Tüm Yönleriyle Soğuk Savaş Dönemi – Başlaması, Yayılması ve Sonuçları

1786
Yazarlık Başvurusu

2. Dünya Savaşı’ndan Sonraki Konjonktür

“İkinci Dünya Savaşından sonra uluslararası politikanın yapısı başlıca dört gelişme nedeniyle radikal bir değişme göstermiştir: Geleneksel güç dengesinin merkezi ve en önemli öğesi olan Avrupa’nın ve Avrupa devletlerinin savaşta büyük tahribata uğramaları; Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği’nin “Süper Devletler” olarak ortaya çıkması; termonükleer çalışmaların geliştirilmesi; dünyanın çeşitli bölgelerindeki ulusalcı hareketlerin “Avrupa İmparatorluklarına” karşı ihtilalci tutumları.

Kızıl Ordu savaş sırasında işgal etmekte olduğu Doğu ve Orta Avrupa’dan kolayca çıkmayacağını, hatta baskısını Batı yönünde attıracağını savaştan sonraki tutumu ile ortaya koymuştu. Amerika tam bir yalnızcılık politikasına dönmeyeceğini, Sovyet girişimlerine karşı cephe alacağını belli etmişti. Böylece, savaş içinde kader birliği yapan, savaş sonrası dünyasının bu iki büyük devleti arasında başlayan çekişme, günümüze değin süregelen yeni uluslararası sistemin ana temasını oluşturmuştur. Bu ikili çekişme ve kutuplaşma nedeniyle, savaşlardan sonra yenenlerle yenilenler arasında daima yapılmış olan barış antlaşmalarının imzalanması bile olanaksızlaşmıştır; bunun tek istinası, 1947 yılında İtalya ile yapılan barış antlaşmasıdır.”

İki Kutuplu Dünya Düzeninin Oluşması 

Avrupa’nın bir güç merkezi olarak dünya politikası sahnesinden çekilmesinden sonra, dünya en az yirmi yıl kesin çizgiyle ABD ve Sovyetler Birliği’nin çevresinde “iki kutuplu” bir nitelik kazandı. İkinci Dünya Savaşı’nda Hitler Almanya’sı ile Mussolini İtalyası’nı dize getiren güçler İngiltere ya da Fransa değil, ABD ile Sovyetler Birliği’ydi. Savaş sonrasından 1970’lere kadar uluslararası ilişkilerin tarihini, bu iki karşıt ideolojiye bağlanmış ABD ile Sovyetler Birliği’nin yeryüzünde etki kurmak için gösterdikleri çabaların öyküsü olarak nitelemek gerçekçi bir genelleme olacaktır. Savaştan her bakımdan yıkık çıkan Avrupa devletleri bu iki “süper” devletin çevresinde kümeleneceklerdir. Böylece ortaya “iki kutuplu” bir denge çıkmıştır. “Soğuk Savaş” diye kısaca adlandırdığımız bu yeni durum, etkisini yirmi yıl kadar sürdürmüştür. Bugün bile tüm belirtilerinin ortadan kalktığını söyleyemeyiz.

Bu iki kutuplu denge, yeni karşılaşılan bir olgu değildir”. 18. yüzyılda İngiltere ile Fransa, 1890 ile 1914 yılları arasında Üçlü İttifak ile Üçlü İtilaf ve 1945 ile 1990 arasında ABD ile Sovyetler Birliği arasında olagelmiştir. Tarih boyunca iki kutuplu denge, iki güçlü devlet ve bu devletler çevresinde kümelenen küçük devletleri gerektirmiştir. Kutupluluk, uluslararası sisteme kaç blok ya da devlet kümesinin etki yaptığıdır.

Bu dönemde ise büyük ve orta büyüklükteki devletlerin hemen hemen hepsi iki blok içinde toplanmış durumdadır. İki kutuplu sistemin, uluslararası hukuk ve kurallara tam uyularak yönetimi ve düzenlenmesi çok zordur. Bütün bağlantısız devletler bir araya gelseler bile, her iki kampa etkide bulunamaz, çözümler kabul ettiremezler. Resmi olmayan düzenleyiciler olarak iki blok, birbirlerini denetlerler, karşı tarafın gücünü güçle dengelemeye çalışırlar. İki kutuplu sistemin avantajı, bozucu davranış ve bu davranışın yol açtığı sonuçların kolaylıkla görülüp tedbir alınabilmesidir.

İşte İkinci Dünya Savaşı sonrası dönem bize iki kutuplu sistemi tüm nitelikleriyle anlamamızı sağlayacaktır. Bu dönemdeki gelişmeler de bu çerçeve içinde değerlendirilmektedir.

1945’ten Sonra Kutuplaşmaya Neden Olan Olaylar

İkinci Dünya Savaşı, 1945 Mayıs ayında Avrupa’da, Eylül ayında da Asya’da sona erince, bu kıtalardaki güçler dengesinde büyük boşluklar meydana geldi. Bunda, yenilen Almanya, İtalya ve Japonya’nın yanında, galip devletlerden olan savaş öncesinin güçlü devletleri İngiltere ve Fransa’nın da savaştan büyük ölçüde yıpranmış olarak çıkması önemli rol oynadı. Bu devletlerin kendilerine gelebilmeleri için uzun yıllara gerek vardı. Bu bakımdan savaştan sonra, Avrupa’da Almanya’nın, Asya’da Japonya’nın yerini tek başına dolduracak bu kıtalardan devlet bulunmamaktaydı. Savaştan sonra güçlü olarak ayakta kalabilenler ise, siyasi ve ekonomik doktrinleri birbiriyle çatışan, Avrupa’ya göre iki kenar devlet, yani ABD ile Sovyetler Birliği idi. Bunlardan ABD, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra olduğu gibi, yeniden kıtasına çekilip olayları uzaktan izleme eğilimi içindeydi. Sovyetler Birliği ise yayılma isteğindeydi.

Bu sırada, savaş sonunda barış ve güvenliğe kavuştuklarını sanan, barışı kurmak ve korumak için kurdukları Birleşmiş Milletler Örgütü’ne güvenen Batı Devletleri, altı yıl süren savaşın kamuoylarında meydana getirdiği yük ve bıkkınlığın da etkisiyle, silahlı kuvvetlerin tamamına yakınını terhis ettiler. Buna karşılık Sovyetler, büyük ve güçlü ordularını daha da takviye etti, savaş sanayisini çalıştırmayı da hızlandırdı. Bu da, Batılı Devletler ile Sovyetler arasında bir dengesizlik meydana getirdi.

SSCB Savaş Sanayisi

Sovyetler Birliği ile Batı Avrupa arasındaki bu dengesizlik, askeri alanda olduğu gibi, sanayi alanında da Sovyetlerin açık üstünlüğü şeklinde bulunuyordu. Bunların yanı sıra, uygulamasına yöneldiği yayılma politikasıyla Sovyetler, Batı Avrupa için endişe kaynağı haline gelmekteydi. Böylece, savaştan sonra, Avrupa’da istediği gibi hareket edebilecek tek devlet olarak Sovyetler Birliği kalmış oluyordu. Bu dönemde Sovyetler Birliği’ne karşı koyabilecek tek devlet ise sonunda kendi kamuoyunun etkisiyle, yeniden kıtasına çekilme politikasına dönme eğilimindeydi.

Bu düşünce de, o günlerde dünyanın tek atom gücüne sahip olan bu devleti, hareketsiz hale getirmiş bulunuyordu. İşte bu durumdan da yararlanmak isteyen Sovyet Rusya, savaş sırasında kendi işgali altına geçen Doğu ve Orta Avrupa ülkelerini paylaştırırken, diğer yandan Türkiye, Yunanistan, İran üzerinde etkisini geliştirmek için baskıya ve isteklerde bulunmaya, Uzakdoğu’da da Çin’de girişimlerde bulunmaya başladı. Bunlar ise, karşı ittifaklara yol açtığı gibi, dünyayı yeni bir bloklaşma dönemine sürükleyen başlıca etkenler oldu.

Avrupa’da Kutuplaşma ve Bölünme

1.Potsdam Öncesi Gelişmeler

a) ABD ile Sovyetler Birliği Arasındaki Anlaşmazlıklar

“Savaş sırasında Avrupa’yı ilgilendiren kararlar üç büyük devlet tarafından alınmıştı. Böylece savaş sonu Avrupası’nın toplumsal ve siyasal yapısı büyük ölçüde onlar tarafından belirlendi. Bu noktanın iyi bilinmesi, Avrupa’da savaş sonrası gelişmelerinin anlaşılmasında son derece önemlidir. ABD’nin ekonomik, Sovyetler Birliği’nin askeri gücüne sahip olmayan İngiltere’nin zayıflığı savaş sonrasında açıkça ortaya çıktı ve böylece iki büyük devlet Avrupa’ya biçim verdiler.

b) Churchill ile Stalin arasında ” Yüzdeler Anlaşması “

Tarihte “Yüzdeler Antlaşması” diye geçen bu antlaşmada, Churchill ve Stalin arasında 1944 Ekim’inde gerçekleşen ve amacı Doğu Avrupa’da etki alanlarının kesin olarak saptanması olan anlaşmayla İngiltere ve Rusya Doğu Avrupa’da sahip olacakları üstünlüğü yüzdelerle belirlemişlerdir. Churchill’in anılarından yazdıklarına göre, bu anlaşma o andaki savaş durumu düzenlemesiydi ve imzalanacak olan barış antlaşmalarında değişikliklere açıktı.

Gerçek ne olursa olsun, böyle bir düzenlemenin savaş sonrası gelişmelerini etkileyeceği açıktı ve öyle de oldu. Sovyetler Birliği Doğu Avrupa ülkelerinde askeri üstünlüğünü sonuna kadar kullanırken, Yunanistan’a karışmadı ve İngiltere, Yunan iç savaşında kralcı hükümete tam destek verirken, Yunan komünistlerine doğrudan yardım yapmadı. İşte hemen savaş sonrasının bu karar ve gelişmeleri, Avrupa’nın, komünizmin kıtada çökmesine kadar süren, bölünmüşlüğünü başlatmıştır. Bu kararlar, Batı’nın Doğu Avrupa’daki gücünün sınırının ve bölgedeki Sovyet üstünlüğünün gerçekçi bir değerlendirmesidir.

c) Almanya Üzerindeki Anlaşmazlık

Müttefiklerin politikalarındaki asıl fark, daha doğrusu dayanışma denemesi, Almanya’da ortaya çıktı. Almanya’nın savaş içinde Fransa’daki politikası, İngiltere’ye hava saldırısı ve Sovyetler’e karşı giriştiği savaş, müttefiklerin Almanya’ya karşı tutumlarının saptanmasını kolaylaştırmıştır. Böylece, daha savaş içinde, Almanya’nın silahsızlandırılacağı, Nazilerden arındırılacağı kararlaştırılmıştı. Stalin, Almanya’nın yeniden güçlenmesini önlemek amacıyla, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Fransa’nın Almanya’ya karşı tutumundan çok daha sert bir tutum içindeydi. Almanya’nın şu ya da bu biçimde parçalanması ve böylece Birinci Dünya Savaşı’nda yapılan hatanın tekrarlanmaması, en önemli müttefik amaçlarından biri oldu. Daha 1941 Eylül’ünde, Stalin tazminat sorununu ortaya atmıştı. 1919 yılından sonra tazminat sorununun ne denli güçlüklere yol açtığını hatırlayan İngiltere, bu tazminatın para yerine eşya ile ödenmesi konusunda Sovyetlerle anlaştı. Ayrıca Almanya’nın kayıtsız şartsız tesliminden sonra, ABD, İngiltere ve Sovyetler Birliği’nin temsilcilerinden kurulu bir “Müttefik Denetim Komisyonu”nun Almanya’nın yönetimini ele alması da kararlaştırılmıştı.

Tüm bu nedenlerle, 1943 Tahran doruk toplantısında bu genel konularda anlaşmaya varmak kolay olmuştu, ama hala Almanya’nın nasıl parçalanacağı ve müttefik işgalinin nasıl örgütleneceği konularında kesin karar verilmemişti. İşgal bölgeleri en sonunda Yalta Konferansı’nda belirginleşip kabul edildi. Sovyetler Birliği Almanya’nın doğu bölgesini, İngiltere kuzeybatısını ve ABD güneybatı bölgesini işgal edeceklerdi. Sovyet işgal bölgesi içinde kalan Berlin’de aynı biçimde işgal bölgelerine ayrılacaklardı. Ancak Batılıların Berlin’e nasıl geçecekleri Yalta’da belirlenmedi. Bu konu Müttefikler arasında ilişkiler bozulunca büyük sorun çıkaracak, Batılılar ile Sovyetler Birliği’ni bir çatışmanın eşiğine kadar getirecekti.

Yalta Konferansı

Potsdam Konferansı, 1945

II.Dünya Savaşı sonlarına doğru Müttefik devletlerin yaptığı son konferanstır. Konferans, Prusya devletinin kraliyet merkezi olan Potsdam’da yapıldı. Konferansa ABD’den Başkan Truman, İngiltere’den Başbakan Winston Churchill (Konferans sürerken yapılan seçimlerde Churchill iktidardan düştü ve Attlee yeni Başbakan olarak Potsdam konferansına katıldı) ve Sovyetler Birliği’nden Stalin katılmıştır.

Temmuz 1945’te başlayan Konferans, tarihin en büyük zaferinden sonra toplanmıştır. Fakat çözülmesi gereken sorun çok önemliydi: Avrupa’nın yeniden kurulması. Avrupa’nın savaştan yitik çıkması, bu ihtiyacı doğurmuştu. Potsdam konferansı, planlandığı tarihten birkaç gün sonra başlamıştı. Tarihçiler bu konuda Truman’ı sorumlu tutmaktadırlar. Truman, konferansa ilk atom denemesinin sonucunu beklerken gitti. Konferans’ta, barış antlaşmalarını hazırlayacak bir Dışişleri Bakanları Kurulu kuruldu. Üzerinde durulan en önemli konular: Almanya sorunu, Polonya sorunu, Avusturya’nın işgali, SSCB’nin Doğu Avrupa’daki rolü, savaş tazminatları ve Japonya ile süren savaşın durumuydu. Konferansta en çok tartışılan konu Almanya idi. Müttefikler, Almanya’nın yenilmesi kesinlik kazanmaya başlayınca, Almanya’nın parçalanması konusundaki eski görüşlerini değiştirmeye başladılar. Churchill Mart 1945’te “Almanya’yı parçalamayı düşünmüyoruz” demekteydi. Stalin ise Almanya’yı parçalamayı istemediğini söyledi.

Stalin Ruhr bölgesinden tamirat almak istiyordu. Potsdam’da, daha çok Almanya’nın Nazilikten ve askerlikten arındırılması konusu üzerinde duruldu. Çünkü Nazizim ortadan kalkarsa,militarizm de ortadan kalkardı. İlk önce savaş suçlularının cezalandırılmasına karar verildi. Alman askerlerinin elinden silahların alınması, demokratik düzenin kurulması; bunu yapmak için ise, eğitim sisteminin tümüyle değiştirilmesi gerekirdi. Bunun için Almanya’nın bir süre işgal altında kalması kararlaştırıldı. Buna göre, Almanya, Sovyet, İngiliz, Amerikan ve Fransız işgal kuvvetleri komutanlarınca yönetilecek dört ayrı işgal bölgesine ayrılacaktı. Berlin, Viyana ve Avusturya aynı şekilde bölünecekti. Almanya’da demokrasiyi kurmak için, tüm ülkeyi kapsayan ve yerel özerkliğe sahip devletlerden oluşan bir federasyon kurulmasına karar verildi. Maliye, dış ticaret ve bunun gibi konular ise federalizm kapsamına alınmayarak “Denetim Kurulu” oluşturuldu.

Potsdam Konferansı

Konferansta üzerinde durulan diğer bir önemli konu, Polonya’ydı. Yalta Konferansı’nda kurulması kararlaştırılmış olan koalisyon hükümeti, şimdi Potsdam Konferansı süresince kurulmuş ve kabul edilmişti. Polonya’da seçimler açık olacaktı, gazeteciler de seçimde gözlemci sıfatı ile bulunacaklardı. Sovyetler Birliği, Müttefik devletlerden yönetimleri değişen Romanya, Bulgaristan ve Macaristan’a karışmamalarını, Türkiye’den Sovyetlere bir üs verilmesini istedi. Fakat bu istekler kabul edilmedi.

Potsdam’da Türkiye de söz konusu edildi. Stalin’in Montrö Sözleşmesi’nin değiştirilmesi isteği ilke olarak Batılılarca kabul edildi. Ayrıca Sözleşme’nin Türkiye ile ayrı ayrı yapılacak görüşmelerle değiştirilmesi de kararlaştırıldı. Böylece Sovyetler Birliği Boğazlar konusunda uzun süreden beri istediklerini en sonunda Batılılara kabul ettirmiş oldu. Hem sözleşme değiştirilecek hem de bu değiştirmede Türkiye ile yalnız kalabilecekti. Japonya’ya, Potsdam Bildirgesi’ni kabul etmesi için ültimatom gönderildi. Ancak, Japonya bunu reddetti. Bunun üzerine ABD, Hiroşima ve Nagazaki’ye (6 Ağustos, 9 Ağustos) atom bombası attı. Konferans 1 Ağustos 1945 tarihinde sona erdi.

Yalta Konferansı’ndan sonra görülen olumlu hava, Potsdam Konferansı’ndan sonra yoktur. Konferansa ilişkin Sovyet yorumuna göre, Batılılar Sovyetler Birliği’nden çok Almanya’nın kalkınmasına öncelik veriyor ve Almanya’nın Sovyet halkı ve topraklarına verdiği zarara karşı ilgisiz davranıyordu. Batılılara göreyse Sovyetler Birliği, genel bir Avrupa düzenlemesinden çok kendini güçlendirmek peşindeydi. Postdam Konferansı’nın en çok zamanını alan Almanya sorunu, “soğuk savaş “ın en önemli konusu oldu.

Atom Konusundaki Anlaşmazlık

Almanya’nın sorunundan sonra soğuk savaşa geçiş dönemini oluşturan ikinci olay, atom enerjisi sorunudur. O kadar ki Hiroşima’dan bu yana bu sorun hemen hemen her diplomatik alışverişte karşımıza çıkmaktadır.

“1945 yılının sonunda “Büyük Üçler” in dışişleri bakanları, Güvenlik Konseyi’ne bağlı bir Atom Enerjisi Komisyonu kurarak bu dehşetin engellenmesi konusunda anlaştılar. 1946 Martındaysa ABD kendi projesini sundu. Acheson-Lilienthal Önerisi adını alan proje, atom’un uluslararası denetimi için bir dizi aşama getirmekteydi. Ayrıca bu geçiş döneminde ABD atom tekeline sahip bulunurken, öteki devletler uluslararası ajanslarca denetlenecekti. Bu noktaya kadar Müttefikler arasında görünürde bir anlaşmazlık çıkmadı. Ancak Başkan Truman 1946 Nisan’ında Bernard Baruch’u BM Komisyonu’na Amerikan temsilcisi seçince durum değişti ve bu noktadan sonra Amerikan politikası yeni biçimler aldı.

Baruch, Sovyetler Birliği’ne karşı sert bir tutum takınılması görüşündeydi ve bu görüşlerini Amerikan askeri yetkililerine kabul ettirdi. Baruch 14 Haziran 1946’da BM Atom Enerjisi Komisyonu’na Amerikan projesini bildirdi. Uluslararası bir güvenlik sistemi altında ABD’nin atom tekelinden vazgeçmesini ana hedef olarak kabul eden Baruch Planı; atom enerjisinin geliştirilmesi ve kullanımının tüm aşamalarını denetleyecek olan bir uluslararası Atom Geliştirme Kuruluşu’nun kurulması; ihlallere karşı bu kuruluşa sınırsız denetleme yetkisinin tanınması; atom bombasının yapımıyla ilgili her türlü ihlalin en sert biçimde cezalandırılması; kuruluş tam denetim kurduktan sonra atom bombasının yapımının yasaklanması ve mevcut atom stoklarının yok edilmesi ve anlaşmayı ihlal edenlerin cezalandırılmasını engellenmemesi için Güvenlik Konseyi’ndeki veto sisteminin değiştirilmesini içermektedir.

Atom Enerjisi Komisyonu

Baruch Planı, Sovyetler Birliği tarafından kabul edilmemesine rağmen, daha sonra ABD tarafından nükleer silahsızlanma konferanslarında ortaya konan önerilerin temelini oluşturması açısından önemlidir. Sovyetler Birliği’nin planı reddetme nedenleri ise; planın uygulanmasıyla ABD atom bombası yapabilme yeteneğine sahip tek devlet olarak kalması; ABD, BM’de karar verme sürecine egemen olduğu için, bu örgütün bir kuruluşu olan Atom Enerji Komisyonu’nu da etkisi altına alabileceği; planın tartışıldığı sırada Sovyetler Birliği atom bombasının gizlerini ele geçirip bu bombaları çok kısa bir süre içinde yapabilme uğraşı içindeydi. Bu nedenlerden dolayı bu planı kabul etmeyen Sovyetler Birliği ile ABD arasındaki gerginlik daha da büyüdü.

Soğuk Savaş’ın Temelleri

Kavram Olarak “Soğuk Savaş”

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, savaştan galip çıkmış iki büyük devlet ve bu devletlerin çevresinde kümelenmiş küçük devletler arasındaki anlaşmazlık ve çatışmanın, doğrudan birbirlerine karşı güç kullanmadan sürdürüldüğü bir tarihsel dönemi kapsamaktadır.

Soğuk Savaş, aynı zamanda, ülkeler arasında anlaşma kuralları yaratılmasına ve ilişkilerin bir düzen içinde gücün sınırlanarak yürütülmesine olanak sağlayacak temel yöntem olan diplomasinin, iki blok arasında hemen hemen ortadan kalktığı bir dönemdi. Kuralları oluşturacak ve işletecek diplomasi, yerini güç ilişkilerine bırakmıştı. Soğuk Savaş, henüz düzeni kurulmamış savaş sonrası Avrupasının karışıklık ortamının bir ürünü durumundaydı. İşte bloklar arasındaki bu güç ilişkisi ve karışıklık ortamı, İkinci Dünya Savaşı sonrası döneminin ilk yirmi yılının temel özelliğidir. Soğuk Savaşın 50 yıllık Sovyet- Amerikan güvensizliği ve karşılıklı korku üzerinde oluştuğu bilinmelidir.

Soğuk Savaşı Hızlandıran Olaylar 

1945-1946 yıllarının zoraki iş birliği havasının uzun sürmeyeceği hemen anlaşılmıştı. Bundan sonra, kökenini 50 yıllık Rus-Amerikan güvensizliği, ABD’nin savaştan sonra uygulamaya çalıştığı ekonomik politika ve Doğu Avrupa ile Uzakdoğu’daki Sovyet politikasından alan soğuk savaş, tam unsurlarıyla önce Avrupa’ya, sonra da tüm yeryüzüne yayıldı. Avrupa’da ve Avrupa dışında yaşanan bazı olaylar Soğuk Savaş’ı daha da hızlandırmıştır.

Paris Barış Antlaşmaları

Tarihte, özellikle büyük savaş sonrası barış düzenlemelerinin yeni bir savaşın temelini hazırlaması, hemen hemen bir kural gibidir. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonrasının barış antlaşmaları İkinci Dünya Savaşı’nın en önemli nedenlerin biridir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yenik devletlerin bir bölümüyle imzalanan barış antlaşmaları da, şimdiye kadar dünya savaşına neden olmamışsa da, gerçek bir barış ortama kurulamamış ve soğuk savaşı hızlandıran olaylar arasında yer almıştır.

“Konferansta büyük devletler antlaşmaları hazırlamışlar ve küçük ve yenik devletler önlerine konan metinleri imzalamışlardır. Bu konferansta büyük devletler arasında da güç dengesi yoktu. Fransa zorla büyük devletler arasına alınmış, İngiltere ise Birinci Dünya Savaşı sonrasıyla karşılaştırılamayacak ölçüde zayıflamıştı. Güçlü devlet olarak yalnız ABD ile Sovyetler Birliği kalmıştı.

Konferansta ele alınan konulara bakış açılarında ilk kez Doğu ile Batı blokları arasındaki fark kesin çizgileriyle ortaya çıktı. Beyaz Rusya, Ukrayna, Çekoslovakya, Yugoslavya, Polonya, Bulgaristan ve Macaristan Sovyetler Birliği’nin, geriye kalan Avrupa devletlerinin çoğunluğuysa ABD’nin çevresinde kümelenmişti. 1947’de kapitalist ve komünist olarak ikiye bölünen bu bloklardan, ABD ve çevresindekiler statükocu, Sovyetler Birliği ve çevresindekilerse statüko karşıtı davranışlar içerisindeydiler.

Paris Barış Konferanslarından bir kesit

21 devletin katıldığı konferanslar dizisi, 19 Temmuz- 15 Ekim 1946 tarihleri arasında yapıldı ve Paris Barış Antlaşmaları 10 Şubat 1947’de imzalandı. Antlaşmalar İtalya, Finlandiya, Romanya, Macaristan ve Bulgaristan’la imzalanırken, ortada birleşmiş bir Almanya bulunmadığı için, bu devletle antlaşma yapılmadı. Japonya ile ABD 1951’de, Sovyetler 1956’da ayrı ayrı barış antlaşmaları imzaladılar. Nazizmin ortadan kaldırılması için insan haklarına özel dikkat gösterilmesi konusundaki antlaşmaya rağmen, iki taraf arasında görüş ayrılıkları çıktı.

Batılılar antlaşma imzalanan Doğu Avrupa hükümetlerinin halklarına temel özgürlükleri sağlamadığını ileri sürmüşler, buna karşılık kişi hak ve özgürlüklerin başka türlü tanımlayan ilgili hükümetler bunu bir iç sorun olduğunu savunmuşlardır. Antlaşmaların imzalanmasından 90 gün sonra Müttefikler, ordularını işgal altındaki devletlerden çekeceklerdi. Ancak Avusturya ile bağlarını koparmak istemeyen Sovyetler Birliği, Romanya ve Macaristan’dan askerlerini çekmedi. Ekonomik sorunlarda da temel farklar ortaya çıktı. Batılılar, Doğu Avrupa’yı dünya ekonomisine açmak için serbest ticareti savunurken, Sovyetler bu ülkelerin kendisiyle yakın ekonomik ilişkiler içinde olmasını istiyordu.

Brüksel Antlaşması, 17 Mart 1948

17 Mart 1948 tarihinde Brüksel’de imzalanan savunma ve iş birliği antlaşmasıdır. İngiltere, Fransa, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg II. Dünya Savaşı sırasında Londra’da bir gümrük antlaşması imzalamışlardı ve 1948 yılı başından itibaren bu ülkeler arasında gümrük oranları büyük ölçüde azalmıştı. Bu Benelux Ekonomik Birliği’ne temel oluyordu. Öte taraftan İngiltere ve Fransa Mart 1947’de Dunkirk Antlaşması’nı imzalayarak askeri ve ekonomik iş birliği yolunda önemli bir adım atmışlardı. Sovyetlerin Doğu Avrupa’da etkinliğini arttırarak Şubat 1948’de Çekoslovakya’da komünistleri iktidara getirmesi Batı Avrupa Birliği’nin kurulması doğrultusundaki çabaları hızlandırdı. Brüksel Antlaşması ile taraflar ortak bir savunma sistemi kurmaya, ekonomik ve kültürel bağları kuvvetlendirmeye karar vermişlerdi.

Brüksel Antlaşması

Antlaşmanın 4. maddesine göre taraflardan herhangi biri “Avrupa’da silahlı bir saldırıya uğrarsa antlaşmaya taraf diğer devletler bu devlete mevcut askeri ve diğer bütün olanaklarla yardım edeceklerdi. Antlaşma ile “Batı Birliği” nin en üst organı olarak, beş ülkenin Dışişleri Bakanları’nın katılımıyla oluşan Danışma Konseyi ve bu Konsey’e bağlı Savunma Bakanları’ndan kurulu Batı Savunma Komitesi kuruluyordu. Brüksel Antlaşması 1949’da kurulan NATO ile 1955’te kurulan Batı Avrupa Birliği’ne öncülük etmiştir.

Truman Doktrini ve Marshall Planı 

2. Dünya Savaşı’ndan sonra Amerikan kamuoyunda, Amerika’nın tekrar kabuğuna çekilerek Avrupa’nın karışık kombinezonlarından yine uzak durması söz konusu olmuşsa da Sovyet Rusya’nın komünist emperyalizmine hız vermesi ve bundan doğan gelişmeler, ABD’yi Avrupa’yla ilgilenmek zorunda bırakmıştır. Savaştan sonraki barış düzeninde Amerika Sovyetlerle iş birliği yapamayacağını anlamıştır. Komünizmin ortaya çıkardığı evrensel tehlike, Amerika’yı, sadece Avrupa gelişmelerinin içine değil, uluslararası ilişkiler düzeninin bütünü içine sürüklemiş ve uluslararası politikanın global yapısı içinde ve hürriyet düzeninin korunmasında sorumluluklar almaya yöneltmiştir. Geleneksel Amerikan dış politikasındaki bu radikal değişmenin başlangıcını Truman Doktrini oluşturur.

Truman Doktrini

1946 yılında Sovyet Rusya üç ana yönde yayılma çabalarına girişmiştir. İran üzerinden Orta Doğu petrolleri ve Basra Körfezi’yle Hint Okyanusu, Türkiye üzerinden Boğazlar, Ege Denizi ve Doğu Akdeniz ve Yunanistan üzerinden Doğu Akdeniz. Bu üç yön geleneksel olarak İngiltere’nin hayati ilgi ve çıkar alanlarıdır. Her üç bölge de, İngiltere’nin Rusya’ya karşı 19. yüzyılda en hassas noktaları olmuştur. Fakat 2. Dünya Savaşı İngiltere üzerinde öyle bir tahribat yapmıştı ki, artık İngiltere’nin bu bölgeleri savunmak için Sovyet Rusya’nın karşısına çıkacak hali yoktu. Ve İngiltere şunu da görüyordu: yeniden canlanan Rus emperyalizminin karşısına dikilecek tek güç ABD’dir.

Bundan dolayı İngiltere 1947 Şubat’ında Amerikan hükümetine, bir Türkiye ve diğeri de Yunanistan hakkında olmak üzere iki memorandum (muhtıra) verdi. Bu memorandumlarda, Türkiye’nin Batı savunması için önemi belirtilerek Türkiye’ye hem ekonomik ve hem de askeri yardım yapılması gerektiği, İngiltere’nin bu yardımları yapamayacağı ve hatta Yunanistan’daki askerlerini dahi geri çekmek zorunda bulunduğu ve dolayısıyla sorumluluğun Amerika’ya düştüğü belirtildi. Amerika kararını vermekte gecikmedi. Başkan Truman Amerikan Kongresi’ne 12 Mart 1947 günü gönderdiği mesajında, Türkiye ve Yunanistan’a 400 milyon dolarlık askeri yardım yapılması için kendisine yetki verilmesini istedi. Bu mesajda Türkiye’nin toprak bütünlüğünün korunmasının Orta Doğu düzeninin korunması için bir zaruret olduğu belirtiliyor ve Türkiye ile Yunanistan’ın durumlarının birbirine bağlılığı şöyle anlatılıyordu: “Eğer Yunanistan silahlı bir azınlığın kontrolü altına düşerse, bunun Türkiye için sonuçları çok ciddi olur. Böyle bir durumda karışıklık ve düzensizlik bütün Orta Doğu’ya yayılabilir.”

Truman

Amerikan Kongresi 22 Mayıs’ta Yunanistan’a 300 milyon ve Türkiye’ye de 100 milyon dolarlık bir askeri yardım yapılmasını kabul etti. Yardımın Kongre’deki tartışmaları sırasında, Amerikan Dışişleri Bakanlığı yetkilileri, Türkiye’nin Sovyet baskısı altında bulunmasının, boğazlardan Çin’e kadar olan bütün Orta Doğu ve Asya’yı tehlikeye soktuğunu belirtmişlerdir. Truman Doktrini savaş sonrası Amerikan dış politikasında, sonuçları günümüze kadar ulaşan olağanüstü önemde bir dönem noktası oluşturur. Bunun içindir ki, Truman Doktrini karşısında Sovyet basını büyük tepki göstermiştir.

Marshall Planı

İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, ABD tarafından Avrupa ülkelerine yardımda bulunmak ve bu ülkeleri kısa zamanda geliştirip güçlenmelerini sağlamak amacıyla hazırlanan bir programdır. Savaştan sonra Avrupa ülkeleri, yıkılan ekonomilerini onarmak için yoğun bir çabaya girişmişlerdir. Bunun için gerekli olan makine ve donatım ancak ABD’den sağlanabilirdi. Dolayısıyla bu ülkelerin tüm döviz ve altın rezervleri ABD’ye akmış ve büyük bir döviz darboğazı içine sürüklenmişlerdi.

Bu koşullar altında zamanın ABD Dışişleri Bakanı George C. Marshall, Avrupa’ya programlı yardım yapılması önerisinde bulundu. Bunun üzerine bir Avrupa Onarım Programı (European Recovery Program) hazırlandı. Öneri sahibinin isteminden dolayı buna Marshall Programı da denir.

Marshall Programı, 1948 yılında Başkan Truman tarafından imzalanan bir kanun ile kabul edildi. Program dört yıllık bir süreyi kapsamaktaydı. Program çerçevesinde yapılan yardımlara da “Marshall Yardımları” denmektedir. ABD, yardımları karşılığında Avrupa ülkelerinden ekonomik ve mali bağımsızlıklarını artıracak yönde çaba göstermelerini, bu amaçla gerekli iç önlemleri almalarını ve aralarında yakın bir iş birliği gerçekleştirmelerini istiyordu. Böylece Avrupa ülkelerinin ABD’ye bağımlılıkları da azaltılmış olacaktı.

Bu ortamda Avrupa ülkeleri aralarında gerekli iş birliğini gerçekleştirmek ve Marshall yardımlarını dağıtmak üzere Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü (OEEC)’nü kurdular. 17 Batı Avrupa ülkesinden her biri, 1948-1951 dönemini kapsayan bir plan hazırlayacak, ekonomisini toparlayacak, üretimini artıracak ve dış açığı azaltacak önlemler alacaktı. Bu planlar OEEC tarafından gözden geçirilecek ve aralarında uyum sağlanacaktı. Aslında bu koordinasyon, ABD’ye bir ölçüde üye ülkelerin ekonomik, para ve mali politikaları üzerinde denetim olanağı sağlıyordu.

Dışişleri Bakanı George Marshall

Marshall Programı’nın başlıca iki amacı vardı. Birisi, sağlanacak dış yardımlarla Avrupa ülkelerinin yıkılan ekonomilerinin onarımına ve kalkınmalarının gerçekleştirilmesine katkıda bulunmak, diğeri de Komünizm’in Batı Avrupa’daki yayılışına engel olmaktı. Savaş sonrası dönem dünyada “soğuk savaş” ın başlangıç dönemidir. Dolayısıyla ABD, ne pahasına olursa olsun komünizmin yayılışına set çekmek istiyordu. Diğer yandan, Batı Avrupa, ABD’nin geleneksel bir piyasası durumundaydı. O bakımdan bu piyasayı yeniden canlandırmakla ihracat olanaklarını artırmayı umuyordu. Avrupa Onarım Programı’nın uygulandığı dört yıllık süre içerisinde ABD, Avrupa’ya 11.4 milyar $ yardım yaptı, bunun %90’i doğrudan hibe şeklinde idi. En fazla yardım alan ülkeler İngiltere (%24), Fransa (%20), Federal Almanya (%11) ve İtalya (%10) idi.

Az miktarda olmakla birlikte Türkiye de yardım alan ülkeler arasında idi. Marshall Programı, Amerikan yardımının sadece bir yönü idi. 1945’de başlayan Amerikan yardımı, 1955’e kadar 51 milyar doları buldu. Bu yardımlar tüm Batı Bloku’na yapılan yardımları kapsar.

NATO (Kuzey Atlantik İttifakı)

Marshall Planı ve Truman Doktrini, Sovyetlerin Orta Doğu ve Avrupa’da girişmiş oldukları yayılma faaliyetlerine karşı Birleşik Amerika’nın almış olduğu ilk tedbirlerdi.

Fakat 1948 Berlin Buhranı’yla Sovyetlerle işbirliği yapma imkânı kalmadığı anlaşıldı. Çünkü şimdi Sovyetler, bir barış düzeninin kurulmasından ziyade, mümkün olduğu kadar geniş alanları komünist kontrolü altına sokmanın çabası içindeydi. İşte bu netice, Amerika’yı, Sovyetlere karşı Durdurma (containment) politikası takibine götürmüştür. Yani, Amerika bundan sonra Sovyet yayılmasını durdurmak için gerekli tedbirleri alacaktır ki, bu tedbirlerin en etkilisi 4 Nisan 1949 da kurulan NATO veya Kuzey Atlantik İttifakı olacaktır. SSCB’ye karşı kurulan Batı Avrupa Birliği’nin bu devlete karşı tek başına yeterli olmayacağının görülmesi ABD’yi Monroe Doktrini politikasından döndürdü.

Senatör Vandenberg Nisan ayında Senatoya sunduğu bir karar tasarısında, Amerika Cumhurbaşkanına, Amerika’nın güvenliğini ilgilendiren ve karşılıklı yardıma dayanan “bölgesel ve diğer ortak anlaşmalara” katılma yetkisinin verilmesini istedi. Vandenberg’in bu teklifi 11 Haziran 1948 de Amerikan Kongresi tarafından kabul edildi ve bu karara bundan böyle Vandenberg Kararı denildi. Vandenberg Kararı, Amerika’nın 1823’ten beri tatbik etmekte olduğu Monroe Doktrinini terk ettiğini gösteriyordu.

Amerika, dış politikasında bu esaslı değişikliği yaptıktan sonra, Batı Avrupa Birliği’ni daha müessir ve geniş bir ittifak sistemi haline getirmek için Kanada ve Batı Avrupa ülkeleri ile temasa geçti ve bu temaslar ve müzakereler sonunda 4 Nisan 1949 da 12 Batılı ülke arasında, kısa adı ile NATO (North Atlantic Treaty Organization) denen Kuzey Atlantik İttifakı kuruldu.

Antlaşmanın başında, bu ülkelerin, milletlerin, demokrasi ilkeleri ile kişi hürriyetleri ve hukuk üstünlüğüne dayanan hürriyetlerini ve ortak savunmaları ile barış ve güvenliklerini korumak için birleşmiş oldukları belirtiliyordu. İçlerinden birine yapılmış bir saldırı hepsine yapılmış sayılacaktı. NATO’nun kuruluşu ile Sovyetlerin Avrupa’daki yayılması, o günden bugüne, durdurulmuştur. Lakin 1949’a gelinceye kadar da Avrupa’nın mühim bir kısmını sınırları içine katmışlar veya kontrolleri altına almışlardır.

Sovyet Rusya, 1940-1945 yılları arasında Avrupa’da 450.000 km toprağı ve 24 milyon kadar nüfusu sınırları içine katmıştır. 1945-1948 yılları arasında ise, 1 milyon km toprak ile 92 milyon nüfusu da kontrolleri altına almışlardır. Türkiye ve Yunanistan’ın 1952 de, Batı Almanya’nın 1955’te ve İspanya’nın da 1982 yılında NATO’ya katılması ile NATO üyelerinin sayısı 16’ya yükselmiştir.

Avrupa Konseyi

5 Mayıs 1949′da, Avrupalı 10 devletin katılımıyla kurulan birliktir. Bunlar: Belçika, İngiltere, Danimarka, Fransa, Hollanda, İrlanda, İsveç, İtalya, Lüksemburg ve Norveç’tir. Birliğin amacı, üye ülkelerin ortak mallarını ve ilkelerini koruma ve yayma; iktisadi gelişimlerini sağlamak amacıyla, aralarında daha sıkı bir iş birliği oluşturmaktır.

Konsey, esas olarak, üye ülkelerin hükümet temsilcileriyle, parlamento üyelerinden oluşmuştur. Buna ek olarak, Avrupa İnsan Hakları Komisyonu ile Avrupa İnsan Hakları Divanı da kuruldu. Bu iki komisyon da, Konsey’in merkezi olan Strazburg’ta çalışmaya başlamıştır.

Türkiye, Avrupa Konseyi’ne 1949 yılında katıldı. Avrupa Konseyi’nin üye sayısı, kuruluşundan yirmi yıl sonra 18′e yükseldi. Konsey’in çalışma alanları insan hakları, medya, hukuki iş birliği, sosyal dayanışma, sağlık, eğitim, kültür, spor, gençlik, yerel demokrasiler, sınır ötesi iş birliği, çevre ve bölgesel planlamadır.

f) Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu

Schuman Planı 9 Mayıs 1950’de Fransa Dışişleri Bakanı Robert Schuman’ın Batı Almanya ve Fransa’da çelik ve kömür üretimini denetleyecek tek bir organ oluşturması ve bu ortaklığın diğer Avrupa ülkelerinin üyeliğine ve Birleşmiş Milletlerin iş birliğine de açık tutulması konusunda önerdiği plandır. Bu plan 18 Nisan 1951’de Batı Almanya, Fransa, Belçika, Hollanda, Lüksemburg ve İtalya Dışişleri Bakanlarının katıldığı Paris konferansında kabul edilmiş ve Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu kurulmuştur. Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu 1958 Roma Antlaşmasıyla, “Avrupa Atom Enerjisi Topluluğu”na (EURATOM) dönüştü.

g) Avrupa Ekonomik Topluluğu

Avrupa Ekonomik Topluluğu, 25 Mart 1957 tarihinde imzalanan Roma Antlaşması ile kuruldu. Topluluk, Altı kurucu üye arasında, (Belçika, Almanya, Fransa, Hollanda, Lüksemburg ve İtalya) ekonomi politikalarının yaklaştırılmaları yoluyla bir ortak pazarın kurulmasını, ekonomik faaliyetlerin uyum içinde gelişmesini, dengeli ve sürekli bir gelişme sağlanmasını, istikrarın artmasını, topluluk üyesi ülkeler arasındaki ilişkilerin daha sıkılaştırılmasını öngörmekteydi.

Avrupa Ekonomik Topluluğu

1 Ocak 1958’de yürürlüğe giren Roma Antlaşması, üye ülkeler arasında önce gümrük birliğini, yani malların gümrük vergisi ödenmeksizin üye ülkeler arasında serbestçe alınıp satılmasını öngörmüştü. Ancak Roma Antlaşması’nda nihai hedefi sadece ekonomik değil ortak tarım, ulaştırma, rekabet gibi diğer birçok alanda ortak politikalar oluşturulması, ekonomik politikaların yakınlaştırılması, ekonomik ve parasal birlik kurulması, ortak bir dış politika ve güvenlik politikası oluşturulmasıdır.

Bu amaca ulaşmak için AET Antlaşması, yürürlük tarihinden (1 Ocak 1958) itibaren 12 yıllık bir geçiş dönemi içinde malların, kişilerin, hizmetlerin ve sermayenin serbest dolaşımının sağlanmasını ve sosyal Avrupa’nın kurulmasını öngörmüştür. Geçiş döneminde ortak tarım ve ulaştırma politikaları saptanacak, üye devletlerin ekonomi politikaları ve gerekli ulusal mevzuatları yakınlaştırılacak ve rekabetin bozulmamasına ilişkin önlemler alınacaktır.

Soğuk Savaş’ın Ortadoğu’ya Yansımaları

Süveyş Krizi

23 Temmuz 1952’te Hür Subaylar Komitesi’nin yaptığı askeri darbeyle yarbay Cemal Abdünnasır Mısır’ın yönetimini ele geçirmiştir. Abdünnasır iktidara geldikten sonra Arap ülkeleri arasında bir kolektif güvenlik paktının, yani bir askeri ittifakın kurulması bir yandan da “İslam Kongresi” adı altında bir birlik kurulması için çalışmaktaydı. Bu gelişmelerle Nasır’ın gerçekleştirmek istediği şey, Doğu ve Batı blokları arasında bir “Üçüncü Blok” idi. Şüphesiz bu Blok’un başında Mısır ve Nasır bulunacaktı. Ancak Bağdat Paktı’nın kurulması Nasır’ın planlarını bozmuştu.

İsrail’le Gazze’de başlayan çatışmaları üzerine Mısır ABD ve İngiltere’den silah satın almak istemiş ancak bu reddedilince Çekoslavakya üzerinden SSCB’den silah satın alma yoluna gitmiştir. Bu durum Amerika, İngiltere ve Fransa tarafından tepkiyle karşılandı. Bu arada Mısır için çok önemli bir proje olan Asvan Barajı için ABD ve Dünya Bankası’ndan istenen kredi teklifinin Amerikan Senatosu tarafından engellenmesi Süveyş Buhranı’nı başlattı. 1956 Süveyş buhranının en mühim neticesi, şüphesiz, Sovyet Rusya’nın Orta Doğu’daki prestijini ve tesirini yok edilmek istenirken daha da artmış olmasıydı.

Süveyş Krizi

Suriye Bunalımı (1957)

1. Dünya Savaşı öncesinde Fransa’dan bağımsızlığını kazanan Suriye’de 1950’li yıllarda art arda hükümet darbeleri yaşanmıştır. Ancak 1955’ten sonra iktidara gelen Mısır lideri Cemal Abdün Nasır’la beraber SSCB’yle yakınlaşması komşularını rahatsız etmiştir. Suriye’nin 1956 yılında SSCB ile yardım antlaşması imzalaması üzerine Türkiye, Irak, Ürdün,İsrail ve Lübnan tarafından tepkiyle karşılanmıştır.

Bu ülkelerin inancı Sovyetlerin şimdi Suriye’de bir “köprübaşı” kurdukları ve Suriye’nin bir “Moskova uydusu” haline geldiğiydi. Bunun üzerine Amerikan Başbakanı Eisenhower ise, Başbakan Menderes’e gönderdiği mesajda, Suriye’nin bir saldırısı karşısında Türkiye Irak ve Ürdün’ün bu ülkeye karşı askeri bir harekâta girişmek zorunda kalması halinde, Amerika’nın kendilerine derhal silah yardımı yapacağını bildirdi.

Bu gelişmeler üzerine Türkiye’nin Suriye sınırına yığınak yaparak askeri tatbikatlar yapması Türkiye – Suriye ilişkilerini daha da gerginleştirdi. SSCB’nin karşı baskılarını artırdığı dönemde ABD’nin Türkiye’ye büyük bir destek vermesi, Suudi Arabistan’ın Türkiye ile Suriye arasında arabuluculuk yapması, Ürdün kralı Hüseyin’in Suriye’ye karşı tavrını yumuşatması üzerine kriz çözüme kavuşmuştur.

Lübnan Bunalımı ( 1958)

1957 Haziran’ında Lübnan’da yapılan genel seçimlere Cumhurbaşkanı Camile Chamoun’un hile karıştırarak kendisinin görev süresini 4 yıl daha uzatacak bir parlamento seçtirmesi ve Amerika’nın yayınladığı Eisenhower Doktrini’ni desteklemesi siyasal bir krize sebep olmuştur. Halbuki, yarısı Hıristiyan, yarısı Müslüman olan Lübnan halkının Müslüman-Arap kesimi esas itibariyle Nasır taraftarı idi ve Eisenhower Doktrinine aleyhtardı. Lübnan halkının ikiye bölünmesinden sonra muhalif bir gazetecinin öldürülmesiyle olaylar Beyrut ve Trablus’ta (Tripoli) grevlere dönüştü.

Cumhurbaşkanı Chamoun, 13 Mayıs’ta Amerika, İngiltere ve Fransa’ya başvurarak, bütün bu yapılanların bir yabancı (bilhassa Suriye’nin) müdahalesinin eseri olduğunu bildirdi ve bu sebeple Lübnan’a yardım yapılmasını istedi. Bu arada Irak’ta monarşinin yıkılması ve Bağdat Paktı’nın zarar görmesi müdahale yanlısı olmayan ABD’nin fikrini değiştirdi. ABD yaklaşık 15.000 askeri Lübnan’a çıkardı. ABD’nin baskıları üzerine Chamoun cumhurbaşkanlığının süresini uzatmamayı kabul etti. Genel Kurmay Başkanı Şahab’ın Lübnan parlamentosu tarafından cumhurbaşkanı seçilmesiyle buhran yatışmıştır.

Bağdat Paktı

Fransa ve İngiltere’nin Ortadoğu’daki etkinliğini azalınca Sovyet Rusya’nın Orta Doğu’ya sızmasını önlemek maksadıyla Orta Doğu ülkeleri arasında bir ittifak kurma fikri, esasında Amerika’dan gelmiş, fakat fikir Türkiye tarafından gerçekleştirilerek, 1955 Şubat’ında Türkiye ile Irak arasında Bağdat’ta bir ittifak antlaşması imzalanmıştır. Nisan 1955’te İngiltere, Eylül 1955’te Pakistan ve Kasım 1955’te İran Bağdat Paktına katılarak, ittifak genişletilmiştir.

Ancak Irak dışındaki Arap ülkelerinin pakta katılmaması ve buna karşı Ortadoğu’nun; pakta katılanlar (Irak, İran ve Pakistan), karşı çıkanlar (Mısır, Suriye, Suudi Arabistan ve Yemen) ve tarafsız kalan (Ürdün ve Lübnan) ülkeler olmak üzere gruplaşması SSCB’nin işini kolaylaştırmış, paktın amacına ulaşmasını engellemiştir.

Amerika, Arap devletlerinin tepkisini fazla çekmemek için pakta resmen üye olmadı, ama üye devletlere askeri teknik ve ekonomik yardımda bulunacağını belirterek paktın güçlenmesine çalıştı. Sovyetler Birliği’nin tehdidine ve yayılmasına karşı, NATO ile SEATO’yu birleştiren Bağdat Paktı’nın kurulması Türk-Sovyet ilişkilerini daha da gerginleştirdi. Ayrıca, Irak hariç Arap devletleri ile Türkiye arasındaki münasebetler olumsuz bir seyir takip etmeye başladı.

CENTO

Irak’ta yapılan askeri darbenin ardından monarşinin yıkılması üzerine 24 Mart 1959’da da Irak, Bağdat Paktı’ndan çekildiğini resmen açıkladı. Irak’ın ayrılmasından sonra Pakt’ın merkezi Ankara oldu. 18 Ağustos 1959’da da Bağdat Paktı’nın adı ‘Merkezi Antlaşma Örgütü” yani “CENTO” olarak değiştirildi.

CENTO’nun ilk toplantısı, 7-9 Ekim 1959’da Washington’da yapıldı. Örgüt, aslında savunma amacıyla kurulmuş olmasına rağmen; faaliyetlerini, üyeler arasında ekonomik, kültürel ve teknik işbirliği konularına yöneltti. ABD, örgüte daha fazla destek vermeye başladı. Bu şekliyle 20 yıl devam eden örgüt, 12 Mart 1979’da Pakistan’ın ve İran’ın ayrılması ile dağılma noktasına geldi. Türkiye, 13 Mart 1979’da, bu devletlerin CENTO’dan ayrılması kararlarını saygıyla karşıladığını ve bu durumda CENTO’nun bölgedeki işlevini fiilen kaybettiğini, örgütün ilgili anlaşma hükümleri gereğince sona erdirilmesi için gerekli işlemlerin yapılacağını açıkladı. Böylece, Bağdat Paktı’nın bir devamı şeklinde olan CENTO, hukuken olmasa bile fiilen sona ermiş oldu.

Eisenhower Doktrini

ABD özellikle 1956 yılında ortaya çıkan Süveyş krizinden sonra Arap Dünyası’nda Batılı devletlerin imajının zedelendiğini bunun yerine SSCB’nin prestijinin arttığını anlamıştır. Bu durumu düzeltmek için Başkan Eisenhower 5 Ocak 1957’de Amerikan Kongresi’ne gönderdiği mesajda Süveyş Krizi’nden sonra SSCB’nin Süveyş Kanalı’na ve Batı’nın Orta Doğu’daki petrol kaynaklarına hakim olarak, bölgeyi siyasi kontrolleri altına almaya ve Batı Bloğu’na bu sayede büyük bir darbe vurmaya yakın olduğunu belirtmiştir.

Bu şartlarda yapılacak iki şey vardı: Biri, bölge ülkelerinin ekonomik sıkıntılarının giderilmesine yardımcı olmak; diğeri de, ister ikili, ister toplu münasebetler yoluyla, bu ülkelere, komünizm hegemonyasının neler getirebileceğini anlatmak ve bunların komünizme karşı koymalarına yardım etmekti. Bu gerekçelerle başkan Eisenhower 5 Ocak 1957’de Kongre’ye gönderdiği ve “Eisenhower Doktrini” adını alan mesajda bütün bu hususları açıkladıktan sonra, Kongre’den kendisine aşağıdaki yetkilerin verilmesini istiyordu:

1) Bağımsızlığını korumak için ekonomik kalkınma çabası içine giren Orta Doğu ülkelerine ekonomik yardım yapmak.

2) Bunlardan isteyen ülkelere askeri yardım yapmak.

3) Bu ülkelerin istemeleri şartıyla, “milletlerarası komünizmin kontrolü altında bulunan bir ülkeden gelecek açık silahlı saldırılar karşısında, Amerikan silahlı kuvvetlerinin kullanılması

Eisenhower Doktrini iki bakımdan Amerikan dış politikası için mühim bir gelişmeyi ifade etmekteydi. Birincisi, Amerika’nın Orta Doğu ile bağlantı alanını bir hayli genişletmesidir. Her ne kadar Amerika Orta Doğu ile ilgisini ilk defa Truman Doktrini ile göstermiş ise de, Truman Doktrini sadece Türkiye ve Yunanistan’a ve yine sadece askeri yardım yapılmasını öngörmekteydi. Hâlbuki Eisenhower Doktrini, bütün bir Orta Doğu bölgesini içine alıyor ve Amerikan askerinin kullanılması suretiyle, bölgedeki ülkelerin komünizme karşı savunulmasını da üzerine alıyordu.

Ürdün Buhranı

Ürdün Kralı Hüseyin, Mısır ve Suriye ile birlikte Eisenhower Doktrini’ne ilk karşı çıkanlar arasında yer almakla beraber, bu doktrinden ilk faydalanmak isteyen kişi de kendisi oldu. 1948-1949 Arap-İsrail savaşı sırasında Filistin’den kaçan bir milyona yakın Filistinli Arap’tan yarım milyon kadarı Ürdün’e sığınmıştı ve bunların büyük çoğunluğu hararetli Nasır taraftarı idi. Nasır’ın Filistin’i tekrar kendilerine kazandıracağına inanıyorlardı.

Durum bu şekilde iken Ürdün’de 1956 Ekimi’nde yapılan seçimleri Nasırcılar kazandı ve Başbakanlığa Nabulsi geldi. Kral Hüseyin ile Başbakan Nabulsi arasında ilk günden başlayan sürtüşme, 1957 Nisanı’nda tam bir çatışma içine girdi. Nabulsi, sol eğilimli Genelkurmay Başkanı Ali Abu Nuvar’la işbirliği yaparak Amman üzerine tank birlikleri sevk etmeye hazırlanırken, Kral tarafından Başbakanlıktan düşürüldü. Kral Hüseyin Nabulsi’yi bertaraf ederken, Amerika’nın ve Suudi Arabistan’ın da desteğini sağlamıştı.

13 Nisan’da krala bağlı kuvvetlerle sosyalist subaylar arasında çatışmalar başladı. Olaya Mısır ve Suriye’nin de dahil olması Başbakan ve Genel Kurmay Başkanı’nın Suriye’ye kaçması üzerine halk sokaklara döküldü ve grevler başladı. Gelişmeleri endişe ile takip eden Amerika bütün ağırlığını Ürdün’ün yanına koydu. Amerika, bir yandan “Ürdün’ün bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü hayati ehemmiyette telakki ettiğini” bildirirken, öte yandan da Akdeniz’deki Amerikan VI. Filosu 25 Nisan’da Beyrut açıklarında demir atıyordu. İsrail’e de fırsattan yararlanmaması hususunda uyarıda bulunulmuştu.

Irak ve Suudi Arabistan da Ürdün’ün yanında yer aldılar. Hatta Irak hükümeti yayınladığı bir bildiride, Ürdün’de krallık rejiminin yıkılması halinde, Irak’ın Ürdün’e asker sokacağını açıkladı. Arap dünyasının üç monarşisi sıkı bir dayanışma içine girmiş bulunuyordu. Bu dayanışma Amerika’nın desteği ile birleşince, Kral Hüseyin karışıkları ve ülkesine yönelen tehlikeyi bertaraf etmeye muvaffak oldu ve iç kriz de böylece kapandı. Böylece Ürdün Eisenhower Doktrini’nden yaralanan ilk ülke oldu.

İsrail’in Kurulması ( 1948)

İsrail Devleti’nin kurulmasında “Balfour Deklarasyonu” oldukça önemli bir paya sahiptir. Lord Arthur Balfour, 2 Kasım 1917 tarihinde uluslararası Siyonist hareketin liderlerinden olan Lord Rothschild’e bir mektup göndererek, Filistin topraklarında bir Musevi devleti kurulması konusunda İngiliz hükümetinin destek vereceğini bildirmiştir.

İngiltere, Filistin’deki durumun daha kötüye gitmesini önlemek için 1939 yılında, Filistin’e yapılacak Yahudi göçlerini çok sınırladı. Fakat bu sefer Avrupa’nın çeşitli yerlerinden Yahudiler Filistin’e kaçak olarak girmeye başladılar. Bu kaçak göçleri Haganah adlı gizli bir teşkilat organize ediyordu. Filistin’deki İngiliz kuvvetleri bu kaçak göçleri önlemeye çalışınca İngiliz askerleri ile Yahudiler arasında silahlı çatışmalar çıktı. Bu çatışmalarda Irgun adlı Yahudi tedhiş teşkilatı aktif bir rol oynamakta idi. 1. Dünya savaşı biter bitmez ABD başkanı Truman, İngiliz hükümetine başvurarak 100.000 Musevi’nin derhal Filistin topraklarına gönderilmesini talep etti.

İngiltere bir süre uğraştıktan sonra, Filistin’den yakasını kurtarmaya karar verdi ve 2 Nisan 1947 de meseleyi Birleşmiş Milletler’e götürdü. Meseleyi ele alan Genel Kurul, iki haftalık müzakerelerden sonra, Filistin meselesine bir çözüm bulması için bir özel komisyon kurdu. Bu komisyona büyük devletler sokulmamıştı. B.M. Filistin Komisyonu, 16 Haziran-24 Temmuz tarihleri arasında bizatihi Filistin’de yaptığı incelemelerden sonra, Ağustos ayında raporunu yayınladı. Bu raporda Komisyon, oybirliği ile, Filistin’in bağımsızlığını teklif ediyordu. Lakin bu bağımsızlık nasıl olacaktı?

Bu noktada Komisyon ikiye ayrıldı. Kanada, Çekoslovakya, Guatemala, Hollanda, Peru, İsveç ve Uruguay’ın desteklediği çoğunluk teklifine göre, Filistin Araplarla Yahudiler arasında taksim edilmeli ve iki ayrı bağımsız devlet kurulmalıydı. Kudüs şehri ise milletlerarası statüye sahip olmalıydı. Hindistan, Yugoslavya ve İran tarafından desteklenen azınlık teklifine göre de, Filistin, Yahudi ve Arap devletlerinden meydana gelen “federal” bir devlet olmalıydı. Yahudiler çoğunluk planını, Araplar ise azınlık planını tuttular. Çünkü Araplara göre, azınlık planı veya teklifi, Filistin’in toprak bütünlüğünü korumaktaydı.

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 27 Kasım 1947’de, Filistin Komisyonu’nun çoğunluk teklifini benimsedi ve 13 aleyhe ve 10 çekimsere karşı, 33 oyla Filistin’in Araplarla Yahudiler arasında taksimine karar verildi. Fakat karara göre, Filistin’de kurulacak Yahudi ve Arap devletleri arasında bir ekonomik birlik kurulacak ve kutsal Kudüs şehri de milletlerarası statüye sahip olacaktı. Genel Kurulunun taksim kararı bütün Arap dünyasında tepki ile karşılandı. Arap ülkeleri 17 Aralık 1947’de Kahire’de yaptıkları toplantıda, Filistin’in taksimi kararını önlemek için savaşa gitme kararı aldılar.

B.M. kararı üzerine İngiltere yaptığı bir açıklamada, 15 Mayıs 1948’den itibaren Filistin’deki bütün kuvvetlerini çekeceğini ilan etti ve Nisan 1948’den itibaren kuvvetlerini çekmeye başladı. Bu çekme işinin tamamlanmasından bir gün önce de, David Ben Gurion başkanlığında 14 Mayıs 1948 günü Tel-Aviv’de toplanan Yahudi Milli Konseyi, İsrail Devleti’nin kuruluşunu ilan etti. İsrail Devleti kurulur kurulmaz, Mısır, Ürdün, Suriye, Lübnan ve Irak orduları 15 Mayıs’tan itibaren İsrail’in üzerine yürümeye başladılar. Birinci Arap-İsrail savaşı başlamıştı. İşin ilginç tarafı, Amerika yeni İsrail devletini 14 Mayıs günü tanıdığı halde, Sovyet Rusya, Arap İsrail savaşının çıkmasından iki gün sonra tanıdı. Yani Sovyetler açıkça Araplara karşı cephe almıştı.

1948-49 Arap-İsrail Savaşı bir yıl kadar sürdü. İsrail‘ in ancak 75.000 kişilik muntazam bir ordusu olmasına ve beş Arap devletinin saldırısına uğramasına rağmen, Araplar her yerde ağır yenilgiye uğradılar. İçlerinde en iyi savaşanı Ürdün ordusu oldu. Savaş çıktığı andan itibaren Birleşmiş Milletler de bir ateşkes sağlamak için taraflar arasında aracılık çabalarına girişti. Bu çabalara, Arapların beceriksizliği ve yenilgileri de eklenince Arap ülkeleri için İsrail ile ateşkes imzalamaktan başka çare kalmadı. İsrail-Mısır ateşkes anlaşması 24 Şubat 1949 da Rodos’ta, İsrail- Lübnan ateşkes anlaşması 23 Mart 1949 da Ras-en Nakura’da, İsrail-Ürdün ateşkesi 3 Nisan 1949 da Rodos’ta ve İsrail-Suriye ateşkesi de 20 Temmuz 1949 da Manahayim’de imzalandı. Irak’ın İsrail ile sınırı olmadığı için herhangi bir ateşkes anlaşması imzalaması da söz konuşulmadı.

İsrail Araplarla yaptığı muharebelerde çok başarılı olduğu için, ateşkes anlaşmalarının çizdiği fiili sınırlar içindeki İsrail toprakları, Birleşmiş Milletler’in taksim kararında kendisine verilenden çok genişti. İsrail Filistin topraklarının hemen hemen dörtte üçünü ele geçirdi. Keza, taksim kararına göre, Kudüs şehri milletlerarası statüye sahip olacağı halde, savaşın sonunda yarısı İsrail’in eline geçti, yarısı da Ürdün’de kaldı. 1967 savaşında İsrail Kudüs’ün diğer yarısını da ele geçirecektir.

1948-1949 Arap-İsrail Savaşı’nın Sonuçları:

Savaş Filistin’de yaşayan bir milyon kadar Arap’ı yerinden yurdundan etmiş ve bir “Mülteciler Meselesi” ortaya çıkmıştır. Arap ülkeleri içinde en kuvvetli orduya sahip olduğu sanılan Mısır’ın, savaşta en ağır yenilgiye uğrayanlardan olması, Mısır’da monarşinin, yani Kral Faruk rejiminin devrilmesine ortam hazırlamıştır. Küçük bir İsrail ordusu karşısında beş Arap devletinin askeri gücünün yenik duruma düşmesi, Arap dünyasında “milliyetçilik” duygusunu güçlendirmiş ve bir Arap Milliyetçiliği hareketi ivme kazanmıştır.

Mısır’da Arap İsrail Savaşları’ndan sonra krallık rejiminin zayıflaması Kral Faruk rejiminin devrilmesine ve yerine Cemal Abdün Nasır’ın iktidara gelmesine yol açmıştır. Nasır İktidara geldikten sonra Arap Milliyetçiliğinin liderliğini üstlenmeye çalışmıştır. Savaşın sonunda barış antlaşması yapılmaması ilerde Arap – İsrail Savaşlarının tekrar çıkmasına ortam hazırlamıştır. Amerika, İngiltere ve Fransa, 25 Mayıs 1950’de bir deklarasyon yayınlayarak, Arap ülkelerine ve İsrail’e, ancak bunların iç güvenliklerinin gerektireceği kadar silah satacaklarını ve bunu da, bu silahların başka bir devlete karşı kullanılmaması şartı ile yapacaklarını bildirdiler. Kısacası, Batılılar Orta Doğu’ya bir silah ambargosu tatbik etmişlerdir.

Soğuk Savaş’ın Uzakdoğu’ya Etkisi

Avrupa’da NATO’nun ve dolayısıyla Doğu ve Batı blokları arasında dengenin kurulması üzerine, bu iki blok arasındaki çatışmalar ve soğuk savaş gelişmeleri, Avrupa’dan Uzak Doğuya kaymıştır.

Bu bölgede oldukça etkin konumda olan SSCB ve Çin’i rahatsız eden iki konu vardı. Bunlardan biri, Amerika’nın Güney Kore’de bulunması diğeri de Fransa’nın da hala güneydoğu Asya’da, yani Hindiçini’de bulunması ve Amerika’nın da Fransa’yı desteklemesiydi. Bunun içindir ki, 1950-54 arasında Uzak Doğu çatışmalarının iki temel gelişmesi Kore Savaşı ile Hindiçini Savaşı olmuştur.

Kore Savaşı

1945 Mayıs’ında Amerika ile Sovyet Rusya arasında yapılan bir anlaşmaya göre, savaş bittikten sonra Kore, Birleşik Amerika, Sovyet Rusya, İngiltere ve Çin’in ortak vesayeti altına konacaktı. 1945 Temmuz ayındaki Potsdam Konferansında da Sovyet Rusya Uzak Doğu savaşına katılmaya karar verince, askeri harekât bakımından Kore toprakları 38’inci enlem çizgisi ile ikiye ayrıldı ve bu çizginin kuzeyi Sovyet, güneyi de Amerikan askeri harekât sahası olarak kabul edildi.

Fakat Sovyetler hemen Japonya’ya savaş ilan edip Uzak Doğu savaşına girmediler. Lakin ne zaman Amerika Hiroshima ve Nagasaki’ye atom bombalarını attı, o zaman Sovyetler hemen Japonya’ya savaş ilan edip, askerlerini Kuzey Kore’ye soktular ve 38’inci enlem çizgisine kadar ilerlediler. Böylece Kore, savaşın sonunda, kuzeyi Sovyet, güneyi Amerikan işgali altında olmak üzere fiilen ikiye bölünmüş oluyordu.

Amerikan-Sovyet müzakereleri, öte yandan Birleşmiş Milletler’in çabaları, iki Kore’nin birleşmesini sağlayamadı. Bunun üzerine Amerika, 10 Mayıs 1948’de Güney Kore’de seçimler düzenledi ve bunun neticesinde de Syngman Rhee’nin başkanlığında Güney Kore Cumhuriyeti kuruldu. Sovyetler de Kuzey Kore’de 1948 Ağustos’unda kendilerine göre bir seçim düzenlediler ve onlar da kuzeyde, 9 Eylül 1948’de Kore Halk Cumhuriyeti’ni kurdular.

Kore Asya’nın stratejik bir bölgesiydi. Asya’ya ayak basmak için gayet avantajlı bir tramplen durumundaydı. Güney Kore’de ve Japonya’da Amerikan Kuvvetlerinin bulunduğu göz önüne alınınca, Amerika’nın stratejik bakımdan kuvvetli bir durumda olduğu açıktı. Sovyetler, komünistler Çin’de duruma hâkim oluncaya kadar bu duruma tahammül gösterdiler. Fakat Çin 1949 sonunda komünist rejimin idaresi altına girince, Sovyetlerin Asya’daki kuvvet pozisyonları iyice güçlenmiş oluyordu.

Bunun üzerine SSCB Amerika’yı Asya kıtasından atmak için Moskova’nın talimatı ile Kuzey Kore kuvvetleri 25 Haziran 1950 sabahından itibaren Güney Kore’ye karşı saldırıya geçti. Saldırının bütün sınır boyunca yapılması her şeyin önceden planlandığını gösteriyordu. Amerika Birleşmiş Milletleri derhal harekete geçti. Güvenlik Konseyi, Birleşmiş Milletler Antlaşması hükümleri gereğince, Güney Kore’nin yardımına gönderilmek üzere, çeşitli milletlerin askerlerinden meydana gelen, fakat esas yükü Amerika’nın sırtlandığı bir Birleşmiş Milletler Kuvveti teşkil etti. Bu kuvvetin komutanlığına Amerikalı General McArthur getirildi. 1950 Haziran’ında başlayan Kore savaşı, 1953 Temmuzunda Panmunjom Mütarekesinin imzası ile neticelenmiştir.

Bu mütarekeyle Kuzey ve Güney Kore arasındaki sınır yine 38’inci enlemdi. Bu üç yıllık süre içinde taraflardan hiçbiri kesin bir üstünlük gösterip zafere gidememiştir. Çünkü, 1950 Ekimi’nden itibaren Komünist Çin, gönüllü adı altında gönderdiği silahlı kuvvetleri ile Kore Savaşına dahil olmuştur. Bununla beraber ne Sovyet Rusya ne Çin ne de Amerika, bu savaşı Kore’nin sınırlarının dışına taşırmamaya dikkat etmişlerdir. Zira yanlış bir hareket dünya savaşına yol açabilirdi. Türkiye Birleşmiş Milletler Kuvveti’ne bir tugaylık bir kuvvetle katıldı. Böylece Türkiye NATO’ya katılma yolunda önemli bir adım atmıştır.

SEATO

Vietnam Savaşı Amerika’yı, Kore Savaşından sonra almaya başladığı savunma tedbirlerini daha da kuvvetlendirmeye sevk etti. Bu savaş, güneydoğu Asya’nın karşı karşıya bulunduğu tehlikeyi açıkça gösterdiği gibi, bölgenin stratejik ehemmiyetini de arttırmıştı. Bu bölge komünizmin kontrolü altına düştüğü takdirde, Sovyet Rusya ve Çin Singapore ve Malacca Boğazına da hâkim duruma geçerlerdi ki, bu da Pasifik Okyanusu’nun savunması açısından büyük mahzurlar ortaya çıkarırdı.

Amerika’nın bu bölgeyi korumak istikametinde attığı ilk adım, şimdi tam bağımsızlıklarını kazanmış bulunan Tayland, Laos, Kamboçya ve Güney Vietnam’a askeri ve ekonomik yardımlarını arttırmak oldu. İkinci adım, SEATO veya Manilla Paktı denen Güney- Doğu Asya Antlaşma Teşkilatı (South East Asia Treaty Organization)nın kurulmasıdır. Bu kollektif savunma sistemi, Eylül 1954 de, Amerika İngiltere ve Fransa ile Uzak Doğu ülkelerinden Yeni Zelanda, Avustralya, Filipinler, Tayland ile Pakistan’ın katılması ile kurulmuştur.

SEATO’nun imzası ile Amerika Sovyet Rusya ve müttefiki Çin etrafında, Avrupa’nın Atlantik kıyılarından Pasifiğe kadar uzanan bir ittifaklar çemberi meydana getirmiş oluyordu. Bu arada Amerika Komünizm’i benimseyen Çin’e karşı 2 Aralık 1955 de Milliyetçi Çin (Formosa) hükümeti ile de bir ittifak imzaladı. SEATO antlaşması gibi, bu ittifakın da süresi yoktu.

Sömürgeciliğin Sona Ermesi 

Asya Bölgesi 

Hindistan

Hindistan Bağımsızlık Hareketi’nin lideri olan Gandi ilk olarak Güney Afrika’da Hint topluluğunun vatandaşlık hakları için barışçı başkaldırı uyguladı. Afrika’dan Hindistan’a döndükten sonra yoksul çiftçi ve emekçileri baskıcı vergilendirme politikasına ve yaygın ayrımcılığa karşı protesto etmeleri için örgütledi. Hindistan Ulusal Kongresi’nin liderliğini üstlenerek ülke çapında yoksulluğun azaltılması, kadınların serbestisi, farklı din ve etnik gruplar arasında kardeşlik, kast ve dokunulmazlık ayrımcılığına son, ülkenin ekonomik yeterliliğine kavuşması ve en önemlisi olan Swaraj yani Hindistan’ın yabancı hâkimiyetinden kurtulması konularında ülke çapında kampanyalar yürüttü.

Gandi Hindistan’da alınan Britanya tuz vergisine karşı 1930’da yaptığı 400 kilometrelik Gandi Tuz Yürüyüşü ile ülkesinin Britanya’ya karşı başkaldırmasına öncülük etti. 1942’de Britanyalılara açık çağrıda bulunarak Hindistan’ı terk etmelerini istedi. 1. Dünya Savaşı’nın oldukça yıpranmış çıkan İngiltere daha fazla karşı koyamadı ve 14 Ağustos 1947’de Hindistan’ın bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı.

Pakistan

15 Ağustos 1947 yılından önceki tarihi Hindistan ile aynıdır. “Pakistan” adı ilk olarak, İngiltere´de öğrenim gören Müslüman öğrenciler tarafından 1940 yılında ortaya kondu. Müslüman Ligi’nin Muhammed Ali Cinnah’ın başkanlığındaki 23 Mart 1940 tarihli oturumunda Hindistan’ın Müslümanlar ve Gayrimüslimler arasında bölünmesi kararı alınmıştır. 14 Ağustos 1947 yılında Muhammed Ali Cinnah, Pakistan Genel Valisi olmuş ve Pakistan bağımsızlığını kazanmıştır.

Vietnam

19. yüzyılda Çinhindi Birliği içinde bir Fransız sömürgesi haline gelen Vietnam’da Fransa’nın ülkeyi ekonomik yönden sömürmesi ve siyasi baskısı, Fransız yönetimine karşı kuvvetli bir milli direniş hareketine sebep oldu. 1930 ve 1945 yılları arasında Fransa’ya karşı hareketlerde komünistler 1941’de Vietnam Bağımsızlık Cemiyetini (Vietminh) kurdular.

İkinci Dünya Savaşında Vietnam’ı işgal eden Japonya 1945’te teslim olunca, Vietminh birlikleri Hanoi’de iktidarı ele geçirdiler. Liderleri Ho Chi Minh Vietnam’ın bağımsızlığını ilan etti. Fransa güneyde milli ihtilali bastırmayı başardı. Fakat kuzeyde sömürge rejimini yeniden kurmak istemesi, Çinhindi Savaşları’nın patlak vermesine sebep oldu. 1946’dan 1954’e kadar devam eden savaş, Fransa Dienbienphu Muharebesi’nde bozguna uğrayınca son buldu.

21 Temmuz 1954’te Cenevre Antlaşması imzalandı. Bu antlaşma kararlarına göre geçici olarak ülke, kuzeyde komünist kontrolündeki Demokratik Vietnam Cumhuriyeti, güneyde Vietnam Cumhuriyeti olmak üzere iki ayrı devlete bölündü. Bölünme hattı 17. paraleldi.

Diğer Ülkeler

Malezya; İngiliz hâkimiyetindeki sömürge devleti durumuna İngiltere, Japonya, Avustralya, Yeni Zellanda ve Amerika Birleşik Devletleri’nin desteği ile 16 Eylül 1963’te Malezya Federasyonu’nun kurulmasına son verdi. Bu federasyona Malezya, Singapur, Saravak, Sabah ve Brunei Sultanlıkları katılmış, 1965’te Singapur federasyondan ayrılmıştır. Uzun yıllar İngiliz sömürgeciliği altında kalan Seylan Adası, 1948 yılında İngiliz Milletler Topluluğuna dâhil, bağımsız bir üye devlet olmuştur.

Endonezya’da; Ahmed Sukarno 1927’de kurulan Milliyetçi Partinin başkanı olmasıyla beraber Hollanda’ya karşı yapılan bağımsızlık mücadelesi güçlendi. 17 Ağustos 1945’te Japonların teslim olmalarıyla Endonezya’da Ahmed Sukarno başkanlığında bir hükümet kurularak bağımsızlıklarını ilan ettiler. İlk önce bağımsızlığı tanımayan Hollanda, daha sonra Endonezya’nın bağımsızlığını tanımak zorunda kaldı. 1882’de İngiliz İstilasına uğrayan Birmanya ( Myanmar) II. Dünya Savaşı’nın sonunda Japon işgali bitince İngilizlere karşı bir bağımsızlık savaşı başlatarak, 4 Ocak 1948’de bağımsızlığını ilan etti.

Afrika Bölgesi 

1. Dünya Savaşı’ndan Afrika’da en çok sömürgeye sahip İngiltere ve Fransa’nın oldukça yıpranmış bir şekilde çıkması, İngiltere ve Fransa dışında Afrika’da sömürgeleri olan Almanya, Belçika, Portekiz ve Hollanda’nın savaşın yıkıcı etkilerine maruz kalması buna karşı Afrika’da devletlerin ekonomik yönden güçlenmeye başlamaları ve milliyetçiliğin güçlenmesi kıtadaki sömürgeciliğin zayıflamasında etkili olmuştur. Bu yönde atılan ilk adım 1957 yılında İngiltere’ye karşı bağımsızlığını kazanan Gana olmuştur.Gana’nın bağımsızlığını Nijerya ve Sierra Lione (1960) ve Gambiya ( 1965)’nın bağımsızlıkları izlemiştir.

Kenya’da 1952’de “ Mau Mau” gizli örgütünün başlattığı İngiltere’ye karşı isyan hareketi 1963’te bağımsızlığın kazanılmasıyla sonuçlanmıştır. Tanganika ve Uganda’da bu dönemde İngiltere’ye karşı bağımsızlığını kazanmıştır. Fransa’ya karşı Afrika’da başlayan en önemli bağımsızlık hareketi Cezayir’de olmuştur. İkinci Dünya Savaşı’nda (1942) Cezayir’i mukavemet merkezi olarak kullandı. Savaş bittikten sonra Cezayirliler gösterdikleri fedakârlığa karşılık bağımsızlık veya Fransızlarla aynı haklara sahip olmak istediler. Bu istek Fransızlar tarafından büyük bir tepki ile karşılandı ve halk katledilmeye başlandı.

1948’de Fransa buranın sömürge değil, Fransa toprakları olduğunu ilan etti. Dış dünyaya karşı yapılan bu ilana rağmen burayı bir sömürge olarak idare etmeye çalışmışlar ve asla Cezayir halkına Fransızlarla eşit haklar tanımamışlardır. Milli Kurtuluş Cephesi ve Cezayir Ulusal Hareketi’nin Fransa’ya karşı mücadelede teşkilatlanmaya başlayan halk, muntazam bir ordu kurmayı başardı. 1954 senesinde bilfiil başlayan silahlı mücadele, 1956 senesinde bağımsızlığa kavuşan Fas ve Tunus’un da desteğini sağladı. Mücadele 1962’de Evian Antlaşması’nın imzalanması ve Cezayir Demokratik Halk Cumhuriyeti adıyla bağımsızlığın kazanılmasıyla neticelendi. Fransa 1956 yılında Cezayir’i elde tutmak istediği için Fas ve Tunus’un bağımsızlığını tanımıştır. 1911 yılında İtalya’nın hâkimiyetine giren Libya (Trablusgarb) müttefik devletlerin yardımı ile 1951 yılında yabancıların idaresi son bularak Libya Krallığı kuruldu. 1953 yılında Arap Birliğine ve 1955 yılında da BM’ye üye oldu.

Afrika Birliği Teşkilatı

25 Mayıs 1963 tarihinde kuruldu, 9 Temmuz 2002’de dağıldı. Afrika Birliği (AfB) – African Unity – AU, bu kurumun yerini aldı. Temel amacı Afrika ülkeleri arasında dayanışma ve işbirliğini artırmaktır. Merkezi Etiyopya’nın Addis Ababa şehri idi. Örgüt Şartı’nı 32 devlet imzalamıştır.

[irp posts=”30421″ name=”1945-1990 Soğuk Savaş Dönemi”]

KAYNAK

Yararlanılan Kaynaklar

Sander, Oral, Siyasi Tarih (1918-1994), İmge Kitapevi, Ankara, 2009

Uçarol, Rıfat, Siyasi Tarih (1789-2014), Der Yayınları, İstanbul, 2013

Gaddis, J.Lewis, Soğuk Savaş, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2008

Gönlübol, Mehmet, Uluslararası Politika, Siyasal Kitapevi, Ankara, 2000

Armaoğlu, Fahir, 20. yüzyıl Siyasi Tarihi (1914-1995), Timaş Yayınları, İstanbul, 2014

Sertel, Sabiha, 2.Dünya Savaşı Tarihi, Cumhuriyet Yayınları, İstanbul, 2009

Bağrıaçık, Kerim, 2. Dünya Savaşı Tarihi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2000

Sönmezoğlu, Faruk,  Uluslararası İlişkiler Sözlüğü, Der yayınları, İstanbul, 2000

Oran, Baskın, Türk Dış Politikası Cilt 1 (1919-1980), İletişim Yayıncılık, İstanbul, 2001

Sönmezoğlu, Faruk, Türk Dış Politikası (2.Dünya Savaşı’ndan Günümüze), Der Yayınları, İstanbul, 2006

Stone, Oliver, Amerika’nın Gizli Tarihi Belgeseli, (http://www.dailymotion.com/video/xyzpkd_abd-nin-gizli-tarihi-bolum-1_shortfilms)

E-BÜLTENE ABONE OLUN

Stratejik Ortak yazarlarının makalesi ve haritalar ücretsiz e-postanıza gelsin.

Abone oldunuz, teşekkürler.

Bir şeyler yanlış oldu. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.

 

E-BÜLTENE ABONE OLUN

Stratejik Ortak yazarlarının makalesi ve haritalar ücretsiz e-postanıza gelsin.

Abone oldunuz, teşekkürler.

Bir şeyler yanlış oldu. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.

Yazarlık Başvurusu

Yorum Yaz

Lütffen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz