1848 “Devrimleri” ve İşçiler

0

Binlerce yıl uygarlıkların gelişimini sağlayan ve biçimlendiren tarım, XVIII. yüzyıl sonlarında ortaya çıkan ve XIX. yüzyıldan itibaren önce Avrupa’yı, sonrasında tüm dünyayı şekillendiren sanayileşme olgusuyla söz konusu özelliğini yitirdi. Sanayinin ortaya çıkışı insanlık tarihinin hızlı ve köklü şekilde yeniden biçimlenişinde asli bir rol oynadı. Ekonomik alanda ortaya çıkan bu olgu kısa sürede siyasal ve sosyal etkiler yarattı. Uygarlık, fabrikaların artışıyla birlikte yaklaşık yüz yıl içinde farklı bir hal aldı.

Üretim artışı kaçınılmaz olarak iş gücü talebini de beraberinde getirdi. İş gücü talebindeki artış usta-çırak ilişkisini bitirmek ile kalmayıp sosyal alanda var olan düzen ki bu düzen loncalar ile sağlanıyordu, yozlaşıp yıkıldı. Var olan sistemin yıkılmasıyla birlikte toplumda yeni bir düzene ihtiyaç hasıl oldu. Ancak hasıl olan bu ihtiyacı gidermek hiç de kolay olmadı ve sancılı bir süreç içerisine girdi. Bu durum emek-sermaye çelişkisinin belirginleşmesine ve yeni bir toplumsal sınıfın yani işçi sınıfının doğuşuna neden oldu. Fabrikaların ortaya çıkışı ve Avrupa tarihinde daha önce ortaya çıkmış ve XIX. yüzyıla kadar çok önemli etkilerde bulunmuş bir başka sınıfın, yani burjuvazinin eseridir.

Burjuvazinin Avrupa’da XIX. yüzyıl öncesinde en belirgin biçimde 1789 Fransız Devrimi’nde görüldüğü gibi oynadığı devrimci rol, sınai kapitalizmin gelişmesiyle daha da önem kazanacak ve burjuvazi siyasal sistemin şekillenmesinde çok daha belirleyici ve etkili olacaktır. 1830 devrimiyle birlikte burjuvazi daha da güçlendi. 1830-32 yılları arasında Batı Avrupa’da sanayi gittikçe gelişiyor ve sermaye birikimi ve milli gelir artıyordu. Ve fakat, bu artıştan işçilere düşen payın oranı gittikçe azalıyordu. Bu durumun tabii sonucu, işçi dünyasının hoşnutsuzluğu oldu. Siyasi hakları da kısıtlı olan bu alt tabaka halk kitlesi siyasi amaçlarına ulaşmak için meşru yol olarak devrim yolunu seçmişlerdi. Fransa başta olmak üzere yasak olmasına rağmen işçi örgütleri kuruldu. Bu örgütlerle birlikte işçi sınıfı özellikle Karl Marx ve Friedrich Engels’i okuyor ve “aydınlanıyordu”.

1840’lı yılların getirmiş olduğu büyük atılıma rağmen Avrupa’nın birçok ülkesi ekonomik zorluklar ile pençeleşiyordu. Örneğin, İrlanda’da büyük bir açlık yaşanırken 1847’de Fransa’da ve Orta Avrupa’da ortaya çıkan ticari bunalım yoğun bir işsizliğe neden oldu. Bu duruma, özellikle Avrupa’daki alt sınıflar büyük tepki gösterdi ve radikal grupların yükseldiği gözlemlendi. Bu tarihte devrime kalkışılacağını öngörmek çok zor olarak değerlendirilemez.

Avrupa’nın birçok yerinde yaşanan ayaklanmalar genellikle başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Bazı kazanımlar elde etmişlerse de bu kalıcı olmamıştır. Zaten 1850’li yıllarda iktisadi alanda refah dönemine girilmesi, işçileri sessizliğe gömmüş ve Avrupa’daki ihtilalci hava iyice dinmiştir. Bu nitelikleri itibariye 1848 olayları mutlak bir devrim olarak adlandırılamaz. Aslında bunun sebebi siyasal toplumsal ve ekonomik olarak erken gelişen liberal çevrenin fırsat tanımamasıdır. Çağrı Erhan’ın Siyasi Tarih dersinde belirttiği gibi; ”1830 devrimlerini yapanlar 1848’i bastıranlardır.”

Tam anlamıyla başarıya ulaşmamış olan 1848 olayları ilerisi için işçilerin bilinçlenmesine ve/ya devrim için nelere ihtiyaç duyduklarını saptanmasına yarar sağlamış ve daha sonraki işçi hareketleri ve bu sayede elde edilen hakları ortaya çıkaran en önemli tecrübe olması dolayısıyla oldukça önemlidir.

Hüseyin Kaylı

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Türkiye-Suudi Arabistan İlişkileri: Zorunlu İttifak

Eğitim sistemimizin birçok insanımızın beynine kazıdığı kalıplaşmış ön yargılardan birisi de ”Araplar bizi arkadan vurdu” ifadesidir. Bunun ardından gelen; ”Araplar pistir”, ”Araplar haindir, güvenilmezdir” gibi öteki ifadeler de olumsuzdur. Benzeri bir durum Arap toplumlarında da görülmüştür. ”Arapları ezen ve sömüren Türk İdaresi” fikri ne yazık ki birçok Arap insanının kafasına yerleştirilmiştir. Anlatacağımız yaşanmış bir olay bu konuyu anlamamızda yardımcı olacaktır.

Suudi Arabistan’da görev yapan batılı bir diplomat şöyle bir olay anlatır; Görüşmelerinde bir Türk diplomat ona ” Araplara güvenmeyin. Onlar uygarlıksız çöl barbarlarıdır.” der. Daha sonra görüştüğü bir Arap diplomat da ona ”Türklere güvenmeyin. Onlar uygarlıksız Orta Asya barbarlarıdır” şeklinde Türk diplomatın söylediğine benzer bir ifadeyi Türkler için kullanır. Görüldüğü gibi Türk-Arap ilişkilerinde olumsuz ön yargıların belirleyici olduğu bir dönem yaşanmıştır.

Aslında siyasi açıdan bakınca iki tarafın da bu konuda bazı zorunluluklar içerisinde olduklarını görürüz. Bu olumsuz düşünceleri yönettikleri insanlara benimsetmek taraflar için bir gereklilikti. Osmanlı Devleti’nin hakim olduğu coğrafyada kurulmuş olan Arap devletleri de, Türkiye Cumhuriyeti’de; kendilerinin Osmanlı’dan daha iyi oldukları düşüncesini vatandaşlarının kafalarına yerleştirmek zorunda hissediyordu. Osmanlının tarihteki başarılarını tekrarlamak ve onun kadar büyük olmak mümkün olmadığından; Osmanlıyı kötülemek ve alçaltmak tarafların kendilerini iyi göstermek için kullandıkları bir yol oldu. Bu yolla kendi kuruluşlarını meşrulaştırmaya ve vatandaşlarına kendilerini benimsetmeye çalıştılar.

Buna ek olarak; Osmanlı mirasını reddetmek genç Türkiye Cumhuriyeti için bir var olma meselesiydi. Sömürgelerinde milyonlarca Müslüman yaşayan batılı güçler küresel hakimiyetlerini korumak ve güçlendirmek zorundaydılar. Dünyanın herhangi bir yerinde, ama özellikle petrol coğrafyasında İslam Dünyası’nın lideri olduğu iddiasındaki Müslüman bir devlet küresel dengeleri bozabilirdi. Batılı büyük güçler ne Orta Doğu’da ne İslam Dünyasında, kendilerine meydan okuma ve küresel güç olma potansiyeli olan bir siyasi yapı istemiyorlardı. Bu yüzden; zaten yüzlerce yıl batının siyasi, askeri, ekonomik ve kültürel saldırılarına maruz kalmış olan Osmanlı Devleti çökmekten kurtulamadı. Varisi olan genç Türkiye Cumhuriyeti ise küresel batılı güçlerin düşmanlığından korunmak için Osmanlı Mirasını reddetmek zorundaydı. Tüketici dış ve iç savaşlardan yeni çıkmış; tükenip yok olmanın eşiğine gelmiş Türkiye’nin ”İslam Dünyasının Liderliği” iddiasını sürdürmesi varlığını tehdit altına sokacak bir risk olurdu. Bu yüzden tarihimiz ”Araplar kötüdür, Türkleri Araplarla beraber yaşattığından dolayı Osmanlı Devleti de kötüydü.”, ”Osmanlılar hain ve pis Arapları koruyacağız diye boş yere Türk nüfusunu harcadılar” gibi basmakalıp ön yargılarla dolduruldu. Sonradan görme petrol zengini bazı Arapların davranışları da bu ön yargıları güçlendirdi.

Benzer durumlar Arap devletlerinde de, örneğin en zengin ve önemli Arap devletlerinden olan Suudi Arabistan’da da yaşanmaktaydı. Ataları çöl bedevileri olan Suudiler zamanın halifesi Osmanlı padişahına isyan ederek devlet kurdular. Kabile ve mezhep asabiyeti bu devletin kurucu dinamiğiydi. Sonradan ele geçirdikleri şehirlerdeki yerleşik Arap halkı ise kültürel olarak Suudilerden daha üstündüler ve Osmanlı İdaresini Suudilerin idaresine tercih etmekteydiler. Suudi Devleti, Osmanlı Halifesine isyan ederek ve ona karşı Hristiyan İngilizlerle iş birliği yapılarak kurulmuştu. Suudiler; Osmanlı halifeliğinin İslam’a uygun olduğunu kabul ederlerse, kendilerinin İslam’ın dışında olduklarına kabul etmeleri gerekirdi ki bu da mümkün olan bir durum değildi. İslam dini açısından bu durumu kabul edilebilir hale getirmek ancak Osmanlı Devleti ve halifesinin İslam’dan uzak olduğunu iddia ederek mümkün olabilirdi. Osmanlı Devleti’ni kötülemek Suudi Devleti’ni meşrulaştıracaktı. Suudi hanedanına göre; Osmanlılar İslam dinini bidatlerle doldurdukları gibi, Avrupalıların etkisinde de kalıp Hristiyanlara benzemişlerdi. İslam’ın saflığını en çok koruyan Arap milletini de baskı altında tutup sömürüyorlardı. Yukarıdaki cümlelerde geçen ”Osmanlı” kelimesi çıkarıp yerine ”Türk” kelimesini yerleştirdiğimizde de anlatmaya çalıştığımız düşünce değişmez. Türk-Osmanlı idaresinin Arapları ezdiği ve İslam’a uzak olduğu argümanı Suudi Arabistan Devleti’nin kuruluşunu meşrulaştırmak için kullanılmıştır. Ülkemizde uygulanmış olan katı laiklik uygulamaları da bu argümanın ve Arap dünyasındaki olumsuz ”Türk İmajı”nın güçlendirilmesinde etkili olmuştur. Suudiler; laikliği tabulaştırmış bir Türkiye’yi İslam Dünyası’nın lideri olmaya çalışan İslami bir Türkiye’ye tercih ediyorlardı. Çünkü böyle bir Türkiye; kabile temeline dayanan ve halkı tarafından fazla sevilmeyen Suudi Arabistan’ı dış politikadan çok iç politikada risk altına sokabilirdi.

Geçmişten günümüze, (Osmanlı Dönemi dahil) Suudi Arabistan Haritası
Geçmişten günümüze, (Osmanlı Dönemi dahil) Suudi Arabistan Haritası

Suudi Arabistan Devleti’nin Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı mesafeli olmasında kuruluş felsefesi gibi dış politika hedefleri de etkili olmuştur. İslam Dünyası’nın kutsal topraklarını yöneten Suudi Arabistan İslam Dünyası’nın lideri gibi de davranmaya başladı. Türkiye Cumhuriyeti’nin aksine Suudi Arabistan’ın böyle bir iddiasının olması batı dünyası için bir tehdit değildi. Çünkü nüfusu, üretim kapasitesi, teknoloji seviyesi böyle bir iddiayı gerçekleştirmesine imkân vermiyordu ve vermesi de mümkün değildi. Tam tersine, Suudi Devleti, kuruluşunu olduğu gibi varlığının devamını da batılı güçlerle kurduğu temel ilişkilere borçluydu. ”Kâbe Baskını”, ”Kuveyt’in İşgali” gibi birçok gelişme bu durumu açıkça ortaya koymuştur. Bununla birlikte ”İslam Dünyası’nın Liderliği Rolü” Suudi Arabistan için dış politikada olduğundan çok iç politikayla ilgili bir gereklilikti. Kutsal toprakların yöneticisi ve İslam Şeriatı’nın uygulayıcısı olduğunu iddia eden bir devletin dünya Müslümanlarının sorunlarına ilgisiz olması düşünülemezdi. Özellikle de bu devlet, kendisinden önce bölgede hakim olmuş olan Osmanlı Devleti’nden daha Müslüman olduğunu iddia ediyorsa bu rolü oynamak zorundaydı. Petrolden elde ettiği büyük finansal gücü de, Suudi Arabistan’ın bu role soyunmasını kolaylaştırmıştır. Geçmişte bu rolü başarılı olarak oynamış olan Osmanlı Devleti’nin varisi Türkiye Cumhuriyeti’nin, tekrar bu hedefe yönelmesi Suudiler için rahatsız edici bir ihtimaldi. Suudi Devleti’nin Osmanlı Mirasına karşı olan rahatsızlığını ve hıncını Osmanlıdan kalan eserlere olan yıkım hevesinde kolayca görebiliriz.

Bu durum, Suudi Arabistan ile Türkiye arasında sınırlı olumlu ilişkiler kurulmasına engel olmasa da, tarafların kader ortaklığına gitmesi beklenebilir bir durum değildi. Kuruluşunu İngiltere’ye borçlu olan Suudi Arabistan, varlığını devam ettirebilmek için Amerika ile kurduğu yakın ilişkilere muhtaçtı. Amerika’da aynı şekilde petro-dolar sistemini kurabilmek ve devam ettirebilmek için Suudilere muhtaçtı. Suudiler; petrol ticaretlerini dolar üzerinden yaptılar. Üstüne petrolden elde ettikleri dolarları Amerikan finans kurumlarında işleterek ve Amerikan tahvilleri alarak da petro-dolar sisteminin en büyük ekonomik destekçisi oldular.

Buraya kadar yazdıklarımız geçmişi yansıtmaktadır ve Türkiye-Suudi Arabistan ilişkilerinin bugünkü tablosuna taban tabana zıttır. Neler değişti de tüm olumsuzluklara rağmen bu tabloya ulaştık?

Hangi sebeplerden dolayı Türkiye ve Suudi Arabistan ilişkileri ittifak kuracak seviyeye geldi? Neler değişti de ”İslam Ordusu” denilen yapı ortaya çıktı? İslam Ülkeleri Türkiye ve Suudi Arabistan önderliğinde küresel bir birlik olmaya doğru adım atmış gözüküyorlar. Bu derece iddialı ve büyük gelişmeler hangi zorunluluklar yüzünden ortaya çıkmaktadır? Suudi Arabistan’ın dış politikasında ve Türk-Suudi ilişkilerinde bu denli radikal değişiklikler yaşanmasının sebepleri neler olabilir?
Türkiye-Suudi Arabistan ilişkilerinin günümüzdeki gelişimine baktığımızda, Suudi Arabistan’ın Amerika ile olan ilişkilerinin gerilemesiyle paralel olduğunu görürüz. Suudiler Amerikan korumasından uzaklaştıkça Türkiye ile yakınlaşmaktadırlar ve Rusya ile yakınlaşmayı da denemişlerdir. Obama döneminde Amerika’nın özellikle Orta Doğu’da nispeten pasif bir politika izlemesi, Amerika’nın İran’la ilişkilerinin yumuşaması Suudilerin kendilerini güvensiz hissetmelerine yol açmaktadır. İran’ın yayılmacı ve çatışmacı politikaları, Suudilerin korkularının temel sebeplerindendir. Suudiler varlıklarını korumak için artık Amerika Birleşik Devletleri’ne güvenememektedirler.

suudi arabistan abd ilişkileri

Suudi Arabistan-ABD ilişkilerinin bozulma sebeplerini yukarıda bahsettiğimiz hususları da tekrarlayarak maddeler halinde özetleyelim (bu maddeleri Türkiye-Suudi Arabistan İlişkilerinin gelişme sebepleri olarak da adlandırabiliriz.):

1-) Amerika’nın Pasifik Bölgesi’ne öncelik vererek Orta Doğu’da nispeten pasif bir politika izlemesi.
2-) İran’ın; Irak, Lübnan, Suriye ve Yemen başta olmak üzere Orta Doğu’da yayılmacı ve çatışmacı bir politika izlemesi. (Bu bölgelerde İran’ın etkinliği arttıkça Suudi Arabistan stratejik bir kuşatma altına girmektedir.)
3-) Suudi Arabistan’ın en zengin petrol bölgesinde Şii nüfusun çoğunlukta olması ve İran’ın tüm Orta Doğu’da (özellikle Körfez Bölgesinde) olduğu gibi buradaki Şiileri kışkırtma ihtimali.
4-) Amerika’nın İran’la ilişkilerinin yumuşaması.(Büyük ihtimalle Amerika’nın İran’ın saldırgan politikalarını el altından desteklemesi.)
5-) 11 Eylül Olayından sonra Amerika’da Müslümanlara özellikle Araplara karşı düşmanlık uyanması.
6-) Kayagazı rezervlerinin petrolün önemini azaltması ve petrol ülkelerinin ekonomisini tehdit etmesi.
7-) Arap Baharı ile ortaya çıkan siyasi kargaşa ve riskler.

Bu saydığımız maddelerle ilgili birçok analiz ve haber internette mevcuttur ve çoğumuz tarafından bilinmektedir. Bu yazıda bu maddelere iki tane daha eklemek, daha doğrusu bu maddelerin Suudi Arabistan üzerindeki muhtemel etkilerine dikkat çekilmek istenmektedir. Ekleyeceğimiz maddeler şunlardır:

8- Petro-dolar Sistemi’nin ve Küresel Batı Hakimiyeti’nin çöküşü. Daha ileri gidersek bu durumları batı uygarlığının (sadece ekonomik olarak değil; ahlaki, siyasi, askeri ve felsefi alanlarda da) çöküşü olarak da tanımlayabiliriz.

9-) Bu çöküşten kaynaklanacak büyük felaket, kaos ve savaş ortamları.
Burada şöyle sorular akla gelebilir; madem ki Batı Uygarlığı ve küresel gücü sona ermektedir, neden İslam Ülkeleri için tehdit oluştursunlar? Kendi başlarının derdine düşmüşken bizimle nasıl uğraşabilirler? Çünkü Batılı ülkeler çöküşlerini, İslam ülkeleri başta olmak üzere tüm insanlığa fatura etmek istemektedirler. Üretim ve finans alanlarında; Çin, Brezilya, Hindistan ve Malezya gibi rakiplerle karşı karşıya kalan Batı Dünyası gerilemektedir. Bununla birlikte hala askeri ve siyasi açıdan güçlü durumdadırlar ve bu güçlerini kullanmaktan çekinmemekteler. İstihbarat operasyonları, terör yöntemleri ve bizzat kendi silahlı kuvvetleri ile Orta Doğu’nun kaynaklarını ele geçirmeye çalışmaktalar. Ayrıca kendi çöküşlerinden faydalanabilecek güçleri de bu yolla etkisizleştirmeyi de hedeflemektedirler. Çin gibi yeni küresel güçlerin ortaya çıkışı, küresel dengelerin değişmesi yeni bir kaynak ve egemenlik sahası paylaşımını gerekli kılmaktadır. Bu durumun savaşsız olmayacağı açıktır. Dünyanın bir çok yerinden Suriye’ye savaş gemileri ve askerlerin gelmesi Orta Doğu’nun daha da karışacağını açıkça göstermektedir.

Birçok ekonomist yaşadığımız ekonomik krizin 1929 krizinden daha derin ve büyük olduğunu belirtmekteler. Güncel krizimizin 1929 Krizi’nin II. Dünya Savaşı’na sebep olması gibi III. Dünya Savaşı’na sebep olması gündemde olan ve sıkça dile getirilen bir senaryodur. Kapitalizm genelde krizleri savaşla aşma eğilimindedir. Batılı ülkeler bu sefer yeni dünya savaşının kendi topraklarında değil Orta Doğu’da gerçekleşmesini tercih ediyorlar. Şimdilik bu savaşı; Esed Rejimi, DAEŞ, PKK-PYD, Fethullahçı Terör Örgütü gibi taşeron devletler ve terör örgütleriyle sürdürmekteler. Batılı güçler bu operasyon ve saldırılarla çöken düzenlerinin yerine yeni bir dünya düzeni kurmayı amaçlamaktadırlar. Ama onların istediği yeni dünya düzeni daha adil ve barışçı bir dünya düzeni olmayıp eski sömürü sistemlerinin yenilenerek küresel batı hakimiyetinin yeniden oluşturulması anlamına gelmektedir. Bunun için batı dışındaki dünyada iç ve dış savaşların çıkması, sınırların değişmesi gerekmektedir. Bunun için Müslüman ülkelerin hem birbirleriyle hem de kendi içlerinde savaşmaları gerekmektedir. Böylece İslam Ülkelerinin ekonomik olarak batıya rakip olmaları engelleneceği gibi silah satışı ve sermaye göçüyle kaynakları da batı ekonomilerine transfer edilebilecektir. Etnik, mezhepsel ve sosyal çatışmalarla parçalanan ülkelerde batı taşeronu yeni yönetimler kurulmalı; küresel sömürü düzeni yeniden oluşturulmalıdır. Devletleri ve toplumsal grupları çatıştırmak yetmezse, batılı güçler bizzat kendi askeri güçleriyle müdahil olmalıdır. Batılı Küresel Sömürü Sistemi için düzen anlamına gelen sistem; İslam Ülkeleri için savaş, parçalanma, işgal, sömürü ve yıkım; kısacası felaket ve düzensizlik anlamına gelmektedir. İbrahim Karagül’ün bu konuları açıklayan bir çok yazısı bulunmaktadır.

Bu bakımdan Suudi Arabistan, sömürgeci güçler için bir sonraki hedef olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Libya’da, Irak’da, Mısır’da ve Suriye’de gerçekleşen durumlar veya benzerleri Suudi Arabistan’da da gerçekleşebilir. Küresel güçler bunları İran aracılığıyla yapabilecekleri gibi, Suudi Arabistan’ın iç meselelerini kaşıyarak da yapabilirler. DAEŞ’in Kuzey Irak’tan sonra Suudi Arabistan’a saldırması da ihtimal dahilindedir.

Suudi ekonomisi Hac gelirlerini saymazsak petrole dayanmakta ve petrolden elde edilen gelirin aslan payı Suudi hanedanına, artanı da sus payı olarak halka dağıtılmaktadır. Devlet kültürü çok zayıf olan Suudi Arabistan’ın yakın zamana kadar halkına verdiği haklar da son derece azdır. Bu durum Suudi ekonomisindeki bir krizle veya küresel bir ekonomik manipülasyonla birlikte sosyal patlamaya yol açabilir. Suudi Hanedanı’nın içindeki rekabetten kaynaklanan bir hükümet darbesi de uzak bir ihtimal değildir. Bildiğiniz gibi yakın dönemde başarısız da olsa böyle bir girişim olmuştur. Suudi devletinin ilkelliğini şimdiye kadar görmezden gelen ve hatta bu ilkel devleti koruyan ve devam ettiren batılı güçler artık Suudi Arabistan’ı hedef almış gözükmektedir.

Fakat Suudi Arabistan hem halkına yeni haklar vererek hem de Türkiye ile yakınlaşarak kendini sağlama almaya çalışmaktadır. Bu açıdan Türkiye ile yakınlaşmak, Tayyip Erdoğan’ın İslam Dünyasında en sevilen lider olması sebebiyle Suudi rejiminin halkı gözünde saygınlığını da artırmaktadır. Yani Türkiye ile olan ilişkiler Suudi Arabistan’ı hem içeride hem dışarıda güvence altına almaktadır. Karşılığında Suudi sermayesi Türkiye’ye gelmekte ve Türkiye’nin ekonomisine son derece olumlu katkılarda bulunmaktadır. İstanbul’un yeni bir küresel finans merkezi olmasıyla ilgili projeler de gündemdedir. Görüldüğü üzere Suudi Arabistan iç ve dış politikalarında radikal değişikliklere gerçekleştirmiştir.

erdogan-selman
Suudi Arabistan Kralı Selman ve Cumhurbaşkanı Erdoğan

Belgesellerde bazen şöyle ilginç sahneler görülür; orman yangını v.b. gibi felaketler sırasında normalde birbirine düşman olan canlılar birbirine hiç aldırmadan yan yana koşarak kaçarlar. Normalde birbirleriyle yan yana gelemeyecek canlılar ortak ve büyük bir tehdit karşısında aralarında düşmanlıkları unutup aynı amaç, yani yaşamak uğruna yan yana gelirler. Benzeri bir durum yırtıcı hayvanların bir ot obur sürüsüne yaklaşmasında da görülür. Daha önce dağınık durumda olan sürü tehlikeyi fark edince bir araya gelip safları sıklaştırır. Sürü içinde daha önce yaşanan iç çatışmaların hiçbir önemi kalmaz. Canlarını kurtarma içgüdüsüyle ot obur hayvanlar tek başlarına baş edemeyecekleri yırtıcılara karşı birleşirler ve büyük bir güç oluştururlar. Çünkü yaşamak için buna mecburdurlar. Türkiye-Suudi Arabistan ilişkilerinin büyük gelişmeler göstermesini ve onların önderliğinde İslam ülkelerinin birlik oluşturma girişimlerini bu şekilde değerlendirmek gerekir. Yani mesele; bir ideali gerçekleştirmek, Müslümanların kardeşlik duygularını güçlendirmekten çok; İslam ülkelerinin varlığını devam ettirebilmesiyle ilgilidir. Başta Suudi Arabistan ve Türkiye olmak üzere küresel felaketler ve saldırılarla karşı karşıyadırlar. Ancak küresel bir güç oluşturarak bu tehditleri atlatabilirler. Küresel güç olmak için de Avrupa Birliği ve NATO gibi küresel birliktelikler kurulmalıdır. Yani İslam Ülkeleri birleşerek ayakta kalmak veya eskisinden daha kötü bir şekilde küresel sistemin köleleri ve kurbanları olmak tercihleriyle karşı karşıyadırlar. İslam Ülkeleri yaklaşan küresel felaketler öncesinde bir araya gelmiş gibi gözükmektedirler. Geçmişteki tüm olumsuzluklara rağmen Türkiye ve Suudi Arabistan; siyasi, ekonomik ve askeri alanlarda hızlı ve büyük bir yakınlaşma içine girmiştir. Bu durum bizce en başta değişen küresel şartlarla ve iki tarafın da varlığını risk altına sokan bahsettiğimiz küresel tehditlerle açıklanmalıdır.

Selim KUTAY

StratejikOrtak.com Yazarı

Irakta İhtilal Provası ve Yarattığı Korku

Irak bugünlerde oldukça karışık. Gerçi ne zaman düzgündü ki?

Şuan ülke gündemi, binlerce göstericinin parlamentoyu işgal etmesiyle daha da yoğunlaştı. Parlamentonun basılması ihtilal provası ama korku yaratan şey bu değil.
Korkunun kaynağında, göstericilerin önderi olan Mukteda es-Sadr ismi var. Peki kim bu adam?

Sadr, adını 2003 yılında ABD işgaline karşı kurduğu Mehdi ordusu’yla duyurdu. Savaş sırasında Basra ve Necef gibi sevildiği kentlerde halka erzak yardımı yapıyordu. Gazetesi 2004’te kapatılınca askeri mücadeleye ağırlık verdi. 2014’te Sadr’ın 60.000 milisi Barış Tugayları adıyla yeniden ortaya çıktı. Son zamanlarda da barışçıl geçen eylemlerle mevcut iktidara yolsuzluk ve rüşvet konusunda mücadele etme çağrısı yapıyor.

Irak’ta ki bu durum insanlara “Irak’ın Humeyni’si mi geliyor?” diye sordurtuyor. İran’da da devrim öncesinde şah rejimi ülkeyi sıkı yönetimle kontrol ediyordu. Halksa, petrol gelirlerinin silahlara harcanmasıyla iyice bunalmış olacak ki demokrasi diye haykırıyordu.

Irakta ki bunalım İran’ın bunalımıyla kıyas edilemez derecede daha büyük. Öncelikle ülke hem etnik hemde mezhepsel açıdan bölünmüş halde. Bir tarafta Kürt bölgesi diğer tarafta Araplar.

Araplarda, bir tarafta IŞİD kontrolünde ki Sünni bölgeler diğer tarafta devletin kontrolünde kalan Şii bölgeler diye bölünmüş halde. Ne zaman, nerede patlayacağı belli olmayan canlı bombalar, hükümette ki yolsuzluk ve rüşvet sıkıntısı, petrol gelirlerinde ki düşüşle başlayan ekonomik bunalım. Yani Irakta ne ararsanız var.

Saddam döneminde dünyanın en güçlü orduları arasında yer alan 1 milyon kişilik Irak Ordusu, bugün sadece 200 bin kişiden oluşuyor. Ordu sadece az olmakla kalmıyor aynı zamanda eğitimsiz ve silahları eskiden kalma. Böyle bir ordunun IŞİD karşısında, ABD bombardımanı yokken neden aciz kaldığı anlaşılıyor.

IŞİD’le bile ABD olmadan savaşamayan bu ordu, bir ihtilal durumunda isyanı nasıl bastırabilir ki?

Umarız Irak İran’a dönmez. Eğer dönerse, IKBY bu durumu tartışmalı sınır bölgelerinde tam hakimiyet sağlayarak değerlendirir ve bu bir savaşa yol açabilir.

Allah muhafaza!

Muhammed Ali Çalışkan

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

İki Almanya ve Türk İşçiler

İKİ ALMANYA, BERLİN DUVARI, MARSHALL YARDIMLARI VE TÜRK İŞÇİLER

İkinci Dünya Savaşı’ndan yenilgi ile çıkan Almanya’nın 6 yıllık savaş sürecinde hem insanları hem de şehirleri büyük bir yıkıntıya uğradı. Savaşın ardından oluşan ikili Almanya sürecinde doğuda Demokratik Alman Cumhuriyeti Sovyet etkisinde Doğu Bloğuna, batıda Federal Alman Cumhuriyeti ABD etkisinde Batı Bloğuna yakınlaştı. Soğuk Savaş olarak bilinen bu dönemde, güç çekişmesinde daha önemli bir konumda olmaları için bu iki Alman devletine yardımlar yapılmaya başlandı. Savaş tazminatları silindi, esir askerlerin kısmen evlerine dönmesine izin verildi. Özellikle Batı Almanya Marshall yardımları ile önemli bir ekonomik ivme kazandı ve savaşın izlerini silmeye başladı.

dogu-bati-almanya
Ancak bütün bunlar olurken en önemli sıkıntı sanayi alanlarında çalışacak iş gücünün bulunmasıydı. Batı Almanya ilk dönemlerinde bu sıkıntıyı doğudan gelen kalifiye iş akımı ile karşıladı… Ta ki Berlin Duvarı inşa edilinceye dek. Ayrıca 50’li yılların ortalarında Alman Federal Ordusunun da kurulması ile çok sayıda Alman genci de iş piyasasından çekilmişti. İşte Almanya bu iş gücü açığını kapatmak için Avrupa’nın göç veren ülkeleri olan İspanya, İtalya, Yugoslavya, Yunanistan ve Türkiye’den geçici olarak işçi gücü temin etmeye başlamıştır. İlk olarak bahsi geçen diğer ülkelerle yapılan antlaşmaları, 1961 yılında Federal Almanya Başkenti Bonn’da her iki ülkenin Çalışma Bakanları Hans Katzer ve Cahit Talas’ın imzaladığı 13 maddelik Türk – Alman İş Gücü Antlaşması takip eder. Bu antlaşmanın en önemli özelliği antlaşmanın geçici olduğu, aksi bir durum halinde 1 yıl uzatılabileceğidir. Ancak süreç, bunu mümkün kılmamıştır.

30 Ekim 1961’de Federal Almanya Başkenti Bonn’da her iki ülkenin Çalışma Bakanları Hans Katzer ve Cahit Talas 13 maddelik Türk – Alman İş Gücü Antlaşmasını imzalıyor.
30 Ekim 1961’de Federal Almanya Başkenti Bonn’da her iki ülkenin Çalışma Bakanları Hans Katzer ve Cahit Talas 13 maddelik Türk – Alman İş Gücü Antlaşmasını imzalıyor.

Almanya’nın iş gücü temin etmesi ve Türkiye’nin de iş gücü göndermesi ekonomik ihtiyaçlardan kaynaklanmıştır. Almanya’ya işçi gönderilmesinin ana nedeni, Almanya’dan gelen iş gücü talebidir. Almanya’nın işgücü talebi 1950’li yıllarda ortaya çıkmıştır. Bu ülkedeki demografik yapının değişmesi (özellikle nüfus ve yaş yapısının değişmesi) ve sosyo-ekonomik yapıdaki ilerlemeler nedeniyle, çalışabilen nüfusun toplam nüfusa oranı düşmüştür. Savaş sonrası dönemde hızlı bir büyüme ortamında ortaya çıkan bu faktörler, özellikle Almanlar tarafından rağbet görmeyen, itibar sağlamayan, ağır fizik gücü gerektiren düşük ücretli içlerde iş gücü açığı yaratmıştır.
jahre-gastarbeiter
Almanya’daki durum böyle iken, Türkiye’de 2.Dünya Savaşı’ndan sonra yapılan Marshall yardımları sonucunda tarımda makineleşme ile kırdan kente yoğun bir göç hareketi başlamıştı. Ancak ülkemizin kentleri böyle bir göçe hazırlıklı değildi. Kentlerdeki sanayi ve hizmet sektöründeki iş kapasitesi, tarımla uğraşan vasıfsız bu insanlar için yeterli değildi ve dolayısıyla gelen kitlelerin çoğunlukla işsiz ve evsiz kalmaları, kentlerde gecekondulaşma başta olmak üzere birçok sosyal ve ekonomik soruna yol açmaktaydı.
turk-isciler-almanyada
Böylece Türkiye’nin kentleri plansız bir büyüme ile büyük bir göçmen kitlesine ev sahipliği yapmaya başlamıştı. Kentlerin artık bu kitleye yetmemesi ile insanlar yurt dışına göçü bir seçenek olarak değerlendirmeye almıştır. Devlet tarafından da yurt dışına işçi gönderimi öncelikli olarak işçi gelirleriyle ekonominin ihtiyaç duyduğu dövizi temin etme ve ülkedeki mevcut işsizliği azaltma hedefiyle teşvik edilmiştir. Türkiye için göçün ana nedenini var olan işsizlik olduğunu söyleyebiliriz. İşsizliğin nedeni ise önemli bir iş gücü yaratan yüksek nüfus artış hızıydı.
turk-isciler-afis
Türklerin Almanya’nın bir parçası olmaya başladığı yıllarda ise bütün dünyayı ilgilendiren bir olay oluyor 1989’da Berlin duvarı yıkılıyordu. Dünya tarihi değişiyor Berlinli akrabalar birbirine kavuşuyor, birleşmenin mutluluğu Türklere de yansıyordu. Bu tarihi olayın Berlinli Türklere farklı etkileri de vardı. Berlin ekonomisi çöküyor, ekonomik olarak batının gerisindeki Doğu Almanya beraberinde işsizlik gibi sorunları getiriyordu. Bu güne kadar ana gündem olan duvarın ortadan kalkması ile genel olarak Almanya’nın atmosferi değişiyor; ırkçılık artıyor, yabancılara bakışta olumsuz görüşler, şiddet ve cinayetler ön plana çıkıyordu. 1992 yılında ise aşırı sağcıların kundaklama eylemleri ortaya çıkmaya başladı.

Bild gazetesinin başlığı ' Konuk işçiler, Alman işçilerden daha mı çok çalışkan ?'
Bild gazetesinin başlığı ‘ Konuk işçiler, Alman işçilerden daha mı çok çalışkan ?’

Duvarın doğu yakasına ilk geçenlerden birisi de dönerdi. Var olan boşluğu iyi değerlendiren Türk girişimciler seyyar satıcılıktan şirketleşmeye uzanan bir yolun ilk adımını atmışlardı. Bunun yanında ilk dönemlerde Türk gurbetçilere, daha sonra da Alman vatandaşlara yönelik Türk girişimcilerin, özellikle gıda sektöründe yaptıkları atılımlar ile işçi olarak gelenler işveren olmuşlardı.merkel-doner-kesiyor

Şehmus Kızılkan

StratejikOrtak.com Yazarı

Suriye Son Durum Haritası (Mayıs 2016)

Suriye’de Taraflar
Esad Rejimi  – Hizbullah, Rusya, İran ve Şii Milisler
Muhalifler – Ahrar uş-Şam, El Nusra, ÖSO vb.
PYD/YPG  – SDF çatısı altındaki küçük gruplar ve PKK
IŞİD – Örgüte biat eden yerel milis güçler ve aşiretler
Suriye’de Son Durum Haritası 

01 Mayıs 2016:

mayis-suriye-haritasi

Suriye’de geçtiğimiz ay yani Nisan ayında son durum Mart ayına göre daha şiddetli geçti. 27 Şubat’ta başlayan ateşkesle birlikte hava operasyonları %80-90’lara kadar azalmışken,  Nisan ayında ateşkes pek kendini göstermedi diyebiliriz. Rusya ve Suriye rejim uçakları hava operasyonlarına tekrar yoğunlaşırken, Halep çevresinde bombardıman halen sürmekte. Rusya ve rejim güçleri geçtiğimiz günlerde muhaliflerin kontrolündeki Halep’teki bir hastaneye düzenlediği hava saldırısı ve İdlip vilayetinde muhaliflerin kontrolündeki pazar yerlerine düzenlediği bombardımanlarla halk üzerinde korku yaratarak psikolojik savaşı da kazanmak istiyor. Tabi ki bu saldırılarda sivillerin öldüğü ise yerel ve bağımsız kaynaklarca teyit edilen bilgiler arasında. Halep saldırıları sonrasında ölen sivillerle alakalı konuşan BM’nin Suriye Özel Temsilcisi Mistura, her 25 dakikada 1 Suriyeli’nin öldüğünü söylemişti. Halep’te rejim güçleri ve rejime müttefik ülkelerin saldırılarına karşı da Suriye’deki muhaliflerin, 2015’te İdlip vilayetini ele geçirmek için daha önceden ortak oluşturdukları ‘Fetih Ordusu’ tarzında bir yapı oluşturma kararı aldığı açıklandı.

Suriye’nin kuzeyinde Azez ve çevresinde daha önce de ayrıntılı olarak bahsettiğimiz gibi köyler muhalifler ile IŞİD arasında sürekli el değiştiriyor. Türkiye sınırındaki Türkiye ve ABD destekli muhaliflere batıdan YPG’nin, doğudan IŞİD’in saldırıları sürüyor.

Suriye’nin kuzeydoğusunda Türkiye sınırındaki Kamışlı‘da rejim güçleri ile PYD unsurları arasında çatışmalar yaşandı. İki taraftan da çok sayıda ölü ve yaralı olduğu açıklandı. Daha sonradan ateşkes sağlandı ve rejim güçleri PYD konrolündeki ölen siviller için tazminat ödemeyi kabul etti. Hatta bu konuda bir yazar arkadaşımızın Kamışlı’da son durum başlıklı yazısını okuyabilirsiniz.

Suriye ile ilgili Nisan ayındaki önemli başlıklar:

– Suriye’nin kuzeydoğusundaki Kamışlı’da rejim güçleri ile PYD güçleri ateşkes ilan etti.

– Türkiye-Halep hattında Şubat ayından beri Suriyeli muhalif gruplar ile YPG arasında ilk kez çatışma yaşandı.

– Obama ile ortak basın toplantısında Merkel ‘Suriye’de klasik anlamda güvenli bölge kurmak zor ancak Suriye içinde kamplar kurulabilir’ dedi.

– İsrail, Suriye’de işgal ettiği Golan Tepeleri’nde ilk kez kabine toplantısı yaptı. Daha sonra da Arap Birliği, İsrail’in işgal ettiği Suriye toprağı olan Golan Tepeleri hakkında olağanüstü toplanma kararı aldı.

– Arap Birliği’nden sonra Arap Parlamentosu’da Hizbullah’ı terör örgütü ilan etti.

– Beyaz Saray Sözcüsü Earnest, Türkiye’nin planı ‘Güvenli Bölge’nin zor bir ihtimal olduğunu ifade etti.

– Rusya, Esad yönetiminin Suriye’nin yeniden inşası ve Suriye’de doğalgaz ve petrol araması için Rusya ile anlaştığını bildirildi.

– PYD Haseke ve Kamışlı’dan Suriye ordusuna ait asker ve istihbaratın çıkmasını istedi. Rejimin ise ‘bombalarız’ karşılığı verdiği bildirildi. (11 Nisan) PYD-Rejim çatışmaları da bu açıklamadan 10 gün sonra gelmişti.

– PYD’nin içerisinde bulunduğu Demokratik Suriye Meclisi’nin Eş Başkanı Heysem Menna, ”PYD federasyon ilan ettiği için görevimden istifa ediyorum” dedi. Seküler kişiliğiyle bilinen Menna, PYD ayrılıkçı tavırlarından vazgeçmediği sürece aynı çatı altında bulunmayacağını açıkladı.

‘Ermeni Soykırımı’ İftirası

1915 yılında yürürlülüğe giren Tehcir Kanunu ile birlikte, memleketteki Ermenilerin Musul, Halep vilayetinin doğusu ve Suriye vilayetinin doğusuna tehcir edilmeleri kararı alınmıştır. Bu tehcir, başlangıçta cephelerimizin güvenliğini sarsacak bölgelere uygulanmak istenirken, Adapazarı, İzmit gibi bölgelerde Ermenilere ait bomba ve silahların ortaya çıkması, Ermeni halkının Ruslar için casusluk yapması, Maraş’ta komiteci Ermenilerin isyan etmesi gibi durumların sonucunda başka bölgelerdeki Ermenileri de kapsamaya başlamıştır.

Bu olaylara rağmen Ermeni halkına kin gütmeyen Osmanlı, güçsüz kadınlar, askeri imalathanede çalışanlar, Ermeni mebus ve aileleri, yetimhanedeki öğretmenler, çocuklar ve Ermeni memurlar gibi bir kısım Ermeniyi tehcirin dışında tutmuştur. Buna ek olarak İstanbul’da yaşayan 70.000 Ermeni tehcire tabi tutulmamıştır.

Peki ne yapmış bu Ermeniler ?

Ermeniler çeşitli alanlarda devleti yıpratmak için çalışmalar yapmış, terör faaliyetleri içerisinde olmuştur. ”Ermeni Rüyası” diye adlandırdığımız düşüncenin ortaya çıktığı 1870’li yıllardan başlayarak büyük bir hareketlenme içerisinde olan Ermeniler, Avrupalı devletlerin de dikkatini üzerlerine çekerek ilk olarak bu düşünceyi Berlin Kongresi’nde ortaya atmışlardır. Bu yıllarda başlayan düşüncelerin sonucunda kendi devletlerini kurmanın hayaliyle, 1914 yılının sonbaharında bulundukları vilayetlerde gönüllü birlikler oluşturmaya başlamışlar ve Ruslarla birlikte işbirliği içine girmeye hazır hale gelmişlerdir.

Robert Koleji müdürü Cyrus Hamlin’in ihtilalci bir Ermeni ile yaptığı görüşmede şu sözler yer almıştı:

“Bütün Osmanlı imparatorluğunda kurulmuş bu Hınçak çeteleri Türkleri ve Kürtleri öldürmek için fırsat gözetecekler, bunların köylerini yakacaklar ve sonra dağlara çıkacaklar. O zaman hırstan kudurmuş İslamcılar ayaklanacak ve savunmasız Ermenilere hücum edecekler. Rusya, insanlık ve Hıristiyan uygarlığı adına içeri girecek ve Anadolu’yu zaptedecek.”

Bunun sonucunda bir sürü Müslüman’ı öldüren bu oluşumlardır ki 17 Ağustos 1895 tarihinde (Zeytun İsyanı olarak geçer) iki zaptiyeyi ağaca bağlayıp yakmışlar; bunun da ilerisine gidip daha sonradan 21 Temmuz 1905 tarihinde Sultan Abdülhamid’e (Yıldız Suikastı olarak geçer) suikast düzenlemişler, lakin başarılı olamamışlardır.

Ve daha sonra I. Dünya Savaşı başladığında Marsilya’da yaşayan Türk Ermenileri, Ermeni’nin Fransa’ya silah doğrultmayacağı açıklamasını yapan bir beyannameyi yayımlamışlardır. Savaş başladığında ise vaziyetler aynen böyle olmuş, hatta Doğudaki Ermeniler savaş sırasında Rus ordusuna sığınmışlardır. Ermeni kaynaklarında, düzenli veya gönüllü birliklerle beraber aktif olarak 206.000 Ermeninin cephede Osmanlı karşısında yer aldığı belirtilmektedir. O bölgelerde 1915-1918 yılları arasında bu insanların yaklaşık 600.000 kadar Kürt’ü de katlettikleri söylenmektedir.

Saçma olan şudur ki, 700 yıl boyunca Ermenileri içinde barındıran Müslümanlar neden bir anda böyle bir “katliam” yapmayı istemiş olsunlar?

Buna ek olarak tehcir sırasında güvenliğin sağlanması için birçok yasa öne sürülmüş, hatta bu yasaya uymayan 1397 görevli çeşitli cezalara çarptırılmışlardır.

Bugün bizi karalamak adına dünyanın her yerinde bu tehcir olayının sebebine ve nasıl yürütüldüğüne bakmadan yorum yapan insanların amacı ve düşmanlıkları bellidir.

Ermeni Olayları toplamında ölen Ermeni sayısı 300.000 iken, Müslüman tebaanın kaybı 1.200.000 kişidir. Bilmem kaç asır boyunca yaşadıkları vatana ihanet eden bu insanların tehcire tabi tutulmaları normaldir. Anormal olan şey, yalnız Nagazaki’de 70.000 insanı bir bombayla öldürenlerin hümanist geçinip bizim karşımızda bu iftiralara destek vermesidir.

Uzun lafın kısası; bu olaylar, o dönemde Rusların bizim üzerimize oynadığı oyunlardan birisidir. Marksist yapılarından dolayı Ermeni halkının bile sevmediği Ermeni komiteciler, bir sürü masum insanın evinden olmasına vesile olmuşlardır. Bizim tarafımızdan ise, yapılan haklı bir tehcirdir.

ERMENİ SOYKIRIMI YOKTUR.

Emre Yıldırım

StratejikOrtak.com Yazarı


*Yazmış olduğum makaledeki her ifade internette ve çeşitli kitaplarda yer almaktadır.

Kaynakça:
İlker Başbuğ – Ermeni Suçlamaları ve Gerçekler
Kâmuran Gürün – Ermeni Dosyası
Guenter Lewy – Osmanlı Ermenilerine Ne Oldu?
Justin McCarthy – Ölüm ve Sürgün

‘İnsani Müdahale’ Tartışmasının Yeniden Alevlenişi

İNSANİ MÜDAHALE TARTIŞMASININ YENİDEN ALEVLENİŞİ: 13. İSLAM ZİRVE KONFERANSI

İnsanların birçoğu için bugünün dünyası iyilik güçleri ile kötülük güçleri arasında bir mücadeledir. Ve doğal olarak hepimiz iyinin tarafında olmak istiyoruz. Kötülükle savaşmaya yönelik tek tek politikaların hikmeti suale tabi tutulabiliriz. Fakat kötülükle savaşmamız gerektiği konusunda hiçbir kuşku beslememe eğilimindeyiz; kötülüğün kimde ve nede cisimleştiği konusunda da çoğu zaman pek kuşku duymuyoruz. Peki ama kime göre iyi ve/veya kötü?

Modern dünya tarihi büyük ölçüde, Avrupa devletleri ve halklarının dünyanın geri kalanına yayılmalarının tarihi olmuştur. Yayılma, dünyanın pek çok bölgesine askeri fetihi, ekonomik sömürüyü ve kitlesel ölçekteki haksızlıkları beraberinde getirmiştir. Batı dünyasının liderlerinin, ana-akım medya ve Yerleşik Düzen entelektüellerinin retoriği, politikalarını haklı göstermenin başlıca dayanak noktası olarak evrenselciliğe yapılan çağrılarla doludur. Evrenselciliğe yapılan bu çağrının üç çeşidi vardır. Birincisi Batı dünyası liderlerinin izlediği politikaların “insan hakları”nı korumaya ve “demokrasi” denilen şeyi ileriye götürmeye yönelik olduğu iddiasıdır. İkincisi medeniyetler çatışması melununda ifadesi bulmaktadır. Bu melunda “Batı” medeniyetinin “öteki” medeniyetlerden üstün olduğu, çünkü bu evrensel değerler ve hakikatler zemininde oluşan tek medeniyetin “Batı” medeniyeti olduğu varsayılır. Ve üçüncü olarak, piyasanın bilimsel verilerinin ortaya konulması, yani hükümetlerin neo-libaral iktisadın yasalarını kabul etmek ve uygulamaktan “başka çarelerinin olmadığı” anlayışı hakim kılınmaktadır. Alışıldık argümana göre yayılma, medeniyet, ekonomik büyüme ve kalkınma ve/veya ilerleme gibi çeşitli adlarla anılan bir şeyin gelişimi sağlanmıştır. Bu sözcüklerin hepsi, üzeri çoğu zaman doğal hukuk denen şeyle kaplanmış evrensel değerlerin birer ifadesi olarak yorumlandı.

Elbette yaşananların toplumsal gerçekliği, entelektüel haklılaştırmanın dünyaya sunduğu tablo kadar anlı şanlı değildi. Bu nedenle, modern dünya sisteminin tarihi, sistemin kendisinin ahlaki niteliği üzerine sürmekte olan bir tartışmayı da beraberinde getirdi. Bu tartışmanın belki de ilk ve en büyüğü 16. yüzyılda Amerika Kıtası’nın büyük bir kısmının İspanyollarca işgal etmesi bağlamında gerçekleşti.

1492 yılında, Atlantik Okyanusu’ndan Çin’e doğru yol alan ve beklenmedik bir şekilde bugün Amerika Kıtası dediğimiz yeri bulan Kristof Kolomb, diğer İspanyolların kendisini izlemesi üzerine, felaketin başlatanı oldu. Birkaç on yıl içinde İspanyol “fatihleri(conquistador)” Amerika Kıtası’nın en büyük iki imparatorluğunun-Aztek ve İnka- siyasi yapılarını çökerttiler ve topraklar üzerinde hak iddia etmeye başladılar. 1510’da Amerika’ya atanan ilk rahip olan Bartolomé de Las Casas, 1514’te İspanya’ya dönerek Amerika’da var olan sistemin haksızlıklarını ortaya koymak için uğraş verdi. Bu uğraşı entelektüel ve sistematik olarak çürütmek isteyenlerinin en önemli ismi Juan Ginés Sapulveda oldu. 1550’de İmparator Şarlken, Sapulveda- Las Casas tartışmasındaki haklı ve haksız hususlar konusunda kendisine danışmanlık etmesi için Hint Adaları Konseyi’nden özel bir hukuk heyetini Vallodalid’de topladı. Heyet iki adamı sırayla dinledi; ama göründüğü kadarıyla Konsey’den hiçbir zaman nihai bir karar çıkmadı.

Casas’ın düşüncelerine karşı çıkan Sapulveda’nın ilk argümanına göre Amerikan Yerlileri “barbar, basit, okuması-yazması olmayan, eğitimsiz, mekanik beceriler dışında herhangi bir şey öğrenmekten aciz, ahlaki kusurlarla dolu, merhametsiz, vahşilerdi ve başkaları tarafından yönetilmeleri uygun”du. İkinci iddiaya göre “Yerliler istemese de, lekelenmiş oldukları, ilahi ve doğal hukuka karşı işledikleri putperestlik ve insan kurban etme adeti gibi kafirce suçlardan dolayı ıslah edilmeleri ve cezalandırılmaları için İspanyol boyunduruğunu kabul etmek zorunda”ydılar. Üçüncü gerekçeye göre İspanyollar, ilahi ve doğal hukuk gereğince “[Yerlilerin] her yıl putlara kurban ettiği çok sayıda masum insana çektirdiği- ve İspanyol egemenliğine girmemiş olan Yerlilerin hala çektirmeye devam ettiği- fenalıkları ve korkunç acıları engellemek”le yükümlüydüler.

Görülebileceği gibi, bunlar modern dünyada “medeni olanların” “medenileşmemiş” bölgelere günümüzde de hala devam eden “müdahaleler”i haklılaştırmak için kullandığı temel argümandır: ötekilerin barbarlığı, evrensel değerleri ihlal eden uygulamalara son vermek, zalim ötekilerin arasındaki masumları savunmak ve evrensel değerlerin yayılmasını olanaklı kılmak. T.C. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 13. İslam Zirve Konferansı’nda dile getirdiği ve ”söz konusu ülkelerin bölgelerine çözümü doğrudan kendilerinin getirmesi gereği”, işte tamda bu tartışmanın(Casas-Sapulveda) devam ettiğini veya yeniden alevlendiğini göstermiştir.

Hüseyin Kaylı

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Tarih Denkleminde Yeni Dengeler

Geçmiş tarihi tecrübemizle, İslami ve insani bakış açımızla, zamanımızın akıntısını doğru yorumlayabiliyor muyuz acaba? Bugün zihni trafiğimizi bu alana yönlendirmeliyiz.  Tarihi denklem aslında karmaşık  bir görüntü arz etmesine rağmen aslıyla kolay. Yeter ki analiz ve yorum kabiliyeti kuvvetli yiğitler kendilerini insanlığın kurtuluşuna adasınlar. Görürsünüz ki; karanlık görünen ufuk, umutlu yarınlarıyla çok yakın.

21. yy satranç oyunu hamlelerinin hızlandığı yüzyıl. Hele de zamanımız.

Her ne sebeple olursa olsun kazanmamız hem şart, hem de mutlak. Niye mutlak diyorum? İnsanlık tarihi dünya denkleminin en zelil dönemini yaşıyor. Kan ve göz yaşı almış başını gidiyor. Kazanan ve kaybedenler hep aynı siperler. Kapitalist sistem başı çekerken, temelinde maddi güç ve sömürü varken, mazlum ve mağdur İslam coğrafyası ülkeler hep kaybeden tarafta başı çekiyor.

Bu gerçeği iyi ya da kötü bir çok devlet itiraf eder. Acı tarafı, söylemden ileri gitmeyen, dilden yeteri miktarca da dökülmeyen duygu ve düşünceler. Değişmeyen tek şey zulüm düzeninin devamı.

Nasıl olacak ki bu denklem değişecek ve adil bir sistem dünyaya hükmedecek? Ne olacak ki devlet yönetimleri adı altında insanlığın yüz yıllardır baş belası milletler duracak? Kan ve gözyaşını tek besin kaynakları bilen vampirler yok olup gidecek?

Tarih denkleminde yeni dengelerle karşı karşıyayız. Öyle umut ediyorum ki önümüz deki 5-10 yıl dünyanın gidişatının önemli merkez tarihlerinden birisi olacak. Ortadoğu insanlığın merkezidir. Tarihlerin kayıt merkezidir. İnsanlık aleminin özetidir. 5-10 yıllık süreçte yeni virajlardan bir tanesidir.

Arap baharı her kitlenin kendi umudu minvalinde sonuçlar doğurmadı aslında. Süreç hızlı, olaylar zamanın şartlarına göre farklılık arz ediyordu. Etki ve tepkiyi hesaplayanlar bazı bölgelerde denklemi çözemediler. Suların durulduğunu düşünenler büyük bir yanılgı içindeler. Tunus’la başlayan süreç Türkiye’de sonuçlandırılacaktı ama olmadı. İki ülke arasında kalan bazı ülkeler İslam aleminin geleceği noktasında karamsarlık yaratsa da başında Tunus sonunda Türkiye beklentinin dışında reaksiyon gösterdi.

İmdi Suriye tüm bu sancılı dönemlerin kutlu muharebe alanı. Pazarlık ve hesaplar derin . Emin olun ki kazanan Ortadoğu’nun gerçek sahipleri olacak.

Batı merkezli herkes güçlerinin kırıldığının farkındalar. Farklı örgütleri kurup ve finanse ederek farklı bir algı oluşturma derdindeler ama bu sefer tutmadı. Bu yorumumun tersi olsaydı bundan bir kaç yıl önce Suriye konusu kapanmış, komünist bir Kürt devleti kurulmuş; İran, Irak ve Suriye iyice güçlenmiş, tek derdi ekonomik kaynak olanların, Akdeniz açıklarında bekleyen irili ufaklı devletler üzerindeki mal paylaşımı şimdiye kadar bitmiş olacaktı.

Evet bu sefer dersimize iyi çalıştık. Öne sunulan tüm gerekçelerin karşı görüşlerini duydular. Masada olması gerekenleri söyledik, işlerine gelmedi. Kırmızı çizgilerden dem vurduk, korkudan beklemede kaldılar.

Bakınız bu düellonun asıl tarafları ve taşeronları gerçekten şuanda ne yapacaklarını bilmiyorlar. Bilseler noktayı koyacaklar ama olmuyor. Kendi sınırları dışına çıkmasına yıllardır müsaade edilmeyen MİT bölgede güzel şeyler yapıyorsa bu tabi ki  basite alınacak bir durum değildir.

Birkaç Müslüman ülkenin dışında orada akan kan ve gözyaşı kimsenin umurunda değil.  AB yırtınmaya devam etsin ancak mültecilerden kurtulamayacak. Sıkıntılar peşlerini bırakmayacak. Türkiye için kardeşim olarak vasıflandırılan mülteci kavramı, Avrupa için yük ve bela kavramlarıyla ifade edilmeye de devam edecek.

Konumun başlığında belirttiğim gibi tarih denkleminde yeni dengeler para merkezci sülaleleri  telaşlandırdı. Devletlerin yıkılışı ekonomik güçleriyle orantılıdır. Son 10 yılın ekonomik buhran yaşayan ülkelerine bakın, ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Özüne inmek istiyorsanız, dünya para baronlarının söylem ve eylemleri sizi en doğru analize ulaştıracaktır.

Bence yeni bir dünyanın gazete manşetlerini süslemesi uzak değil. Yeter ki bu inanca sahip devlet adamları ve milletler olsun.

Sur da bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes…

Mücahid Şahin Uludağ

StratejikOrtak.com Yazarı

IŞİD’in Kilis Saldırıları Neden Engellenemiyor?

Son zamanlarda Türkiye Suriye sınırında IŞİD’in kontrol ettiği bölgeden sürekli füzeler düşüyor(!) ve insanlarımız hayatını kaybediyor. IŞİD’in Kilis’e düzenlediği füze saldırılarında ölenlerin sayısı 17‘yi buldu. Bunlardan 6’sı Suriyeli, 11’i Türkiye vatandaşı. Her saldırı sonrasında IŞİD mevzilerinin vurulması gündeme geliyor ama, herkes biliyor ki TSK’nın IŞİD’e karşı obüslerle cevabı yaralasa da  yeni gelecek saldırıları engelleyemiyor. Peki IŞİD’in Türkiye’ye karşı kullandığı bu füzelere dur denemez mi?  Hava savunma sistemleri bu füzeleri engelleyemez mi?

Bu soruları cevaplamak için öncelikle IŞİD’in Kilis saldırısında kullandığı Katyuşa füzelerine bakmamız gerekiyor.

IŞİD Kilis’i Rus yapımı Katyuşa adı verilen 2. Dünya Savaşı’nda çokça kullanılan füzelerle vuruyor. Bu füzeler savaş döneminde oldukça etkili kullanılmışken şuan ‘ilkel ve pasif’ kalıyor. Bu füzeler günümüzde Filistin’den İsrail’e misilleme olarak atılan füzelerden. Aynı şekilde Hizbullah’ın da Lübnan’da bu füzeleri kullandığı biliniyor. Savunma Sanayi Müsteşarı İsmail Demir Katyuşa füzeleri için ‘‘Bunlar, teknoloji kullanarak önceden fark edilip müdahale edilmesi zor unsurlar. Bu tür ilkel sistemlerle aktif mücadele eden ülkeler var. Ancak örneğin İsrail’in karşılayabildiği ilkel silahlarda bile belli bir oranda başarı sağlanıyor.”  diyor. Bu silahların gelişmiş hava savunma sistemleriyle önlenmesinin de zor olduğu aşikar. Bu silahlara karşı yeni yöntemler geliştirmeye çalışan İsrail, lazer güdümlü hava savunma sistemleri oluşturmuş, yine de çoğu zaman eski tip füzelerden olan Katyuşa’lara karşı yetersiz kalmış. Patriotların da bu eski tip füzelere karşı başarısız olduğu, İsrail’in yeni arayışlara geçmesinden anlaşılabiliyor. Yani IŞİD’in bu füzelerine karşı net çözüm olarak hava savunma sistemleri yeterli olamıyor. Savunma Sanayi Müsteşarı Demir’e göre, IŞİD’in kullandığı füzelere karşı en doğru yöntem, gerçekleşmesi muhtemel tehdidi silahlı İHA’larla vurmak. Anlaşıldığı gibi bu yöntem de füzelerin Kilis’e düşmesine bir engel teşkil etmiyor, sadece füzeler ateşlenmeden bir önlem alınabilme ihtimalini ortaya çıkıyor. Özetle IŞİD’in bu tip saldırılarına karşı yapılabileceklerin  günümüz teknolojisine rağmen sınırlı olduğunu, İsrail örneğiyle birlikte görmüş olduk.

Füzelerin yerleştirilmediği Katyuşa
Füzelerin yerleştirilmediği Katyuşa

Ek olarak da 25-30 KM menzile sahip olduğu bilinen Katyuşa füzelerinin seyyar bir şekilde kamyonlara montelendiği için, ateşleyen kişi veya kişilerin füzeleri ateşledikten sonra yer değiştirdiğini/kaçtığını belirtmek gerekiyor. Bu bilgiye de ithafen saldırılar hakkında çok dikkat çekici bir iddiayı da yazıyı bitirmeden paylaşmak isterim. Irak’taki Başika kampında bir tankımızı vuran ve videoyu dünyaya servis eden IŞİD’in, Kilis’e ‘rasgele’ ateşlediği füzelerin hiçbirinin görüntüsünü servis etmemesi oldukça düşündürüyor. Gündemi takip eden çoğu kişide ‘Acaba IŞİD’in bu saldırıları ‘false-flag’ saldırılar mı?’ diye soruyor. Yani IŞİD saldırısı görüntüsüyle Türkiye Suriye’de savaşa mı sokulmak isteniyor?

Abdulkerim Arslan

StratejikOrtak.com Yazarı

Ortadoğu’da Müttefik ve Düşman Olgusu

Ortadoğu Neresidir?
Kimler Dahildir ve Günümüzde Hangi İttifaklar Vardır?

Dünyanın en hararetli ve hareketli bölgesi olan Ortadoğu, ismi itibariyle Batı kaynaklı bir alandır. Özellikle İngiltere’nin hakim güç –Güneş Batmayan İmparatorluk– olduğu zamanlar Çin ve Hindistan bölgesi için “Uzak Doğu” demesiyle gündeme gelen bir bölgedir Ortadoğu. Batılılarca dünyayı  üç parçaya bölersek, /Batı/-/Ortadoğu/-/Uzak Doğu/ şeklinde tanımlanmaktadır ve kısaca bugün dünyaya hakim gücün değişme süreci gerçekleşirse, bu bölgelerin adı da aynı şekilde değişmesi, bir ihtimaldir. Örneğin, Çin’in süper güç haline gelmesi durumunda günümüz Ortadoğu’su Çin için Ortabatı olabilir ve İngiltere-ABD kıyıları Uzakbatı olabilir. Bunlar belki kulağa tuhaf geliyor ama sistemin gerektirdiği şekilde anılmalar sonucu oluşuyor bu bölgeler.

cografik-bolgeler

Peki günümüz Ortadoğu bölgesi hangi ülkeleri içerisinde barındırıyor?

İşte bu, tam bir bilmece. Bir çok Ortadoğu uzmanı bölge için farklı ülkeler saymaktadır.  İşe Kuzey Afrika ülkeleri ile Afganistan-Pakistan’ı da dahil ederek Türkiye ile birlikte bu ülkeler birliğini 20’li sayılara çıkaranlar da mevcut. Aynı şekilde Türkiye ve az önce zikredilen ülkeleri çıkartıp, Suriye, Irak, İran, İsrail, Filistin, Lübnan, Ürdün, Suudi Arabistan, Katar, B.A.E, Umman ve Yemen gibi ülkelerle çekirdek bir Ortadoğu tanımlaması yapanlar da mevcut.

ortadogu-neresi

Bugün Ortadoğu’nun neresi olduğunu görmek istiyorsak, nerede ateş var ve nerede petrol veya petrol güzergahı varsa ona bakmamız gerektiğini düşünüyorum. Türkiye de bir Ortadoğu ülkesidir. Buna yukarıdaki çekirdek kadro da dahildir. Bunlar birebir toprak parçası olarak dahil olan Ortadoğu ülkeleri. Peki, toprağı olmayıp da Ortadoğu ülkesi olanlar?

Bugün bunların başını Rusya çekmektedir. Ne kadar çekilmiş olsa da, ABD çekmektedir ve Çin çekmektedir. Çok ilginç bir bilgi, bugün Suriye’de savaş devam ederken bölgede Huawei firmasının fiber optik kablo döşemesini neyle açıklayabiliriz?

Kısaca, ABD, Rusya, Çin, Türkiye ve çeşitli Avrupa ülkeleri ile birlikte yukarıda verdiğimiz “çekirdek kadro” Ortadoğu ülkeleridir diyebiliriz. Bu Ortadoğu ülkelerinin içerisinde çeşitli ittifak arayışları ve süreçleri söz konusudur. Karar Gazetesi’nden Sayın Galip Dalay’ın da dediği gibi “Bölge artık ‘dün’ de yaşamıyor; düne ait statüko temellerinden sarsıldı. ‘Dün’ sadece bir siyasal sistemi değil, bir siyasal psikolojiyi de ifade ediyordu”.

Özellikle Arap Baharı (ayaklanması) süreciyle yerinden oynayan bölge dinamikleri, henüz yerine oturmuş değildir. Bölgede çeşitli güçler otorite kurma yarışında birbirleriyle çıkar ilişkilerine girmektedir. Yine Sayın Dalay’ın dediği gibi “Dünün statükosu sarsıldı, yarının ki ise henüz tesis edilmedi; dolayısıyla, bugün yaşadığımız bir geçiş dönemidir. Bu dönem hem uzun sürecek hem de yeni statüko arayışlarının güçlü ve şiddetli olacağı bir dönemdir.” Bu statüko arayışı, yani bir otoritenin çıkma süreci sancılı olacak gibi duruyor. Türkiye ve Suudi Arabistan’ın yakınlaşması, bölgede İran statükosuna engel olma amaçlıdır. Rusların, Suriye’ye girişi sonrası tamamen Türkiye karşıtı tavır alan İran’ın, bugün bir nebze de olsa yumuşaması “Acem Diplomasisi” adlı çıkarlarını kaybetmeye başlamasının tezahürü olarak okunabilir. Türkiye, İran’ın bölgedeki en büyük enerji müttefiklerindendir ve Rusya’nın alanda İran’ı dışlaması, İran’ın elini kolunu bağlamıştır. Son zamanlardaki iletişim sıklığının sebebi de bu olsa gerek. (Davutoğlu’nun İran ziyareti ve Ruhani’nin İİT toplantısı sırasında Saray’da Erdoğan ile özel görüşmesi)

suudi-arabistan-iran-turkiye

Bölgenin 3 atlı süvarisinin (Türkiye-İran-Suudi Arabistan) birbirlerini sıkıştırmalarına ek olarak, bir de Amerikan-Rus ittifakı, bölgeyi iyice cadı kazanına çeviriyor. Özellikle bu hafta Obama’nın Suudi Arabistan ziyaretinde, ABD’nin eskisi gibi hoş karşılanmayacağının mesajı verilmesi –Obama’yı Vali’nin karşılaması- bölgede ABD’nin etkinlik derecesini gösteriyor. Arap Baharı sonrası savaş meydanına dönen geçmişin kudretli ülkeleri ise bugün “failed state” olarak anılıyor. Ortadoğu’nun merkezinde zuhur eden ve neredeyse tüm bu ittifakların ortak düşmanı haline gelen IŞİD, nedense yok edilemiyor. Peki bunca girift hal almış ittifaklar, yangın yerine dönmüş topraklar, petrol savaşları, çıkar çatışmaları ve IŞİD belası varken İsrail ne yapıyor?

Pek de sesinin çıktığı söylenemez…

Emre Amir

StratejikOrtak.com Yazarı

Suriyeli Mültecilerin Ülkemizdeki Dağılımları

StratejikOrtak.com yazarı Okan Şahin’in Suriyeli mülteciler hakkındaki en güncel bilgilerin yer aldığı geniş çaplı ”SURİYELİ KARDEŞLERİMİZ VE TÜRKİYE” araştırma yazısında bugün Suriyeli mültecilerin ülkemizdeki dağılımları hakkında güncel bilgilerin yer aldığı yazıyı paylaşıyoruz.

Suriyeli Kardeşlerimizin Ülkemizdeki Dağılımları

Suriyeli kardeşlerimiz Nisan 2011’de başlayan Suriye İç Savaşından canlarını kurtarmak için göç etmek zorunda kalmışlardır. Suriye’nin komşuları olan Ürdün, Lübnan, Irak ve Türkiye’ye göçler diğer ülke ve bölgelere nazaran daha yoğun olmuştur. Göç oranlarına baktığımızda ilk sırada yer alan Türkiye’ye kayıtlı olarak 2.719.140 kardeşimiz göç etmiştir.

252 kişilik ilk mülteci kafilesi 29 Nisan 2011 tarihinde ülkemize giriş yapmıştı. Bu tarihten itibaren her gün yüzlerce, binlerce göçmen ülkemize giriş yapmıştır. İlk gelen kardeşlerimiz Mardin Nusaybin barınma merkezine yerleştirilmiş, sayı arttıkça yeni barınma merkezleri açılmıştır.

Nisan 2016 itibariyle barınma merkezlerinde toplam 270,380 kişi barınmaktadır. Toplam kayıtlı mültecilerin yaklaşık %10’u barınma merkezlerinde, %90’lık kısmı ise kendi imkânlarıyla hayatlarını ikame ettirmekteler. Rakamlara baktığımızda ortada ciddi bir farkın olduğunu görmekteyiz.  Ülkemizde Nisan 2016 itibariyle toplam 26 geçici koruma merkezi bulunmaktadır: Bunların 20 tanesi çadır kent 6 tanesi ise konteynır kent statüsündedir. Barınma merkezleri sınır illerimizde olup bu illerimiz şunlardır; Hatay, Gaziantep, Şanlıurfa, Kilis, Mardin, Kahramanmaraş, Osmaniye, Adıyaman, Adana ve Malatya. Bu illerimizde Şanlıurfa 110,707 mülteci sayısıyla başı çekmektedir. İkinci sırada Gaziantep 49,433, üçüncü sırada ise Hatay 18,101 mülteci barındırmaktadır.

Şanlıurfa gerek kültürel yapısı gerekse sınır ili olması sebebiyle en fazla mülteciye sahip ilimizdir. Yerel halkın çoğunluğunun Arap olması, Arap kültürü taşımaları dolayısıyla mültecileri Şanlıurfa’ya çekmiştir. Şanlıurfa’da toplam 401,068 mülteci bulunmaktadır. Şanlıurfa’nın kendi nüfusu 1.892.320 olduğunu göz önünde bulundurur isek, mülteciler kent nüfusunun yaklaşık %21,2’lik kısmını oluşturduğunu görmüş oluruz. Bu oranın yüksek olmasına karşın; kültür, dil, din benzerliği bulunması olumsuz durumları en aza indirgemiştir.

Büyük şehirlere bakıldığında İstanbul 394,556 kişiyle nüfusunun sadece %2,7 si, Adana 150,086 kişiyle %6,8’i, Bursa 96,814 kişiyle %3,4’ü, İzmir ise 90,559 kişiyle nüfusunun yalnızca %2,1’i Suriyelidir. Mülteci sayısının fazla olmasına karşın büyükşehirlerin kendi nüfuslarının fazla olması bu şehirlerde oluşabilecek kültür çatışması ihtimalini azaltmaktadır. Fakat yine de dil ve kültür açısından bu illerde zaman zaman olumsuz durumlar ortaya çıkmaktadır.

Ülkemizde mülteci bulundurma konusunda en büyük takdiri hak eden ilimiz ise Kilis‘tir. Kilis 33,539’u barınaklarda olmakla birlikte toplam 129,192 mülteciye ev sahipliği yapmaktadır. Tabi burada önemli olan bu rakam değil. Asıl önemli olan durum şu ki; Kilis’in kendi nüfusu 130,655. Mülteciler ise Kilis il nüfusunun %98,8’lik kısmını oluşturmaktadır. Bu oranın bu kadar yüksek olması barınma alanlarında kalanlardan ziyade, kendi imkânlarıyla, akrabalarıyla birlikte yaşayan nüfusu oluşturmaktadır. Kilis etnik yapısı itibariyle %90 Türk, %5 Çerkez, %5ise Kürt-Arap nüfusu içerisinde barındırmaktadır. Kilis’te Arap nüfusun normal durumda %5 seviyelerinde olmasına karşın Suriye’den gelen Arap nüfus şehrin demografik yapısını değiştirmiştir. Değişen demografik yapı kültür, dil çatışmasını beraberinde getirmektedir. Fakat Kilis halkı Suriyeli kardeşlerine evlerini, ocaklarını açmış, onlarla ekmeğini paylaşmıştır. Bu paylaşım iki halk arasında oluşması muhtemel olumsuzlukları en aza indirgemiştir. Bir manada Kilis dünyaya kardeşlik mesajı ve dersi vermiştir.

Sonuç olarak, Suriyeli kardeşlerimizin ülke içinde orantısız dağılımı ve bunun sonucunda oluşması muhtemel olumsuzluklara karşı Anadolu insanı vakar bir duruş sergilemiştir. Bu duruşun sonucu herkesin malumudur. Buradan şunu bildirmek istiyorum ki, dünya ülkeleri eğer bu coğrafyada huzur ve adalet istiyor iseler, ellerini çekip, bu coğrafyayı kendi ellerine bırakmalıdırlar. Bu coğrafyanın insanında zulüm ve savaş yoktur, merhamet ve barış vardır.

Okan Şahin

StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR

Suriye ile İlgili 32 Karikatür

2015 yılı “Suriye halkı” için sadece kanlı bir yıl daha oldu.
Suriye Karikatür 2015 yılı
“Uluslararası toplum” yardım bekleyen “Suriyeliler”in beklentilerini karşılamadı.
Suriye Karikatür Duma
Duma ( tabeladaki yazı)
Suriye Karikatür Duma
Hizbullah’ın Madaya’yı kuşatmasını anlatan bir karikatür.
Suriye Karikatür Hizbullah
Karikatür “Batı”yı simgeleyen bir kişinin Cenevre 3’ü kullanarak Suriye’yi bölmeye çalıştığını anlatıyor.
Suriye Karikatür Cenevre Görüşmeleri
“IŞİD”in “Batı”nın elinde bir kukla olduğunu ve örgütün Batı’ya yönelik saldırılarının bir düzmece olduğunu anlatan karikatür.
Suriye Karikatür IŞİD
Arap ülkelerinin Suriyeli mültecileri ülkesine almayıp, onlar için timsah gözyaşlarını akıtmaları..
suriye karikatür arap ülkeleri

Karikatür, postalın sembolize ettiği “Askeri çözüm”ün Esed’i kurtarmaya yetmeyeceğini anlatıyor.Suriye karikatür esad
Burada da IŞİD gibi Putin’de insanların katili deniyor.
Suriye karikatür putin
Karikatür, Rusya’nın hem Esed’i hem de IŞİD’i ayakta tutmaya çalıştığını anlatıyor.
suriye-karikatur-isid-esad
Arap ülkeleriyle birlikye Suriye’deki muhaliflerin ülkeyi yakıp yıktığını düşündüren bir karikatür.
suriye karikatür öso
Türkiye’yi Suriye’ye sokmaya çalışan Suudi Arabistan ve ABD..
türkiye-suriye-savas
Putin ve Obama’nın Suriye’yi birbirlerine ikram ettiğini anlatan karikatür.
Suriye karikatür putin abd
Cenevre 3 başlıklı karikatürde İran, Esed, Rusya, BM, AB ve ABD “Ya Esed kalır, ya ülkeyi yakarız” yazılı pankartla selfie çekiyor.
Suriye Karikatür esad ab rusya
Karikatür Suriyelilerin durumunu anlatıyor.
Suriye Karikatür Suriyelilerin Durumu
Karikatür, Suriye ve Rusya savaş uçaklarının “Ateşkes”i delik deşik ettiğini anlatıyor.
Suriye Karikatür ateşkes
Suriye’yi İsrail-ABD ittifakıyla birlikte Arap ülkeleri kan gölüne çevirdiğini düşünen bir karikatür..
suriye-karikatur-savas
Dünya liderleri üzerinde “Suriye Krizi Çözümü” yazılı kapıyı açmaya çalışıyor. Herkesin elindeki “anahtar” farklı, kilidin üstünde ise “Suriye halkının özgürlüğü” yazılı.
Suriye karikatürleri özgürlük
“İnsani vicdan”, Suriyeli sığınmacı cesedinin üstüne oturup cebindeki parayı alıyor.
suriye-karikaturleri
“Suriye halkı” ve “dünya”.
suriye-karikaturleri-dunya
Solda şapkasında “Hizbullah”, elindeki flamada “Kudüs yolu” yazılı figür, Suriye’deki Madaya’yı, sağda ise tüfeğinde, “Amerika’ya ölüm, İsrail’e ölüm Yahudilere lanet olsun” yazılı bayrağı taşıyan Husi askeri Yemen’deki Taiz kentini kuşatıyor. Arkada ise “İsrail” keyifle sigarasını tüttürüyor.
suriye-yemen-karikaturleri
ABD’nin Suriye’deki Özgür Suriye Ordusu(ÖSO) militanlarını savaşa hazırladığını gösteriyor..
abd-oso

ABD’nin sürekli kırmızı çizgilerimiz dediği şeyleri Esad ve İran geçince çizgiler öne alınıyor..
abd-suriye-kirmizi-cizgi

Birleşmiş Milletlerin Suriye politikasına bir eleştiri..
bm-suriye-karikatur

Suriye’de Esad rejimine karşı savaşanların ipinin kimde olduğu belli deniyor..
suudi-abd-muhalifler

Suriyeliler açlık içerisinde..
suriyede-aclik

Esad rejimiyle birlikte, Hizbullah, Rusya ve Çin..
rusya-cin-esad-hizbullah

Esad’a İran ve Rusya desteği..
rusya-esad-karikatur

IŞİD’e Suudi Arabistan’ın para desteği olduğu resmedilmiş..
isid-arab-karikatur

İran Suriye’de bir taraftaki ateşi söndürürken, diğer taraftaki ateşi körüklüyor..
iran-suriye-karikatur

Türkiye’nin Avrupa kapılarını mültecilere kapatması anlatılıyor..
turkiye-avrupa

Rusya’nın hedefimiz IŞİD diyerek Suriye’ye girmesi ve namluyu diğer savaşanlara çevirmesi..
isid-rusya-karikatur