Soğuk Savaş sonrası Batı ülkeleri ile Rusya arasında 1990’da imzalanan Avrupa’da Konvansiyonel Kuvvetler Antlaşması (AKKA), Türkiye’de 1992 yılından bu yana yürürlükteydi. Bugün Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın imzaladığı kararnameyle Türkiye anlaşmadan çekildi. Ama ‘o’ detayı bilmekte fayda var…
Temelde asker sayılarını ve askeri ekipmanların belli bir bölgeye yoğunlaştırılmasını engellemeyi amaçlayan AKKA, böylece gerilimin düşürüleceğini öngörüyor. En dikkat çeken detayı ise zırhlı araç, muharebe tankları ve hava unsurlarına sayılarla sınırlandırma koyması. Örneğin anlaşma 1000’den fazla tank, 2000 topçudan fazlasını üretemezsin diyor. En fazla 153 tankı şu kadar alana konuşlandırma sınırı koyuyor. Sayılar örnek tabi. Ama artık Türkiye ne tank sayısını ne da hava araçlarının sayısını paylaşmayacak. İstediği gibi istediği alana istediği kadar silah yığabilecek.
Ama gözden kaçan bir detay var…
Varşova Paktı dağıldıktan sonra 1999’da İstanbul’da anlaşmanın yenilenmiş hali yayınlanmıştı. Ancak 2007 yılında Rusya; ABD ve NATO’nun Romanya, Bulgaristan, Polonya ve Çekya’ya füze kalkanı projesi nedeniyle anlaşmaya katılımını askıya aldı ve bir yıl sonra Gürcistan’a girdi. Fiilen Kasım 2023’te Rusya’nın anlaşmadan resmen çekilmesi, anlaşmayı kadük bıraktı. Sonrasında da NATO ve birçok ülke anlaşmayı askıya aldı.
Sosyal medyada afilli başlıklarla paylaşılan haber aslında tam olarak bu. İnsanlar anlaşma metnine göre yorum yapıyor ama zaten ortada bir anlaşma yok. “Artık her türlü silahı üreteceğiz ve kimseye söylemeyeceğiz” gibi söylemler doğru ancak bu karar “Türkiye anlaşmadan çekilerek bir şeyler hedefliyor” şeklinde yorumlanamaz. Öyle olması havalı oluyor ama şimdilik böyle bir şey yok. Olursa ben yazarım zaten, takipte kalın
Yıl 2024 ve Suudi Arabistan’da kadınlar ‘insan’ yerine koyuluyor, toplumsal hayatta kendilerine yer veriliyor. Tek başına araç kullanmalarına izin veriliyor, üst düzey devlet bürolarında (kısıtlı kadrolarla da olsa) boy gösteriyor. Türkiye’de ilk kez 1934’te elde edilen kadınların seçme ve seçilme hakkı, Suudi Arabistan’da çok değil, 9 yıl önce 2015’te tanındı.
İslam dinini kendi için eviren, Vahhabi anlayışına göre kalıplara sokan Suudilere ne oldu? Bu değişimin öncüsü rolündeki Veliaht Prens Selman gerçekleri çok güzel itiraf ediyor. Selman, kadınlara uygulanan baskıcı yönetimin İslam ile ilgili olmadığını, kelime aralarında Vahhabi anlayışı ile ideolojik bir mesele olduğunu söylüyor.
Selman’a göre Suudi Arabistan, “Soğuk Savaş döneminde müttefiklerin talebiyle komünizme karşı Vahhabiliği yaydık” diyerek ilk gerçeği dile getiriyor. İkinci ve en etkili olay ise İran’daki İslam Devrimi’nin (1979) yarattığı korku. “Aman bu akım ülkemize gelmesin” diye katılaşarak bu süreci geçirdiğini dile getiren Selman, baskıcı kanunların ortadan kalkacağını söylüyor. Aslında bu, Selman’ın ifadesiyle “Suudi Arabistan’ın 1980 sonrası geçirdiği olağanüstü hal durumunu normalleştirilmeyle” ilgili bir mesele.
Peki her şey Selman ile mi başladı? Tabi ki hayır. İlk kadınlara yönelik hakların tanınması 1980 öncesi, “Filistin için Batı’ya meydan okuyan ve sonrasında suikast ile öldürülen” Kral Faysal döneminde oldu. Özellikle de İstanbul doğumlu, Türk kökenli kralın eşi Kraliçe İffet ile birlikte. Kadın haklarını ilk gündeme getiren kişi Faysal’ın Türk kökenli eşi oldu. Faysal sonrası İran’da İslam Devrimi yaşanmış ve 1983 yılı itibariyle kadınlara yönelik yasaklar başlamıştı.
Veliaht Prens Selman değişim rüzgarını başlatmadı, değişimini sırtlayan isim oldu. Çünkü ilk ateş Arap Baharı ile yakıldı. Din adamları, “kadınların tek başına araba kullanmasının hiçbir zaman günah olmadığını” belirterek önceki fetvalarını güncelledi. Muhalefet eden katı Vahhabi hocaların sesi kesildi.
Suudilerde kadınlara dair iyi şeyler oluyor. Vahhabiliği de bir kenara bırakırlarsa hem onlar hem de İslam dünyası adına çok iyi olacak. Ama zor, çok zor.
Türkiye, İsrail ile ticari ilişkilerini kesmeliymiş…
Bu söylem iç politikada partiler arası kullanılınca umursamadım, klasik sürtüşmeler dedim ama dün akşam Filistin destekçisi yabancı bir gazetecinin yukarıdaki karikatürü paylaştığını görünce yazmak istedim. Tepkisinin nedeni de Türkiye’nin İsrail ile ticareti kesmemesiymiş. Bu söylemi destekleyenler için bir iki kelam edeceğim.
Filistin’e yapılanlar karşısında İsrail’e tepki gösteren Türkiye, Mavi Marmara olayında bile ticareti kesmedi. Eleştirilerin dozu ne kadar artarsa artsın, arka planda bu devam etti. Şimdi olay şu. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve genel olarak hükümet, Filistin ve diğer birçok konuda (Mısır darbe, Körfez vd.) tepkilerini o kadar uçta yaşadı ki insanlar da “medyada bağırıyorsun, arkada iş birliğine devam ediyorsun” demeye başladı. Ama zaten tepkilerin uçlarda olması bile dış politika açısından büyük bir kayıp ve hatayken, her kriz yaşadığımız ülkeyle ticareti mi sonlandıralım? Şayet böyle bir şey yapsaydık; 2020 yılına kadar Mısır, BAE, Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri, Avrupa Birliği ülkeleri ve ABD’yle ticaret yapmayacaktık. Bu da ihracatın yüzde 80’i demek, yani iflas demek. (Ayrıca Türkiye, ambargo ve yaptırım gibi bir yaklaşımı, dış politika açısından da kabul etmediği için mümkün değil.)
Mescid-i Aksa, Müslüman olan bizler için önemli. Buna hiç şüphe yok ama şunun da farkına varılması lazım. Yanı başımızda bir milyon Iraklıyı katleden ABD ile müttefikiz. Askerlerimizi şehit eden Rusya ile iş birliğini sürdürüyoruz. PKK’ya destek veren, Avrupa’da örgüte her türlü desteği vererek Türkiye’nin en büyük kanayan yarası terörü destekleyen Avrupa Birliği ülkeleriyle tüm ticaret hacmimizin yarısını gerçekleştiriyoruz. Kimle ticareti kestik de İsrail ile keselim? Irak’ta ölen bir milyon insandan daha mı değerli Filistinliler? Mazlum kanının farkı mı var? Zalim mi ayırt ediyoruz? Biz kendi meselelerimizde ülkelerle ticareti sonlandırmazken, Filistin için bunu yapınca rahatlayacak mısınız?
Gerçekçi olalım; her kriz anında ülkelerle ticaret kesilseydi, şu an ülkenin hali ne olurdu?
‘Enflasyonun olmadığı’ Japonya, 17 yıl sonra ilk kez faiz artırdı ve oran yüzde 0,1’e yükseldi. Özel sektörde yüzde 5 ile son 33 yılın en büyük zam oranı verildi. Ekonomik terimlerle kafanızı yakmadan Japonya’da olanları özet geçeyim.
Japonya Merkez Bankası (BoJ), politika faizini yüzde eksi 0,1’den yüzde 0 ile yüzde 0,1 aralığına yükseltti. Türkiye’de bu oran dünkü karar ile yüzde 50’ye yükseltildi.
Japonya’nın 2016’da başlattığı negatif faiz politikasının amacı ekonomiyi canlandırmaktı. Japonya Merkez Bankası BoJ’un farklı bir stratejisi var. Mesela ABD Merkez Bankası, yüksek faiz oranlarıyla enflasyonda artışın önüne geçileceğini düşünürken, BoJ tam tersini düşünerek faiz artışının yarardan çok zarar getireceğini söylüyor. Japonya’da büyümeyi sağlamak için düşük faiz oranlarıyla yatırımları artırma hedefleniyor(du). Ama olmadı. 90’lardan bu yana nüfus yaşlanıyor, büyüme oranları geriliyor. Ama öyle güçlü ve istikrarlı bir ekonomi ki sarsılsa da yıkılmıyor. Enflasyon yüzde 3’ü zor aşıyor. Yani Japonya’da şu an bir ürünü 100 liraya aldıysanız, seneye aynı ürün 103 TL. Bizdeki günlük enflasyon, onların yıllığı…
ABD’de faiz oranı yüzde 5.25, Türkiye’de yüzde 50. Japonya’da ise 17 yıl sonra ilk kez faiz artışı gerçekleşti ve (pozitife geçerek) oran yüzde 0,1 oldu. Bu politika sonrası Japon Yeni de dolar karşısında değer kaybetti. BoJ’a göre bu politika görevini tamamladı ve farklı stratejiler kurgulanacak. Böylece dünyada negatif faiz uygulayan Danimarka, İsveç, İsviçre ve ECB’nin ardından son kale Japonya da buna son vermiş oldu.
Japonya’nın bu kararı da bu ayın başlarında Japonya’nın en büyük şirketlerinin maaşlara yüzde 5.28 oranında zam yapmasından sonra gerçekleşti. Bu zam oranı, ülke tarihinin son 33 yılının en yüksek seviyesi. Ekonomist Mağfi Eğilmez’e göre enflasyonun düşük, reel faizin de negatif olması Japonya’ya bir yarar sağlamamış tam tersine zarar getirmiştir. Şu anki tabloya baktığımızda 2023’ün son çeyreğinde ekonomisi daralmaya giren Japonya, teknik olarak resesyona girdi ve dünyanın en büyük üçüncü ekonomisi unvanını Almanya’ya kaptırarak dördüncülüğe geriledi.
Yugoslavya’nın dağılmasından sonra bağımsızlıklarını ilan eden Slovenya, Hırvatistan, Sırbistan, Kosova, Kuzey Makedonya, Karadağ ve Bosna Hersek, aradan geçen yıllara ve gerginliklere rağmen Yugoslavya’nın varlığını tartışabiliyor. Yedi ülke vatandaşlarıyla yapılan ankette, halka “Yugoslavya’nın dağılması ülkenize fayda mı sağladı yoksa zarar mı?” şeklinde bir soru yöneltilmiş.
Görüldüğü gibi Avrupa Birliği üyesi olan Hırvatisyan ve Slovenya’da Yugoslavya’nın dağılması iyi karşılanırken, doğuya gittikçe bu durum tam tersine dönmüş.
Üç-dört gündür sosyal medyada konuşulan konu dün adeta patlak verdi ve birçok bilinmeyen bilgi ortaya çıktı. Karabük’te siyahi öğrencilerin çok fazla olduğunu biliyorduk ancak sayılarının (Ortadoğu ülke vatandaşları dahil) 12 bin civarında olduğunu ve 100’den fazla ülkeden öğrencinin Karabük gibi 250 bin kişinin yaşadığı küçük bir şehirde olduğunu bilmiyorduk. Biraz kaba olacak ama siyahi erkek ya da kadın meraklısı Türklerin, yaşadığı ilişkiler sonrası farklı hastalıklarla karşılaştığını duymamıştık.
Herkes cinsel hastalık konusu sonrası bu konuya yükseldi ama meselenin yine görünmeyen tarafı göz ardı edilmesin. Karabük’ün nüfusu 250 bin. Resmi verilere göre Karabük Üniversitesi’nin mevcudu 45 bin. Yabancı öğrenci sayısı ise 12 bin. Yani üniversitede her 4 kişiden biri yabancı. Sizce şu tabloyu hangi ülke kendi halkına yapar? Devlet üniversitesi olmasına rağmen Karabük Üniversitesi eski rektörünün okulla ilgili ticari işletme gibi bahsetmesi ve yabancı öğrenci alımlarını normalleştirmesi, kasıtlı bir kötülük. Kontrolsüz bir şekilde artan Afrikalı öğrenci nüfusu, küçük şehirlerin dengesini altüst eder.
Burada yine sapla samanı karıştırmamak lazım. Türkiye, çeşitli devlet vakıflarıyla birlikte özellikle Afrika ülkelerindeki orta ve zengin üçüncü dünya ülke öğrencilerini yabancı uyruklu öğrenci sınavı (YÖS) ile ağırlıyor ve çok büyük bir kısmına imkan sağlıyor. Burada herhangi bir yanlış yok. Yanlış olan şey, pilot üniversite olarak Karabük’ün kendini seferber edip başarılı-başarısız tüm öğrencilere kollarını açması. Kontrolsüz bir şekilde üniversite demografisinin değiştirilmesi.
Aslında bu yaşananlar, tıpkı Türkiye’nin mülteci politikasında yaptığı saçmalığın mikro hali. Yani abartı ve kontrolsüzlük. 2014 yılına kadar yüz binlerce Suriyeli geldiğinde, kamplarda ve kontrollü bir şekilde şehirlerde olduğunda kimse ses çıkarmıyordu. Ancak sonrasında kevgire dönen sınır ve kontrolsüz bir şekilde her yerde görünen Suriyeliler, tehlikenin büyüdüğünü ve geleceğimizi tehdit eder hale geldiğini bize gösterdi. Karabük’te yaşananlar da bu seviyelere ulaşmaya başladığında, geri dönüşü olmayacak. Farkında mısınız?
Irak’ın PKK’yı “yasaklı örgüt” olarak tanımlaması niye önemli?
Üç gün önce, “Irak ilk kez PKK’yı yasaklı örgüt olarak tanımladı” haberi medyaya düştü. İlk duyulduğunda birçok kişi “kim takar Yalova Kaymakamını” dedi biliyorum ama bu çok önemli bir gelişme. Öyle ki Irak ile Türkiye arasında arka planda yapılan görüşmeler, Aralık ayındaki toplantıda ilk kez PKK’yı “ortak tehdit” olarak tanımlarken, şu an “yasaklı örgüt” seviyesine geldi. Bu Irak tarihi açısından da bir ilk. Peki bu ne demek?
Uygulamaya geçmesi halinde Irak artık PKK’nın ülke topraklarındaki varlığının ve faaliyetlerinin sonlandırılması için çalışacak, finans ve propaganda eylemlerini engelleyecek. Yani bu, anayasal olarak bir zorunluluk haline gelecek. Daha da önemlisi, merkezi hükümetin bu kararıyla birlikte Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) içerisinde de örgüte karşı adım atılması zorunlu hale gelecek. Irak’ın kuzeyinde Barzani yönetiminin zaten örgüt ile iyi ilişkileri yok ama Kandil Dağı çevresindeki Talabani ailesi (KYB) için durum öyle değil. Talabani ailesi Süleymaniye çevresinde PKK’ya can oluyor.
Peki Irak niye böyle bir karar verdi?
Aslında temeldeki olay Türkiye’nin Irak’ın güneyindeki Basra Körfezi’nden Bağdat’a, Bağdat’tan da Şırnak’a uzanan bir ticari yol planı; Türkiye-Irak Ekonomik Koridoru. Hindistan’dan Yunanistan’a uzanan, Türkiye’nin bypass edildiği ABD destekli IMEC Koridoru’na çok güzel bir alternatif olması bekleniyor. Irak da bu proje istiyor çünkü müthiş bir kazanç elde edebilir. Bunun için de PKK’nın bölgeden temizlenmesi gerekiyor.
Terör örgütü PKK, Türkiye’nin 2019’dan bu yana devam eden Pençe Harekatları sonrası Irak’ın kuzeyindeki hareket kabiliyetini kaybedince güneye inmeye başladı. Bu da doğrudan Bağdat hükümetini tehdit etmek anlamına geliyor. İran’ın müdahalesi olmaz ve Bağdat bu konuda adım atarsa çok iyi sonuçlar ortaya çıkacaktır.
Bu arada yazıyı yazdım çünkü Nisan ayında Cumhurbaşkanı Erdoğan 14 yıl sonra Irak’a gidecek. Ses getirecek anlaşmalar imzalanabilir.
Rusya-Ukrayna savaşı sonrası Ağustos 2022’de Almanya Başbakanı Olaf Scholz’un duyurduğu Avrupa Gökyüzü Kalkanı Girişimi (AGKG), antibalistik füzeler dahil kıtanın kısa, orta ve uzun menzilli füzelere karşı NATO ile entegreli bir şekilde “kubbe” savunması oluşturmasını hedefliyor. Ama bazı pürüzler var…
İlk duyuruda Almanya, Belçika, Bulgaristan, Çekya, Estonya, Finlandiya, Hollanda, İngiltere, Letonya, Litvanya, Macaristan, Norveç, Romanya, Slovakya ve Slovenya’nın olduğu 15 ülke; 2023’te ise Danimarka, İsveç, Avusturya ve İsviçre girişime dahil oldu. 15 Şubat 2024’te gerçekleşen NATO Savunma Bakanları zirvesinde Türkiye ve Yunanistan’ın da girişime dahil olacağını duyurmasıyla AGKG bünyesine toplam 21 ülke katılmış oldu.
Baltık Denizi’nden Karadeniz’e kadar çok büyük bir coğrafyada kalkan oluşturmayı hedefleyen projede bazı önemli eksikler var. Avrupa’nın en büyük üç ülkesi Fransa, İspanya ve İtalya girişimde yok. ‘Rusya karşıtı dernek’ kurulsa kendisini göreceğimiz Polonya yok. Şimdilik Polonya’yı saf dışı bırakıyorum ama diğer üç büyük ülke, bu girişimde kullanılacak silahların ABD-İsrail kontrolünde olmasını eleştiriyor. “Avrupa savunması Avrupa savunma sanayisiyle yapılmalı” diyen bu ülkeler, özellikle Fransa’nın güçlü muhalefetiyle öne çıkıyor. Çünkü bu ülkelerin savunma sanayi sektörü, her ne kadar dost olsa da ABD ile rekabet içerisinde. Rusya’ya karşı coğrafyamızı koruyalım ama “ekmeğimize de dokunmayın” diyor.
Kalkan projesinde Alman IRIS-T, Amerikan Patriot ve İsrail’e ait Arrow-3 sistemlerinin kullanılması düşünülüyor. Bu ülkeler hem savunma sanayi açısından hem de Trump’ın “NATO’ya yeterince katkı yapmayan ülkeler saldırıya uğrarsa ABD savunmamalı” gibi açıklamaları nedeniyle tedirgin olmakta haklı. Ama şu da bir gerçek ki ABD yani NATO dışında Avrupa ülkeleri ittifak kuramaz. Kendi içinde farklı politikalara sahip olan bu ülkelerin tek ve en güçlü ortak çatısı ABD.
Soğuk Savaş döneminde yaşananlar gibi bir proje. Türkiye de “Biz de Avrupa’dayız, Batılıyız, NATO üyesiyiz” mesajı ile “Biz de varız” dedi. Bakalım nereye evrilecek. ‘Trump geliyor’…
Yıl 2015. Suriye ve Irak’ta yüzlerce noktayı kontrol eden IŞİD, binlerce sempatizanını kontrol ettiği topraklarda ilan ettiği sözde halifeliğe davet ediyordu. İngiliz vatandaşı 15 yaşındaki Şamima Begüm de bunlardan biriydi. İngiltere’de devlet, iki kız kardeşiyle birlikte Suriye’ye yola çıkan vatandaşı Begüm’ü takip ediyordu.
İstanbul Esenler Otogarı’nda kendilerini Suriye’de örgütün kontrolündeki bölgelere sokacak olan Muhammed Al Raşid ile görüşen Begüm ve iki kız kardeşi, Suriye’ye doğru yola çıktı. Kız kardeşleri Suriye’ye taşıyan kişinin de Kanada ajanı olduğu ortaya çıktı ve iki ülke arasında çıkan krizi yazmıştım. Devam edelim.
Örgüte katıldığında henüz 15 yaşında olmasına rağmen İngiliz hükümeti kendisine dava açmış ve vatandaşlığını elinden almıştı. Örgüt iki ülkeden de silindiğinde Begüm üç yıl boyunca bir Hollanda vatandaşıyla evli ve hamile bir şekilde 2019 yılında Suriye’de bir kampta bulundu.
Begüm, iş işten geçtikten sonra İngiltere’nin kararına karşı dava açsa da Temyiz Mahkemesi de kararı yasalara uygun buldu ve Begüm’ün son umudu da ortadan kalktı. İngiltere, “ulusal güvenlik riski” olarak gördüğü durum konusunda geri atmıyor. Begüm ve avukatı da Begüm’ün vatansız kaldığını, bunun uluslararası hukuka göre suç olduğunu savunuyor. Uluslararası hukuka göre bir kişi çifte vatandaşsa, onu vatandaşlıktan çıkarabilirsin ama sen vatandaşlıktan çıkardığında herhangi bir vatandaşlığı yoksa vatansız kalacağı için bunu yasaklıyor.
Begüm pişman ama “pişmanlık yasası” yok. Begüm akıllandı ama İngiliz hükümeti acımadı. İngiltere’de tek kalemde bir örgüt mensubu vatandaşlıktan çıkarılıyorken, bizde utanmasalar mecliste koltuk hediye edecekler. Ama maalesef ki aynı şartlar yok farkındayım. Bu davanın muhatabı Türkiye olsa uluslararası hukuktan önce içimizdeki kırma kollu gruplar saldırır.
Terörle mücadele her alanda, acımadan ve caydırıcı yöntemlerle yapılır. Sadece o hayal edilen Batı medeniyeti gibi davransak; İspanyollar gibi aykırı adım atanlara siyaset yasağı ve hapis, Fransızlar gibi belediyelere kayyum, İngilizler gibi vatandaşlıktan men ederiz. Ne diyeyim, inşallah bu seviyelere ulaşırız.
SSCB’nin dağılması ve Doğu Bloku’nun çöküşü sonucu Gorbaçov Dönemi de sona ermiştir. Gorbaçov sonrası devletin başına halk tarafından seçilen Yeltsin gelmiştir. Liberal ve demokratik hareketlerin beklenmedik şekilde Sovyet siteminin sonunu getirmesi, liberallikten milliyetçiliğe doğru akımın yayılmasını hızlandırmıştır (Soltan, 2001: 87). Bu bağlamda değerlendirildiğinde Yeltsin Dönemi, Sovyet sonrası değişimin ve dönüşümün yaşandığı karmaşık ve zorlu bir geçiş dönemini kapsamıştır (Hatipoğlu, 2013 :227).
1993 yılına gelindiğinde Fransız Anayasası örnek alınarak bir model geliştirilmiştir. Fransa’dan örnek alınan yarı başkanlık sistemi, yürütmenin yani başkanın yetkilerinin daha da artırılması sonucu “Güçlendirilmiş Başkanlık Sistemi” olarak ifade edilmiştir (Roskin, 2012:350; Akyıldız, 2013: 549).
Boris Yeltsin
Yeltsin dönemi otorite kaybı ve kurumların oligarkların hakimiyetine geçmesi sonucu, Putin merkezi otoriteyi arttırıp oligarkların gücünü kırabilmek adına yasama ve yargının gücünü azaltıp devlet başkanının gücünü arttıracak yönetim tasarımları oluşturmuştur (Thoburn, 2015: 9). Putin gerçekleştireceği politikaları ve yeni yönetsel tasarımları iki amaç üzerinden şekillendirmiştir. İlk amaç olarak; merkezi otoriteyi sağlamak ve sağlamlaştırmak, ikinci amacını ise ülkenin toprak bütünlüğünü yeniden tahsis etmek olarak belirlemiştir. Amaçlarını gerçekleştirebilmek adına federal birimlerin güçlerini kırmış ve dikey bir hiyerarşi oluşturmuştur. Bu çerçevede bölge valilerinin ve cumhuriyetlerin devlet başkanlarının Kremlin tarafından atanmasını sağlayacak düzenlemeler yapmıştır (Hatipoğlu, 2013: 232).
Putin’in geliştirmeye çalıştığı sistem, merkeziyetçiliğin ve otoritenin arttığı ayrıca tek bir kişide toplandığı “Güçlendirilmiş Başkanlık Modelini” ortaya çıkarmıştır. Ayrıca Putin’in gerçekleştirdiği politikalar, Rusya’daki demokrasi düşüncesi üzerine yeni sistem oluşturmuştur. Rus demokrasisi; “Sahte Demokrasi”, “Putinizm” ve “demokrasi görünümünde yarı-otoriter rejim” gibi kavramlarla ifade edilmiştir (Hatipoğlu, 2013: 231).
1. Rusya Federasyonu Yönetim Yapısı
Rusya Federasyonu, cumhuriyet yönetim şekline sahip, demokratik yargıları kendine özgü şekillendirmiş ve merkeziyetçilik yönü ağır basan federal bir hukuk devleti olarak nitelendirilmektedir. Rusya’nın federal yapısı; devletin bütünlüğü, devlet gücünün birliği, merkez ve federe organlar arası yetki bölüşümü, federasyon içindeki halkların eşitliği ve halkların kendi kaderlerini tayin hakkına sahip olmaları gibi temel ilkelere dayandırılmaktadır (Tellal ve Keskin, 2004: 271).
Rusya’nın yönetsel kademedeki alt birimleri oluşturulurken, federal yapı içerisindeki merkeziyetçilik düşüncesi ön planda tutulmuştur. Alt idari bölünmeleri 5 kademeli olarak belirlenmiştir. Alt kademeler aşağıdaki gibi sıralanmaktadır (Roskin, 2012: 350):
“Süper Vali” tarafından yönetilen 7 Bölge,
Rus olmayan ulusların oluşturduğu 21 Cumhuriyet,
Nüfusunun çoğunluğu Rus olan 52 Oblast,
6 Kray,
Oblast veya Krayların özel statü talep eden bölümlerinden oluşan 10 özerk Okrug.
Merkeziyetçiliğin devamlılığı için oluşturulmuş ve Kremlin tarafından atanan 7 Süper Vali’nin yönettiği 7 bölge dışarıda tutulursa, Rusya Federasyonu 89 bölümden oluşmaktadır (Roskin, 2012: 350). Rus federalizmi, etnik ve yönetsel bölünme temeline dayalı devlet yapılarını bir araya getirerek dünyada hiçbir federal ülkenin yapamadığını başarmıştır. Ancak devletlerin iç yapısı nedeniyle merkezle cumhuriyetler arasında ve diğer alt birimler arasında sürekli anlaşmazlıklar baş göstermektedir (Tellal ve Keskin, 2004: 274). Dolayısıyla devletin hakimiyetini arttırabilmek adına; Rusya Federasyonu Anayasası Madde: 10’da da belirtildiği gibi, yasama, yürütme ve yargı erkinin ayrılığı esas alınmıştır.
1.1. Yürütme Organı
Kaynak: Remington, 2004: 374’ten Aktaran; Babaoğlu ve Çobanoğlu, 2017: 290.
Rusya Federasyonu’nun yürütme gücü hükümette toplanmaktadır. Federasyon hükümeti; başbakan, başbakan yardımcısı ve federal bakanlardan oluşmaktadır. Hükümetin başına başbakan, devlet başkanının ataması ve Dumanın onayıyla gelmektedir (Akyıldız, 2013: 553). Duma istediği taktirde 3 kereye kadar reddetme hakkını elinde bulundurmaktadır. Ancak üçüncü veto sonrası, devlet başkanı tarafından feshedilme riskiyle karşı karşıya kalmaktadır (Roskin, 2012: 350).
Rusya Federasyonu’nda erkler üstü olarak yürütmenin başı, Cumhurbaşkanı olarak belirlenmiştir. Cumhurbaşkanı, devletin başı olarak ülke içinde ve dışında Rusya Federasyonu’nu temsil etmektedir (Rusya Federasyonu Anayasası, Madde: 80). 2009 yılında gerçekleştirilen değişiklik üzerine devlet başkanının, arka arkaya olmayacak şekilde iki dönem göreve gelmesine ve 6 yıllık görev süresinin belirlenmesine karar verilmiştir. Devlet başkanının görevinden istifa etmesi veya azli durumunda Başbakan “Devlet Başkanı Vekili” olarak görevi devralmaktadır (Thoburn, 2015: 10-11). Devlet başkanı yürütme erkini kullanırken idari işlemlerde kendine bağlı olan başkanlık yönetiminden istifade etmektedir. Ayrıca yürütmenin diğer alt kanatlarından olan Güvenlik Konseyi ve Kremlin tarafından atanan 7 bölgenin temsilcisinin oluşturduğu birim, devlet başkanına görevinde yardımcı olmaktadır. Devlet başkanı yargı alanında Federal Konsey’e; Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay üyeliği ve Başsavcılık için aday sunmaktadır. Ayrıca Devlet başkanı; Silahlı Kuvvetlerin temsilen değil doğrudan Yüksek Başkomutanı olarak, Yüksek Komuta Heyetini belirlemektedir (Rusya Federasyonu Anayasası, Madde: 83).
1.2.Yasama Organı
Rusya Federasyonu’nda çift meclisli bir temsil ve yasama organı görülmektedir. Üst meclis Federasyon Konseyi, alt meclis Devlet Duma’sını ve her ikisi birden Federal Meclisi oluşturmaktadır. Federasyon Konseyi’nin üyelerine “senatör”, Devlet Duma’sı üyelerine “temsilci” denilmektedir (Thoburn, 2015: 34). Federal Meclis’in bütün üyeleri dokunulmazlıktan faydalanmaktadır. Federasyon Konseyi, her federe unsurun temsili ve yürütme organlarından iki temsilci olmak üzere 89 federe unsurdan toplamda 178 senatörü barındırmaktadır. Devlet Duma’sı ise; dört yılda bir yapılan seçimlerde, 225’i bağımsız ve 225’i parti listelerinden aday olmuş şekilde toplamda 450 temsilciden oluşmaktadır (Tellal ve Keskin, 2004: 269).
Meclislerin toplantıları farklı zamanlarda yapılmaktadır. Farklı zamanlarda toplanmalarına rağmen, aynı kişi aynı dönemde her iki mecliste de yer alamamaktadır. Ayrıca Federal Konsey’in senatörleri federe düzeyde yürütme ve temsil görevlerinde yer alabilirken, Devlet Duma’sı temsilcileri devlet iktidarının diğer organlarında veya yerel özyönetim organlarında görev alamamaktadır. Her iki meclis yapısının farklı görev alanlarının bulunması, yasama içindeki görev bölüşümünü göstermektedir. Ancak Devlet Duma’sı, Federasyon Konseyi’ne nazaran yasama faaliyetleri içerisinde daha etkin ve söz sahibi konumda yer almaktadır. İşlev ve yetki olarak Devlet Duma’sı, yasama özelliği ağır basan bir meclisken, Federasyon Konseyi, danışma ve temsil görevini yürütmektedir (Tellal ve Keskin, 2004: 270).
1.3.Yargı Organı
Rusya Federasyonu yargı sistemi üç kollu olarak şekillenmektedir. Yargının her bir kolu farklı hukuk alanından sorumlu tutulmaktadır. Normal mahkemelerin haricinde üç yüksek mahkeme bulunmaktadır: Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay (Thoburn, 2015: 42). Anayasa Mahkemesinin altında Federal Mahkemeler yer almaktadır. Yargıtay olarak geçen Yüksek Ticaret Mahkemeleri altında, Bölgesel Tahkim Mahkemeleri yer almaktadır. Danıştay olarak ifade edilen mahkemeler Federal Uyuşmazlık Mahkemesi olarak isimlendirilmektedir. Federal Uyuşmazlık Mahkemesi’nin altında Bölge, Cumhuriyet ve Uyuşmazlık Mahkemeleri görev yapmaktadır (Remington, 2004: 374’ten Aktaran; Babaoğlu ve Çobanoğlu, 2017: 290).
Rusya Federasyonu’nda yargı yetkisi sadece mahkemeler tarafından kullanılırken olağanüstü mahkemelerin kurulmasına kesinlikle izin verilmemektedir. Mahkemeler tarafından kullanılan yetki; anayasal, sivil, idari ve cezai yargı işlemleri şeklinde gerçekleşmektedir. Ayrıca Rusya Federasyonu yargı sistemi, anayasa ve federal anayasal kanunlarla belirlenmektedir (Rusya Federasyonu Anayasası, Madde: 118).
2. Rusya Federasyonu’nda Yerel Yönetimler
Rusya’da tarihsel süreçlerden günümüze yerel yönetim pratikleri, merkeziyetçilik politikalarının ardılı olarak gelmiştir. Rusların tarihinde, ulusal birliğin ve merkezi yönetimin güçlü olduğu dönemlerde yerel yönetimlere verilen yetkiler artış gösterirken, ayrılıkçı fikirlerin arttığı ve yerel hakimiyetin sağlanamayacağı düşüncesinin hâkim olduğu dönemlerde katı, merkeziyetçi politikalar artış göstermiştir (Çobanoğlu ve Birdişli, 2015: 1).
Gorbaçov
Gorbaçov’un merkeziyetçiliğe karşı geliştirdiği politikaların sonucunda giriştiği yerelleşme hamlelerinin Sovyetleri yıkması, devletin idare sistemi içerisinde yer alan yerel yönetimlerin yeni tanımlar çerçevesine sığdırılarak, merkezi idari teşkilatla bağlantıları yeniden düzenlenmiştir (Çobanoğlu ve Birdişli, 2015: 7). Bu çerçevede 1993 yılında çıkarılan Yerel Yönetim Kanunu, yerel yönetimleri devlet idaresinin bir parçası olmayan ve yerel önemdeki sorunları çözmek için seçilip yetkilendirilen kurumlar olarak tanımlamıştır (Akyıldız, 2013: 568). Tanımdan da anlaşılacağı üzere yerel yönetimler, merkezi idareden uzaklaştırılırken aynı zamanda merkeziyetçiliğe zarar vermemeleri adına sıkı bir kontrole tabi tutulmaktadır. Bu durumun en iyi örneği, Putin döneminin başlangıcından günümüze gelen süreçleri takip edilerek ortaya konulabilmektedir (Çobanoğlu ve Birdişli, 2015: 1).
Rusya’da yerel yönetim kademelenmesi kentsel ve kırsal yerel yönetimler olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Totalde mevcut 12.913 belediye kurumu içinden 1352 tane kentsel, 11.565 tane kırsal nitelikli yerel yönetim birimi bulunmaktadır. 1352 kentsel nitelikli yerel yönetim birimi içindeki kentlerin 773’ü küçük, 579’u büyük kent olarak kademelendirilmektedir (Tellal ve Keskin, 2004: 280). Ayrıca büyük kent olarak ifade edilen kentler içinde, Moskova ve St. Petersburg gibi özerk yönetimli kentler de bulunmaktadır (Akyıldız, 2013: 568). İki ayrı nitelikteki yerel yönetim biriminde halk meclis üyelerini doğrudan seçerken, yerel yerleşim alanlarının tüzük farklılıklarından kaynaklı olarak doğrudan ya da dolaylı bir şekilde belediye başkanı da belirlenmektedir (Akyıldız, 2013: 567).
Yerel yönetimlerin organları, temsil ve yürütme yetkisini yerine getirebilmek adına örgütlenmektedir. Tüzük ve yönetmelik farklılığı gerekçesiyle; yetkilerin yerel organlar arasında bölüşümü hususunda farklı teşkilatlanmayı görmek mümkün olmaktadır. Ancak genel mahiyette temsil yetkisi belediye meclisinin elinde bulunurken; yürütme yetkisi belediye başkanı tarafından kullanılmaktadır. Yerel yönetimlerin organları arasındaki güç dağılımı genel olarak, “güçlü belediye başkanı, zayıf meclis” modeliyle ifade edilmektedir. İstisnai olarak ve kırsal kesimlerde komün yönetimlere evirilebilecek şekilde, “zayıf belediye başkanı, güçlü meclis” modeli de görülmektedir (Akyıldız, 2013: 569).
Yerel yönetimlerin sınırları, yaşayan halkın kültürel ve düşünsel temelleri üzerinden belirlenmektedir. Yerel yönetimlerin organları, mali özerklik çerçevesine de dikkat ederek belediyenin mal varlığını bağımsız olarak yönetip biçimlendirmektedir. Mali özerklik çerçevesinde bütçeyi oluşturmak ve uygulamak, yerel vergi ve harçları düzenlemek, toplumsal düzeni sağlamak ve diğer yerel hizmetleri ihtiyaca göre yerine getirmek yerel yönetimlerin asli görevleri arasında yer almaktadır (Tellal ve Keskin, 2004: 279).
Sonuç
SSCB’nin yıkılışı ve Doğu Bloku’nun dağılması sonrasında günümüz Rus yönetim yapılarının temelleri, 1993 anayasasıyla benimsenen yönetim modeli üzerinden şekillenmiştir. Günümüzde Rusya, “Güçlendirilmiş Başkanlık Modeli” diye ifade edilen bir yapı üzerinden devlet yönetimini ve teşkilatlanmasını şekillendirmektedir. Bu model yarı başkanlık modelinden türetilerek Rusya’ya özgü bir yapıya bürünmüştür. Merkeziyetçilik ve otoriterlik üzerine kurulmuş olan modelde, yerel yönetim dizaynları da kontrol edilebilme çabası içermektedir. Rusya etnik kozmopolitliği üzerinden mevcut kimliğini koruyabilmek ve ülke bütünlüğünü sağlayabilmek adına federatif bir yapılanma oluşturmuştur. Günümüzde Rusya Federasyonu, hükümet şekli cumhuriyet olan demokratik federatif bir hukuk devleti olarak ifade edilmektedir.
Burak Yıldırım
Startejik Ortak Misafir Yazarı
[vc_toggle title=”KAYNAK”]
KAYNAKÇA
Akyıldız, F. (2013); “Rusya’da Yerel Yönetimler” M, Okçu ve H, Özgür (Ed.) Dünyada Yerel Yönetimler, Seçkin Yayıncılık, Ankara, 544 – 584.
Babaoğlu, C. ve Çobanoğlu, S. (2017); “Rusya Federasyonu Başkanlık Sistemi ve Türkiye’ye Yansımaları”. Ömer Halis Demir Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 10(4), 285 – 297.
Çobanoğlu, S. ve Birdişli, F. (2015); “Post-Sovyet Rusya’da Yerel Yönetim Reformu Sürecinde Yaşanan Değişimler”. KAYSEM 9 Bildiri Metni, 1-7.
Hatipoğlu, E. 2013); “Sovyetler Birliği’nin Dağılması ve Rusya Federasyonu” N. Devlet ve N. Sarıahmetoğlu (Ed.) Rusya Tarihi, Açıköğretim Fakültesi Yayınları, Eskişehir, 226 – 246.
Roskin, M. G. (2012); Çağdaş Devlet Sistemleri Siyaset, Coğrafya, Kültür. (Çev. B. Seçilmişoğlu), Adres Yayınları, Ankara.
Soltan, E. (2001); “Coğrafya, Tarih ve Rus Kimliği” Avrasya Dosyası (Rusya Özel), 6(4), 64 – 94.
Tellal, E., Keskin, N. E., Güler, B. A., Karahanoğulları, O., Karasu, K., Ömürgönülşen, U., Akın, Ö., Çınar, T., Esen, S. ve Kutlu, M. N. (hzl) (2004); Kamu Yönetimi Ülke İncelemeleri. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Kamu Yönetimi Araştırma ve Uygulama Merkezi Yayınları, Ankara.
Thoburn, H. (2015); Rusya Siyasetini Anlama Kılavuzu. SETA Yayınları, İstanbul.
Kızıldeniz’de Mısır, Sudan, Eritre, Cibuti ve Somali’den oluşan hat, Türkiye’nin yakın takibinde. Türkiye’nin 2011’de Somali ile başlayan Afrika Boynuzu macerası, 2012’de Mısır’da Mursi’nin zaferiyle bir temele oturuyordu. Ancak Mursi’nin darbe ile görevinden uzaklaştırılmasıyla gözler tekrar Somali’ye yöneldi (Önceki yazılarda yazdım, Somali’nin komşularıyla devam edeceğim).
Somali’nin küçük komşusu Cibuti…
Küçük ama stratejik noktadaki ülke; ABD, Fransa, Japonya, İtalya ve Çin’in (yurt dışındaki ilk ve tek) askeri üslerine ev sahipliği yapıyor. Türkiye, Cibuti’nin ilk barajını açarak ülke elektriğinin yarısından fazlasının tedarikini sağladı. Afrika’nın en büyük camilerinden birini başkente açtı ve yol yatırımları yaptı. ‘Karşılığında’ ise Cibuti hükümeti, Afrika’nın en büyük serbest ticaret bölgesinde Türkiye’ye 50 hektarlık alan tahsis etti.
Türk Özel Ekonomik Bölgesi olarak ilan edilen alan, Türkiye’nin yurt dışındaki en büyük serbest ticaret bölgesi oldu. Şu anda da Türkiye ile Cibuti hükümetleri arasında askeri iş birliği anlaşması imzalandı. Gidişatı merak ediyorum.
Sudan: 2019’da Sevakin Adası ve çevresi Türkiye’ye tahsis edilmişti. Türkiye buradaki yatırımlarını kısmen durdurdu çünkü darbe oldu. Sonrasında yeni yönetimle iyi ilişkiler kurulmaya başlandı ancak bu sefer de darbecilere karşı darbe yapıldı ve şu an iç savaş var.
Mısır: 2013’te Sisi’nin yönetimi ele geçirmesiyle ilişkiler rafa kaldırılmış, son iki yılda kaybolan yıllar geri getirilmeye çalışılıyor.
Bir de denize kıyısı olmayan Etiyopya gerçeği var ki Türkiye, Çin’den sonra ülkedeki en büyük ikinci yabancı yatırımcı ülke. Etiyopya içindeki demiryolu hattını yapan Türk firması, Çinli firmalarla birlikte Etiyopya’yı Cibuti’deki yeni kurulan limana ulaştırıyor.
Türkiye, hem petrol hem de dünya ticareti için stratejik noktadaki bu bölgede kendisini göstermek, askeri ve ekonomik iş birlikleriyle Afrika politikasını konumlandırmak için çabalıyor. Küçük ve önemsiz görünen ülkelerin, özellikle bölgeden uzak devletler açısından çok önemli olduğunu ve küçümsenmemesi gerektiğini söylemek lazım.
Türkiye ile Somali arasında 8 Şubat’ta imzalanan savunma ve güvenlik konularını da içeren kapsamlı “Savunma ve Ekonomik İşbirliği Çerçeve Anlaşması”, Somali Bakanlar Kurulu tarafından onaylandı. “Eee yani” diyorsanız, önce temellendireyim.
Somali, 2011’den bu yana Türkiye’nin Afrika’daki en önemli müttefiki. Somali’nin parçalanmış devlet yapısını kurumsallaştıran ülke olan Türkiye, iç savaş öncesi Afrika’nın en büyük ikinci ordusu Somali’yi ayağa kaldırmaya kararlıydı. Şu an o seviyelerde değil ama güvenlik son 33 yılın en iyi seviyesinde. Devlet yapısı gibi ordu yapısı da kuruldu. İşte iç güvenlik (kısmen de olsa) bir aşamaya geldi ama deniz ülkesi Somali’nin denizleri kime emanet?
Somali’nin ne savaş gemisi var ne de Deniz Kuvvetleri. Bu aşamada bir de Somali’den tek taraflı bağımsızlığını ilan eden ve kimsenin tanımadığı Somaliland’ın, tanınma karşılığında denize kıyısı olmayan Etiyopya’ya, denizlerini açacağını açıklaması bazı gerçekleri ortaya çıkardı. Deniz güvenliği de sağlanmalı…
Somalili bakanlara göre bu anlaşma, “dönüm noktası” ve 10 yıl boyunca Somali’yi önemli ölçüde güçlendirecek.
Anlaşma kapsamında Somali donanması kurulacak, Somali karasuları Türk savaş gemilerine açılacak, Türkiye’nin deniz üssü kurulmasına (muhtemelen) onay verilecek, büyük petrol rezervlerinin olduğu belirtilen Somali denizindeki kaynaklardan Türkiye yararlanacak. Çünkü anlaşma sadece karasuları değil, MEB alanlarını da kapsıyor. Yani denizin altı. Bazı iddialara göre Somali yeraltı kaynaklarının yüzde 30’u Türkiye’nin olacak ama kesin olmadığı için iddia demeye devam edelim.
Bu anlaşma, Türkiye’nin yakından takip ettiğim Afrika politikasına dair çok önemli eşiklerden biri. Somali Cumhurbaşkanı Hasan Şeyh Mahmud, “Türkiye bu anlaşma çerçevesinde sadece 10 yıl boyunca denizlerimizi koruyacak. 10 yıllık işbirliğinden sonra biz de denizlerimizi koruyacak bir donanmaya sahip olacağız.” diyor. Mısır’dan Somali’ye (Eritre hariç) kadarki Kızıldeniz hattında faal olan Türkiye neyi amaçlıyor? Bu da farklı bir yazının konusu olsun.