun olarak tanımlanması Ayastefanos ve Berlin Antlaşmalarında görülmektedir.

Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye, Ağustos 1914 tarihinde seferberlik ilan etmiştir. Bu seferberlik ilanının ardından Ermeni siyasi partilerinin üyeleri gizli komite toplantıları yapmışlardır. Yapılan bu toplantıların sonucunda, komite üyeleri firar ederek Rus birliklerine katıldıkları bilinmektedir. Rus tarihçilerine göre, savaşın en başında Rus ordusu içinde Osmanlı Ermenisi 23 birlik vardı. Bu ise kabaca 11,500 askere karşılık geliyordu. Ayrıca sadece Kafkas bölgesinde Ruslar için savaşan 40,000 Ermeni gönüllüsü olduğu bilinmektedir(1). Artan firar olayları ve gizli komite toplantıları sonucunda Osmanlı Devletince tutuklama olayları başlamıştır.

Ermeni tarihçilerine göre 1915 olayları İstanbul’da Taşnak, Hınçak ve Pamgavar Partilerinin önde gelen 235 politikacısının tutuklanması ile başlamıştır(2). Olayların aslına baktığımızda Ermeni iddialarının asılsız olduğu apaçık ortadadır. Çünkü Ağustos 1914 seferberlik halinden itibaren Ermeni gruplarının ordu hattının gerisinde isyan hazırlıklarına başladıkları görülmüştür. Devlet-i Aliyye’nin topyekûn isyan ihtimalini önlemek maksadıyla Tehcir Olayını hayata geçirdiği görülmektedir. Tehcir olayının ilk olarak ordu açısından stratejik öneme sahip bölgelerle sınırlı tutulması bazı iddiaların gerçeklik payını ortadan kaldırmaktadır. Ayrıca soykırım iddialarını destekleyen tarafların gözden kaçırdıkları bir bölüm var ki; Tehcir Kanunu’nda Ermeni nüfusun önemli bir kısmı tehcir olayının dışında tutulmuştur. Ancak savaşın ilerleyen dönemlerinde taşkınlık yapan bazı gruplar tehcir olayına sonradan dâhil edilmişlerdir.

Muaf tutulan Ermenilerin sayısı Amerikan diplomatları ve misyonerlerin raporlarında 300 bin ile 350 bin arasında belirtilmektedir. Burada şu soruyu sormadan kendimizi alı koyamıyoruz; Madem Osmanlı Ermeni nüfusunu yok etmek(soykırım) istiyordu, bu kadar önemli rakamlarda Ermeni’yi neden Tehcir Kanunu dışında bıraktı?

1960’lı yıllarda Ermeni diasporası elindeki gücü kullanarak 1915 Olaylarını dünya gündemine getirmek istemiştir. Diaspora kısmen başarılı olsa dahi beklenilen sonucu alamamıştır. Beklenen sonucun alınamaması, 1915 Olaylarının kısa süreliğine de olsa gündemden düşmesine sebep olmuştur. Politik yollardan destek bulamayan Ermenistan diasporası çareyi şiddet ortamı oluşturmakta aramıştır. Şiddet ortamının başlangıcı olarak 1973 ASALA Terör Örgütünün kurulması gösterilir. Bu terör örgütünün ilk eylemi 27 Ocak 1973’te Santa Barbara Başkonsolosu Mehmet Baydar ve Konsolos Bahadır Demir’e yönelik yaptığı eylemdir. Daha sonraki yıllarda bu örgüt eylemlerini özellikle siyasilere yönelik artırarak devam etmiştir.

Sözde ‘Ermeni Soykırımı’nı Tanıyan Ülkeler

ASALA Terör Örgütü PKK ile sürekli işbirliği yapmış ve 6 Nisan 1980’de Lübnan’da imzalanan ikili anlaşma ile ASALA Türkiye’deki eylemlerini sona erdirmiş ve eylemlerini Karabağ’a taşımıştır.

Ermenistan SSCB’nin zayıflamasını fırsat bilerek 21 Eylül 1991’de ülke genelinde SSCB’den ayrılmak için referandum yaptı ve bu tarih, bağımsızlık tarihi olarak ilan edildi. Ermenistan bu referandumdan sonra egemen ülke kimliğiyle uluslararası toplumun tam üyesi olarak 1992’de Birleşmiş Milletlere katıldı. Türkiye Ermenistan’ın bağımsızlığını 16 Aralık 1991’de tanıyarak, bu bağımsızlığı ABD’den de önce tanıyan ilk ülkelerden birisi oldu. Türkiye, iki ülke arasında yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen ilk tanıyan ülkelerden olması yönüyle Ermenistan’a karşı barışçıl politika izlediğini göstermiştir. Dönemin başbakanı Süleyman Demirel, Karadeniz’e kıyısı olmamasına rağmen 1993 yılında Ermenistan’ı Karadeniz Ekonomik İşbirliği’ne kurucu üye olarak davet etmiştir. Türkiye’nin barışçıl yaklaşımı bunlarla da sınırlı kalmamıştır. Ermenistan ekonomik krizde iken Türkiye, sınırsız destekte bulunan tek ülke olmuştur. Türkiye’nin yaptığı bu barışçıl adımlar Ermenistan tarafından karşılık görmemiştir.

Ermenistan-Azerbaycan arasında 1991-1993 tarihleri arasında yaşanan Dağlık-Karabağ sorunu ve Ermenistan’ın bu bölgeyi işgali sonucunda Türkiye, Ermenistan sınır kapısını 7 Nisan 1993 yılında kapatmıştır. Bu tarihten itibaren Türkiye ilişkilerin normal düzeyine dönmesi için üç ön şart koşmuştur; Karabağ İşgalinin sona ermesi, Türkiye sınırının tanınması ve 1915 Soykırım iddialarından vazgeçilmesi. Ermenistan ise, Türkiye’nin soykırımı tanımasını ve sınırı açmasını istemiştir.

1915 olayları ve Tehcir ile ilgili yazılar sitemiz yazarlarından Okan Şahin’in 1915 Olayları Sonrası Süreç: 1915’ten Günümüze ve 1915 Olayları ve Karşılıklı İddialar adlı yazılarından alınmıştır. Ayrıntılı merak edenler linklere tıklayarak yazıyı okuyabilir.


‘Ermeni soykırımı’nı tanıyan ülkeler haritası

www.mynet.com/haber/guncel/ermeni-soykirimini-taniyan-ulkeler-haritasi-2486128-1

https://tr.wikipedia.org/wiki/Ermeni_K%C4%B1r%C4%B1m%C4%B1%27n%C4%B1n_soy

k%C4%B1r%C4%B1m_olarak_tan%C4%B1nmas%C4%B1

http://odatv.com/-filistinde-basilan-soykirim-pulu-tartisma-yaratti–2204151200.html

Sözde Ermeni Soykırımını Tanıyan ve Reddeden Ülkeler

İki Güç Arasındaki ‘Keşmir Sorunu’nun Tarihi

Hindistan ve Pakistan’ın 1947’de bağımsızlığını kazanmalarından günümüze aralarındaki yegane sorun olan Keşmir Sorunu‘nu anlamak için, 1947’ye kadar olan Keşmir’in kısa tarihini, Hindistan ve Pakistan bağımsızlığı sonrası Keşmir’in durumunu ve Keşmir’in coğrafyasıyla birlikte demografik yapısını bilmekte fayda var. Bu yazıda da bu bilgiler hakkında bilgi vermeye çalışacağım.

Keşmir’in Coğrafyası ve Demografik Yapısı

Hindistan, Afganistan, Pakistan ve Çin Halk Cumhuriyeti’ne sınırdaş olan Keşmir Bölgesi, 15 Haziran 1947 tarihinde kabul edilen “Hindistan Bağımsızlık Bildirgesi” ile Hindistan Krallığı’ndan koparak bağımsızlığını kazanmıştır. O tarihten itibaren Pakistan-Hindistan ilişkilerinin en temel açmazlarından biri olan Keşmir sorunu günümüzde de geçmişteki önemini korumaktadır. Toplam yüz ölçümü 222.236 km² olan bölge;

a)1947’den itibaren Hindistan tarafından kontrol edilen 101.378 km²’lik Jammu-Keşmir,

b)1947’den itibaren Pakistan’ın kontrolü altındaki 78.114 km²’lik ‘Azad Keşmir’,

c)1962’den itibaren Çin’in işgali altında olan 42.735 km²’lik kuzeydeki Shakhgam Vadisi ve doğudaki ‘Aksa-i Çin’ bölgelerinden oluşmaktadır. Şuan Aksa-i Çin, Sincan Uygur Özerk Bölgesi’ne bağlıdır.

Hindistan Çin ve Pakistan kontrolündeki bölgelerin ayrıntılı haritası
Hindistan Çin ve Pakistan kontrolündeki bölgeler (Bahsedilen Keşmir Sorunu: Hindistan işgalindeki Jammu Keşmir bölgesi)

Keşmir kuzeyde Baldistan, güneyde Cammu, doğuda Ladak ve batıda Gilgit eyaletlerine ayrılır. Keşmir’in Sinkiang (Çin Türkistanı)la 450, Tibet’le 350, Pakistan’la 700 ve Rusya ile 20 mil sınırı vardır. Pamir Dağları bu memleketi Rusya ve Afganistan’dan, Himalayalar da Hindistan, Singiang, ve Tibet’ten ayırır. Muzafferabad, Baramula, Arant ve Nag vilayetleri Keşmir’e; Mirpur, Riasi, Udhampur ve Kathua da Cammu’ya bağlıdır. Keşmir’den doğan Ravi, Celum, Çenap ve İndus nehirleri Pakistan’a akar.

Dört milyonluk nüfusunun %80’sini Müslümanlar, geri kalanını Hindu (%20,5), Sikh (%15) ve Budistler (%1) teşkil etmektedir.

Keşmir’in iktisadi ve siyasi hayatının merkezi Keşmir Vadisinde toplanmaktadır ki bu vadinin göbeğindeki Sriganar şehri Keşmir’in başkentidir.

1947’ye Kadar Keşmir’in Kısa Tarihi

Keşmir zaman zaman Hindistan’a açılan yolların kapısı oldu. Makedonyalı İskender Hindistan’a bu yoldan girdi. Pandavalar, Kuşanlar, Karkotalar ve Lohanaların idaresi altında kalan Keşmir 14. asırda Müslümanlaştı. Sultan Zeynel Abidin (1422-1474) zamanında en iyi dönemini yaşayan Keşmir, 1587’de Ekber’in istilasına uğradı. Hindistan’da Müslüman devletin imparatoru Avrangzeyb zamanında, 1752’de Keşmir’i istila eden Afganlılarhalka hatırı sayılır derece kötü muamaele ettiklerinden Keşmirliler 1819’daki Sikh istilasına kurtarıcı gözüyle bakmaya başladılar. Sikhler Afaganlılarla yaptıkları savaşlarda Dogra hanedanından Raca Gulab Singh’in yardımını görmekteydiler. Gulap Singh Keşmir’de ki Sikhler’le ne kadar iyi geçinsede İngiliz-Sikhn savaşlarında tarafsız kalmış ve sonradan İngilizlerin tarafına geçmiştir. Neticede Sikhler İngiltere’ye mağlup oldular ve İngiltere Keşmir’i 1846 Amritsar Anlaşmasıyla egemen hale getirerek idaresini Gulab Singh’e vermiştir. Bu anlaşmayla birlikte halkın çoğunluğunun Müslüman olduğu Keşmir’e Hindu bir idareci tayin edilmiş oldu.

Gulab Singh ve ailesinin yönetimde olan Keşmir’de, Gulab Singh’in torunun erkek çocuğu olmayışıyla yönetim zafiyeti içinde bulunulması İngilizleri harekete geçirdi ve 1889’da geçici meclis kuruldu. Bu meclis çok geçmeden 1905’de dağıtıldı ve eski sisteme geri dönüldü.

Raca’nın idaresi altındaki halktan ağır vergiler alınıyor, Keşmirliler mahkemesiz bir şekilde yargılanıyor ve hapse atılıyordu. Hindu geleneğine göre kutsal sayılan öküzü kesen Müslümanların cezası idam ile on sene hapis arasında değişiyordu. Köylü topraksız bırakılmış ve eğitim, endüstri, sağlık ve diğer hizmetler ihmal edilmişti.

Hindistan ve Pakistan’ın Bağımsızlığından Sonra Keşmir’in Durumu

1947’de Hindistan ve Pakistan ayrıldığında Cemmu-Keşmir eyaletinin başında bir Sih genel vali (Maharaja) bulunmaktaydı. İngiltere bu gibi eyaletlere (Sind, Belucistan, Bengal, Pencap, Haydarabat, Junagar ve Cemmu-Keşmir) Hindistan ve Pakistan’la birleşeceklerini tavsiye ederken, iki kritere göre hareket etmelerini istemekteydi. Buna göre, coğrafi yakınlık ve eyalette yaşayan halkın çoğunluğunun hangi dine mensup(Müslüman, Hindu veya Sih) oldukları dikkate alınmalıydı. Bunlardan Haydarabat ve Junagar’da halkın çoğunluğu Hindu olmakla beraber yöneticileri Müslümandı ve Hindistan bu eyaletleri zor kullanarak da olsa kendisine katılmalarını sağlamıştı. Bununla beraber yüz ölçümü 222.000 km kare ve nüfusu 4 milyona yakın olan Keşmir’de durum farklıydı. Keşmir halkının büyük çoğunluğu Müslüman olmakla beraber başında Sih Maharaja Hari Sing bulunmaktaydı.

Yerel hükümdarların yeni devletlere bağlanmasında yer yer zora başvurulmuştu. Pakistan sınırına bitişik Bavahalpur ve Kalat gibi Müslüman hükümdarlıklar Pakistan’a katılırken, çoğu Hindu hükümdarlığın da Hindistan’a bağlanması sağlandı. Güney Hindistan’ın orta kesiminde yer alan ve halkının çoğunluğu Hindu olan Hayrabat’ın başındaki Müslüman hanedanın bağımsız kalma doğrultusundaki isteği askeri müdahale sonucu engellenirken, Hindu bir hükümdarın yönetiminde olduğu halkının yüzde 80’i Müslüman olan Cemmu-Keşmir, halkın Pakistan’la birleşme isteklerine rağmen başta bulunan hükümdarın buna engel olması üzerine tartışmalı bir bölge olarak kaldı.

Ayrıca coğrafik olarak da Pakistan sınırında bulunan Keşmir, Hindistan’la arasında bir tampon bölge oluşturmaktaydı. Bütün yollar Pakistan ile bağlantılı, demiryolu hattı Pakistan üzerinden geçiyor, hatta ulaşım ve genel ticaret Pakistan üzerinden yapılıyordu. Keşmirli Müslümanların bölünme ile ilgili görüşmeleri sürerken, Pakistan’la birleşmek istediklerini defalarca söylemelerine rağmen Keşmir’in başında bulunan Maharaja, Pakistan’la birleşmeyi kabul etmeyerek bağımsız kalmak isteyince, Cemmu Keşmir’de halk ayaklanmaya başladı. Oysa genel valinin yapması gereken, diğer eyaletlerde olduğu gibi, halkın genel isteğine uyarak Pakistan’la birleşme yolunu seçmekti. Ancak o, bunun yerine 15 Ağustos 1947’de her iki ülkeyle birer anlaşma imzaladı. O sırada Hindistan’ın başında 1946 Gandhi’nin ölmesiyle onun yerine geçen Nehru, Pakistan’da ise devlet başkanı olarak Cinnah, başbakanlık görevinde ise Liyakat Ali Han bulunmaktaydı. Ancak Cinnah’ın 1948’de ölmesi üzerine Gulam Muhammed cumhurbaşkanlığı görevini üstlenmişti. O gün için 1947’de Keşmir’de yaşayan 4 milyon nüfusun yüzde 80’i Müslümanlardan meydana gelmekteydi.

kesmir-manzara
Bereketli Topraklar: KEŞMİR

Keşmir iki nedenle Pakistan için büyük öneme sahiptir. Öncelikle halkının yaklaşık yüzde 80’i Müslüman olmasından dolayı Pakistan’ın bir parçası olarak sayılmakta ve bu nedenle Keşmir’de yaşayan Müslümanlarda Pakistan’la birleşmeliydi. İkinci olarak, Keşmir Pakistan için ekonomik açıdan da büyük önem taşımaktadır. İndus suları ve kolları Keşmir’in dağlık bölgelerinden geçiyor ve bu nedenle Pakistan nehrin üst kesimlerini denetimi altında bulundurmak istiyor. Ayrıca Pakistan, enerji ihtiyacını bu bölgedeki hidro enerji tesislerinden sağlamak istiyor. Hindistan ise, yüzde 20 oranında Hindu’nun yaşadığı bölge üzerindeki denetimini kaybetmek istemediği gibi, Pakistan’ın elde etmesine de izin vermeyerek bu stratejik (Çin-Pakistan-Hindistan) bölgeyi egemenliği altında tutmak istiyordu.

Hindistan alt kıtasındaki bu iki devletin bağımsızlığını kazanmasıyla Keşmir, bölge devletleri içinde stratejik bir öneme sahip oldu. Böylece Hindistan ve Pakistan, bu uygarlık kokan değerli topraklar için günümüze kadar yaşanacak anlaşmazlıkların, çatışmaların ve savaşların fitilini ateşlemiş oldu.


Türkkaya Ataöv, ”Keşmir Meselesinin Önemi”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 15, Sayı 1, 1960, ss. 195-198

http://www.sde.org.tr/tr/newsdetail/kesmir-bolgesine-bakis/1295, (E.T. 20/05/2016).

Tayyar Arı, Global Politika ve Güney Asya – Keşmir Sorunu ve Nükleer Yarış, (2. Baskı), İstanbul: Alfa Yayınları, 2000

Afrika’daki Petrol Rezervleri ve İlk 10 Ülke

3

Geçen yıl dünyada yapılan petrol ve doğalgaz keşiflerinin yüzde 40’ı Afrika’da gerçekleşti. Dünyada ortalama 1 trilyon 700 milyar kanıtlanmış petrol rezervi bulunuyor. Bunların 129 milyar 200 milyon varili Afrika’da bulunuyor. Bu keşifler sonucu Afrika’daki rezervlerin daha fazlasının da keşfedileceği düşünülürken, bu durumun Afrika’ya ilgiyi daha da arttıracağı ön görülüyor.

Afrika’da petrol rezerv miktarına göre ilk 5 ülke ise Libya, Nijerya, Angola, Cezayir ve Mısır diye gidiyor. Afrika’nın petrol bakımından en zengin ülkesi, Afrika’da en fazla petrol olan ülkeler ve Afrika petrol rezervi hakkındaki ayrıntıları özet bir şekilde infografikte bulabilirsiniz.

afrikadaki-petrol-rezervleri
Afrika’daki petrol rezervleri [infografik: AA]

[TAM EKRAN İNFOGRAFİK]

Şii-Sünni Geriliminin Soğuk Savaşla Benzerlikleri

Belki pek önemi olmayabilir bu benzetmenin ama yinede bana ilginç geldi. Bu yüzden paylaşmak istedim. Bildiğiniz gibi günümüzde özellikle Ortadoğu’da mezhepsel bazda gerilimler yaşanıyor. Elbette her toplumun içinden mutlaka karşısındakinin inancını cahillik ve saçmalık olarak gören, bu yüzdende o saçma fikrin ortadan kalkmasını arzulayıp öldürmekten çekinmeyen insanlar her zaman çıkabiliyor. Maalesef bizler yeni milenyumun büyüttüğü ve büyüteceği nesiller olarak daha uzun süre bu saçmalıklara şahit olacağa benziyoruz.

Tabi ki bu yaşananlar yeni değil. Örneğin Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail arasında zuhur eden, Çaldıran Savaşı’yla zirveye çıkan Osmanlı-Safevi mücadelesinin perde arkasında yine mezhepçilik var. Üstelik bu bahsettiğimiz iki hükümdar da Türk.

İran da Şiiliğe mensup mollalar 1979’da gücü ele geçirdiklerinde insanlar mollaların Şiiliğini pek konu etmezdi. Daha çok ABD’nin bir kuklası devrildi denirdi ve SSCB’nin Afganistan’ı işgali bu gündemi ikinci sıraya itiyordu. Tıpkı Bolşeviklerin 1917’de gücü ele geçirdiklerinde gündemin ilk sırasında, ilk sosyalist ülkenin kurulmasının değil, hâlâ devam eden 1. Dünya Savaşının olması gibi.

Gündemde ikinci sırada olsa da yinede bir tehditti tabi ki. Bu yüzden Bolşeviklerin Kızıl Ordusuna karşı Beyaz Ordu bir savaş başlattı ve bu savaş 5 yıl sürdü. Savaşın kıtlıkla birleşmesi milyonlarca insanı öldürdü. Tıpkı 80’li yıllarda Ortadoğu’da yaşananlar gibi yine gündemin ikinci sırasında ki tehdit olan İran, devrimden bir yıl sonra Saddam yönetiminde ki Irakla 8 yıl sürecek ve bir milyondan fazla hayatın kaybolmasına yol açacak savaşa girdi. Saddam kendi ülkesinde ki Şiilerin İran tarafından kışkırtılıp, kendi iktidarının Pehlevi gibi sona ermesinden endişe ediyordu. Tıpkı bolşevik devrimin kendi işçi kesimini etkilemesinden, yani kendi işçi devriminden korkan ve bu yüzden beyaz orduyu destekleyen batılı ülkeler gibi.

SSCB ilk yıllarında ülkede ki muhalif kesimleri avlıyor rejimi sağlamlaştırmaya çalışıyordu.
Aynı şeyi İran ülkede ki milliyetçi ve sosyalist tabakaları yok ederek tatbik etti. Her ikisininde kendi dertleri çok olduğundan kendi rejimlerini başka ülkelere ihraç etme gibi bir gayreti henüz yoktu.

SSCB, 2. Dünya Savaşının bitmesiyle beraber Avrupa da ki rakibi Hitler’den kurtulmuştu ve artık Doğu Avrupa onların kontrolünde birbir yeni komünist ülkelere kavuşuyordu. Aynı şekilde Japonya’ya karşı gönderilen ordularda Uzakdoğu da yeni komünist ülkelerin ortaya çıkmasını sağladı.

2. Dünya Savaşını bu sefer ABD öncülüğünde ki NATO ordularının terörizmle savaş programına benzetebiliriz. Bu durumda 11 Eylül Saldırısı’da Pearl Harbor Saldırısı olmuş oluyor. Sonra Japonya ve Almanya’ya karşı savaşan Batı, bu sefer Irak ve Afganistan’da mücadele ediyor. Suudi Arabistan tıpkı ABD gibi en az etkilenen ama en baş aktör gibi bir pozisyonda yer alıyor.

Nasıl ki Hitler kaybedince Doğu Avrupa faşizmden komünizme geçti. Bu sefer de Irak’ta Saddam devrildi yaşanan süreçle Irak Sünnilerden Şiilerin kontrolüne geçiyor. Zaten Saddam’da Hitler gibi nasyonal sosyalistti.

SSCB’nin savaşın bitmesiyle başlattığı rejim ihracını artık İran da, Irak Savaşı sonrasında başlatıyor. Irak Savaşı bitti derken bu sefer Suriye’de savaş başlıyor. Tıpkı 2. Dünya Savaşının yaraları sarılmaya çalışılırken Kore’de savaşın başlaması gibi.

Kore Savaşı 3 yıl sürdü ve her iki ülkede de bir değişim olmadı. ABD tam Kuzey Kore’yi yok edecekti ki, Çin müdahale etti ve ABD’nin tam teçhizatlı ordusu, Mao’nun gönüllülerden oluşan köylülerine yenildi. Görünen o ki Çin’in Kuzey Koreyi kurtarması gibi, Rusya da Esad’ı kurtaracak ve savaş hiç bir değişim yaşatmadan boşa gidecek.

İran’ın rejim ihraç etme konusunda şimdilik başarılı olduğunu söyleyebiliriz. Bağdat, Sana ve Şam onların elinde. Yemen Savaşı da bu bağlamda Vietnam savaşına benziyor. Bir güney var bir de kuzey. Vietnam da kuzey güneyi ele geçirerek birleşmeyi sağlamak istiyordu ve buna ABD engel olmak için çok uğraştı. O dönem ABD ekonomisi bu savaş yüzünden çok ciddi yaralar aldı. Tıpkı Yemenin kuzeyinde ki Husilerin güney’e karşı yürüyüşü gibi. Bu sefer Suudi Arabistan bunu engellemeye çalışıyor ve ekonomisi mahvolmak üzere.

Suriye İç Savaşını, Kore Savaşına benzetmiştim. Kore savaşının hemen öncesinde NATO kuruldu. Bu örgütün niyetinin sosyalizme karşı mücadele olduğu belliydi. Şimdide Suriye savaşı sırasında Suudi Arabistan önderliğinde İslam ordusu kuruluyor. Ama ne İran, ne Irak, ne Suriye, ne de Türkiye dışındaki Türk Cumhuriyetlerden birisi var. Demek ki bu İslam Ordusu falan değil, bildiğin Sünni ordusu. Rakipte IŞİD değil, İran ve dostları

İran’ın sıradaki muhtemel hedefleri de Bakü, Bahreyn ve Beyrut olacaktır. Bahreyn’de Sünni Kral her an Şii halk tarafından devrilirse şaşırmamak gerekir. O zaman ABD’nin Küba’sı, Suudi Arabistan’ın Bahreyn’i olmuş olur. Kocaman ülkenin dibinde ufacık bir ada ülkesi nede olsa. Beyrut’ta da Hizbullah’ın darbesi pek uzak bir ihtimal değil.

Bakü’ye gelince.

Petrol fiyatlarındaki düşüş Azerbaycan ekonomisini olumsuz etkiledi ve Aliyev’in ailesinin yönettiği ülke, her an başlayabilecek bir Türkistan baharı ile kitlesel demokrasi eylemlerine sahne olabilir. Son seçimlerde yaşananlarla giderek gerileyen karizmasını arttırmak için en son Ermenistan’a karşı zafer kazanmak istedi ve işe yaradı da. Eğer olur da eylemler istifa getirirse gerisi demokrasiye kalmış. Ama en zor lokma Azerbaycan olacaktır. çünkü Sovyetler Birliği sayesinde en az dindar olan Şiiler Azerbaycan’da yaşamakta.

Soğuk savaşı NATO kazandı diyebiliriz. Bakalım bu yeni Şii-Sünni soğuk savaşını kim kazanacak ve kazanmanın ölçüsü ne olacak göreceğiz.

Muhammed Ali Çalışkan

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

IŞİD, Egemen Güçlerin Bir Projesi Mi?

ABD işgalinin ardından 2004 yılında Irak’ta, Ürdün asıllı Ebu Mus’ab ez-Zerkavi tarafından Tevhid ve Cihad adında bir örgütün kurulmasıyla temelleri atılan IŞİD; Irak ve Suriye’de kontrol ettiği büyük bir alanda, bir “İslam Devleti” kurduklarını iddia eden ve kendisine “Dünya’nın en zengin ve en güçlü” terör örgütü ünvanını kazandıran bir finansal ve askeri güce sahip örgüt. IŞİD, DEAŞ, DAİŞ… Adına ne denilirse denilsin bu terör örgütünün bu kadar kısa sürede nasıl böyle bir potansiyele sahip olduğu ve yürüttüğü stratejinin dolaylı olarak nasıl “kendi düşmanlarının” işine yaradığı gerçekten de oldukça merak uyandıran bir meseledir. IŞİD’i güçlendiren yalnızca Irak’taki Şii yönetimin baskıları ve Suriye’de elde ettiği geniş toprak parçası üzerinde sömürdüğü kaynaklar mıdır?

Hemen hemen bütün “süper güçlerin” pay sahibi olmak istediği bir coğrafyada, bir terör örgütünün bölgede en fazla stratejik öneme sahip olan ülkerin ikisinde, Britanya büyüklüğünde bir alana çok kısa bir sürede yalnızca kendi potansiyelini kullanarak hükmetmesi ne kadar gerçekçi? Tüm bu sorular IŞİD’in sadece bir “öfkeli Sünni gençler hareketi” mi, dini temelde bir devlet yapısı kurmak isteyen bir topluluğun ürünü mü veya uzun vadeli çıkarlarının söz konusu olduğu, ABD ve asıl müttefikleri tarafından oluşturulmuş bir taşeron örgüt mü, yoksa tüm bu amaçların birleştiği eşine az rastlanan bir “konsorsiyum” olduğu ihtimali, reel-politik düzlemde ne kadar karşılığı olan bir durum? Özdağ’ın da belirttiği gibi; “IŞİD ile ilgili çok değişik tanımlamaların yapıldığı bir süreçten geçiyoruz. Bazılarına göre IŞİD, Irak’ta önce Amerikan işgal rejimi daha sonra Maliki hükümetleri tarafından devlet sisteminden dışlanan ve ezilen Sünni Arapların tepkisini dile getiren yeni-Vehhabî/Selefi çizgide bir örgüt. Bir başka izaha göre, IŞİD, Afganistan, Çeçenistan ve Bosna-Hersek savaşlarının oluşturduğu cihatçı Selefi kitlelerin bel kemiğini oluşturduğu, profesyonel ve hareket halindeki savaşçıların içinde yer aldığı, amacı gerçekten İslam devleti kurmak olan bir örgüt. Bir diğer açıklamaya göre IŞİD, ABD’nin Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek amacı ile kurduğu bir terör örgütü. ABD, IŞİD’i yönlendirerek ve bahane ederek, Orta Doğu’da Büyük Kürdistan’ı kurmak için çalışıyor. Bu arada IŞİD, bünyesindeki cihatçı Selefileri Suriye-Irak Sünni havzasında toplayarak imha etmeyi hedefliyor. Üç değişik izahı desteklemek ve akla yatkın hale getirmek için yeterince “kanıt” bulmak da zor değil. Sonuç olarak IŞİD, bu üç eksenin karışımında bir noktayı temsil etmektedir ve Türk Milleti ve İslam medeniyeti için bir tehdittir (Özdağ, 26 Eylül 2014). Amerikalılar IŞİD’i yok etmek için değil, IŞİD’e sınır çizmek için bir operasyon yapıyorlar. IŞİD çok düz bir coğrafyada olmasına rağmen Irak ordusunu stratejik hava bombardımanıyla yok eden Amerikalılar IŞİD’i yok etmiyorlar, sadece zayıflatıyorlar. Böylece sınırlar çiziliyor. Bu arada IŞİD bazı yerlere giriyor, bu bölgeleri KDP veya PKK IŞİD’den alıyor. Böyle olduğunda, kendilerine ait olmayan bu bölgeleri almaları meşrulaşıyor (Özdağ, 2016, Al Jazeera).

"IŞİD"in "Batı"nın elinde bir kukla olduğunu ve örgütün Batı’ya yönelik saldırılarının bir düzmece olduğunu anlatan karikatür.''
“IŞİD”in “Batı”nın elinde bir kukla olduğunu ve örgütün Batı’ya yönelik saldırılarının bir düzmece olduğunu anlatan karikatür.”

Öte yandan IŞİD ile yürütelen savaşın aslında, PYD için kirli bir meşruiyet zeminin oluşturduğunu Aktay şöyle açıklamaktadır; IŞİD, Esad rejimi ve PYD arasında başından beri yaşanmakta olan tavşan-tazı oyununa koalisyon güçlerinin hava saldırılarıyla verdiği destekle tezgahın bütün detayları ortaya çıkmaya başlıyor. Önce PYD, baştan itibaren Esad rejimiyle hep koordineli çalıştı. Özgür Suriye Ordusu ile birlikte hareket ettiği kısa süre içinde bile hiç bir zaman Esad güçleriyle gerçek bir çatışma yaşamadı. O yüzden Esad rejimiyle hiç bir zaman karşı karşıya gelmedi. IŞİD’inse ortaya çıktığı saatten itibaren büyüme ve güçlenme hızı arkasında büyük bir aklın ve yönetimin olduğunu gösteriyordu. Ancak yaptığı hiç bir şey iddia ettiği gibi ne İslam’la ne de kendine çalışan bir devletin aklıyla bağdaşmıyordu. İçinden çıktığını söylediği el-Kaide’yi yok ederek veya onu kendine tabi kılmaya çalışarak işe başladı. Muhalefet saflarında ortaya çıktığı halde şu ana kadar Esad rejimine karşı hiç bir kayda değer mücadelesi olmadı. Aksine bütün mücadelesi Esad’ın muhalifleriyle, bilhassa ÖSO’ya karşı gerçekleşti. IŞİD, ÖSO’nun güç bela Esad rejiminden ele geçirdiği mevzilerin bir çoğunu teker teker aldı. Ele geçirdiği yerlerde dünyaya göstere göstere yaptığı katliamlarla, kendi şeytanlaştırılma sürecine büyük bir destek vermiş oldu. Şeytanlaştırma işleminin ardından gelen koalisyon (ABD) müdahalesi, 4 yıldır 500 bine yakın insanın kimyasal veya konvansiyonel silahlarla vahşice ölümüne, on milyondan fazla insanın tehcirine yol açmış Esad’a karşı sergilediği sessizliğin kefaretini IŞİD’den çıkarır gibi davranıyor. Oysa IŞİD ile Esad arasında apaçık bir ittifak var. IŞİD vuruluyorsa zaten dolaylı olarak Esad vurulmuş oluyor denilebilir. Ama numara burada bitmiyor ki. IŞİD’e karşı mücadele adı altında aslında hedeflenen ve vurulan neticede sadece gerçek rejim muhalefeti yani ÖSO oluyor. Açığa çıkan tezgah, IŞİD’in şu anda Esad ve koalisyon güçlerinin kontrolünde PYD’ye alan açmasıdır. Tezgah şöyle işliyor: Alabildiğine şeytanlaştırılmış, kendi şeytanlaştırılmasına da bizzat kendisi gereken desteği vermiş olan IŞİD ile savaşmakla ABD’nin gözünde kahramanlaştırılan PYD her türlü desteği alıyor. PYD’nin girmesi gereken yere önce IŞİD, hiç bir mantığı ve gereği yokken saldırıyor ve ele geçiriyor, bir de bayrağını dikiyor. Belki bir kaç cinayet, katliam görüntüsünden sonra koalisyon güçlerinin hava desteği ile PYD güçlerine yol veriliyor (Aktay, 20 Haziran 2015). Burada vurgulanması gereken bir başka hususta Türkiye için bir tehdit oluşturan PYD’yi, ABD’nin IŞİD kartını devreye sokarak meşrulaştırmaya çalışmasıdır. Bunu açıklamak gerekirse; Suriye muhalefeti içinde İslami hareketlerin yaygınlaşmasıyla sahada PYD’yi ABD’nin en önemli müttefiki konumuna getirdi. Bu bağlamda ABD kendi ileriye dönük çıkarları için PYD’nin alan hakimiyetini genişletmesini istiyor. Fakat Türkiye PYD’ye karşı çıkınca devreye IŞİD giriyor. Önce kendisini Türkiye için PYD’den daha tehlikeli olduğunu ülkemiz içinde yaptığı eylemlerle ve sınır bölgelerine attığı füzelerle kanıtlamaya çalışıyor. Daha sonra Türkiye’nin de desteklediği muhalif gruplara saldırıp onlardan toprak elde ediyor. En sonunda PYD’de herkes için tehdit oluşturan bu örgüte karşı savaşıp, IŞİD’in muhaliflerden aldığı toprakları kendisi IŞİD’den alıyor. Son gelişmelerde bu durumu daha iyi görmek mümkün. IŞİD Suriye’nin kuzeybatısında muhaliflerin kontrolündeki Azez’e doğru ilerlerken hemen doğusunda PYD/SDG IŞİD kontrolündeki Mambij’e doğru ilerliyor. Tüm gruplar arasında çatışmalar yaşansa da gerçek manada savaş, IŞİD’in muhaliflerden aldığı toprakları PYD’nin IŞİD’den alması şeklinde yürüyor. Sonuç olarak IŞİD’in çok eksenli bir yapı olduğu, doğrudan ve dolaylı olarak ABD’nin Ortadoğu politikasına hizmet ettiği gözardı edilemez. Aşağıda üç farklı tarihte yayınlanmış üç haritada, IŞİD’in alan hakimiyetinin daraldığı ve bu bölgeleri daha çok PYD’nin ele geçirdiği açık şekilde görülüyor.

2014-pyd-harita

aralik-2015-pyd-haritasi

2016-haziran-pyd-haritasi

Mehmet Enes Bağlama

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR


Aktay, Y., 2015, Tezgahın kod adı: IŞİD, Yeni Şafak Gazetesi, Erişim 3 Mayıs 2016,
http://www.yenisafak.com/yazarlar/yasinaktay/tezgahin-kod-adi-isid-2014541

Özdağ, Ü., 2014, IŞİD Gerçekten Nedir, Yenicağ Gazetesi, Erişim 2 Mayıs 2016,
http://www.yenicaggazetesi.com.tr/isid-gercekten-nedir-32115yy.htm,

Özdağ, Ü., 2016, Yaşanan Ortadoğu İç Savaşı, Al Jazeera, Erişim 2 Mayıs 2016,
http://www.aljazeera.com.tr/al-jazeera-ozel/yasanan-ortadogu-ic-savasi

Doğu-Batı Kavramlarıyla Ortadoğu’nun Önemi

Doğu + Yunan = Roma

Roma + Cermen = Batı

Tunus’ta başlayarak tüm Ortadoğu’yu etkisi altına alan karışıklık pek çok yıkıma neden oldu. Bu süreçte bir dönemin güçlü isimleri tarih sayfalarında yok oluşları ile yerini aldı. Yok olan liderler için, akıbeti henüz tarihin süzgecinden geçmediği için üzülsek mi sevinsek mi bilemediğimiz bir dönemdeyiz. Ortadoğu’da yeniden düzenlenmek istenen siyasal parametreler, dengelerin değişmesine ve bu durumun sonucu olarak ortaya çıkan kaos altıncı yılına girdi.

Ortadoğu’da bu günlerde nefret hâkim. Hem de 1000 yıldır birlikte güçlü ve umutlu yaşamış, 100 yıldır ayrı düştüğü için güçsüz ve kederli yaşayan milletler arasında. En son tüm Ortadoğu milletleri için savaşan yerel birleşik güç 100 yıldır tarih sahnesinden uzakta. 100 yıl önce böyle bir gücün himayesinde yaşayan tüm milletler bugün, o gücün yokluğunda yeniden toparlanmak için geçiş süreci yaşamaktadır. Ve bu süreç sancılı olmaktadır. Bir düşünür “Doğumlar Sancılı Olur” der. Ortadoğu milletlerinin bugün birbirine karşı yürüttükleri bu savaş nedeniyle tüm kaynakları tükenirken bu savaşın hiçbir kazananı olmayacaktır.

Kadim doğu, saygıyı hak edecek ciddi dinamiklere sahiptir. Tüm dünyanın kaderine bu denli önemli katkılar sunan ve tarihin gidişatının beklenmedik şekilde değişmesine neden olabilecek güç; “yok” sayılamayacak kadar “var” dır. Ortadoğu’yu kaosa sürüklemeye destek olan, yıkıma göz yuman mağrur Batı, 500 yıldır öldürücü silahı sömürgecilik ile ihtişamlı güce erişmiştir. Bu gücü keşifler ve icatlar ile elde etmiştir. Modern Batı Medeniyeti’ne zemin oluşturan bilgi birikimi gelenek, inanç, alışkanların kökeni; her ne kadar görmezden gelse de “yok” saydığı Doğu Medeniyet’inden akmıştır. Her dönem birbirleri ile mücadele etse de iki medeniyet, bugün Batı, Ortadoğu’yu yaşatmak zorundadır. Kaynakların adil paylaşılması konusunda cimrilik eden Batı Medeniyeti, Ortadoğu’da patlak veren kargaşaların da nedenlerindendir. Batı, Ortadoğu’dan başlayan medeniyet birikiminin getirdiklerini adil bölüşmeyerek, geçmişine kör, inkârcı, sağır oldukça, Ortadoğu’da başlayan ateş her yanı saracaktır. Ortadoğu milletleri kendi politikalarını üretemedikçe umut uzak gözükmektedir bu topraklarda. Batı ise Ortadoğu’ya uyguladığı hesapsız saldırgan politikalar ile 300 yıldır üzerinde oturduğu tahtın bacaklarını kesmektedir. Ne ile? Kendi inşa ettiği sistem ile. Peki kim tarafından? Yeni oyuncular; Uzakbatı-Uzakdoğu.

Medeniyetin başladığı yerde filizlenen hangi fikir varsa yürüyerek uzaklaşanlarla dünyanın dört bir yanına dağılmıştır. Son icatlar, düşünsel ve teknik olarak insan medeniyetinin günümüzde hemen her konuda bayraktarlığını yapan Uzakbatı ve Uzakdoğu’dan gelmiştir. Atalarının torunları dünya tarihi üzerine ekilen ne varsa en son hali ile tekrar döndüler dedelerinin topraklarına. Yeni oyuncular çok daha hızlı, çok daha hırslı ve çok daha acımasız. Artık Ortadoğu ve Ortabatı (Avrupa) her geçen gün uzak taraflardaki yeni oyunculardan merhamet bekler hale gelmektedir. Yeni oyuncular ise Ortadoğu ve Ortabatı’nın mirası olan sömürgecilik, eşitsizlik, totaliterlik, soykırım gibi unsurlarla adeta Atalarının mirası ne varsa yıkmak için saldırmaktadır.

Burada başlayan ve burada biteceği milyarlarca insan tarafından inanılan Ortadoğu menşeili senaryolar bir son vaat etmiştir. Günümüzde hakim güçler, vaat edilen sonun biran evvel gelmesi için vaat edilen (olumsuz) gayretleri sergilemektedirler. İnsanlığa hak ettiği saygıyı göstermeyen, geçmişi unutmuş, dünya kaynaklarının tüm tükenişine karşın yaşamsal varlığının devamı gereği “kaosa” destek vermekte bulan acımasız anlayış, bugün güce hâkim.
İnsanlık medeniyetin kontrolünü kaybederse, kendi kurduğu medeniyetin yıkımına kendisi sebep olacaktır.

Mehmet Balcı

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR