Türk-Yunan İlişkilerinde Megali İdea, Ege ve Kıbrıs Sorunlarının İncelenmesi

4145
Yazarlık Başvurusu
[irp posts=”28544″ name=”Rum – Yunan İkilisinin Doğu Akdeniz’de “Egemenlik Yayılması””]

Türk-Yunan ilişkileri günümüzde Doğu Akdeniz meselesi üzerinden gündeme gelmektedir. Doğu Akdeniz meselesi ise sadece Akdeniz de bulunan enerji kaynakları ile ilgili olmayıp tarihsel süreç içerisinde Yunanistan dış politikasının ana hedeflerinden birisi olan Megali İdea’nın, Yunanistan tarafından gerçekleştirilme isteği ile doğrudan bağlantılıdır. Megali İdea içerisinde gerek Ege gerek Kıbrıs konularını da içermesi hasebiyle ve Yunanistan’ın dış politik zihin yapısını çözmemiz ve analiz edebilmemiz açısından ele alınması gereken çok önemli bir konudur. Çünkü dikkatle bakılırsa günümüzdeki Yunanistan’ın Doğu Akdeniz politikası başta olmak üzere Türkiye’ye karşı yürütülen dış politika inşasında Megali İdea’nın referans alınmakta olduğu görülecektir.

Yunan Dış Politikasının Zihin Dünyasını Anlamak (Megali İdea)

Yunanistan’ın, Türkiye’ye karşı yürüttüğü dış politikasının temelinde tarihsel süreç içerisinde ortaya çıkan Megali İdea vardır. Bu yüzden Megali İdea’yı anlamak Yunanistan’ın, Türkiye’ye karşı yürütmüş ve yürütmekte olduğu dış politikasını anlamak ve anlamlandırmak açısından büyük bir öneme sahiptir.

En sade anlamıyla Megali İdea kavramı: “Büyük Fikir” anlamına gelmektedir (Kalelioğlu, 2008, s. 108). Megali İdea kavramının en temel stratejik hedefi: 1453 yılında Osmanlı hükümdarı Fatih Sultan Mehmet Han tarafından tarih sahnesinden silinmiş olan Bizans İmparatorluğunun İstanbul merkezli olarak tekrar hayata döndürülerek, Yunanlılara bağlanması amaçlanmaktadır (Kalelioğlu, 2008, s. 108).

Megali İdea’nın ortaya çıkmasındaki Tarihsel dinamiklere bakacak olursak: Rus Çariçesi II. Katerina, Avusturya İmparatorluğunu da yanına alarak, Osmanlı’nın içerisinde yaşamlarını sürdüren Rumları Osmanlıdan kopartmak ve Bizans’ı ihya etmeyi arzuladığı Grek Projesi’ni hayata geçirmeyi amaçlamıştır (Uzun, 2004, s. 37). Megali İdea’nın somut bir hale getirilmesi ise 1791 yılında Yunanlı bir şair olan Rigas Ferreros tarafından hazırlanan Megali İdea haritası ile olmuştur (Yalçın, 2017, s. 34).

Megali İdea’nın hedefleri nelerdir sorusuna yanıt arayacak olursak:

İlk sırada Yunan milletinin tam bağımsızlığının sağlanması, Megali İdea’nın en öncelikli hedefleri arasında olmuştur (Kalelioğlu, 2008, s. 108).

Ege adaları, On iki ada, Bozcada, İmroz ve Girit adalarının Yunanistan topraklarına katılmasının sağlanması (Kalelioğlu, 2008, s. 109). Bunun yanında Batı Trakya ve Selanik topraklarının Yunanistan’ın bir parçası olması hedeflenmiştir (Kalelioğlu, 2008, s. 108).
Türkiye’nin en hassas olduğu konulardan biri olan Kıbrıs’ın, Yunanistan topraklarına katılımının sağlanmasının yanı sıra, Batı Anadolu ve İstanbul’unda ilhak edilmesi, Megali İdea’nın hedefleri arasındadır (Kalelioğlu, 2008, s. 109). Yunanistan, ortaya koymuş olduğu bu hedeflerden bazılarını gerçekleştirmiştir. Örneğin: On iki Ada, Girit adası, Batı Trakya ve Selanik gibi toprakları ele geçirmeyi başarmıştır. Bu toprak kazanımlarıyla yetinmeyen Yunanistan halen daha Türk topraklarına göz dikmeyi sürdürmektedir. Günümüzde halen daha sıcaklığını koruyan Doğu Akdeniz krizi Yunanistan’ın emperyalist ve revizyonist arzularının en somut göstergesidir.

Tarihsel Olarak Çamura Saplanmışlık

Bir bilim dalı olarak Tarih, bizlere geçmişte yaşanılan olaylar hakkında bilgi vermesinin yanı sıra geçmişte yapılan hatalardan ders çıkarmayı da öğütlemektedir. Zira tarihten ders almayan milletlerin tarih sahnesinde aynı hatalara düştüğünü ve büyük bedeller ödediğini sık sık görmüşüzdür. Tarih, geçmişle bugün arasında dengeli ve rasyonel bir köprü kurulduğunda maksimum faydayı sağlamaktadır. Yunanistan ise tarihsel süreç içerisinde adeta bir bataklığa saplanmışçasına Ulus devlet kimliğini, Türk karşıtlığı ile beslemektedir. Nitekim Emruhan Yalçın’ın yapmış olduğu çalışmada da değindiği üzere 1859 yıllarında Atina da Fransız Büyükelçiliği görevinde bulunan M.J Tuvanel şu tespitlerde bulunmuştur: Yunanistan da yaşayan herkes toplum tabanındaki çobandan tutun en başta bulunan Krala değin, herkes Türkiye’den toprak koparmanın derdi ve isteği içerisindedir. (Yalçın, 2017, s. 36). Ayrıca Büyükelçi Tuvanel, Osmanlılara ve Türklere karşı olan bu nefreti Rusya da görev aldığı süreç içerisinde, Ruslarda dahi görmediğini ifade etmiştir. (Yalçın, 2017, s. 36) 1859 yılında yapılmış olan bu tespit belki bizlere eski gelebilir. Yunan Milli araştırmalar Enstitüsü 1980 yılında bir anket yapmış; Yapılan bu anket neticesinde elde edilmiş olan verilere göre: Yunan halkının büyük bir çoğunluğu tarafından (%60 civarında) Türkiye düşman olarak tanımlanmıştır (Yalçın, 2017, s. 42).

Bu verilerden hareketle şu tespiti yapabiliriz: 1453 yılında İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet Han komutasındaki Osmanlı ordusu tarafından fethi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk öncülüğünde yürütülmüş ve başarıya ulaşmış olan Türk Bağımsızlık savaşı, Yunanistan tarafında, ağır bir tarihsel travma bırakmış ve Yunanistan Megali İdea’yı tamamen gerçekleştirerek bu ağır yenilginin rövanşını almayı istemektedir.
Bu konu ile ilgili olarak değinilecek bir diğer husus ise 1984 yılında Andreas Dendrinos tarafından kaleme alınan “Yunanistan Uyan” isimli bir kitaptır (Kalelioğlu, 2008, s. 114).

Bu kitabın önemi Megali İdea’nın teorik boyutu ile pratik boyutu arasında bir köprü vazifesi görerek, pratik olarak Türkiye’ye karşı Megali İdea’nın nasıl uygulanması gerektiği ile ilgili yöntemler sunmasıdır. Kitaba göre Yunanistan, Türkiye ile herhangi bir savaşa girmemeli çünkü Türkiye gerek ülkesinde bulunan kaynaklar açsısından gerek sahip olduğu nüfus kapasitesinden ve Askeri kuvvet olarak Yunanistan’dan daha üstün bir konumda olmasından ötürü, Yunanistan’ın, Türkiye ile potansiyel bir savaştan kaçınması gerektiği ifade edilmiştir (Kalelioğlu, 2008, s. 115). Yunanistan’ın, Ermenileri, Türkiye’ye karşı desteklemesi gerektiği fikri kitapta ileri sürülen bir diğer dış politika stratejisidir. (Kalelioğlu, 2008, s. 116). Türkiye’nin AB üyeliği sürecinde bir ülke olarak; Bir AB ülkesi olan Yunanistan tarafından üyelik sürecinin ilerlemesi için Türkiye’den Kıbrıs konusunda tavizler kopartılması gerektiği de ifade edilmiştir (Kalelioğlu, 2008, s. 116)

Türk – Yunan İlişkilerinde Ege Sorunu

Türk-Yunan ikili ilişkilerinde yaşanan en önemli sorunlardan birisi de Ege sorunu ana başlığı altında yer alan karasuları ve hava sahası sorunudur. İlk olarak değineceğimiz husus karasuları sorunu olacaktır. “Karasuları, devletlerin kara ülkesini çevreleyen ve üzerinde egemen haklar kullandıkları deniz alanı olarak tanımlanmaktadır” (Arı, 1995, s. 53). İki ülke arasındaki karasuları aslında 1923 yılında Lozan Antlaşması ile düzenlenmiş; her iki ülke karasuları 3 mil olarak belirlenmiştir (Yılmaz, 2008, s. 34). Ancak Yunanistan tek taraflı olarak 1936 yılında karasularını 6 mile çıkartmıştır (Yılmaz, 2008, s. 34). Türkiye’nin, Yunanistan’ın bu tek taraflı adımına karşı hamlesi ise 1964 yılında olmuş; Türkiye, karasularını 3 milden 6 mile çıkardığını ilan etmiştir (Yılmaz, 2008, s. 34).

Yunanistan, bu adımların uluslararası hukuka uygun olduğunu ifade etsede detaylıca inceleme yapıldığında, Yunanistan’ın öne sürdüğü tezlerin içerisinde birçok tutarsızlıkla karşılaşılmaktadır. Yunanistan, 1982 tarihli BM Deniz Hukuku Sözleşmesini, 1995 yılında kendi parlamentosunda onaylamıştır (Yılmaz, 2008, s. 34). Bu sözleşme, Yunan karar alıcıları tarafından Ege’de, Yunanistan’ın revizyonist politikaların hayata geçirilmesi açısından, temel alınan hukuki bir metin olması hasebiyle son derece önemlidir.

BM Deniz Hukuku Sözleşmesine göre (3.madde) kıyısı olan bir devlet karasularını maksimum 12 mile kadar çıkarabilmekle beraber, aynı sözleşme içerisinde yer alan 300. madde de ise karasularının belirlenmesinde iyi niyetli bir yaklaşımın sergilenmesi gerektiği vurgulanmıştır (Arı, 1995, s. 54). Yunanistan ise 300. maddeyi görmezden gelip, 3. madde ’deki 12 mili kendi tezlerini ileri sürerken referans almaktadır. Yine BM Deniz Hukuku Sözleşmesi içerisinde yer alan 123. Maddeye göre Kapalı ve Yarı kapalı olan denizlerle ilgili karasuları belirlenirken sahili olan devletlerin kendileri arasında uzlaşarak karasularını belirlemeleri gerektiği ifade edilmiştir (Arı, 1995, s. 57). Yunanistan’ın ise bu maddeyi önemsemediğini takınmış olduğu tavır ve ileri sürdüğü argümanlardan anlıyoruz. Yunanistan’ın karasularını 12 mile çıkarması Ege’de ne anlama gelecektir? Türk karasularının, Ege’de şu an ki mevcut oranı %7.47 iken böyle bir durumun gerçekleşmesi halinde %8,76’lık bir oranda olacak olup, buna karşılık, Yunanistan’ın şu an ki mevcut karasuları oransal olarak %43,68 iken %71,53 gibi Türkiye’ye kıyasla çok büyük bir oranda artışa sahip olacaktır (Arı, 1995, s. 55) .

Bu orandan anlaşılacağı üzere, bu oran Türkiye tarafından asla kabul edilemez bir orandır.  Yunanistan’ın karasularını 12 mile çıkarması durumunda bunun Türkiye açısından askeri sonuçları olacaktır. Böyle bir durum gerçekleşirse Türk donanması Ege’den Akdeniz’e geçemez duruma gelecektir (Arı, 1995, s. 58).

Bu durum ülke savunmasını kritik düzeyde zaafa uğratacağından Türkiye, Yunanistan’ın bu adımını savaş sebebi sayacağını belirtmiştir.
Olaylara pragmatik açıdan bakan ve ticaretini deniz yolu ile yapan her devlet aslında Yunanistan’ın bu adımına karşı çıkmalıdır. Eğer Yunanistan karasularını 12 mile çıkartırsa, Ege’de uluslararası suların oranı %48,85’ten %19,71’lik bir orana gerileyecektir. (Arı, 1995, s. 55) . Günümüzde ticaretin çok büyük bir oranı denizlerden sürdürülmektedir. İşte Türkiye, Yunanistan’ın bu adımına karşılık bu oranı özellikle başta bölge ülkeleri olan Romanya, Bulgaristan, Ukrayna, Rusya ve Gürcistan ile görüşerek, böyle bir durumun kendi ticari çıkarları açısından da çok tehlikeli olduğuna bu ülkeleri ikna etmeye çalışılmalı; diplomatik anlamda bu ülkelerin desteğini almaya gayret etmelidir. Yabancı ticaret gemileri, bir ülkenin karasularından zararsız geçiş şartı ile uluslararası hukuka göre geçiş yapabilmektedir (Arı, 1995, s. 53-54). Ancak Yunanistan’ın, başta Türk ticaret gemilerine ve diğer ülkelerin gemilerine, zararsız geçişi ihlal ettiği gerekçesi ile müdahale etmeyeceğinin garantisi yoktur. Klasik Realist Teori’nin de belirttiği üzere “devletler arası ilişkilerde niyet bilinmezliği vardır”.

Hava Sahası Sorunu

Karasuları sorununun tamamlayıcı bir unsuru olarak Hava sahası sorunu birbirleriyle son derece bağlantılı meselelerdir. Yunanistan aynı karasularında olduğu gibi tek taraflı olarak 1931 yılında hava sahasını 10 mile çıkardığını belirtmiştir (Yılmaz, 2008, s. 34). Türkiye ise buna karşı çıkmaktadır. 1944 yılındaki Chicago Sözleşmesi’nin bir tarafı olan Türkiye, sözleşmenin 1 ve 2. Maddelerini ileri sürerek karasularının hava sahası ile aynı oranda yani eşit olması gerektiğini ifade etmiştir (Yücel, 2010, s. 96). Normalde 6 mil karasularına sahip bir devlet 6 mil hava sahasına sahip olması gerekirken Yunanistan bunu reddetmekte ve 10 millik bir hava sahasına sahip olduğunu iddia etmektedir. Bu da Yunanistan’ın tezlerinin uluslararası hukuka bir kez daha aykırılığını göstermektedir.

Kıbrıs Adasının Jeopolitik Önemi 

Kıbrıs adası tarih boyunca birçok devlet tarafından hakimiyet altına alınma mücadelesine sahne olmuştur. Kıbrıs özellikle Süveyş kanalını kontrol etme açısından büyük bir öneme sahiptir. Nitekim 1878 yılında İngiltere’nin Osmanlıdan Kıbrıs Adası’nın idaresini almasının arka planında Süveyş kanalı üzerinden Hindistan’daki sömürgesinin güvenliğini sağlamak istemesi yatmıştır (Vatansever, 2010, s. 1495). Müge Vatanseverin çalışmasında da belirttiği üzere Kıbrıs Adası Atlantik okyanusu ile Hint okyanusu arasında kalan deniz hattında Cebeli Tarık Boğazı ve Malta’dan sonra stratejik öneme sahip 3. noktadır (Vatansever, 2010, s. 1495). Yukarıda bahsedilen Cebeli Tarık Boğazı ve Süveyş kanalı NATO’nun tanımladığı kendisi açısından kritik önem arz eden boğulma noktalarını oluşturmaktadır (Ülker, 2019, s. 3). Ayrıca bu boğulma noktalarına ilaveten Türk Boğazları, Sicilya Kanalı da NATO’nun bu tanımlaması içerisinde yer almaktadır (Ülker, 2019, s. 3).
Bu veriler ışığında Kıbrıs adasını etki alanı açısından bir ahtapotun kollarına benzetebiliriz.

Doğu Akdeniz’in neredeyse ortasında bulunan Kıbrıs, coğrafi konumundan ötürü birçok bölge devletine yakın olması ve önemli geçiş güzergahlarını kontrol altında tutma ve çevresinde bulunan enerji kaynaklarından ötürü önemi gittikçe artan bir ada konumunu korumaktadır. Genel Kurmay Başkanlığı görevinde bulunmuş olan Orgeneral Necip Torumtay 1997 yılında katılmış olduğu bir sempozyumda Kıbrıs adasının askeri açıdan önemine dikkat çeken bir açıklama yapmıştır Torumtay: “Kıbrıs’ın bütün çevresini etki ve kontrol altına alabilen bir yapıda olduğunu belirtmiş, elektronik izleme, dinleme ve kontrol sistemlerinin merkezi konumunda olduğunu dillendirmiştir” (Ülker, 2019, s. 3). Kıbrıs adası Halil Ülker’in de çalışmasında belirttiği üzere Ortadoğu da bulunan bütün ülkeleri gerek füzeler ile gerek hava kuvvetleri ile bu bölgeyi kolaylıkla hedef alabilen bir yapıya sahiptir (Ülker, 2019, s. 4).

Kıbrıs Adasının Enerji Kaynakları Açısından Önemi

Günümüzde hem önemli bir enerji sahası olan hem de Sıcak çatışma çıkabilme ihtimali günden güne artan bir bölge olabilme potansiyeli taşıması açısından, Doğu Akdeniz ve Kıbrıs’ın önemi gittikçe daha da artmaktadır. Öyle ki Kıbrıs adasının çevresinde yapılan araştırmalara göre tahmini olarak 8 milyar metreküplük bir petrol rezervinin olduğu iddia edilmektedir (Ülker, 2019, s. 5). Heredot sahasındaki doğalgaz tahmini ise bu bölgede yaklaşık olarak 3,5 trilyon metreküplük bir doğalgaz rezervinin olduğu yönündedir. (Ülker, 2019, s. 5). 1,5 trilyon metreküplük bir doğalgaz rezervi, Türkiye gibi enerji anlamında dışa bağımlı bir ülke açısından 572 yıl gibi çok uzun bir süre zarfında Türkiye’ye yetebileceği ifade edilmektedir (Ülker, 2019, s. 5). Hal böyle olunca bölge hem Türkiye açısından gerek ülkesinin egemenliğini korumak gerekse enerji anlamındaki dezavantajlı konumunu avantaja çevirerek önemli stratejik kazanımlar elde etmeyi amaçlama açısından hayati bir öneme sahipken; hem de buradaki rezervleri görünce iştahları kabaran diğer ülkelerinde bu enerji kaynaklarını elde etme isteğinden ötürü bölge küçük bir kıvılcımla büyük bir yangına sebebiyet verebilecek kaygan bir zemine sahiptir.

Kıbrıs Sorununun Tarihsel Süreci

Kıbrıs adası, Osmanlı hakimiyetine 1570-1571 yılları arasında girmiştir (Yılmaz, 2017, s. 88). Uzun yıllar Osmanlı hakimiyeti altında kalan Kıbrıs, 4 Haziran 1878 yılında Osmanlı ile İngiltere arasında yapılan antlaşma neticesinde, Osmanlı toprağı olma statüsünü sürdürse de idari anlamda İngilizlere bırakılmıştır (Yılmaz, 2017, s. 88). Kıbrıs’a, İngilizlerin gelmesi ile Yunan-Rum kesimlerinin, Megali İdea’yı gerçekleştirme ümitleri daha da yeşermiştir. Öyle ki yapılan antlaşma neticesinde adaya aynı yıl gelen İngiliz valiyi karşılayan ve karşılama sırasında bir konuşma yapan Kition Piskoposu, İngilizlerin, Kıbrıs adasını Yunanlılara zorluk çıkarmadan vereceği konusunda ümitli olduğunu ifade etmiştir (Taşkesen, 2015, s. 101). Yunanlıların bu isteklerine İngiltere de zaman zaman olumlu sinyaller vermekten çekinmemiştir. 1. Dünya savaşında, savaşa İngilizlerin yanında katılması karşılığında, Kıbrıs adasının, Yunanlılara verilmesi ile ilgili olarak Yunan tarafına söz verilmiştir (Yılmaz, 2017, s. 89). Ancak bu söz yerine getirilmemiş, İngiltere Yunanistan’ın tarihsel bir saplantısı haline gelen Megali İdea’yı diplomatik bir koz olarak kullanmış, böylece İngiltere hem savaş yükünü hafifletmiş hem de Kıbrıs adasını Yunanistan’a bırakmamıştır. Böylece Yunanistan, geçmişte olduğu gibi yine Avrupalı devletlerin çıkarlarına alet olmaktan kurtulamamıştır. Yunanistan, Megali İdeasının hedeflerinden biri olan Kıbrıs’tan vazgeçmediğini 1951 yılında yapılan BM Paris konferansında bir kez daha göstermiş; Kıbrıs’ın, Yunanistan topraklarına katılması konferansta istenmiştir (Yılmaz, 2017, s. 90).

Kıbrıs Cumhuriyeti, 1959 yılında Türkiye, Yunanistan ve İngiltere tarafından yapılmış olan Londra ve Zürih antlaşmaları neticesinde 16 Ağustos 1960 yılında resmen kurulmuştur (Vatansever, Kıbrıs Sorunun Tarihi Gelişimi, 2010, s. 1499). Kıbrıs da yaşanılan sorunların ana nedenlerinden birisi Cumhurbaşkanlığı görevini yürüten Makarios’un, Londra ve Zürih antlaşmalarında belirtilen hukuki ilkelere aykırı olarak, Türkiye ve Kıbrıs da yaşayan Türklerin aleyhinde girişimlerde bulunmuş olmasıdır. Buna göre Makarios 1963 yılında Türklerin ayrı belediyeler kurmasının ortadan kaldırılmasını, Türklerin Kıbrıs devletinde görev alma oranının %30 olarak belirlenmesi gibi Kıbrıs’ta bulunan Türk kesimi aleyhine girişimlerde bulunmuştur (Vatansever, Kıbrıs Sorunun Tarihi Gelişimi, 2010, s. 1512). Bunun ardından Rumların, Kıbrıs da bulunan Türklere saldırılarda bulunması üzerine kanlı Noel olarak bilinen katliam gerçekleşmiş; Rumlar tarafından 364 Türk bu olaylar neticesinde hayatını kaybetmiştir (Arık, 2011, s. 6). Şiddet olaylarının ardından Makarios, tarihler 1 Ocak 1964 yılını gösterdiğinde 1960 yılındaki antlaşmaları tek taraflı olarak tanımadığını ilan etmiştir (Vatansever, Kıbrıs Sorunun Tarihi Gelişimi, 2010, s. 1513). Adadaki Anayasal düzenin bozulması anlamına gelen bu ilan 1960 yılında yapılmış olan Garanti Antlaşmasından doğan meşru hakları neticesinde Türkiye, Kıbrıs adasına müdahale kararı almıştır. Ancak alınan bu müdahale kararı Türk Silahlı Kuvvetlerinin adaya müdahale edebilecek gerekli imkanlara ve teçhizatlar’a sahip olmaması nedeniyle askeri anlamda hayata geçirilememiştir. Bunun yanında diplomatik anlamda da müdahale kararına ABD’den itiraz gelmiş; ABD’nin o dönem başkanı olan Johnson tarafından kaleme alınan mektupta: ABD’nin, Türkiye’nin askeri müdahalesine karşı olduğunu ve bir NATO üyesi olan Türkiye’nin muhtemel bir SSCB saldırısına maruz kaldığı takdirde Türkiye’ye yardım edilmeyeceği konusunda uyarmış ayrıca Türkiye’nin ABD silahlarını kullanarak Ada’ya müdahale edemeyeceğini çünkü yapılan antlaşma neticesinde bu silahların Türkiye’ye sadece ülkesini savunma amacıyla verildiği mektupta dile getirilmiştir (Arık, 2011, s. 8). Bu mektubun önemi aslında Türkiye’nin, kendi milli savunma sanayisini kurması ve geliştirmesinin ne kadar elzem olduğunu bizlere bir kez daha göstermiştir. Ayrıca Klasik Realist Teorinin belirttiği üzere “Devletlerin kendi savunmaları başka bir otoriteye devredilemez” yaklaşımının geçerliliğini ABD’nin, NATO üyesi olan bir Türkiye’yi, paktın kuruluş amacı olan SSCB tehdidine karşı korumayacağını, olası bir krizde Türkiye’nin yanında yer almayacağını belirtmiş olması, Klasik Realist Teorinin dile getirmiş olduğu hususu doğrular niteliktedir.

1967 yılının kasım ayında Grivas (kendisi EOKA’nın kurucusudur) komutasındaki Rum muhafız Birliği, 2 Türk köyü olan Geçitkale ve Boğaziçi köylerine saldırılarda bulunarak buraları ele geçirmiştir (Arık, 2011, s. 12). Bunun üzerine havalanan Türk jetleri bu bölgelerde uçuş yapmış ve eğer saldırılar devam ederse Türkiye, Yunanistan’a savaş ilan edeceğini açıklamış; bu açıklama üzerine Grivas ve komutasındaki ordu bölgeden ayrılmıştır (Vatansever, Kıbrıs Sorunun Tarihi Gelişimi, 2010, s. 1514). 28 Aralık 1967 yılında yaşanan bu gelişmeler üzerine Geçici Türk Yönetiminin kurulduğu ilan edilmiştir (Vatansever, Kıbrıs Sorunun Tarihi Gelişimi, 2010, s. 1514). Ayrıca oluşturulan bu geçici yönetimin ilk başkanı olarak Dr. Fazıl küçük seçilmiş, ardından 1973 yılında ise Dr. Fazıl küçüğün bıraktığı koltuğu Rauf Denktaş devir almıştır (Vatansever, Kıbrıs Sorunun Tarihi Gelişimi, 2010, s. 1514,1515).

Ayşe Tatile Çıksın 1974 Kıbrıs Barış Harekatı

1974 yılında, Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios’a, Yunanlı subaylar komutasındaki birlikler kullanılarak darbe yapılmış ve akabinde Makarios yerine Nikos sampson, Kıbrıs yönetiminin başına geçirilmiştir (Arık, 2011, s. 16). Bu gelişme açıkça Garanti Antlaşmasını ihlal etmektedir. Kıbrıs’ın garantör ülkelerinden birisi olan Yunanistan’ın, adada anayasal düzeni bozma adımına karşı hamle ise 20 Temmuz 1974 yılında gelmiş; Türkiye, Kıbrıs’a asker çıkartarak Kıbrıs’ta bulunan soydaşlarının koruyucusu olduğunu ve haklarını koruyacağını bir kez daha dünyaya göstermiştir (Arık, 2011, s. 17). 20-22 Temmuz tarihleri arasında Türkiye adanın %7 lik bir kısmını ele geçirmeyi başarmıştır (Arık, 2011, s. 17).

Ateşkes sağlandıktan sonra yapılan Cenevre konferanslarında taraflar arasında kabul edilmiş olan hususlar, Rum kesimi ve Yunanistan tarafından yerine getirilmemiş ayrıca kuşatma altındaki Türk köylerinden kuşatma kaldırılmamıştır (Vatansever, 2010, s. 1516). Bu süreç zarfında, Rum kesimi saldırgan faaliyetlerine devam etmekten çekinmemiş; Türk köylerine saldırılarda bulunmuştur (Arık, 2011, s. 19) . Bunun üzerine Türkiye, Kıbrıs’a herkesin bildiği o meşhur parola olan “Ayşe Tatile Çıksın” parolası ile harekata 14 Ağustos’ta başlamıştır (Vatansever, Kıbrıs Sorunun Tarihi Gelişimi, 2010, s. 1516).

Harekât neticesinde Türkiye, Rauf Denktaş tarafından da önerilmiş olan “Kokkina, Lefke, Lefkoşa Magosa (Atilla) hattına ulaşmış” ve 16 Ağustos günü ateşkesi kabul etmiştir (Arık, 2011, s. 19). 1983 yılında bugünkü adı ile bildiğimiz Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin kurulduğu ilan edilmiştir (Vatansever, Kıbrıs Sorunun Tarihi Gelişimi, 2010, s. 1518). Böylece Türkiye, Yunanistan ve Rum kesiminin adayı kendilerine ilhak etme planlarını boşa çıkartmış, gerektiğinde askeri güç kullanmaktan çekinmediğini hem Yunanistan’a hem de kendisine karşı çıkan diğer uluslararası aktörlere göstermiştir.

Sonuç

Türk- Yunan ilişkileri, geçmişten günümüze inişli-çıkışlı bir seyirde ilerlemiştir. Yunanistan’ın geçmişten günümüze Türkiye’ye karşı, revizyonist ve uluslararası hukuka aykırı politikalar izlemesinin arka planında Megali İdea’nın halen daha Yunan karar alıcılarının zihin dünyasında önemli bir yer işgal etmesinden kaynaklanmaktadır. AB ülkeleri ve diğer büyük güçler tarafından desteği hiç eksik olmayan Yunanistan, bu ülkelerden aldığı destek ile Türkiye’ye karşı adımlarında uluslararası hukuku ihlal etmekten çekinmemekte çünkü kendisine karşı bir yaptırım uygulanmayacağını düşünmektedir. Yunanistan aslında böyle yaparak hem kendi ülkesini gerek iktisadi gerekse askeri anlamda dışarıya daha da bağımlı hale getirmiş oluyor. Bu bağımlılık şu an belki Yunanistan’a diplomasi masasında kısa vadede büyük avantajlar sağlıyor olsa da Yunanistan’ın unutmaması gereken husus şu ki devletler arası ilişkilerde dostluklar yok çıkarlar vardır. Yunanistan, bana nasıl olsa yardım ederler düşüncesiyle hareket etmekte ancak tarihe bakıldığında 2.Dünya savaşında Çekoslovakya’ya Fransa ve İngiltere tarafından Nazi Almanya’sına karşı verilmiş olan koruma taahhüttü uygulanmamıştır. NATO üyesi olan Türkiye, ABD tarafından SSCB’ye karşı yalnız bırakılmakla tehdit edilmiştir. Yunanistan bu tarihsel gerçeklikleri dikkate almalıdır. Ayrıca unutulmaması gereken bir diğer husus ise her devlet dış politikasını kurgularken kendi kapasitesine uygun bir zeminde dış politikasını inşa etmelidir. Kapasitesinin üstünde gerçekçi olmayan bir dış politika yürüten her devletin dış politikası çökmeye mahkum olacaktır.

Türkiye, Askeri çözümleri diplomasiyi sonuna kadar kullandıktan sonra son çare olarak uygulamaktadır. Bunu uygularken de Türkiye, uluslararası hukuka uygun bir şekilde hareket etmektedir. Diplomasi anlamında özellikle Türkiye’nin, Yunanistan bir cevap vermesi elzemdir. Diplomasi her ne kadar sahadaki kazanımlarınızı masada karşı tarafa kabul ettirmek anlamına gelse de diplomasinin bir de psikolojik yönü bulunmaktadır. İşte bu nedenle Türkiye, ikili ilişkilerinin iyi olduğu ülkelerle Balkanlarda: Arnavutluk ve Kosova; Türkiye’nin geleneksel müttefikleri olan Azerbaycan, Pakistan, Katar, Somali, Libya (ulusal Mutabakat Hükümeti) Orta Asya daki Türk Devletleri, ortak açıklamalarda bulunarak Yunanistan’a karşı Türkiye’nin yalnız olmadığını vurgulamalıdır. Bu konuda özellikle ismi geçen bu devletler, Azerbaycan gibi aktif olarak Türkiye’ye desteklerini iletmelidirler. Burada önemli olan bu devletlerin etki kapasiteleri değil, Türkiye’nin uluslararası arenada yalnız kaldığı algısının kırılmasıdır. Türkiye, yalnız kalsa dahi ülkesinin bütünlüğünü ve halkının güvenliğini kararlılıkla savunmaya devam edecektir. Hiçbir devlet ellerini kollarına bağlayıp kendi ülkesinden toprak koparma amacında olan bir devlete müsaade etmez hele ki bu devlet Türkiye Cumhuriyeti gibi bir devlet ise.

Fatih Petek

Stratejik Ortak Misafir Yazar

KAYNAK

• Kalelioğlu, O. (2008). Türk-Yunan İlişkileri Ve Megali İdea. Ankara Üniversitesi Türk İnkilap Tarihi
Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, 108,109,114,115,116.

• Uzun, H. (2004). 1919-1950 Yılları Arasında Türkiye-Yunanistan İlişkileri. Gazi Üniversitesi Kırşehir
Eğitim Fakültesi , 37

• Yalçın, E. (2017). Yunanlıların Bitmeyen İdeali:”Megali İdea”. İİSBF Sosyal Bilimler Dergisi, 34,36,42.

• Arı, T. (1995). Ege Sorunu Ve Türk- Yunan İlişkileri: Son Gelişmeler Işığında Kara Suları Ve Hava Sahası
Sorunları. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 53,54,55,57,58.

• Yılmaz, M. E. (2008). Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Türk- Yunan İlişkileri Ve Ege Sorunu. Sosyal
Bilimler Dergisi, 34.

• Yücel, S. (2010). Ege’de Bitmeyen Sorunun Bir unsuru Olarak Türk Ve Yunan Karasuları Ve Ulusal Hava
Hava Sahaları . Güvenlik Stratejileri Dergisi, 96.

• Arık, U. (2011). Kıbrıs Krizi. LAÜ Sosyal Bilimler Dergisi, 6,8,12,16,17,19.

• Taşkesen, A. (2015). Jeopolitik Ve Jeostratejik Bağlamda Kıbrıs’ın Türk Toplumundaki Yeri. Yakın Doğu
Üniversitesi İslam Tetkikleri Merkezi Dergisi , 101

• Vatansever, M. (2010). Kıbrıs Sorunun Tarihi Gelişimi. Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Dergisi, 1495,1499,1512,1513,1514,1515,1516,1518.

• Yılmaz, H. (2017). Kıbrıs Barış Harekatı Ve Sonuçları. İnönü University International Journal Of
Sciences, 88,89,90.

E-BÜLTENE ABONE OLUN

Stratejik Ortak yazarlarının makalesi ve haritalar ücretsiz e-postanıza gelsin.

Abone oldunuz, teşekkürler.

Bir şeyler yanlış oldu. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.

E-BÜLTENE ABONE OLUN

Stratejik Ortak yazarlarının makalesi ve haritalar ücretsiz e-postanıza gelsin.

Abone oldunuz, teşekkürler.

Bir şeyler yanlış oldu. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.

Yazarlık Başvurusu

Yorum Yaz

Lütffen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz