Yakın Tarihte Avrupa ve Balkanlar’daki Sorunlar

Dünyanın 7 kıtasında ve onlarca bölgesinde ayrı ayrı bir çok sorun devam etmektedir. Geçmiş dönemlerde bazı önemli sorunlar yaşayan Avrupa, Ortadoğu ülkeleriyle birlikte bir çok ülkenin iç işlerine karışmış, kendisini tabiri caizse Türkiye’nin tamponuyla korumuştur. Son zamanlar mülteci kriziyle tampon devlet Türkiye’nin de onları kurtaramadığını gören Avrupa’da, yakın tarihte bazı sorunlar yaşanmıştır. Balkanlar’da ki sorunlar da Avrupa’yı çok yakından ilgilendirdiği için ve buna ek olarak Avrupa Birliği’nin ‘Doğu Avrupa’ tanımından dolayı, Balkanlar ve Avrupa’da ki sorunları tek başlık altında topladım. Yaşanan bu sorunlar yüzeysel olarak 2 ana, dört alt başlıkta anlatılmaya çalışılmıştır.

Balkanlar’ı Şekillendiren Sorunlar
Yugoslavya’nın dağılma sürecine girmesi, Soğuk Savaş sonrası dönemde Balkanların, çatışma
alanı hâline gelmesine neden olmuştur. Yugoslavya’nın çok parçalı etnik ve dinî yapısı, dağılma sürecini
başlatan önemli etkenlerden biridir. Çözülmeyi hızlandıran bir başka faktör ise 1990 yılında yapılan seçimlerdir. 1990 yılı içinde Hırvatistan, Slovenya, Makedonya, Sırbistan ve Karadağ’da yapılan seçimlerin
ardından Yugoslavya’nın temel gündemi, siyasal sistemin yeniden yapılanması olmuştur. Bu gelişmeler
sürerken çoğunluğunu Arnavutların oluşturduğu Kosova’da da çatışmalar başlamıştır.

Yugoslavya’nın Dağılması ve Bosna-Hersek’in Durumu
25 Haziran 1991’de Slovenya ve Hırvatistan’ın bağımsızlıklarını ilan etmeleri üzerine Yugoslavya
Federal Parlamentosu, orduyu ülkenin bölünmesini önlemek için müdahale etmeye çağırmıştır. Öte
yandan Makedonya 8 Eylül 1991’de; Bosna-Hersek ise 1 Mart 1992’de bağımsızlık kararı almıştır.

yugoslavya devletleri

Yugoslavya’ya bağlı cumhuriyetlerin birbiri ardı sıra bağımsızlık kararı almaları, ülkeyi bir iç savaşın eşiğine getirmiştir. Bosna-Hersek’in aldığı bağımsızlık kararının ardından bu cumhuriyetteki Sırplarla
hükûmet güçleri arasında çatışmalar başlamıştır. Federal ordunun desteğini arkasına alan Sırpların
başlattığı saldırılar kısa zamanda etnik ve dinî bir temizlik hareketine dönüştüğü sırada Bosna-Hersekli
Hırvatlar da bağımsız bir devlet kurduklarını ilan etmişlerdir.

Bosna-Hersek’te başlayan iç savaş üzerine
BM, barışı korumak ve insani yardımları
organize etmek üzere pek çok ülkenin katılımıyla, BM Mülteciler Yüksek Komiserliği ve BM
Koruma Gücü’nü oluşturmuştur. BM’nin oluşturduğu bu askerî güce NATO da destek vermiştir.
NATO, ayrıca 1994 yılı başından itibaren
BM’nin ilan ettiği uçuş yasağını uygulamaya
başlamış, böylece Sırpların hava üstünlüğü
sona ermiştir. NATO’ya bağlı hava kuvvetleri
bu çerçevede, 30 Ağustos 1995 tarihinde Bosna-Hersek’teki
Sırp hedeflerine bir dizi saldırı
düzenlemiş, bu saldırılara daha fazla dayanamayan
Sırplar görüşme masasına oturmak zorunda
kalmıştır.

14 Aralık 1995’te imzalanan Dayton Antlaşması
ile Bosna-Hersek kantonlara bölünmüş
ve ülkenin %49’u Sırp Cumhuriyeti’nin,
%51’i Boşnak-Hırvat Federasyonu’nun kontrolüne
bırakılmıştır. Ayrıca, Doğu Slovenya’yı
Hırvatistan’ın kontrol etmesi öngörülmüştür.
Konfederasyonun yönetiminde ise dönüşümlü
başkanlık sistemi uygulanması kararı alınmıştır.

Kosova Meselesi
Balkan coğrafyasında yaşanan önemli
sorunlardan biri Kosova meselesidir. 1989 yılında yapılan anayasal düzenlemeler ile özerkliğini
kaybeden Kosova’da, Arnavutlar üzerindeki
siyasi ve kültürel baskılar artmıştır. Bunun
üzerine Yugoslavya’nın bir parçası olmayı kabullenmeyen
Kosovalı Arnavutlar, 1989’dan
itibaren direnişe başlamıştır. Kosovalı Arnavutların
direniş örgütü UÇK’nin (Kosova Kurtuluş
Ordusu) faaliyetlerine karşın Sırpların başlattıkları
etnik temizlik harekâtı ve bu olayların etkisiyle
NATO’nun Sırbistan’a düzenlediği askerî
operasyon, iki toplumun bir arada yaşamasını
imkânsızlaştırmıştır. 1999 yılında imzalanan
barış antlaşmasıyla kâğıt üzerinde SırbistanKaradağ’a
bağlanan Kosova’ya BM Barış Gücü
gözetiminde genişletilmiş bir özerklik tanınmıştır. Barışın sağlanmasından sonra BM Kosova
temsilciliği, geçici yönetimin kurulması, parlamento seçimlerinin yapılması ve mültecilerin dönüşlerinin
sağlanması için çalışmalarına başlamıştır.

Kosova’nın statüsü 2007 yılında Viyana’da başlayan görüşmelerde tekrar ele alınmıştır. Sırp tarafının itirazlarına rağmen görüşmeler sonunda alınan karar uyarınca
Kosova, 17 Şubat 2008’de bağımsızlığını ilan etmiştir. Kosova, bu kararla Avrupa’nın 50. ülkesi
olmuş, denetim ise Birleşmiş Milletlerden Avrupa Birliğine geçmiştir.

Avrupa’daki 2 Önemli Sorun
Yugoslavya Federasyonu’nun parçalanma süreci, 21 Mayıs 1996’da Karadağ’da yapılan referandum
sonucunda tamamlanmıştır. Sırbistan-Karadağ Federasyonu’na bağlı Karadağ, bağımsız bir devlet
olarak uluslararası sisteme katılmıştır.
Avrupa kıtası, dünyanın çok gelişmiş bölgelerinden biri olmasına rağmen geçmişte, bölgesel çapta
bazı sorunlar yaşamıştır. Bu sorunların başında Kuzey İrlanda ve Bask sorunları gelmektedir.

Çok Boyutlu ‘Kuzey İrlanda Sorunu’
Kuzey İrlanda sorunu, tarihî derinliğe sahip,
sosyal, ekonomik ve dinî boyutları olan bir
meseledir. İngiltere’nin, XVII. yüzyıldan itibaren
binlerce İngiliz göçmeni Katoliklerden zorla alınan
topraklara yerleştirmesi, Ada’da Katolik-Protestan
mücadelesinin başlamasına yol açmış, mezhepler
arası anlaşmazlık günümüze kadar artarak devam
etmiştir.

XX. yüzyıl başlarında Sinn Fein Partisi ve
onun askerî kanadı olan İrlanda Cumhuriyet Ordusu
(IRA) öncülüğünde başlayan bağımsızlık
mücadelesi, 1920 yılında başarıya ulaşmıştır. Bu
tarihte yapılan bir antlaşma ile İngiltere, İrlanda
Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını tanırken Kuzey
İrlanda’ya da geniş özerklik vermiştir. Ancak bu
tarihten itibaren Kuzey İrlanda’daki Protestan
çoğunlukla Katolik azınlık arasındaki anlaşmazlıklar
giderek artmıştır. Katolik azınlığın İrlanda
Cumhuriyeti’ne bağlanma talepleri karşısında
Protestanların, İngiliz egemenliğinin sürmesini
istemesi, Ada’da gerginliğin tırmanmasına neden
olmuştur. 1968’de terör eyemlerinin başlaması
üzerine Britanya Hükûmeti, duruma müdahale
ederek 1972’de Kuzey İrlanda’da yönetime el
koymuştur.

Kuzey İrlanda’daki durum, 1972 müdahalesinden
sonra daha karmaşık bir hâl almıştır. Katolik
IRA ile Protestan örgütler ve İngiliz ordusu
arasındaki çatışmalar, 1998’e kadar sürmüştür.
Bu kanlı çatışmalar, 1998’de imzalanan Belfast
Anlaşması’yla son bulmuş, 2007 yılında Kuzey
İrlanda Parlamentosunun toplanmasıyla nihai uzlaşma
sağlanmıştır.

İspanya’nın Kanayan Yarası ‘Bask Sorunu ve ETA Örgütü’
Avrupa kıtasının diğer önemli meselesi
ise Bask sorunudur. Bask, İspanya’nın kuzeydoğusunda yer alan özerk bir bölgedir. Bask halkı,
kendisini, İber Yarımadası’nda başka milletlere
karışmayan tek ırk olarak görür. General Franko
dönemine kadar özerk bir yönetime sahip olan bu
bölgeye Franko yönetimi tarafından ağır baskılar
uygulanmıştır. Bu baskılara karşın ayrılıkçı ETA (Bask Ulusal Bağımsızlık Hareketi) örgütünün 1960 yılında terör eylemlerine başlaması ile Bask sorunu, farklı bir boyuta taşınmıştır. Bu tarihten sonra İspanya
Hükûmeti’ne karşı düzenli bir mücadeleye başlamış olan ETA, pek çok terör eylemi gerçekleştirmiştir.
ETA’nın başlattığı terör eylemleri, İspanya’da şiddeti artırmıştır.

eta nedir

Franko’nun 1975 yılında ölümünün ardından İspanya’da çoğulcu demokratik rejime geçiş süreci
hızlanmış, 1978’de yapılan anayasal düzenlemelerle Bask bölgesi, özerk bir yapıya kavuşmuştur. İspanyol
Hükûmeti, yeni dönemde bir yandan ETA’nın siyasi kanadıyla görüşmelere başlarken diğer yandan
ETA terörüne karşı mücadelesini yoğunlaştırmıştır. İspanya’nın çabaları zamanla sonuç vermiş ve ETA,
arkasındaki halk desteğini büyük ölçüde kaybetmiştir. Bununla birlikte İspanyol Hükûmeti, ayrılıkçı terör
örgütü ETA’nın toplumdan soyutlanması ve zayıflatılması için demokratik reformlara devam etmiştir.

Bugün siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel bütün demokratik haklarına sahip olan Bask halkının
büyük bir çoğunluğu, sahip olduğu statüden memnun görünmektedir. ETA’nın saldırıları devam etmekle
birlikte Bask halkı artık ETA’ dan desteğini büyük ölçüde çekmiştir.

PYD lideri Salih Müslim kimdir?

PYD’nin lideri Salih Müslim, üniversite eğitimi için Türkiye’ye gelmiş, 1977 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Kimya bölümünden mezun olmuştur. Çalışmak için Suudi Arabistan’a giden Müslim, orada karşılaştığı PKK mensubu bir işçiden örgütün fikrine dair bilgiler edindi. Ardından 1983 yılında o dönemde Suriye’de olan Abdullah Öcalan ile bir araya geldi.

2003 yılında Kamışlı olayları esnasında Esad’a yazdığı bir mektup sebebiyle tutuklanan Müslim, 7 ay cezaevinde kaldı.

Serbest bırakıldıktan sonra 2010 yılında kadar gözlerden uzak bir hayatı tercih eden Müslim’in, o tarihlerde PKK kontrolündeki Kandil Dağı’nda bulunduğu belirtiliyor.

pyd lideri salih müslim

Esad rejiminin iç savaş sonrası Kürtlerin yaşadığı bölgelerden çekilmesinin ardından muvazaalı bir biçimde yönetime el koyan Müslim liderliğinde ki PYD, aynı bölgelerde ‘öz yönetim’ ilan etti.

2003 yılında Demokratik Birlik Partisi (PYD)’nin kuruluşunda yer aldı, 2010 yılında başkan seçildi ve 2012 yılında kabul edilen eş başkanlık sistemine göre Asya Abdullah ile eş başkanlık görevini yürütmeye başladı. Ayrıca Suriye’de Ulusal Koordinasyon Komitesi’nde başkan yardımcılığı yapıyor.

Esad rejimine karşı Suriye’de başlayan halk ayaklanmasının ardından Müslim Suriye’ye döndü, onu takip eden PKK tarafından eğitilmiş bin kişilik askeri bir kadro ise Suriye’ye gelerek YPG güçlerini kurdu.

Ayn El-Arap(Kobani)’de IŞİD’le yaşanan çatışmalar sırasında 22 yaşındaki oğlu Servan’ı kaybetti.

PYD’nin Amacı ve Hızlıca Genişlemesinin Sebebi
Suriye’nin kuzeyine dair Türkiye, ilk başlarda PYD’yi kontrol edip, orada kurulacak yönetime Türkiye’ye tehdit oluşturmaması halinde izin verecekti. Türkiye ilk defa PYD ile görüşen devlet olarak bunu amaçladı ama olmadı. En azından görüşmelerden bunlar algılandı. PYD Barzani gibi Türkiye’yi dost değil tabiri caizse ‘düşman’ olarak tanımladı.(Militanların çağrıları ve basın açık toplantı kayıtları) İç savaşla birlikte Esad’ın kuzeydeki ordularını çekmesiyle PYD bölgeye hakim oldu. Afrin, Kobani ve Cizire Kantonu (Haseke’nin olduğu bölge) PYD’ye kaldı. 2014’te IŞİD Kobani’ye saldırdı ve merkez dahil ele geçirdi. ABD’nin hava saldırılarıyla Peşmerge, ÖSO ve YPG karadan saldırdı. (Yakinen bildiğimiz gibi IŞİD’in Kobani saldırısı sonrasında Türkiye’de eylemler oldu ve 40’tan fazla kişi ölmüştü.) IŞİD bu saldırılar sonrasında Kobani’den çekildi ve Kobani PYD’nin 3. ve merkez kantonu ilan edildi. Çünkü bölge kantonların ortasındaydı. Koalisyon güçlerinin hava saldırıları sonrasında IŞİD’in eski kalesi Tel Abyad’da YPG’nin eline geçti ve kontrol sağlandı. Böylece Suriye’nin kuzeyinde Azez-Cerablus arası PYD’nin kontrolünde olmayan tek bölge olarak kaldı.

PYD’de ve kara gücü YPG bu bölgeye de hakim olup Suriye’nin kuzeyinde toprak bütünlüğüne sahip olmaya çalışıyor. Türkiye sınırı boyunca Suriye hattını kendi kontrolüne almak isteyen PYD’nin, kendilerinin de söylediği gibi ilk olarak özerk bölge, daha sonra da bağımsızlık hayali var. PYD’nin şuan Suriye’nin Kuzeyinde üç kantonu bulunuyor. En son olarak da IŞİD’in Rakka’dan sonra 2. kalesi sayılan Tel Abyad’ın kontrolünü ele geçiren PYD burayı Kobani kantonuna bağladı. Suriye’nin kuzeyinde Araplar, Kürtler, Türkmenler ve az sayıda Süryani mevcut. PYD buradaki bölgeleri kontrolü altına aldığında buradaki Arapların ve Türkmenlerin çoğuna İsrail’in yaptığına benzer bir şekilde göç politikası uyguladı ve buraya Kürtleri yerleştirdi. Bunun doğruluğunu Uluslararası Af Örgütü, BM kaynakları ve ABD’nin açıklamalarında teyit edebilirsiniz.

PYD ne Esad rejimiyle savaşmış ne de Suriye muhalefeti içerisinde yer almıştır. Bu durum Esad rejiminin elini kuvvetlendirmiştir. Çünkü Esad’ın Kürtlerle olan cephesi PYD/YPG’den dolayı kapatılmıştır. Başka bir ifadeyle, YPG’nin Esad rejimiyle çatışması gerekirken Özgür Suriye Ordusu ve diğer muhalif gruplarla çatışmaya girdiği unutulmamalıdır. (PYD’nin kaynakları dahil tüm ulusal ve uluslararası medyada bu bilgilere ulaşabilirsiniz.) Hatta PYD, Kuzey Irak Kürt Yönetimi Başkanı Mesud Barzani’nin desteğiyle kurulan Suriye Kürt Ulusal Konseyi’ne karşı da sert tutum sergilemiştir. PYD’nin 2011 yılının Temmuz ayında Erbil’de ve 2014 yılının Ekim ayında Dohuk’ta, Suriyeli Kürt partiler ile imzalamış olduğu deklarasyonun koşullarına uymadığı da söylenebilir. Bununla ilgili ‘PYD’nin Diğer Kürt Partilerine Tavrı‘ adlı yazımızı okuyarak ayrıntılı bilgi alabilirsiniz.

PYD, Esad’a karşı Suriye muhalefetine destek sunan Kürt partilerinin yetkililerini zaman zaman tutuklamış veya kurduğu kantonlara üyelerinin girişlerini yasaklamıştır. PYD’nin bu bölgeleri kolayca ele geçirme sebepleri ise ilk olarak rejim askeri yani Suriye Ordusunun buralardan çekilmesi ve ABD’nin hava saldırılarıyla genişlemesidir. ABD hava saldırılarıyla PYD’ye destek vermeseydi PYD bu kadar geniş bir alana hakim olamayacaktı. Son aylarda da Rusya’nın PYD’ye desteği söz konusudur ve bu saye de Afrin kantonunun doğusundan muhaliflere saldırıp toprak elde etti.

Sonuç olarak PKK/KCK’nın Suriye kolu olarak görev yapan, toplantılarda da KCK yöneticilerinin olduğu PYD ve silahlı gücü YPG, bu bölgelerde kontrolü sağlayıp, etnik temelli bir Kürt devleti kurmak istediğini dile getiriyor. Bunu tüm dünya bildiği halde şuan ki Suriye’nin durumundan dolayı net tavır koyamıyor/koymak istemiyor.

Kaynak:
suriyegundemi.com – stratejikortak.com

Dünyanın En Hızlı Büyüyen Ülkesi Hindistan’da Sektörler

1

Dünyanın en hızlı büyüyen ülkesi Ekim-Aralık 2015 döneminde yüzde 7,3’lük oranla büyüyen Hindistan oldu. Son yıllarda büyüme oranlarında Çin’den çok bahsedilirdi ancak Çin, 6.9 büyümede kaldı. 2015 verilerinde en fazla büyüyen ilk dört ülke de Asya ülkeleriydi. Asya’nın Çin ve Japonya’dan sonra üçüncü büyük ekonomisi olan Hindistan’ın resmi parası rupi, küresel fonların Hint borsalarından çekilmesinden sonra kıtanın en kötü performans gösteren parası olmuştu. Ancak Hindistan yönetimi ekonomiyi büyütmeyi ilk hedef seçmişti ve ilerleyen zamanlarda rupi’nin performansına da el atacağı konuşuluyor. Bu yazıda ise dünyanın en hızlı büyüyen ülkesi Hindistan’ın ekonomisinin sektörlerini yüzeysel bir şekilde görebilirsiniz.

hindistan çin ekonomik büyüme

Hindistan’da Siyasi-İdari Yapı ve İş gücü
15 Ağustos 1947 tarihinde İngiltere’den bağımsızlığını kazanan Hindistan’ın yönetim şekli federal cumhuriyettir. Toprakları içerisinde 28 eyalet ve 7 birlik bölgesinin olduğu Hindistan’da, yasal altyapı İngiliz hukukuna ve 1950 anayasasına dayanır.

1 milyar 284 milyon nüfusa sahip Hindistan’da doğum hızının düşeceğine dair iyimser beklentilere rağmen, 2025 yılında Hindistan nüfusunun 1,4 milyara ulaşacağı tahmin edilmektedir. 2007 yılında yaşam beklentisi erkekler için 66, kadınlar için 71 yıla çıkmıştır. 1951 yılında erkekler ve kadınlar için yaşam beklentisi 32 yıl idi. Kırsal kesimde yaşama oranı diğer gelişen Asya ülkelerine göre çok yüksektir.

Halkın %60’ı nüfusu 5000’i geçmeyen yerleşim yerlerinde yaşamaktadır. Buna karşın şehirlere göç hızla artmaktadır. Hindistan’da her yıl yaklaşık 10 milyon kişi iş gücüne katılmaktadır. Bu durum hükümetin eğitimin kalite ve miktarını artırmak için yatırım yapması gerekliliğini göstermektedir.

Doğal Kaynaklar ve Çevre
Hindistan doğal kaynaklar bakımından çok zengin bir ülke değildir. Hindistan dünya yüzeyinin %2,4’ünü kaplamasına rağmen, dünya nüfusunun %17’sini barındırmaktadır. Bu yüzden doğal kaynak ihtiyacı fazladır. Hindistan’daki en önemli madenler kömür, demir ve boksittir. Petrol ve gazın büyük çoğunluğu ithal edilmektedir. Büyük coğrafi ve iklimsel farklılıklar bölgeler arasında gelir dağılımı ve ekonomik gelişmişlik farklılıklarının sebeplerinden birisidir. Gelişmiş ülkelerin tersine bir durum olarak çalışan nüfusun %60’ı tarım sektöründe istihdam edilmiştir. Yani anlayacağınız Hintlilerin büyük çoğunluğunun geçimi toprağa bağlıdır. Ekilebilir arazinin %40’ı sulanabilir durumdadır ve geriye kalan arazilerde tarımsal üretim yıllık muson yağmurlarına bağımlıdır.

HİNDİSTAN’DA SEKTÖRLER

Tarım ve Hayvancılık
Tarım sektörü işgücünün %60’ını istihdam etmesine karşın GSYİH’nin %20’sinden azını oluşturmaktadır. Diğer Doğu Asya ülkelerinin aksine tarımdan diğer sektörlere iş gücü kayması Hindistan’da daha yavaş gerçekleşmektedir. Reform sonrası dönemde tarım sektörü güçlenmiş ve 1992-96 döneminde yıllık ortalama %4,7 büyümüştür. Buna karşın, 2000 yılından itibaren tarım sektörünün yıllık büyümesi %2 civarında gerçekleşmektedir. Bu oran reel büyümenin %9 ve yukarısında gerçekleşmesinin sürdürülebilmesi için hükümetin gerekli gördüğü büyümenin yarısıdır. 2008 yılında gıda fiyatlarındaki artış Hindistan’da gıda yeterliliğini sağlamak için sektöre yatırım yapılması gerekliliğini göstermiştir.
Ekili alanların üçte birinden azı sulanabilmektedir ve bu nedenle tarımsal üretim ağırlıklı olarak yıllık muson yağmurlarına bağımlıdır.

Hindistan’da tarım ve gıda ürünleri içinde öne çıkan ürünler; tahıl, pirinç, buğday, şeker kamışı,pamuk, jüt, bakliyat, sebze ve meyveler, et ve et mamulleri, süt ve süt ürünleri, yer fıstığı, çay, tütün, kahve,baharat, şeker ve yağlı tohumlardır.

Sanayi
GSYİH içinde yaklaşık %20 paya sahip olan sanayi sektörü oldukça küçüktür. Diğer çoğu Doğu Asya ülkesinde bu oran %30 ile %40 arasındadır. 1980’li yıllarda ve 1990’lı yılların ilk yarısında yıllık %7’nin üzerinde gerçekleşen sanayideki büyüme oranı 1990’lı yılların ikinci yarısında yıllık %5 civarına düşmüştür. Buna karşın güçlü tüketici talebi ve ihracat sayesinde 2002 yılından itibaren sanayi üretimi güçlü bir şekilde büyümektedir. 2007 yılında %8,1 büyüyen sektör, 2008 yılında %3,9 büyümüştür. Her yıl iş gücüne katılan 10 milyon kişiye yeni iş alanı yaratabilmek için Hindistan hükümeti, hala küçük olan imalat sanayi sektörünün genişletilmesi gerektiğini kabul etmektedir. Hükümetin hedefi olan imalat sanayinin GSYİH’nin %25’i düzeyine gelebilmesi için sektörün yıllık %15-17 civarında büyümesi gerekmektedir. Fakat şu anda enflasyonu körüklemeden bu büyümeyi yakalamanın imkansız olduğu görüşü hakimdir.

Madencilik
Madencilik sektörü GSYİH içinde %2’den daha az bir paya sahiptir. Bununla beraber çeşitli hidrokarbon dışı mineraller çıkarılmaktadır. Hindistan’ın geniş demir ve boksit rezervleri vardır. Bunlara ek olarak, önemli miktarda mika, manganez, dolomit, kireç taşı, kromit, manyezit, apatit ve fosforit üretimi vardır. Madencilik sektöründeki özel sektörün payı artmaktadır.

Çeşitli madencilik ürünlerindeki yerel tüketimin artması nedeniyle 2006 yılında hükümet madencilik yasasını serbestleştirmiştir. Yeni titanyum maden yataklarının keşfinin artması için 2007 yılında hükümet titanyum madenciliğinde %100 yabancılara ait şirketlere yatırım izni vermiştir. Hindistan’ın titanyum rezervlerinin dünya rezervinin %30’u civarında olduğu tahmin edilmektedir.

Müteahhitlik Hizmetleri
İnşaat sektörü GSYİH’nin %7’sini oluşturmaktadır ve yaklaşık 40 milyon kişiye iş sağlamaktadır. İnşaat sektörü son yıllarda en hızlı büyüyen sektörlerden birisidir. 2007/08 mali yılında sektör %9,8 büyümüştür. İnşaat sektörü birim yatırım başına en çok katma değer sağlayan sektördür. 5 yıllık plana göre kamu yatırım harcamalarının yaklaşık %40’ı inşaat sektöründe yapılacaktır. Büyük ölçekli kamu projeleri, şehir altyapıları ve otoyol gereksinimleri ve hızla artan konut talebi sektörün son yıllarda hızla gelişmesine sebep olmuştur. (IGEME,2011:14)

Ulaştırma ve Telekomünikasyon
Altyapısı ekonomik gelişmenin önündeki en büyük engellerden birisi yetersiz alt yapıdır. Hindistan’ın altyapı açığını gidermek için 11. Beş Yıllık Plan (2007/08 – 2012/13) süresince hükümet tahminine göre yaklaşık 500 milyar dolar yatırıma ihtiyaç duyulmaktadır.
Hindistan 63.300 km ile dünyanın en geniş demir yolu ağına sahiptir. Hindistan Demir yolları 1,4 milyon kişiyi istihdam etmektedir ve dünyanın en büyük sivil işverenidir. Demir yolu sektörü kronik yatırım eksikliği, düşük fiyatlar ve yetersiz reformlar nedeniyle gelişme gösterememektedir.

Hindistan'da tren

Yetersiz durumda olan kara yolu ağına son dönemde önem verilmeye başlanmıştır. Karayolları toplam yük taşımacılığının %70’i ve toplam yolcunun %85’ini taşımaktadır. 3,3 milyon km yolun çoğunluğu elverişsiz ve bakımsızdır. Hindistan’ın 12 tane büyük limanı vardır. Bu büyük limanlar toplam kargo taşımacılığının %75’ini gerçekleştirmektedirler.
Hindistan’ın limanları verimsiz çalışmaktadır. Hindistan’ın ticaretinin %90’ı limanlar vasıtasıyla yapılmaktadır. 2002 yılından itibaren dış ticaretin yıllık %20’nin üzerinde büyümesi nedeniyle limanların genişleme yatırımlarına ihtiyacı vardır.

2007/08 mali yılında havayolu yolcu sayısı %21 büyüyerek 116,9 milyon kişiye (87,1 milyon iç hat, 29,8 milyon uluslararası) ulaşmıştır. Düşük maliyetli havayolu şirketlerinin girmesiyle fiyatlarda hızlı bir düşüş olmuş ve Hindistan’ın hızla büyüyen orta sınıfı için havayolu seyahati makul düzeye inmiştir.
Telekomünikasyon alanında sektörde yapılan reformlar neticesinde son yıllarda büyük patlama yaşanmıştır. Ekim 2004’te cep telefonu kullanıcısı sayısı sabit telefon kullanıcısı sayısını geçmiştir. 2007 yılında ise toplam cep telefonu kullanıcıları sabit telefon kullanıcılarının 3 katına çıkmıştır. (IGEME,2011:15)

Enerji
Hindistan yıllık 700 milyar kws üretimle dünyanın en büyük beşinci enerji üreticisidir. Buna rağmen, enerji eksikliği mevcuttur ve toplam talebin %8’i oranında olduğu tahmin edilmektedir. Enerji sektöründeki problemler çeşitlidir. Verimsiz çalışan Devlet Elektrik Kurumu, yüksek oranlardaki kaçak kullanım, sağlıksız sübvansiyonlar ve kronik yetersiz yatırım yaşanan başlıca problemlerden bazılarıdır. Hindistan’daki ortalama enerji maliyeti birim başına 4 Rupi’yi (10 US Cent) geçmektedir. Bu maliyetler ABD’ye göre 2 Rupi, Güney Kore ve Tayvan’a göre 2,5 Rupi aşağıdadır.

Enerji üretim kapasitesinin artırılması için konulan hedefler ihtiyacın altında olmasına karşın yıllardır bu hedeflere bile ulaşılamamıştır. Özel sektör enerji üretiminin yaklaşık %14’ünü gerçekleştirmektedir. Hükümet 2003 yılında özel sektör yatırımlarını artırmak için sektördeki lisans gereksinimlerini azaltmıştır.
Kömür en büyük güç kaynağıdır. 2007 yılında kömür ile çalışan santraller toplam enerji üretiminin %62,2’sini karşılamışlardır. Hindistan büyük bir kömür rezervine sahiptir ve yaklaşık 100 yıl yetecek kömür rezervlerinin olduğu hesaplanmıştır. Toplam elektrik enerjisinin %3’ü nükleer santrallerden sağlanmaktadır. Hidroelektrik santralleri ise toplam elektrik enerjisinin %25’ini karşılamasına karşın şimdiki üretimin üç katı potansiyelinin olduğu hesaplanmıştır.

Finansal Hizmetler
Hizmetler sektörü ekonominin en büyük ve en iyi performans gösteren bileşeni olarak ekonomik büyümenin ana yönlendiricisidir. Bilişim teknolojilerinin GSYİH’ye katkısı 1998 yılında %1,2 iken 2007 yılında %5,2’ye yükselmiştir. 2007/08 döneminde bilgisayar yazılımı ve hizmetleri ihracatı 40 milyar düzeyinde gerçekleşmiştir.
Hindistan’daki yaklaşık 5000 bilişim teknolojisi yazılım ve hizmeti şirketinin %60’ı yerli firmalardan oluşurken kalan %40’ı hem Hindistan’da hem de yurt dışında ofisleri bulunan çok uluslu şirketlerden oluşmaktadır. Sektör gelirlerinin %65’i çok uluslu şirketlere aittir. Sektörün en önemli pazarı Hindistan yazılım ihracatının %70’inin yapıldığı ABD’dir. İkinci önemli pazar %25 paya sahip olan Avrupa’dır. Hindistan şirketleri özellikle bankacılık, sigortacılık ve finans kurumları yazılımlarında güçlüdürler.(IGEME,2011:16)

Yazı Alkan Kaya’nın ‘TÜRKİYE VE HİNDİSTAN’DA EKONOMİK BÜYÜME’ adlı makalesinden alınmıştır.

Irak Son Durum Haritası (2016)

Amerikan işgali öncesi Ortadoğu’nun en güçlü orduları arasında olan Irak Silahlı Kuvvetleri, işgal sonrasında toparlanıp tekrardan yapılanmaya gidemedi. Bunda ülke içerisinde ortaya çıkan silahlı gruplar, Şii ve Sünni kesimlere yapılan bombalı saldırılar ve yönetimin başarısız politikaları etkili oldu. 10 Haziran 2014 yılında IŞİD, Irak’ın en büyük ikinci şehri Musul’u 800’e yakın militan ile kısa bir sürede ele geçirdi. Amerikan model zırhlı araçlar ve silahlarla donatılmış bölgedeki 30 bin Irak askeri üniformalarını bile giymeden ve neredeyse mermi bile kullanmadan Musul’dan kaçmıştı. Musul halen IŞİD’in elinde. Yine Irak ordusu geçen yıl Ramadi şehrinden IŞİD daha saldırmadan ‘kaçmıştı’. Geçen yılın son günlerinde ise Ramadi şehri IŞİD’den geri alındı.

Nereden nereye diye sayfalarca yazı yazılacak bu konu hakkında ayrıntıya girmeden, Irak son durum haritası hakkında bazı şeyler söylemek gerekiyor. Irak’ta IŞİD gelmeden önce de belli bir düzenin olmadığını herkes biliyordur. Ama IŞİD’den sonra bu durum kendini kaos olarak gösterdi. Çünkü IŞİD kontrol ettiği bölgeler dışında bombalı eylemleriyle de dikkat çekiyor.(stratejikortak.com) Irak’ta yaklaşık 20 bin IŞİD militanı bulunuyor. Merkezi Bağdat hükümetinin asker sayısı ise aktif olarak 200.000 civarında. Irak Bölgesel Kürt Yönetimi’ndeki silahlı güç olan Peşmerge sayısı ise yaklaşık 80.000-160.000 civarında. Ama peşmergelerin motivasyonu ve eğitimi, Irak askerlerinden daha iyi olduğu söyleniyor.

Irak eski Başbakan Nuri el Maliki tarafından kurulan Haşdi Şabi milisleri, tıpkı Maliki gibi Sünnilere karşı mezhepçi ve radikal söylem ve eylemleri olan bir örgüt. IŞİD’e karşı Iraklı Şiiler’in dini lideri Ayetullah Ali es-Sistani’nin fetvası üzerine kurulan Haşdi Şabi, İran destekli çok sayıda örgütün bir araya gelmesiyle oluştu.

Irak işgali sonrasında kıvılcımların aleve dönüştüğü mezhepsel gerginlik, IŞİD’e karşı mücade içerisinde bile görünüyor. Tikrit kentinin IŞİD’in elinden geri alınması operasyonuna katılan Şii milis güçleri, Sünniler’e ait çok sayıda evin yakılıp-yıkılmasına neden olmuştu. Haşdi Şabi’nin IŞİD’e karşı mücadele adı altında Sünni yerleşim bölgelerini yıkmaya çalışması ve demografisini değiştirmesi bölgedeki halkın tepkisini çekmişti. Tepkiler o kadar büyüdü ki Enbar iline bağlı Ramadi kentinin geri alınması için yapılan operasyona Şii milislerin katılmasına izin verilmedi.

Irak’ta Musul’u IŞİD’den geri almak için Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)’nın eğittiği milisler, ABD, Peşmerge ve Irak hükümeti büyük bir operasyona girişecek. Irak Hükümeti tarafından Şii milis teşkilatı Heşdi Şabi’den sonra büyük bir kısmı Musullu Sünniler’den oluşan Heşdi Vatani kurulmuştu. Bu örgütü eski Musul valisi Esil Nuceyfi kurdu ve şuan oğlu Abdullah Nuceyfi yönetiyor. Sayıları 6 bin olan örgütün savaşçılarının maaşları son aylarda Türkiye tarafından ödendiği, Irak hükümeti tarafından iddia ediliyor. Irak’ta Musul, Suriye’de IŞİD’in ‘başkenti’ Rakka alındıktan sonra, IŞİD’in gücünden eser kalmayacaktır.

2015 yılında Irak’ın %40’ına sahip olan IŞİD‘in, 2016 Şubat itibariyle Irak’ta ki hakimiyeti %14’lere kadar düşmüştür. IŞİD 2015 yılında Irak’taki topraklarının yüzde 40’ını kaybetmiştir.

Aşağıdaki harita Şubat ayına aittir. Irak’ta son durum hakkında en güncel harita ve gelişmeler için tıklayın. (HAZİRAN 2016) 

ırak savaş haritası
 IRAK’TA TARAFLARIN VE ÖRGÜTLERİN AYRINTILI HARİTASI

Irak’taki savaşta IŞİD’e karşı Irak Bölgesel Kürt Yönetimi ve Irak Hükümet güçleri beraber savaşıyor. Irak’ta IŞİD var ama IŞİD ile birlikte onlarca grup ve örgüt var. Aşağıdaki harita, Irak’ta olan grupların nereyi kontrol ettiğini, nerelerde hangi örgütlerin var olduğunu gösteriyor.

Harita ülkeyi yakından takip eden kişilerce çizilmiş. Türkiye sınırıyla birlikte İran sınırındaki bölgelerde PKK’nın kamplarının olması çizgili bir şekilde ifade edilmiş. Haritada Kürt Yönetimi’ndeki Mesud Barzani’nin partisi KDP’ye bağlı peşmergelerle, muhalefetteki Kürdistan Yurtseverler Birliği’ne bağlı peşmergeleri de ayırmış. Kuzey Irak bölgesindeki taraflar hakkında kısa bilgi almak için buraya tıklayabilirsiniz. (Haritadaki İtalya Silahlı Kuvvetleri IŞİD’le mücadele için değil, Musul barajının onarımı ihalesini kazanan İtalyan şirketini ve işçilerini korumak için orada konuşlanmıştır.)

Irak'ta kim nereyi kontrol ediyor? (Irak Savaş Haritası)
Irak’ta kim nereyi kontrol ediyor? (Irak Savaş Haritası)

TAM EKRAN

ABD’de ki Seçim Sistemi nedir?

4

(Kısaca) ABD’de ki Seçim Sistemi Nedir? 
ABD’de partilerin adaylarını belirleme kuralları anayasada belirtilmiyor ancak geleneksel olarak partiler adaylarını ön seçim yöntemiyle belirliyor. Şuan ABD’den gelen seçim haberleri ‘ön seçim’ ile alakalı. Yani Cumhuriyetçi ve Demokrat Parti seçim için çıkaracağı başkan adaylarını seçiyor. Başkan adayları partilerin ön seçimlerinin ardından yapılan genel kurulla seçiliyor.

ABD’de ki karışık seçim sisteminde aslında halk, eyaletlerin nüfus yoğunluğuna göre belirlenen seçici kurul üyelerini seçiyor, seçici kurul da başkanı belirliyor. Yani halk doğrudan ABD başkanını seçmiyor. Halkın seçtiği seçici kurul üyeleri de kendi partisinin adayını seçtiği için bir şey fark etmiyor. Anlayacağınız sembolik bir anlam ifade eden Seçici Kurul’un tek işi başkan seçmek.

ABD’de ki seçim dönemleri: 

– Partilerin başkan aday adayları için bazı eyaletlerde ön seçim yapılıyor. (eyaletler aşağıda)
– Partiler adaylarını açıklıyor.
– Genel seçimle önceden belirlenen seçici kurul üyeleri seçiliyor.
– Seçim sonuçları sonrasında her şey belli oluyor ama bir ay sonra seçici kurul başkanı açıklıyor.

Özetle; yılın ilk yarısında ön seçimler, yaz aylarında genel kurul, sonbaharda ise ABD Başkanlığı mücadelesi oluyor.

abd aday adayları
Hillary Clinton, Donald Trump, Bernie Sanders ve Ted Cruz

ABD’de neden hep iki parti konuşuluyor?

ABD seçimlerinde sürekli duyduğumuz Demokrat ve Cumhuriyetçi adaylar, Amerika’nın iki köklü partisinin adaylarıdır. Üçüncü bir parti isminin duyulmamasının sebebi ise, eyaletlerin seçici oylarının “kazanan hepsini alır” sistemine göre dağıtılmasıdır. Yani bir eyalette Yeşil Parti oyların %20’sini bile alsa, Cumhuriyetçi Parti burada %50 alırsa tüm seçicileri kazanmış oluyor. Bu iki parti de yıllardır Amerikan halkına kök salmış, belirli ağırlıkta bir tabana sahip olduğu için neredeyse tüm eyaletleri arasında paylaşıyor.

ABD’de Başkan Seçilmek için Ne Gerekiyor?

ABD’de bir başkan adayının Amerika doğumlu, 14 yıldır da ABD’de ikamet ediyor olması ve en az 35 yaşında olması gerekmektedir. Başkan yardımcısı için de aynı şartlar aranıyor. Başkan ile Başkan yardımcısı aynı eyaletten olamıyor.

Bu şartlar sağlandıysa ve seçimlere girildiyse;
Başkan seçilebilmek için ABD’de ki toplam 50 eyalet ve özel statüsü bulunan başkent Washington DC’de ki toplam 538 kişilik seçici kurulun 270’inin oyunu alması gerekiyor. Bir başkan 1951’de anayasada ki değişiklikle en fazla iki kez başkan olabiliyor.

ABD’de en fazla seçici kurul oyu California ve Texas eyaletlerinin. (California’nın 55, Texas’ın 38 ve News York ile Florida’nın 29 oyu var.)

Başkan Adaylarına Yapılan Bağışların Anlamı Nedir?

ABD Başkanlık seçimleri ile alakalı son olarak bir şey söylemek gerekirse, ABD Başkan adayları devlet desteğinin azlığından ötürü bağışlarla seçim kampanyaları düzenliyor. Kasım ayındaki seçimlere 9 aydan daha az bir süre kaldı ve aday adayları arasındaki bağış rekabeti de artırıyor.(stratejikortak.com) En fazla bağış toplayan aday, seçimleri kazanıyor diye Amerikan halkı arasında bir algı var. 2016 ABD Seçimleri’nde şuan en fazla bağışı alan kişi Demokrat Hillary Clinton.

ABD Başkan Adayları için Toplanan Bağışlar
Görsel: Anadolu Ajansı / 10 Şubat’a kadar olan bağışlar

 

Kaynak: StratejikOrtak.com

PYD’nin Diğer Kürt Partilerine Tavrı

Suriye’de iç savaşın başladığı 2011 yılında ilk olarak ortaya Özgür Suriye Ordusu(ÖSO) çıktı. Batı, ABD, Türkiye ve Suudi Arabistan gibi bölgesel güçlerin desteklediği bu örgüt, aslında Esad rejimine karşı ortak bir cephe oluşturulması için destekleniyordu. Ama burası Ortadoğu, aşiretlerden ideolojik gruplara kadar herkesin silahı var. Zamanla Suriye’de ÖSO içerisinde ki gruplar bağımsız hareket etmeye ve ÖSO çatısı altından dağılmaya başladı. Başka başka örgütler kuruldu, Suriye El Kaidesi El-Nusra, Ahrar-uş Şam vb. Bu dağılmada Suriye’nin kuzeyinde ki Kürt ve Arap bölgelerinde de gerçekleşti. Ama Irak Bölgesel Kürt Yönetimi Başkanı Mesud Barzani, Kürt bölgelerinin yönetimi konusunda ortak hareket edilmesi için Kürt gruplarını birleştirme kararı aldı. Bu kararın altında Kürt bölgelerinin savunmasından, yönetilmesine kadar bir çok konu vardı.

Barzani başkanlığında 11 Temmuz 2012’de Erbil‘de bir araya gelen PYD ve 15 Kürt partisi arasında 7 maddelik bir uzlaşma metni imzalandı(Hewler Mutabakatı). Bu toplantıda Suriye Kürt Ulusal Konseyi(ENKS) oluşturuldu. Bu konsey, 24 Temmuz’da da tüm örgüt temsilcilerinin içinde yer aldığı “Kürt Yüksek Konseyi”ni oluşturdu ve bölgeyi bu konseyin yönetmesi kararı alındı. Ancak daha sonra PYD mutabakatı bozarak tek başına hareket etmeye başladı. Bunun üzerine PYD’ye tepki geldi ve PYD yaklaşık iki yıl sonra yeniden başlayan görüşmelerde ihlâl ettiği anlaşmaya yeniden bağlılık bildirdi. Duhok’ta ki bu müzakerelerde, Suriye Kürt Ulusal Konseyi(ENKS) ve Demokratik Halk Hareketi(TEVDEM) heyetlerini bir araya geldi. Taraflar, 22 Ekim 2014’te Mesut Barzani’nin aracılığıyla ‘Duhok Anlaşması’ olarak adlandırılan metni imzaladı. Metinin içeriğinde ortak yönetim, ortak güç ve siyasi birlik konuları vardı. Duhok’ta ki bu anlaşma sonrasında Kürt Yüksek Konseyi kuruldu ve bu konseyin Cenevre’deki Suriye görüşmelerin de Kürtleri temsil etmesi kararlaştırıldı.

ENKS çatısı aslında daha çok Mesut Barzani’ye yakınlığıyla bilinen siyasi partiler yer alıyor. TEV-DEM çatısı altında ise PYD’ye yakınlığıyla bilinen partiler yer alıyor. Duhok’ta ki bu görüşmelerin temelinde ki sıkıntı ise Barzani(KDP) ve Salih Müslim(PYD) arasında ki güç mücadelesiydi.

Günler geçmeye devam ederken PYD Duhok’ta ki anlaşmaya uymadı ve yine bu anlaşmayı feshetti. Bu anlaşmanın içeriğinde Suriye’de siyasi faaliyetlerini sürdüren tüm partilerin katımıyla Rojava yani Suriye’nin kuzeyindeki bölgeler yönetilecekti. Ama böyle olmadı. PYD’nin, Duhok anlaşmasını vakit kazanmak için yaptığı ve herkesi aldattığı yönünde diğer Kürt partilerinden itirazlar yükseldi ki bu bölgeleri sadece PYD güçleri almadı diye Kürt partileri açıklamalarda bulundu.

Aslında Suriye’nin kuzeyinde dair gelişmeleri kısaca şöyle özetleyebiliriz;

PYD ve Suriye Kürt Ulusal Konseyi(ENKS) arasında Barzani’nin himayesinde 2012 Haziran ayında Erbil Anlaşması(Hewler Mutabakatı) yapılmış, Suriye’de ağırlıklı alarak Kürtlerin yaşadığı bölgelerde PYD ve diğer partiler ortak yönetim kurma, silahlı güçlerini de birleştirme kararı almıştı. Ancak bu iki konu üzerindeki anlaşmazlıklar yüzünden Erbil Anlaşması yenilenmesine rağmen hayata geçirilemedi. PYD Ocak 2014’te üç bölgede kanton yönetimi ilan ettikten sonra, diğer partilerin bu bölgelerde faaliyet göstermesine de izin vermedi. Bu partilerin yöneticileri kanton ilanını ‘emrivaki’ olarak tanımladı, üyelerinin bir kısmı Kuzey Irak topraklarına geçmek zorunda kaldı.

PYD’nin tek silahlı güç olduğu bu bölgelerde Barzani yönetimi Suriye’de ki diğer Kürt partilerden savaşçıları 2012 yılında eğitti. Irak’ta eğitilmiş ve sayıları 5 bini aşan ‘Rojavalı Peşmerge’ bulunuyor. Bunların Suriye’ye geçerek bölgeyi koruması üzerine anlaşılmıştı. Hatta Duhok’ta varılan anlaşmaya göre bu askeri güç, ülkeye giriş yapacaktı fakat PYD buna izin vermedi. Barzani’nin bu eğitimi sağlaması, Irak Kürt yönetimi ve PYD arasında gerilime neden olmuştu. Hatta bölgeye giren bazı küçük gruplar PYD güçleri tarafından tutuklanmıştı.

PYD’ye karşı diğer Kürt güçler neden bir şey şey yapamıyor diye sorarsanız da; ABD, PYD ve diğer Kürt grupların birbiriyle çatışmasının IŞİD’le mücadeleyi zaafa uğratacağını düşündüğü için PYD’nin katı tutumlarını görmezden geliyor, hatta destekliyor. Onun içinde diğer Kürt grupları Kuzey Irak’tan gelmiyor yada Kuzey Suriye’de sesini çıkaramıyor.

pyd haritası
Suriye’nin kuzeyinde PYD’nin kontrol ettiği bölge

Türkiye PYD’yi terörist ilan etmeden ve PYD mevzilerini vurmadan önce PYD’ye bakışı neydi?

Suriye Kürt Ulusal Konseyi (ENKS) hem rejimle işbirliğini reddediyor, hem de Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Koalisyonu (SMDK) ile birlikte hareket ediyor ve SMDK yönetiminde temsil ediliyor. PYD ise bu ikisine de karşı çıkıyor. Türkiye de PYD’yi muhatap olarak almak için üç şart koşmuştu. Bu üç şart;

PYD’nin Suriye rejimiyle işbirliği yapmaya son vermesi, Suriye muhalefet çatısı altına girmesi ve Türkiye’nin güvenliğini tehdit edecek faaliyetler içinde olmamasıydı.

Kaynak:
http://www.aljazeera.com.tr/al-jazeera-ozel/kurt-partileri-rojava-icin-anlasti
http://www.haber7.com/ortadogu/haber/1495169-kurt-partileri-kizdirdi-pyd-herkesi-aldatti
http://www.sivildusunce.com/13538-pyd-kendisini-kurt-veya-suriye-partisi-olarak-ortaya-koymuyor.html
http://aa.com.tr/tr/dunya/suriyedeki-kurt-partiler-anlasti/108479
http://www.aksam.com.tr/yazarlar/barzani-ve-pyd-anlasmasi/haber-268807
http://rudaw.net/turkish/kurdistan/0601201513

Türkiye’nin PYD Operasyonu ve PYD’nin Planı

Türkiye’nin PYD’nin silahlı örgütü olan YPG mevzilerini Suriye’de vurması, dünden beri başta Türkiye ve bölge olmak üzere, dünya ajanslarınca da çokça konuşuluyor.

türkiye pyd mevzilerini vurdu

Rusya-Esad rejimi-İran-PYD ‘birliğinden’ gelen açıklamalar, Türkiye’nin vurduğu Minniğ askeri havaalanında PYD unsurlarının olmadığı, orada Demokratik Suriye Güçleri’nin olduğu yönünde. 3-4 gündür PYD ile Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) arasındaki çatışmaların yaşandığı bu bölgede ÖSO havaalanını ele geçirdi, sonra PYD, tekrar ÖSO derken 12 Şubat Cuma gecesi yine havaalanı PYD’nin kontrolüne geçti. Türkiye’nin aylardır dile getirdiği ‘güvenli bölge’ işte tam da bu sınırlar içerisinde. Azez’den, Cerablus’a kadar olan bölge.

türkiyenin güvenli bölge planı

Türkiye yaz ayından beri içeride PKK ile uğraşırken, IŞİD de bir yandan Türkiye’de bombalı eylemlerde bulunmaya başlamıştı. IŞİD’e karşı koalisyona dahil olan Türkiye, Rusya’nın uçağını düşürdükten sonra Suriye’de hava operasyonları düzenleyemedi. Malum Lazkiye’de konuşlanan Rus S-400 hava savaunma sistemleri buna engel oldu. Çünkü Rusya’nın Türk uçaklarını vurma riski vardı. PKK’nın Suriye uzantısı PYD ise Fırat’ın doğusunda kanton topraklarını ABD’nin hava desteğiyle genişletmeye devam etti. Son haftalarda ise PYD Afrin’de ki kanton topraklarını Rus hava desteğiyle genişletmeye başladı. Bu genişleme ise güneyden saldıran Esad güçlerine batıdan destek veren PYD güçleri ile oldu. Tabi karada ki bu ilerlemeye Rusya havadan destek veriyordu. Böylece geçtiğimiz günlerde Halep-Türkiye hattının rejim güçlerince kesilmesiyle muhalifler iyice köşeye sıkıştı. Esad rejimiyle birlikte hareket eden PYD, Rus desteğiyle muhalifleri burada eritme çalışmasını hızlandırdı.

Türkiye PYD’yi niye vurdu?
PYD Afrin kantonunu doğuya doğru genişletir ve muhalifleri Türkiye sınırından püskürtürse, IŞİD’le sınırı olacak. IŞİD’in Türkiye sınırındaki bölge zaten önümüzdeki aylarda güçlü bir operasyonla temizleneceği için, PYD burası ile birlikte kantonlarını birleştirmeyi arzuluyor. Ankara’da PYD’nin PKK’nın uzantısı olduğunu ve ileride tehdit oluşturabileceğini düşünerek bu hayallere karşı çıkıyor.

pyd kantonları birleşmiş hali
PYD’nin Suriye’nin kuzeyindeki kantonlarının birleşmiş haritası

Türkiye eğer ki buna izin verirse komşuları arasında en geniş sınırlarına sahip olduğu Suriye sınırı PKK’nın kontrolüne geçmiş olacak. Buna ek olarak da ‘Kürt koridoru’ denilen birleşme ile birlikte Esad rejim toprakları Akdeniz’e ulaşmış olacak. Ama YPG mevzilerinin resmi olarak vurulma sebebi angajman kuralları. Yani Suriye tarafından ateş geldi ve Türkiye buna karşılık verdi. Peki PYD yapılanmasından Türkiye’ye ne?

Rus ve PYD kaynaklarının, Türkiye Suriye Demokratik Güçleri (SDG) mevzilerini vurdu haberlerinin temelinde, tamamen dünyaya gerçekleri farklı gösterme çabası yatmaktadır. Suriye Demokratik Güçleri denilen örgüt içerisinde ki en büyük güç, PYD’nin silahlı güçleri YPG ve YPJ. SDG’nin militan sayısı bilinen rakamlarla 40 bin civarında. Bunların 30.000-33.000 arası ise PYD güçleri(Bunların içinde zorunlu askerlik yaptırılan yerel halkta mevcut). Diğer örgütler küçük Arap örgütleri. Suriye Demokratik Güçleri diye çatı örgüt kurulmasının sebebi ise;

PYD’nin ismiyle ilerlemelerin yapılmasına Türkiye’nin karşı çıkması ve dünyanın ‘Kürtçü’ bir yapılanma olarak bildiği PYD’yi, küçük Arap, Süryani ve bazı Türkmen güçleriyle birlikte SDG çatısı altında toplayarak ‘her kesimden militanın olduğu’ bir örgüt görüntüsü verilmek istenmesidir.

Üstte sorduğumuz ‘PYD yapılanmasından Türkiye’ye ne?‘ sorusunun cevabına gelecek olursak, düşünün ki bir örgüt bir devleti tehdit ediyor. Türkiye’nin dünyanın her yerinde kurumlarına saldırın diyor. (bkz.) Yine aynı örgüt Bahar ayında Türkiye’ye gelip orada savaşacağız diye açıklamalarda bulunuyor. (bkz.) Ki bu örgüt senin sınırında meşru bir yapılanmaya doğru gidiyor. Türkiye sizce bu durumda ne yapmalı? Bu PYD meselesi sizce Türkiye’nin iç meselesi değil mi? Türk dış politikası tutarsızlık içinde devam etse de, bazı gerçeklerde şaşma olmayacaktır. PYD’nin gelişim aşamasında sesini çıkarmamak yanlıştı, ama şuan YPG mevzilerinin vurulması tamamen doğru. Tıpkı sayısız ihlal sonrası Rus uçağının düşürülmesi gibi, meşru ve doğru. Bir ülkenin her şeyden önemli ilk yapması gereken güvenliği sağlamaktır. Tehdit unsurlarına karşı cevap vermek, ülke yöneticilerinin ve ordusunun başlıca görevidir. Kendi güvenliğini sağlayamayan ülke, kendi halkını da, kendi çıkarlarını da koruyamaz. Onun için de PKK’ya, PYD’ye ve IŞİD’e karşı önlemlerin alınması, ülke menfaatleri çerçevesinde en gerekli hamledir.

pkk pyd ilişkisi
Abdullah Öcalan ile PYD başkanı Salih Müslim 

Uluslararası konjonktür farkı olsa da, zamanında Türkiye kendi çıkarlarını korumayı bilmişti. 1974’te Rumlar binlerce Türkü öldürdükten sonra Türkiye tüm dünyaya ‘meydan okuyarak’ Kıbrıs’a harekat düzenlemişti. O zaman ABD’de, Rusya’da buna karşı çıkmıştı. Zaten anında ABD’nin ambargosu gelmişti. Aynı şekilde 1996 yılında Kardak krizinde Yunan ordusu Kardak adalarına Yunan bayrağı dikmiş ve Türk komandoları Yunan savaş gemilerinin arasından geçip adada ki Yunan bayrağını indirmiş ve Türk bayrağını dikmişti. Yani bu aslında ülke çıkarları için savaşı göze almaktı. Sonrasında ABD ve NATO araya girmiş, orta yol bulunmuştu. Yine 1998 yılında Suriye’de şuan ki Beşşar Esad’ın babası Hafız Esad döneminde Suriye ile bir kriz yaşanmıştı. Türkiye, Abdullah Öcalan’ı koruyan, PKK’yı destekleyen Suriye devletine karşı sınıra yığınak yapmış ve savaş için son aşamaya gelinmişti. Sert söylemler sonraso diplomatik gelişmelerle Türkiye ile Suriye anlaştı ve Öcalan Suriye’den sınır dışı edildi.

Yani özetle ülke çıkarları için bazı hamlelerin yapılması gerekiyorsa yapılacaktır. Savaş çığırtkanlığı yapanlardan da, savaş halinde olduğumuzu söyleyenlerin gazından da kurtulun. PYD’ye bazı cevaplar verilmeliydi ve verildi. Gerekirse verilmeye devam edecektir. Çünkü ilerde bu yapılanma Türkiye’de ki terörü arttırmak için elinden geleni yapacaktır ki bunu kendileri de (yukarıda yazıldığı gibi) söylüyor. Boş konuşmaktan öteye geçip gerçekleri idrak etmemiz gerekiyor.

Bir örnekle son sözü söyleyelim.

Günlük yaşantımız da sizi rahatsız eden biri olursa ‘polise’ şikayet edersiniz değil mi? Polis çözüm olmassa ki Türkiye’de sık rastlanır, kendiniz bir çözüm yolu ararsınız. İşte Türkiye’nin yaptığı da budur. Kendi iç güvenliğini tehdit eden örgütü dünyaya ‘terör örgütü’ olarak göstermek istemektedir. Uluslararası sistemde ki polis görevini yöneten BM ve beş daimi üyesinden yanıt alamayan Türkiye, kendi güvenliğini sağlamak için çözüm yolu olarak bu yolu tercih etmek zorunda kalmış ve YPG mevzilerini vurmaya başlamıştır. Aslında işin özeti tam olarak budur.

25 Ocak Devriminden, 3 Temmuz Darbesine ‘Mısır Ordusu’

0

Bu yazıda Arap toplumları arasında güçlü bir yeri olan Mısır’ın; 25 Ocak 2011 devriminden, 3 Temmuz 2013 darbesine kadar olan süreçte ordunun sürece müdahalesi anlatılmaktadır. Mısır ordusunun aslında Hüsnü Mübarek’ten, seçilmiş ilk cumhurbaşkanı Muhammed Mursi’ye kadar iki taraflı oynayışı, Arap Baharı gösterileri ile 3 Temmuz Darbesi sonrasındaki gösteriler arasındaki davranış farkları gösterilmeye çalışılmıştır. Okumaya başladığınızda Arap Baharı’nın Mısır’a yansımalarına ve Mısır’da ki devrimlere karşı bilgi sahibi olabilirsiniz.

Mısır’da Arap Baharı: 30 yıllık Mübarek İktidarına Ordunun Yaklaşımı
Mübarek’in otuz yıllık iktidarının sonunu getiren
25 Ocak devrimi, Tunus devriminden sonra
gerçekleşmesine rağmen Mısır’ın gücü ve bölgesel
etkisi dolayısıyla hem bölgesel hem de küresel
bağlamda çok daha dikkat çekici bir gelişme
oldu. Bu yüzdendir ki, protestolar Mısır’da başlayıp belli bir evreye geldikten sonra devrim sürecinin “domino etkisi” ile bölgeye yayılıp yayılmayacağı
tartışıldı. 1952’den beri asker kökenli
cumhurbaşkanları tarafından yönetilen ve hem
siyasal hem de ekonomik anlamda çok güçlü bir
konumda olan Mısır ordusunun ülke genelindeki
bu protestoların akıbeti üzerinde belirleyici
olduğunu düşünmek abartılı bir yaklaşım değil.
Nitekim ordu hem 25 Ocak devrimi sırasında
takındığı tavırla hem de 3 Temmuz darbesi ile
bölgesel düzeyde de etkileri görülen Mısır iç siyasetini
şekillendiren başat aktör oldu.
Göstericiler Mübarek iktidarına karşı harekete
geçtiğinde Mısır ordusu da sokaklarda konuşlandırıldı.
Ordu ilk günlerde nasıl bir tepki
vermesi gerektiği konusunda tereddüte düştüyse
de ordudan gelen ilk açıklama “Mısır halkının
isteklerinin meşru olduğu ve halka karşı şiddet
kullanılmaması gerektiğine”
yönelik ifadeler oldu. Ancak üst düzey subaylar da bir yandan
Mübarek’le görüşmeye devam ediyordu. Dahası
gösteriler başladıktan bir hafta sonra Mübarek
taraftarları develerle göstericilere saldırırken ordu
birlikleri alanda bulunmasına rağmen müdahale
etmedi ve göstericilere eve dönmeleri çağrısında bulundu.

mısır askeri tahrir meydanında

Üst düzey bir ordu yetkilisinin ifadesine
göre ordu, Mübarek’e gelişmeleri yönetmesi
için fırsat verdi ve eğer başarılı olsaydı hiçbir müdahalede bulunmayarak kışlasına geri çekilecekti. Protestoların devam etmesi üzerine Mübarek
sırasıyla, Cumhurbaşkanı yardımcısı atayacağını,
kendisinin ve ailesinden herhangi bir kimsenin
bir sonraki seçimde aday olmayacağını duyurdu;
ancak halk ikna olmadı. Bunun üzerine Silahlı
Kuvvetler Yüksek Konseyi
10 Şubat’ta “Communique
No. 1”
başlığıyla, Mısır halkının kazanımlarını
ve ana vatanlarını koruma amacıyla
alınacak tedbirleri belirleyen prosedürleri ucu
açık bir zaman diliminde oluşturma girişimlerine
başladığını duyurdu. Bu ifadelerde Cumhurbaşkanı
ya da yardımcısının yer almaması daha
önceki tecrübelerden hareketle darbenin ilk işareti
olarak görülebilir. Böylece ordunun olayların
başladığı günlerde takındığı ikircikli tavır yerini
Mübarek karşıtlığına bırakıyordu. Bu arada sokağa
çıkan askerlerin protestocular tarafından alkışlarla
karşılanması ve onlarla kaynaşması, hatta
üst düzey subayların da meydanlara inmesi ordunun
rejimi korumak için şiddet kullanmayacağı
ve muhaliflerin yanında yer aldığına dair bir
algı oluşturdu.
Konseyin yayınladığı ikinci bildiride ise, bir
yandan gösterilerin meşru olduğu ve yolsuzluğa karşı ayaklanan ve reform talep eden halkın
üzerine ateş açılmaması gerektiği vurgulanırken,
öte yandan da ülkenin bir an önce normalleşmesi
gerektiği ve herkesin evine ve işine dönmesi gerektiği
ifade ediliyordu. Bu bildiri ise birçok yorumcu
tarafından ordunun Mübarek iktidarına
sahip çıktığı şeklinde yorumlanmıştı.

Mısır ordusunun asker ihtiyacının büyük bir
kısmının zorunlu askerlik uygulamasıyla halktan
sağlanıyor olması nedeniyle halkın her kesimi ile
irtibatı vardı. Bu irtibat sokaklarda karşı karşıya
kalan göstericiler ve askerlerin birbirine yabancı
olmadığı gerçeğini ortaya çıkardı. Protestocuların
dile getirdiği talepler aynı zamanda ordu
mensuplarının büyük bir kısmının talepleriyle
de çakışıyordu. Bu durumda emir verilse dahi
askerlerin göstericiler üzerine ateş açıp açmayacağı
şüpheliydi. Üst düzey bir generalin ifadesi
ile “Generaller de yerine getirilmesinden emin
olmadıkları emirleri vermek istemezler.” Öte yandan bu emir doğrultusunda askerlerin
göstericilere ateş açmasından sonra olayları
kontrol etmek zor olabilirdi. Bunun sebebi başta
Tahrir Meydanı olmak üzere bütün şehirlerdeki
göstericilerin hem çok kalabalık hem de sosyoekonomik
ve ideolojik açıdan heterojen bir yapıda olmasıydı.
Mısır ordusu, Tunus’taki gibi Mübarek’e iktidarı
terk etmesi için açıkça bir çağrı yapmadı,
fakat kendisini desteklediğine dair bir algı da
oluşturmadı ve 10 Şubat’tan itibaren yayınladığı
bildirilerle Mübarek’i koltuğunda tutmak için bir
tavır takınmayacağını belli etti. Bu tavır birçok
yorumcu tarafından Mübarek’e karşı darbe olarak
nitelendirildi. Nitekim Mübarek iktidarı
terk ettiğinde yönetimi Silahlı Kuvvetler Yüksek
Konseyi’ne bıraktığını
açıkladı. Bunun üzerine
Konsey, siyasi liderliği geçici bir süreliğine devraldığını
ve geçiş sürecinden sonra bütün yetkileri
seçilmiş demokratik bir hükümete bırakacağını açıkladı.
mısır askeri konsey
Konseyin yetkileri sivil hükümete
devretmesi beklendiğinden daha uzun oldu ve bu süre yaklaşık 17 ay sürdü. Bu zaman zarfında
Mısır’da Konseye karşı birçok protesto gösterileri
düzenlendi ve can kayıpları yaşandı.
Tunus’la karşılaştırıldığında Mısır’da ordunun
ikircikli bir tavır takınmasının çeşitli sebepleri
var: Her ne kadar mevcut statüko ordunun temel
ayrıcalıklarına dokundurmuyorsa da, Mübarek’in muhaberat, polis gibi diğer güvenlik kuvvetlerine
yaptığı yatırımlar orduyu rahatsız ediyordu.
Daha da önemlisi ise ordunun Mübarek sonrası
döneme dair taşıdığı endişeydi. Mübarek’in, oğlu
Cemal’e resmi bir şekilde deklare edilmese bile
kendisinin halefi olarak algılanmasına sebep olacak
misyonlar yüklemesi bu sürtüşme alanlarının
başında geliyordu. Cemal Mübarek’i kabullenemeyen
ordunun sahip olduğu ekonomik ayrıcalıkları
ve siyasal dokunulmazlıkları, devrim sonrası
kontrol edemeyeceği demokratik bir yönetim sonucunda
kaybetmekten endişe ettiği açıktır.
Mısır’daki değişim sürecini belirleyen temel
etmen olarak ordunun pozisyonunu merkeze almak, ordunun uluslararası angajmanını da analiz
etmeyi gerektirir.

1978 yılında gerçekleşen Camp
David Anlaşması’yla ABD ile Mısır arasında yakın
ilişkiler kuruldu ve ABD’nin Mısır’a yardımları
başladı. Bu çerçevede Mısır, ABD’nin en fazla
yardımını alan ülke
oldu. ABD yardımlarının
Mısır ekonomisine önemli bir katkı yaptığı algısını oluşturduysa da bu yardımlara göz atıldığında
aslan payının askeri yardımlar başlığı altında
gerçekleştiği görülür.
ABD’de askeri darbe ile yönetilen ülkelere
yardım edilmemesine dair kanuna rağmen
, Mısır’a sağlanan ABD yardımları hala devam ediyor.

abd'nin mısıra yardımları
ABD’nin Mısır’a yardımları kendi kanunlarına aykırı olmasına rağmen devam ediyor

Tablodan da anlaşıldığı üzere askeri ve uluslararası
askeri eğitim ve formasyon yardımlarının
miktarı ekonomik yardımın iki katından fazladır.

Dolayısıyla ABD-Mısır ilişkilerinin güvenlik ekseni
üzerinden seyrettiği ve ordunun bu noktada
büyük önem taşıdığı rahatlıkla ifade edilebilir.
ABD Başkanı Obama’nın 28 Mayıs 2014’te yaptığı
konuşmada “Mısır’la ilişkilerimizin İsrail’le
barış anlaşmasından radikalizme karşı mücadeleye
kadar güvenlik çıkarları üzerine kurulu
olduğunu kabul etmeliyiz. Bu yüzden yeni hükümetle işbirliğini kesmeyeceğiz…” 
şeklindeki
cümleleri bu açıdan önemlidir. Kısacası ABD,
darbeyi sorunsallaştırmayarak askeri yönetime
dolaylı destek sağlayan ve askeri ve güvenlik unsurlarını
ilişkilerin merkezine alan bir yaklaşım
sergilemektedir. Bu yaklaşım ülke rejiminin niteliğini
dert etmeyerek ordunun siyasal arenayı
domine etmesine katkı sağlamaktadır. ABD Dış
İşleri Bakanı John Kerry’nin Mursi’ye yapılan darbeden hemen
sonra
ordunun Mısır demokrasisini kurtardığına
yönelik sözleri bu bağlamda değerlendirilebilir.

Sonuç olarak Mısır’da 30 yıllık Mübarek iktidarının
sonunu getiren devrimci harekete müdahale etmeyen ve geç de olsa Mübarek’in karşısında yer alan ordunun bu süreçte önemli bir rol
oynadığı ifade edilebilir. Ordunun bu davranışını
şekillendiren birkaç faktörden bahsedilebilir. Öncelikle
protestocuların niceliği ve niteliği önemlidir.
Tahrir meydanına toplanan protestocuların
sayısı kısa sürede milyonlarla ifade edilmeye başlandı ve protestolar diğer şehirlere de yayıldı. 25
Ocak’ta Tahrir’de toplanan protestocular Mısır
halkını hem sosyo-ekonomik hem de ideolojik
anlamda temsil eden bir özelliğe sahipti. Dolayısıyla
bu hareket belirli bir grubun kalkışması
değildi. Pankartlar ve sloganlar da bu durumun
temel göstergesiydi. Kullanılan dil ideolojik içerikten
ziyade halkın ve belirli ideolojik grupların
genel taleplerini ifade eden ortak bir içeriğe sahipti.
“Ekmek, özgürlük, onur”, “Mübarek git”,
“Halk sistemin değişmesini istiyor”
gibi slogan ve ifadeler bu anlamda çarpıcı örneklerdir. Başta
Tahrir olmak üzere diğer şehirlerdeki meydanlar
küçük birer Mısır’dı. Sonuç olarak sayıları milyonları
bulan halka ateş açmak ordu için rasyonel
bir seçenek olamazdı.

3 Temmuz Darbesi: Mursi’ye Yapılan Darbe 
Mübarek’in iktidarı terk ettiği 11 Şubat 2011 gününden itibaren 30 Haziran 2012’ye kadar Mısır’da yönetimi Yüksek Askeri Konsey üstlendi.
Konseyin yönetimi sivillere bırakması yaklaşık 17
ay sürdü. Haziran 2012’de yapılan seçimde cumhurbaşkanlığına
gelen Muhammed Mursi’nin bir
yıllık iktidarına ordu 3 Temmuz 2013’te askeri
darbeyle
son verdi. Bu askeri darbenin birçok
açıdan incelenmesi mümkündür.

Ancak bu çalışmanın üzerinde duracağı soru, devrim sürecinde
göstericilere müdahale etmeyen ordunun Rabia
ve Nahda meydanlarına neden müdahale ettiği
sorusu olacaktır.

Devrim sürecine de katılmış bazı grupları
da içeren, Mursi’ye karşı başlayan protestoların
arkasındaki oluşum ve “ayaklanma”, “isyan” ya
da “direniş” anlamına gelen Temerrüd hareketi
Mursi’nin istifası için 22 milyon imza topladığını iddia etti (Müslüman Kardeşler’e göreyse
topladıkları imza sayısı sadece 170 bindi), sonrasında
ise 30 Haziran günü Tahrir Meydanı’nı
doldurarak Mursi’nin cumhurbaşkanlığından
istifa etmesini istedi. Ancak Mursi yönetimi
bu çağrıya olumsuz cevap verdi. Olayların çatışmaya dönüşmesi ve 16 kişinin öldürülmesinin
de etkisi ile ordu tarafların anlaşması için 48
saat süre tanıdığını, aksi halde kendi yol haritasını
sunacağını açıkladı. Ordunun bir yandan
“olaylara karışmayacağını” ilan edip öte yandan
“halkın taleplerinin karşılanması yönünde bir
çağrı yaparak” Mursi’nin istifa etmesini istediği
bu açıklama, onun bu sürece müdahil olduğunu
göstermiştir. Cumhurbaşkanı Mursi ise seçimle iş başına geldiğini ve ancak seçimle iktidarı bırakacağını deklare ederek istifa etmeyi reddetti.
Ordu 48 saatlik sürenin ardından 3 Temmuz
günü iktidara el koyduğunu açıkladı. Darbe karşıtı gösterilere de çeşitli aralıklarla gerçek mermi
kullanılarak müdahale edildi. Burada en baştaki
soruya geri dönülecek olursa, ordu göstericilere
neden ateş açtı?

muhammed mursi'ye darbe
Mısır’ın seçilmiş ilk cumhurbaşkanı Muhammed Mursi hapiste

Ordunun demokratik bir Mısır içinde sahip
olduğu imtiyazları koruyamayacak olması önemli
bir noktadır. Bu durum devrim sürecinde de
söz konusuydu; ancak devrim sürecinden farklı
olarak darbe sürecinde ordu çok geniş bir tabana
sahip kitlelerle değil, belirli bir ideolojiye sahip
bir kesimle karşı karşıya kaldı. Bir nevi “ordu vs.
İhvan”
tablosu ordunun elini rahatlattı. Bunun
yanında ordu, darbe öncesinde ve sonrasında
Mursi yönetimine karşı gerçekleşen kitlesel gösterileri
meşruiyet kaynağı olarak kullandı. Ayrıca darbenin Mısır’a önemli yaptırımlar uygulayabilecek
ülkeler için bir maliyet taşımaması da
ordunun elini rahatlatan bir başka faktördü. Bu
gerekçelere rağmen darbenin dayandığı rasyonel
bir zeminden bahsetmek mümkün değildir.

Darbeden
sonra
yapılan katliamlarda yaklaşık 2 bin
kişi hayatını kaybetti (devrim sürecinde hayatını
kaybedenlerin sayısı yaklaşık 900 kişiydi), 15-22
bin kişi ise tutuklandı.(Temmuz 2014 verileri) Bu çerçevede 3 Temmuz darbesi 25 Ocak
Devrimi ile başlayan değişim dalgasını tersine çevirmekle,
yalnızca Mısır’ı değil, bölgesel değişim potansiyelini
de etkiledi. Böylece “Arap Baharı” olarak
adlandırılan süreç durma noktasına geldi. Ayrıca bu
darbe, iktidar değişimi gerçekleşse bile sürecin ordu
tarafından geri çevrilebileceğini gösterdi.

Yazı SETA İstanbul Güvenlik Araştırmacısı Veysel Kurt‘un ”Orduların ‘Arap Baharı’na Etkisi” adlı makalesinden alıntıdır.

Yemen’de Son Durum Haritası (2016)

Arap Baharı sonrasında Yemen’i 6 bölgeye ayırmayı öngören anayasa tasarısını reddeden Husiler, ülke yönetiminde daha fazla söz sahibi olmak istediler. Bunun için de kendilerine daha fazla söz hakkı doğuracak olan iki bölgeli yapıyı desteklediler. 2014’ün son aylarında ise Husilerin ayaklanması hızla büyüdü ve başkent Sana’ya kadar ulaştı. Husiler Devlet Başkanı Hadi’yi ‘Batı yanlısı’ olmakla suçlayıp, görevden aldıklarını ilan ettiler. Sonra da parlamentoyu feshedip bir ‘Devrim Komitesi’ kurdular.

Yaklaşık 3 ay sonrada(26 Mart 2015) Suudi Arabistan öncülüğündeki Arap ülkeleri Yemen’de ki Meşru hükümete destek vermeye başladı. Yemen ordusuyla birlikte Suudi Arabistan, eski devlet başkanı Abdullah Salih’e bağlı güçlerle birlikte hareket eden Husilere karşı operasyonlarını hâlâ devam etmektedir. Son olarak da Yemen ordusu haritada da belirtildiği gibi Cevf ve Ma’rib kentlerine operasyon düzenliyor ve git gide başkent Sana’ya yaklaşıyor.

Yemen son durum haritası
Yemen Son Durum Haritası (2016)

Yemen’de ki Suudi Arabistan ve ABD etkisini fark eden İran yanlısı Şii kesim, 1990’lı yıllarda İran’ın desteği ile, önceleri Mü’min Gençler Hareketi daha sonra da Husi Hareketi olarak bilinen örgütü kurmuş ve bu örgüt zamanla güçlenmiştir.

ABD’nin Yemen’deki etkinliğini arttırması ülkede bazı değişikliklerin oluşmasına sebep olmuştur. Amerika Birleşik Devletleri’nin bölgedeki şeriat isteyen hareketlere savaş açması ve Yemen rejimini desteklemesi üzerine, 2009 yılında Yemen ve Suudi Arabistan’da ki El Kaide kolları birleşerek Arap Yarımadasındaki El Kaide’yi kurmuştur. Böylece Yemen’de devlet dışı iki silahlı aktör ortaya çıkmış oldu. Bu iki gücün yükselmesi de zamanla Yemen rejimini zayıflattı.

Tarihler 2011’i gösterdiğinde ise Arap Baharıyla birlikte protesto gösterileri başladı ve Yemen’in ilk Devlet Başkanı Abdullah Salih’in 30 yıl süren iktidarı sarsılmaya başladı. Gösteriler sonrasında Ali Abdullah Salih yerine oğlunu geçirmek için meclise kanun tasarısı sunsa da, bu pek bir şey ifade etmedi. Abdullah Salih dokunulmazlık elde ederek görevi bıraktı/görevden alındı. Salih’in yerine ise şu anda Husi’lerin kendisine darbe yaptığı Abd-Rabbuh Hadi Mansur getirildi. Mansur, tıpkı Abdullah Salih gibi ABD yanlısı politikalar izlemeye devam etti.

Yemen'in Nüfus Haritası (Ayrıntılı Görsel)
Yemen’in Nüfus Haritası (Ayrıntılı Görsel)

YEMEN’DE NELER OLUYOR? Yemen’deki taraflar

Husilerin Yapılanması ve El Kaide Faktörü
Şuan Husilerin başındaki Abdulmelik el Husi İran’da askeri ve dini eğitim almıştır. Yemen’de ki Husiler aslında ülke içerisindeki %25-30’luk Zeydilerden oluşmaktadır. Yaklaşık olarak 100-120 bine yakın organize olmuş silahlı ve silahsız tabana sahip olan Husilerin ise en abartılı rakamlarla 20-30 bin arasında silahlı gücü olduğu tahmin edilmektedir.

YEMEN’de El Kaide’nin Kontrolündeki Alanlar Genişledi. (09 Nisan 2016)
Yemen El Kaide Haritası
Yemen’de El Kaide’nin Kontrol Ettiği Bölgeler

Husilerin temsil ettiği kesim yukarıda da belirtildiği gibi nüfusun yarısından az. Ülkede %65 civarı Sünni nüfus vardır ve bu nüfus Şii Husi hareketine karşıdır.  Husilerin başkent Sana’yı ele geçirmesini protesto edenler olsa da silahlı Husi hareketi bu protestoları bastırmıştır.

Washington yönetimi, Yemen’de ki El Kaide örgütünün dünyadaki en tehlikeli Kaide yapılanması olduğunu açıklamıştı. Yemen’de ki bu El Kaide örgütü, Husiler’in etkinliğini arttırmasıyla daha da büyümeye başladı. Çünkü Husilere karşı olan Sünnilerin belli bir kısmı, El Kaide’ye destek vermeye başlıyor. Suudi Arabistan’ın El Kaide üzerinde az da olsa etkinliği olduğu söylense de, kendi ülkesinde ve bölgedeki El Kaide yapılanmalarına karşı çıkıyor ve yakaladığı çoğu militanı idam ediyor.

Yemen hakkında önemli bir dipnot:
Yemen Arap toplumları arasında aşiret güçleri en bağlı ülkelerdendir. Ülke nüfusunun %75’i kırsalda yaşamaktadır. Ülkede güçlü büyük aşiretlerin olması, aşiretlerin ordu ve siyasete etki göstermesine de sebep oluyor denebilir. Ülkede mezhepsel ve dini çatışmaların olduğu bilinse de, aşiretler arasındaki çatışma da gözardı edilmemelidir.

Yemen’deki Tüm Taraflar

Muhalefet Partileri: Ortak Buluşma hareketi isimli çatı örgüt Islah Partisi, Yemen Sosyalist Partisi, Hak Partisi ve Arap Sosyalizminin Yeniden Doğuşu partilerini bir araya getirmiştir. Bu gruplar içerisinde hiç şüphesiz en önemli yapı geniş bir tabana sahip olan Islah Partisi’dir. Bununla beraber Eylül Birliği ve Popüler Güçlerin Birlik Partisi de muhalif gruplar arasındadır.

İktidar’daki GPC (Genel Halk Kongresi Partisi): bu parti Ali Abdullah Salih’in iktidardaki partisidir. Yemenliler yolsuzluğa bulaşmakla suçladıkları partinin yasaklanmasını talep ediyorlar.

Aşiretler: Yemen’in orduda ve politikada etkin güce sahip aşiretleri ve bu aşiretlerin değişik çatı örgütlerle bir araya geldikleri birleşik muhalefet Yemen’in geleceğini ciddi anlamda etkileyecektir. Yemen protestolarının bir yönüyle aşiretlerin güç paylaşımı olduğu göz ardı edilmemelidir.

Husiler: Yemen’in kuzeyinde etkili olan bu Şii aşiret koalisyonu, özellikle İran’ın desteğiyle ülkede önemli kazanımlar elde etme potansiyeline sahiptir.

Ordu: Yemen’in homojen ve modern motivasyonlarla beslenen merkezi bir orduya sahip olduğu söylenemez. Yemen ordusu da tıpkı politik güç gibi çeşitli aşiretlerin güçlerine göre etkin olduğu bir denge üzerine kuruludur. Bu anlamıyla Yemen ordusu da siyasetin şekillenmesinde aşiretlerin etkisiyle paralel olarak belirleyici olacaktır.

El Kaide: Yemen’deki siyasi karmaşadan faydalanan örgüt Yemen’in önemli eyaletlerinden Abyan’ın kontrolünü eline geçirdi. El Kaide Yemen’in Sabva Vilayetinde de bazı bölgeleri ele geçirmiş durumda. Örgütün liderliğini Usame bin Ladin’in atadığı Nasır el Vuhayşi yapmaktadır.

Kaynak: Al Jazeera/incanews/Anadolu Ajansı/stratejikortak.com

Hindistan ve Pakistan’ın Bağımsızlığını Kazanması

0

Hindistan yarımadasında Hindistan ve Pakistan diye iki ayrı devlet oluşmadan önce yarımada İngiliz sömürgesi altındaydı. Uluslararası konjonktürden etkilenen Hintliler ve Pakistanlı Müslümanlar İngiliz himayesinden kurtulmak için örgütlenmelere gitti. İlk dönemde bütün olarak siyasi yollara başvuran yarımada halkı, ilerleyen dönemlerde yaşanan fikir ayrılıklarından ötürü Hintliler ve Pakistanlı Müslümanlar olarak ayrı ayrı bağımsızlık arayışlarını denediler. Bu yazıda ‘İngiliz Egemenliği öncesi Hindistan Yarımadası’ ve ‘Hindistan ve Pakistan’ın Bağımsızlık Kazanması ve Bölünme’ başlıkları yer alacak.

İngiliz Egemenliği öncesi Hindistan Yarımadası

Alt kıta Hindistan, İngiltere’nin egemenliğine girmeden önce burada bir Müslüman egemenliği söz konusuydu. Bu kıtadaki müslüman egemenliği ise 12. yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlamıştı.

Bu süreç esas olarak Memlüklüler zamanında Kuzey Hindistan’ın denetim altına alınmasıyla başlamış 1350’den itibaren Güney Hindistan’a da yayılmasıyla devam etmiş, nihayet 1526’da yaklaşık 250 yıl sürecek Hint-Türk İmparatorluğunun kurulmasıyla sonuçlanmıştı.

Bu sürecin gösterdiği ise Müslümanların bu alt kıtadaki egemenliğinin oldukça eskilere dayandığı ve bunun yaklaşık 8 yüzyıl kadar süregeldiğidir.

454-500 tarihleri arasında Hunların egemenliğinde kalan ve 711’de Araplar tarafından işgal edilen Hint yarımadasında 10. yüzyılın başından itibaren Müslümanların egemenliği başlamış ve 1750’ye kadar da devam etmiştir. 1001’de Gazneli Mahmut’la başlayan bu Müslüman egemenliği 1206-1483 yılları arasında Memluklularla devam etmiş, 1526’da Babür Şah’la (1526-1530) bölge Müslüman Moğol devletinin egemenliği altına girmiştir. Bölge Fransa ile İngilere arasındaki 7 yıl savaşları sırasında İngilizler tarafından işgal edimiştir.

İngiltere ve Fransa’nın bu 7 yıl savaşları(1756-1763) sonrasında yaptığı 1763 Paris Barışı ile de Fransa bu toprakları İngiltere’ye bırakmıştır. İngiliz işgaline kadar Moğolların (Babür Şah, Ekber Şah, Cihangir Şah, ve Şahcihan Şah dönemleri boyunca) egemenliğinde kalmıştır.

Özellikle Babür Şah’la başlayan ve Ekber Şah’la doruğa ulaşan İslami geleneklerle Hindu gelenekleri arasında yoğun kaynaşma ortaya hoşgörü ve eşitliğe dayanan bir anlayış ve kültürün ortaya çıkmasına ve gelişmesine yol açmıştır.
İngiltere’nin Hindistan’a yerleşmeye başlaması ise sömürgeciliğin bir sonucu olarak 1761’de İngiliz-Hint Kumpanyasıyla beraber söz konusu olmuş ancak 1773’den itibaren, yavaş yavaş Hindistan’ın denetimi Kumpanya’dan İngiliz Hükümetinin eline geçmiş ve İngiltere Hindistan’ı atadığı genel bir vali aracılığıyla yönetmeye başlamıştır.

ingiliz sömürgesi hint yarımadası
1909 yılı Hindistan Haritası

Bugünkü Hindistan, Pakistan, Bangladeş, Burma, Afganistan, Nepal, Singapur ve Siyam ülkelerini içine alan bu sömürgenin başında İmparator olarak İngiliz Kraliyeti ve onun atadığı bir genel vali bulunmaktaydı. Kalküta ve Yeni Delhi’nin başkentliğini yaptığı bu Sömürge Devleti 1850’lerden 15 Ağustos 1947’de Hindistan’ın Bağımsızlığını kazandığı güne kadar devam etmiştir.
Pakistan, Hindistan, Çin, Tacikistan ve Afganistan arasında bir bölge olan Keşmir ise uzun yıllar İngiltere sömürüsü ve kontrolü altında kalmış ve 1846’da idaresi Hintli bir mihraceye verilmiştir. Hindistan ve Pakistan bağımsızlıklarını kazandıkları dönemde de bölge yine bu mihrace ailesinin idaresindedir. Fakat 1947’de mihrace Keşmir’i Hindistan’a ilhak ettiğini ilan etmiş ve ilhak kararı altmış yılı aşkın bir süredir devam eden ve uzun bir dönemde devam edeceğe benzeyen sorunun fitilini ateşlemiştir.

Hindistan ve Pakistan’ın Bağımsızlık Kazanması ve Bölünme

Fransız Devrimi ile I. Dünya Savaşı arasında dünyadaki milliyetçilik akımı ve İmparatorlukların dağılması, imparatorlukların içindeki halkları ve sömürge halklarının özgürlüklerini bir nevi bir kez daha düşünmeye teşvik etmişti. Bu olaylarla birlikte Hindistan alt kıtasında da bazı hareketlilikler oldu.

1857’de kurulan Bombay, Bengal, ve Madras üniversiteleri olmak üzere İngiliz eğitim kurumlarında yetişen gençlerin çoğu ya kamu hizmetine girerek ya da avukatlık, gazetecilik ve öğretmenlik gibi mesleklere yönelerek Batı’nın yaşam ve düşünce biçimini benimsediler. Üniversitelerden hukuk, tıp, ve mühendislik eğitimi alan bir orta sınıf meydana geldi. Başlangıçta İngilizlerin kurduğu mekanizma içinde bir yer edinerek ülke yönetiminde söz sahibi olmayı uman bu aydın çevreler, zamanla sömürgeci politikalara karşı ulusal talepler doğrultusunda gelişen muhalefetin odağı durumuna geldiler. Aydınlar seslerimi ve düşüncelerini basın yoluyla duyurmaya başladılar. Bu hareketlerin sonucu olarak ortaya çıkan Hindistan Ulusal Kongresi(Kongre Partisi) 28 Aralık 1885’de ilk toplantısını yaptı.

Nitekim Lord Curzon’un sömürgeci yönetimi pekiştirmek için izlediği keyfi yöntemler ve baskıcı politikalar, Kongre Partisi’nin bir aydın hareketi kimliğinden sıyrılarak geniş bir kitleye yayılmasında önemli bir rol oynadı. Milyonlarca Hintlinin milliyetçi harekete katılması ülke çapında yaygın bir dalgalanma başlattı. Kongre Partisi’nin 1906’da Kalküta’daki toplantısında bağımsızlık isteği gündeme geldi ve bu istek ülke çapında geniş yankı uyandırdı. Diğer taraftan aynı tarihte yani Kongre Partisi’nin bağımsızlık çağrısında bulunduğu 1906’da Tüm Hint Müslümanları Birliği de Doğu Bengal’in başkenti Dakka’da ilk toplantısını yapıyordu. Böylece Hindistan’daki Müslümanlar da sömürgeci yönetime karşı bağımsız bir topluluk olarak çıkarlarını korumayı amaçlıyorlardı.

I. Dünya Savaşı’nın devam ettiği sıralarda 1916’da Lucknow’da Kongre Partisi ile Müslüman Birliği Hindistan’ın geleceği için bir program konusunda anlaştılar. Bununla her iki topluluğun da temsil edilmesi üzerinde ilkesel birlik sağlanmış oluyordu. Bu işbirliğinin öncülüğünü yapan Muhammed Ali Cinnah, Müslümanlar arasında güçlü bir konum kazandı. Fakat idari özerklik programı konusunda ortaya çıkan anlaşmazlıklar ve savaşın Osmanlılar aleyhine gelişmesinin Müslümanlar arasında doğurduğu huzursuzluk iki parti arasındaki yakınlaşma havasının 1917’de dağılmasına yol açtı.

hindistan ve pakistan haritası
Hindistan ve Pakistan Haritasıyla birlikte Keşmir Bölgesi

Nihayet 1930’ların sonlarından itibaren Hindu-Müslüman sürtüşmesinin gelişmesi ve had safhaya gelmesi iki farklı devletin ortaya çıkmasıyla sonuçlandı. II. Dünya Savaşının etkisiyle çıkan kriz, enflasyon ve bunların ortaya çıkardığı toplumsal rahatsızlıklar iki toplum arasındaki ayrılıkların daha da su yüzüne çıkmasına neden olmuştu. İngiliz sömürge yönetimine son verme mücadelesinde Hindu ve Müslüman milliyetçilerin zaman zaman işbirliği yapmasın karşın, karşılıklı güvensizlik ortamı Müslüman Birliği’ni 1940’da Pakistan adıyla bir Müslüman devleti kurma hedefini benimsemeye yöneltti. Cinnah’a ve Müslüman Birliği’ne göre ”tek bir Hint ulusu olarak bağımsızlık, Müslüman azınlığın Hindu çoğunluğunun elinde oyuncak olacağı için istenmeyen ve tehlikeli bir şeydi. Kongre Partisi’nin ”iki ulus” düşüncesi Cinnah’ın kararlı tutumu ve Müslümanlar ile Hinduların arasındaki gerginliğin sürekli tırmanması nedeniyle sonuç vermedi.

Müslümanların 16 Ağustos 1946’da ilan ettiği Doğrudan Saldırı Günü ile başlayan olaylar, Kalküta’da yaşanan insanlık dramları, İngiltere’nin İkinci Dünya Savaşı’nda içinde bulunduğu konum, İngiliz Hükümetindeki geri çekilme planlarının devreye sokulma güdüleri, İngiliz Kamuoyunun Ghandi’ye ve Hindistan Ulusal Kongesi’ne bakış açısındaki değişikliğin getirdiği tarihi akış 15 Ağustos 1947’de Hindistan Bağımsızlık Yasası’nın İngiliz Parlamentosunda kabulü ile sonuçlandı.

Bu yasa ile birlikte İngiltere, Hindistan ve Pakistan’ın iki ayrı devlet olarak özgürlüğünü tanıdığını dünyaya duyurmuş oldu.

Güney Kıbrıs Liderinin BM’ye Sunduğu ‘Bencil’ Rapor

0

Kıbrıs Yakın Doğu Üniversitesi’nden Prof. Dr. ATA ATUN (Kıbrıs müzakereleri hakkında), Güney Kıbrıs Rum Yönetimi lideri Anastasiadis’in Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Ban Ki-Moon’a sunduğu  raporun ayrıntılarını yazmış. Yazıda Kıbrıs müzakerelerinde son durumdan, Rumların Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nden beklentilerine, kimin ne kazanacağından, ileriye dönük ‘olası’ Rum düşüncelerine kadar bilgilerin yer alıyor.

Rum Yönetiminin Kıbrıs Hayali
Rum’da oyun bitmez. ‘Ne de olsa Bizans’ın torunlarıyız’ diyorlar kendilerine, aralarında uzaktan yakından her hangi bir kan bağı olmasa da.

Rum lider Anastasiadis, müzakerelerin tamamlanmasını ve de olası referandumu 2018 yılına attıktan sonra döndü bir de Davos toplantısında tüm geleneklere aykırı olarak BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’a kendi isteklerini içeren rapor sundu.

Anastasiadis herhalde biz “Kıbrıslı Türkleri “keriz”, Türkiye’deki yöneticileri de “aptal” sanıyor.

 Bakın raporunda neler yazmış bu aklı çok çalışan ve bizi de ahmak sanan Rum lider.

Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin lideri Anastasiadis BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon’a sunduğu raporun ayrıntıları

 Kıbrıs müzakarelerinde son durum:
“Anlaşmaya yönelik yol uzun, belirsizlikler fazla. Yönetim, Güç Paylaşımı, Mülkiyet, Ekonomi ve AB başlıklarında önemli uzlaşı var ama somut bir sonuç yok” diyor (ve bu nedenle de müzakereler 2016 yılında sonuçlanamaz imasında bulunuyor.)

Daha görüşülmeyen konular:
Toprak düzenlemesi, güvenlik ve garantiler, yabancı askerlerin çekilmesi, anayasa ve yasaların yazımı, anlaşmadan sonraki uluslararası anlaşmalar listesi. (Güvenlik ve garantiler daha konuşulmamış ama garantörlüğün kaldırılmasına Türkiye’nin sıcak baktığı havasını yaratmaya çalışıyor Rum lider ve Rum siyasiler)

Önem arz eden konular:
Yeniden yerleşimin ve tazminatların maliyetleri ve kimin tazmin edeceği,

Federal ve kurumsal örgütlerin kurulması.

Çözümün ilk günü:
– Kapalı Maraş ayni gün iade edilecek,
– Büyük miktarda Türk askeri adayı terk edecek,
– Ara bölge Rumlara verilecek,
– KKTC sınırları içinde iskana açılmamış bölgeler (askeri bölgeler) derhal iade edilecek.

Bu listeye lütfetmiş Sayın Anastasiadis ve Kıbrıslı Türklerin de anlaşmanın ilk gününde nelerden yararlanabileceğini yazmış.

– Hükümete hemen katılacakmışız,
– Limanlar ve Hava limanları açılacakmış,
– Direkt ticaret de başlayacakmış.

Duyan da doğru olduğuna inanacak, egemen Rum yönetiminden böylesi izinlerin ve hoş görünün daha ilk günden çıkacağına.

Anastasiadis’in raporunda yazanlar tam bir hikaye.

Zannediyor ki, bizler bundan yaklaşık 120 sene evvel Girit’te tezgahlanan oyunu ve yaşananları unuttuk ve Batı Trakya’daki kardeşlerimizin durumunu hiç bilmiyoruz!

Anlaşmanın ertesi günü, adadaki Türk askerinin büyük bir kısmı, Anastasiadis’e göre yüzde 95’i gidecek ve Türkler kolay bir lokma sınıfına indirgenecek.

Maraş derhal iade edilecek ve Maraş’a geri dönüş sayısı içine dahil edilmemiş yaklaşık 60 bin Rum yerleşecek.

İade edilen topraklara 100 bin Rum göçmen, KKTC topraklarına da 60 bin Rum, Maraş’la birlikte toplamda 220 bin Rum şu anda KKTC’nin elinde olan topraklara yerleşecek…

Sonrası zaten malum.

Türkiye’nin garantisi sulandırıldıktan veya da ortadan kaldırıldıktan sonra bir daha adaya silahlı müdahale edemeyeceği garantili ve de kesin olarak belli olduktan sonraki ilk fırsatta da, aynen Makarios’un yaptığı gibi “Türkler isyan etti” bahanesi ile saldırılacak ve adanın tümü Rum idaresi altına alınacak.

Aslanım Anastasiadis, sen bu kafada gidersen müzakereler değil 2018’de, 2078’de de bitmez, bilgin ola.

Yazıya ek olarak Temmuz 2015 itibariyle Kıbrıs görüşmelerinde neler olmuştu?
Kıbrıs’ta Türk ve Rum kesimleri arasında süren müzakere görüşmelerinin en önemli başlıklarından biri olan toprak konusunda bazı değişiklikler düşünülüyor.

KKTC Kıbrıs adasının %35.4’ünü oluşturuyor. Annan Planı’nda Rumlardan adanın %29’unda Türk hakimiyetini kabul etmeleri istenmişti. Şuan Rumlar bu oranın %25’e kadar inmesini istiyor. KKTC’nin kurucusu ve ilk cumhurbaşkanı Rauf Denktaş ise Kıbrıs adasında Türklerin toprak hakimiyetinin %30’dan aşağıya inmemesini söylüyordu.

Temmuz 2015 görüşmelerine göre Kıbrıs haritası aşağıdaki gibi olacaktı. Şuan görüşmelerde ki durum nedir tam olarak bilinmiyor.

kıbrıs haritası

Halep’in Kuzeyinde Olanlar ve ABD-Rusya Planları

0

Yazıyı okumadan önce; Yazı Kuzey Halep ve ABD-Rusya Planları diye iki ayrı başlıkta olacak. Sıkılmadan okumaya çalışırsanız, Suriye’nin geleceğine ilişkin bazı olası öngörüleri fark edebilirsiniz.

Kuzey Halep’te Neler Oluyor?
Muhalifler Suriye’nin kuzeyinde iki sıınır kapısını elinde bulunduruyor. Bu sınır kapılarından biri olan Halep’in can damarı olarak nitelenen Bab el-Selam sınır kapısı. Bu bölge Suriye muhalefeti açısından kritik bir öneme sahip. Üç yandan saldırılara uğrayan muhalifler; güneyde rejim, doğuda IŞİD ve Rus saldırıları sonrası batıda PKK’nın Suriye’deki silahlı uzantısı YPG saldırıları sebebiyle sıkışmış durumda. Tabiri caizse muhalifler ‘ölüm kalım savaşı’ veriyor.

IŞİD bu sıkışan muhaliflere darbe vurmak için bekliyor. Sık sık muhalifleri tehdit eden ve sürekli intihar saldırıları düzenleyen IŞİD bölgeyi ele geçirirse Suriye muhalefeti çökmenin eşiğine gelecek. Aslında bu ‘çökme’ Halep’ten muhaliflerin tamamıyla çıkarılması anlamına geliyor.

Son dönemlerde Rusya’nın bölgedeki muhalifleri vurmasıyla ve ABD’nin IŞİD’e karşı hava desteği vermesiyle, PYD’ye bağlı YPG bazı hamlelerde bulunmaya başladı. 2015’in son günlerinde Türkiye’nin kırmızı çizgisi olarak görülen Fırat’ın batısına geçilmeyecek söylemini es geçen YPG(bünyesinde ki diğer güçlerle yani SDG), Fırat’ın batısındaki Tişrin Barajı’nı ele geçirdi. PYD’nin yani YPG’nin amacı, Tişrin Barajından Afrin’e kadar olan bölgeyi birleştirerek bütün kantonların birleşmesi için çaba sarf ediyor.

Aslında Halep’in kuzeyinde rejim askerleri, Şii milisler, İran ve Rus ittifakıyla muhalif koridorun kapanması sonrası, bölge için değişik öngörülerde bulunuyor. Bölgede bulunan üç aktör yani Rejim, IŞİD ve YPG ilk hedef olarak kendilerine muhalifleri seçmişler. Burada rejim güneyden, IŞİD doğudan, YPG ise batıdan saldırarak muhalifleri bölgeden tümüyle çıkarmaya çalışıyor. Bunu yaparlarken de ne koparırsak kârdır mantığını hayata geçiriyorlar.

kuzey halep
Rejim yazan kırmızı bölgeyi Esad güçleri elde edince Türkiye ile Halep arasındaki ikmal yolu kapandı.

Muhalifler bu bölgeden çıkarılınca ne olacak derseniz de, tahminen IŞİD’in kontrolündeki bölgeler uluslararası koalisyon ile buralardan çıkarılacak. Bu senaryolar tutarsa da (ki tutması yüksek), IŞİD Deyr ez-Zor, Humus-Badiye ve ‘başkenti’ Rakka’de sıkıştırılacak. ABD Dışişleri Bakanı Kerry’in de dediği gibi de 2016 yılının sonlarına doğru da IŞİD buralardan silinecek. Her şey kağıt üzerindeki gibi olmaz, bunun farkında herkes ama en muhtemel senaryo bu gibi görünüyor.

ABD ve Rusya’nın Planları
Halep’in kuzeyi ile alâkalı senaryo sonrasında muhalifler İdlib vilayetinde sıkışmış olacak. ABD ile Rusya arasında Suriye temalı da olsa bu kadar sık görüşmelerin olması sonrasında, Rusya’nın yine de muhalifleri vurması aslında şaşırılacak bir durum değil. ABD Suriye’de iç savaş başlamasından bugüne dek, o kadar farklı politikalar izledi ki anlamak oldukça zor. Amerika Birleşik Devletleri ilk olarak açık açık Özgür Suriye Ordusu(ÖSO)’nu destekledi, eğit-donat programları uyguladı, muhalifleri birleştirmeye çalıştı… Hiçbiri tutmadı. ABD bu sefer de PYD’yi destekliyor. ABD’nin korkusu, muhalifler içerisindeki Nusra gibi El Kaide uzantısı örgütlerin olması. Aslında ABD muhaliflerin içerisinde en ılımlı sayılan ÖSO dışında diğer Ahrar’uş Şam, İslam Ordusu ve diğer küçük grupların ileride tehlike olabileceğini düşünüyor. Bunun için de tahminen Rusya ile bazı anlaşmalarda bulundu. ABD ile Rusya arasındaki görüşmeler sonrası da Suriye’de ki iç savaşta, bazı büyük değişikliklerin görüleceği aşikar.

ABD, PKK’nın uzantısı PYD’yi Suriye’nin kuzeydoğusunda IŞİD’e karşı destekliyor. Rusya ise PYD’yi Halep’in kuzeyinde destekliyor. ABD’de Rusya’da aynı örgütü, kendi amaçları için, farklı bölgelerde destekliyor. Tarihte böyle bir olaya şahit olamayız herhalde. Bunu bir köşeye yazmak gerekir. Yukarıda da belirtildiği gibi ABD, IŞİD’e karşı PYD’yi öne sürerken, Rusya’da Esad rejiminin kontrolündeki bölgeleri güçlendirmek ve genişletmek için muhaliflere karşı PYD’yi destekliyor. Rusya aynı zamanda Halep’in kuzeyinde muhaliflere karşı bir nevi IŞİD’i de destekliyor, çünkü IŞİD’i bu bölgede vurmuyor. Mevzileri vurulan muhalifler ise bölyece IŞİD saldırılarına uğrayarak kan kaybediyor. ABD hem ileride sorun teşkil edebilecek muhalif grupların Rusya eliyle temizlenmesini izliyor, hem de PYD’ye verdiği destekle IŞİD’i bölgeden çıkarmaya çalışıyor. Aslında makro boyutta baktığımızda, ABD ve Rusya gibi küresel güçler için müthiş kurgulanmış stratejiler bunlar. Okuyunca ve gelişmeleri takip ettikçe, ‘ne oluyor arkadaş, bu nasıl bir durum’ denilebilecek bir durum ama görünen köy misali, durum böyle gibi görünüyor.

Uzun ve karışık bir şekilde Kuzey Halep’te ki gelişmeleri ve senaryoları anlatmaya çalıştık. Yazıya kısa bir sonuç vermek gerekirse de, Şii milislerle asker ihtiyacını karşılayan Esad rejimi, Kuzey Halep’te ilerlemeye devam ediyor. Sıkışan muhaliflere, İdlib tarafından destek verilip, rejim ablukası kırılmassa buradaki muhalifler eriyecek. Önümüzdeki günlerde neler olacak merakla bekliyoruz.

Halep’in Kuzeyi Son Durum YPG ve Rejim İlerlemesi (1 Şubat-8 Şubat)