Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu içine alan geniş bir coğrafyada, iktidarları boyunca dünyanın birçok demokratik ülkesinde neredeyse iki kuşak devlet adamlarının siyaset sahnesine gelip gittiği kadar uzun süre görevde kalan ve dokunulmasa belki bir kuşak daha eskitecek olan diktatörleri, ilk başlarda birkaç ay süren kanlı bir mücadele sonunda deviren halk hareketine kısaca “Arap Baharı” denilmektedir (Kibaroğlu, 2011, 2). 2010 yılının ‘‘Kışında’’ başlayan ve günümüze kadar devam eden Arap dünyasının içinde bulunduğu işsizlik, gıda yetersizliği, enflasyon, siyasi yozlaşma, ifade özgürlüğünden yoksunluk, usulsüzlükler ve kötü yaşam koşulları gibi pek çok sorunun neden kabul edilerek başlatıldığı, bu siyasi ve silahlı ayaklanma hareketi 2011 yılının ‘’Bahar’’ aylarında olgunlaşarak sonuç vermeye başlamış, ‘‘Arap toplumlarının önemli bir kısmını uzun yıllar boyunca yaşadıkları ve siyasi gelişim olarak adeta dondukları kış koşullarından çıkartıp, ilk başlarda, yenilenmenin ve umudun simgesi olan bahar havasına sokmuştur (Kibaroğlu, 2011, 2)’’. 17 Aralık 2010 tarihinde, Tunus’un Sidi Bouizid kentinde polis tarafından seyyar sebze-meyve satıcısı Muhammed Buazizi’nin darp edilip tezgahına el konulmasının ardından üniversite mezunu gencin kendini yaktığı eylemle aslında ‘‘sadece kendini yakmakla kalmamış, aynı zamanda Arap Baharı’nın da sönmek bilmeyen ateşini yakmış, Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde rejim, yönetim, yönetici değişimleri başta olmak üzere bir çok değişikliğe, ülke çapında protestolara, kamu alanlarının işgaline, devlet ve polis binalarının yakılmasına, hapishane baskınlarına, revizyonlara ve yenilenmelere yol açan, protesto, ayaklanma, kalkışma, devrim, başkaldırı ve daha birçok adlandırmayla söz edilen Arap halk hareketlerinin (Buzkıran, 2013, 149)’’ başlamasına neden olmuştur. Tunus’ta 27 gün süren protestolar 23 yıllık Zeynel Abidin Bin Ali iktidarını devirmiş, ardından bir domino etkisiyle Ortadoğu ve Kuzey Afrika’ya yayılan protestolar Mısır’da 30 yıllık Hüsnü Mübarek, Libya’da 42 yıllık Muammer Kaddafi iktidarlarını da devirmiştir. Yemen’de devlet başkanı istifa etmiş büyük gösteriler sonucu Cezayir’de 19 yıllık olağanüstü hal kaldırılmış, Ürdün’de Kral Abdül Aziz kabineyi dağıtarak seçimlere gitmiş, Bahreyn, Umman, Lübnan, Fas, Kuveyt, Suudi Arabistan, Irak, İran ve Sudan gibi ülkelerde gösteriler çeşitli imtiyazlar verilerek veya şiddet ve tutuklama yoluna gidilerek bastırılmaya çalışılmış, Suriye’de ise 5 yıldır süren iç savaşta 470 bin insan hayatını kaybetmişse de bir sonuç alınamamıştır. Libya’da aşiretler arası çıkan savaşlarda yüzlerce insan ölmeye devam etmiş ve petrol zengini ülkede yakıt ve gıda sıkıntısı baş göstermiş, yüksek enflasyon oranları halkın geçim sıkıntısını giderek arttırmıştır. Mısır’da ise Devrik diktatör Hüsnü Mübarek’in yerine demokratik seçimle gelen Muhammed Mursi askeri bir darbe ile görevinden alınmış ve ‘‘Darbeci Mareşal’’ Abdülfettah el-Sisi kendini Mısır’ın Cumhurbaşkanı ilan ederek ülke çapında gösterileri kanlı bir şekilde bastırıp binlerce kişiyi tutuklatmıştır. Hâl böyleyken Arap toplumlarının yaşadığı bu sürecin ‘‘Bahar’’ olarak nitelendirilmesi özellikle Suriye iç savaşı ile birlikte bu kavramın sorgulanmaya başlanmasına yol açmıştır.
Avrupa’daki 1830-1848 devrimlerini ve 1968 yılında Çekoslovakya’da “politik özgürleşme” olarak adlandırılan; ancak Sovyetler Birliği’nin müdahalesiyle sona eren dönemi (Prag Baharı) anlatmak için de “bahar” nitelemesi yapılsa da (Duran, 2012, 185), yüz binlerce insanın hayatını kaybettiği, milyonlarcasının ülke içinde veya ülke dışına göç ettiği, çatışmaların sürdüğü bölgelerde halkın temel gıda ve sağlık ihtiyaçlarını dahi karşılayamadığı, yüksek oranda bebek ölümlerinin, salgın hastalıkların ve sosyal bozulmaların yaşandığı bu bölgeler için “bahar” ifadesinin hâlâ kullanılması evrensel düzeyde ironik bir duruma karşılık gelir. Bu açıdan bakıldığında ayaklanmaların başladığı Tunus’ta ‘‘Yasemin Devrimi’’ olarak adlandırılan dönem ve ardından bazı bölge ülkelerinde başlayan ve henüz kanlı sonuçları olmayan protestolar için Arap Baharı ifadesi doğru bir terim olsa bile, bu baharın ardından statükonun hakim olduğu Arap toplumlarında yaşanan bu hızlandırılmış değişim sürecinin birçok Ortadoğu ülkesini iç savaşın eşiğine getirmesi ‘‘bahar’’ nitelemesinin yerine durumu daha iyi anlatacak başka terimleri gerekli kılmaktadır. Muhammed Buazizi’nin kendini yakması ile başlayan ve günümüze kadar devam eden Ortadoğu’da yaşanan tüm bu süreci bir iklim olarak ele alırsak, bölgede kısa bir bahardan sonra bitmek bilmeyen bir kış mevsimine girilmiştir. Başta bölge halkı olmak üzere, doğrudan ve dolaylı olarak olumsuz etkilenenler için bu durumu; ‘‘Arap Kışı’’, ’Kanlı Bahar’’, ‘‘Yalancı Bahar’’, ‘‘Bahar Fırtınası’’ gibi isimlerle adlandırmak daha doğru olacaktır. Aynı anda farklı hakikâtlerin var olduğunu göz önüne alacak olursak, bu süreçten çıkar sağlayan aktörler için ‘‘bahar’’ nitelemesi geçerliliğini korumaktadır. Kısaca tüm bu olaylar bir kesim için ‘‘kış mevsiminin en sert koşullarında’’ geçerken, diğer bir kesim için “bahar” havasında geçmektedir.
Gerçekten de yılların birikimiyle toplumda oluşan ve alttan alta çığ gibi büyüyen tepkilerin patlama noktasına gelmesiyle önünde durulamayan ve kaçınılması mümkün olmayan bir süreç mi, yoksa dışarıdan müdahale ile yapay olarak hızlandırılmış ve dolayısıyla aslında büyük halk hareketini gerçekleştiren bu toplumlara aslında pek bir şey kazandırmayacak ve yine büyük güçlerin çıkarlarına hizmet edecek bir süreç mi yaşanıyor? Bu soruların ilkinin bu olaylarda payının olmasına karşın; ‘‘ABD’nin, İslam dünyasını doğrudan karşısına alarak topyekun çatışmayı kazanamayacağını anlamış olması ve özellikle Irak’ta yaşadığı yaklaşık on yıllık tecrübesini ve kanlı tedhiş hareketlerini daha farklı analiz etmeye başlamış ve rakibini yok etmeye çalışmak yerine onu kendine “düşman” olmaktan çıkartmak yoluyla bu mücadeleden galip çıkmak stratejisini benimsemesi’’(Kibaroğlu, 2011, 2) daha fazla öne çıkan bir nedendir. Başta Amerika Birleşik Devletleri olmak üzere Batı dünyasındaki bu anlayış değişimi, söz konusu Arap halk ayaklanmalarının önünü açmakla kalmayıp, hızlı bir şekilde cereyan etmesine de yardımcı olmuştur Yine Kibaroğlu’na göre; ‘‘Derin stratejik analizlerin yapıldığı asker ve sivil, devlet çatısı altında olan ya da bağımsız araştırmalar yürüten kurumların yaptığı değerlendirmelerin ortalamasında vücut bulan hâkim görüşe göre, ortak paydasında İslam dininin olduğu “Doğulu” kültür içinde 11 Eylül saldırılarını yapmaya sevk edecek kadar derinlerde birikmiş olan başta ABD’ye ve genelde Hristiyan Batı’ya ve tabi Yahudi İsrail’e karşı olan nefretin kendiliğinden ortadan kalkmasının mümkün görülmediği gibi, herhangi bir önlem alınmadığı takdirde, bu nefretin daha da büyüyüp gelişeceği ve belki de 11 Eylül’ü gölgede bırakabilecek saldırıların yolunu açacağı öngörülmekteydi. Böyle bir durum karşısında yapılabilecek olan, 1,5 milyar Müslüman nüfusun tümüne karşı çatışmayı göze almaktansa, söz konusu nefretin oluştuğu ve gelişmekte olduğu Kuzey Afrika’nın batısından Orta Asya içlerine kadar ve tabi tüm Ortadoğu’yu içine alan, Amerikalı uzmanların ve siyasetçilerin tanımıyla “büyük Ortadoğu” bölgesinin “dönüştürülmesi” ve ”düşman” olmaktan çıkartılması daha yapılabilir ve anlamlı bir strateji olarak benimsendi. Burada ortaya konulan hedef belki kolay kolay varılamayacak olmakla beraber, bu yolda yürünmediği ve emek sarf edilmediği takdirde sorunun kendiliğinden çözülmesinin de mümkün görülmediğinden dolayı siyasi açıdan da benimsenen bir politika haline geldi. İçinde bulundukları her türlü olumsuz koşulun müsebbibi olarak başta ABD’yi ve onun işbirlikçisi İngiltere ve İsrail gibi ülkeleri gören “büyük Ortadoğu” coğrafyasında yaşayan geniş toplulukların zihinsel dönüşümlerinin sağlanması masa başından yapılabilecek bir çalışma olmadığını anlamak zor olmasa gerek. Öncelikle bu toplulukların temel ortak özelliklerinin ve farklılıklarının anlaşılması, iyi tahlil edilmesi, geleneklerine sıkı sıkıya bağlı bu toplumlarda nispeten süratli bir değişimin ve dönüşümün yaşanması için hassas dinamiklerin tespit edilerek ve süreci harekete geçirecek mekanizmanın hazırlanıp sahada uygulanmaya konması’’ Arap Baharı olarak yansımıştır (Kibaroğlu, 2011, 4-5). Sonuç olarak bu arka planda “baharın” aslında kimler için yaşatılmaya çalışıldığı daha iyi anlaşılmaktadır.
Mehmet Enes Bağlama
StratejikOrtak.com MİSAFİR YAZAR
Buzkıran D., Kutbay H, 2013, Arap Baharı’nın Türkiye’ye Olan Sosyal ve Ekonomik Etkileri, Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi, Denizli.
Duran, H., Özdemir, Ç., 2012, Türk Dış Politikasına Yansımalarıyla Arap Baharı, Akademik İncelemeler Dergisi, Kütahya.
Kibaroğlu, M., 2011, Arap Baharı ve Türkiye, ADAM Akademi, İstanbul.
E-BÜLTENE ABONE OLUN
Stratejik Ortak yazarlarının makalesi ve haritalar ücretsiz e-postanıza gelsin.
Abone oldunuz, teşekkürler.
Bir şeyler yanlış oldu. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.
Gerçekten de Arap Baharı’nın bu şekilde nitelendirilmesi yerinde olmuş. On milyonlarca insanın olumsuz etkilendiği bir dönüşüm hareketine nasıl bahar denebilir ki.