Türk – Rus İlişkilerinin Tarihsel Arka Planı ve Rus Kimliği, Rus Siyasi Tarihi (I)
Avrasya tarihinin önemli İmparatorluklarından olan bu iki devlet, aynı zamanda 3. Roma ideali yolunda yarışan, öyleymiş gibi davranan, muazzam bir idealin kader ortağı olarak da anılabilir. İki devletin kaderi ötelerden beri birbirleriyle çakışmakta idi. Osmanlı İmparatorluğu’nun, yeni doğan Moskova devletini (sonradan İmparatorluk) fark etmesi, ancak Karadeniz’in tehdit altında olmasıyla anlayabileceği, fark edebileceği bir vakıa idi. Akdes Nimet Kurat hoca’dan edindiğimiz bilgiye göre, başlarda Moskova Devleti’nin, Osmanlı İmparatorluğu’nca muhatap bile alınmadığını hatta ilişkilerin Kırım Hanlığı üzerinden yürütüldüğünü bilmekteyiz. III. İvan’ın 1492 yılında Giray Han aracılığıyla Pâyitahta yolladığı ilişkileri başlatma ve İstanbul’da diplomatik elçilik açma talebi, Türk – Rus ilişkilerini diplomatik düzeyde başlatan ilk adım olarak bilinmektedir. Talebin devamı olarak 1702 yılında Çarlık Rusya’sı tarafından İstanbul’da bir daimi elçilik açılmıştır. Bu hadiseye karşılık Osmanlı’nın adımı ise, geçici elçi olarak 1793’te, daimi olarak ise 1836’da yani II. Mahmut zamanında elçilik açılmasına karar vermek olmuştur.
İlk diplomatik ilişkiler karşılıklı olarak böyle başlamıştır. Bu ilişkilerin başlama tarihinin öncesi ve sonrası ise iki devlet arası savaşlarla geçmiştir. Güney’de çökmek üzere olan bir İmparatorluk, Kuzey’inde ve Doğu’sunda yeni bir İmparatorluğun doğuşuna şahit olmuştur. İki devletin kaderini belirleyen hadiseler ise savaşlar silsilesi olmuştur. Lâkin, savaşlar kısmına geçmeden önce Rus kimliği ve coğrafyası üzerinde durmakta fayda vardır. Zira, bu milletin tarihi karakterini belirleyen en mühim vakıa, yaşadığı coğrafyası olmuştur. Montesquieu ve İbn-i Haldun’un değindiği gibi iklimin karakterlerine sirayet etmemesi düşünülemezdi. Bu kimliğin ortaya çıkışı, coğrafyanın eseri olmuştur.
Peki bu kimlik nedir? Rus kimdir?
Rus isminin nereden geldiği konusunda genel kanı, Slavlara dayandığı şeklindedir. Kuzey’den kayıklarla Güney’e inen bu kavim, Fince kayıkçı manasına gelen Routsi olarak anılmıştır. Slavcaya Rusi olarak geçmiş ve günümüze Rus olarak evrilmiştir. Vernadsky, bu kavmi üç bölüme ayırmaktadır. Çekler ve Lehleri içeren “Batı Bölümü”, Balkan Slavları’dan oluşan “Güney Bölümü” ve Rusların bel kemiğini oluşturan “Doğu Bölümü”dür. Rus coğrafyasını Vernadsky kısaca, “Avrasya” olarak belirtmektedir. Ruslar, tarih sahnesine ilk olarak Avrasya’nın batı köşesinde yer alan Kuzey Karadeniz bölgesinde çıkmıştır. Ancak ilerleyen yüzyıllarda bu halkın doğuya doğru hızla yayıldığını görmekteyiz. Hem doğu yönünde geniş yayılma çabası, hem de batıda Karpat Dağları boyunca uzanan sınırları, komşularından gelecek tehdide karşı bir direnç sisteminin tezahürü idi. Vernadsky bu durum için, “ne emperyalizm idi, ne de Rus devlet adamlarının basit politik hırslarının bir ürünü; belki de en geniş tahlille basitçe tüm tarihin temelinde yatmakta olan coğrafyanın o kaçınılmaz mantığı idi”, diyor.
Kiev Knezliği (prenslik/beylik) ile tarih sahnesine çıkan bu millet, çeşitli seyyahların aktardığına, örneğin İbn-i Rüşd’e göre, sattıkları malların başında kürk gelmekte idi. Özellikle de samur ve sincap kürkleri ticarette başı çekmektedir. Hosking’in aktardığına göre ise, o tarihlerde bölgeyi ziyaret eden bir seyyah, bu milletin yaşadığı manzarayı şöyle tasvir ediyor:
“Köylülerin evleri genellikle ahşaptan; hiçbir taş, demir işi veya cam pencereleri yok: Her birinde, odanın dörtte birini kaplayan olağanüstü büyüklükte sobalar var. Bütün aile, bu çok iyi ısınmış, akşama doğru kapatılmış sobaların üzerine yatarlar ve kendilerini kelimenin tam anlamıyla pişirirler. Eğer sobanın üstü hepsini almazsa, geri kalan herkesin üzerlerine yatması için tavanın altına raflar yapılır. Yerde hiç kimse yatmaz.”
Yaşadıkları coğrafyanın ne denli çetin bir coğrafya olduğunu anlamak adına önemli bir bilgi bu anlatılanlar. Yukarıda söylendiği gibi, böyle çetin bir coğrafyanın karaktere sirayeti, gayet mümkün bir hadise olsa gerek. Bölge, aynı zamanda göller ve nehirler bakımından da zengin bir coğrafyadır. Bunun getirdiği özellik ise, Ruslara tuzluyarak uzun süre saklayabilecekleri bol bol taze su balığı sağlamış olmasıdır. Klasik bir Rus içeceği olarak anılan votkanın Rusya’ya gelişi 15. Yüzyılı bulmaktadır. Moskova kilisesi tarafından bir heyetin, aquavit yapımını gözlemlemek üzere Floransa’ya gönderilmesi ve dönüşünde bu içeceği kilise aracılığıyla ülkeye getirdikleri bilinmektedir.
Rus coğrafyasının ilerleyen tarihlerde doğu yönünde genişlemesiyle devasa güce dönüşmesi, bu gücün aynı şekilde bu gücü sakat bırakabilecek yönlerinin oluşmasına ve bu yönlerin karakteristik özelliklere sirayet etmesine sebep olmuştur. Peki bu paradoksal birleşim nelerden oluşmaktadır?
Hosking’in bunu dörde ayırdığını bilmekteyiz.
1) Rusya, alan olarak dünyanın günümüze değin gördüğü en geniş ve değişime açık imparatorluklarından biri olmuştur. Sınırları binlerce kilometrelik alanda genişledi. Bu genişleme süreci, kolayca işgal edilebilen ve edebilen bir devlet olma özelliğini de beraberinde getirdi.
2) Rusya, genel olarak bir baskın ulus olmaksızın, (en azından 19. Yüzyıla kadar) bir hanedan ile kendi içinde farklılıklar arz eden bir aristokrat sınıf tarafından yönetilen çok uluslu bir devletti. Bu durum, Rusya için dış ilişkiler ile iç ilişkilerin birbirinden farklı tarzlar göstermesine sebep olmuştur.
3) Rusya, aşırı hava sıcaklıklarının görüldüğü bir bölgede yer aldığından ve 15. Yüzyılda dünyanın başlıca ticaret yollarına uzak düştüğünden az gelişmiş bir imparatorluktu. Bu geri kalmışlığı tetikleyen husus ise, Rusya’nın, her tarihi evrim aşamasında kendisini kopyalama eğilimi olmuştur. Değişim ideali, çok sonraları görülmüştür.
4) Son olarak ise, Rus İmparatorluğu her zaman iki yada üç dünyanın arasında yer almıştır. İdari yapısı açısından Çin ve eski bozkır imparatorluklarının uygulamalarını esas aldığından bir Asya İmparatorluğu idi. Kültürel açıdan, Protestan ve Katolik ülkelerden birçok şey ödünç aldığından en azından üç yüzyıldır Avrupalı bir devletti. Dinsel açıdan ise, Doğu Roma ve artık ayrı bir varlık olmaktan uzak olan fakat Avrupa’da hala devam eden etkiler bırakan Hristiyan Yunan ekümenliğinden türediği için Bizans’tı. Bu farklılıklara bir dayanak da, 16. Yüzyılda IV. İvan’ın hem kağan (Asyalı yönetici) hem de Basilius (Hristiyan imparator) isimlerini kullanması gösterilebilir. Üçüncü Roma teorisini dış politikasının temeli haline getirmiş olsa da bu iki isimden yalnızca birini seçmeyi reddetmiştir.
Moskova dönemi Rusya’sını gözlemleyen Avrupalı bir seyyah, bu devleti “kaba ve barbar bir krallık” olarak tarif etmektedir.
Yazımızın 2. Kısmında Rusların tarihten günümüze İstanbul hayallerini ve Türklerle ilk çarpışmalarını inceleyeceğiz.
E-BÜLTENE ABONE OLUN
Stratejik Ortak yazarlarının makalesi ve haritalar ücretsiz e-postanıza gelsin.
Abone oldunuz, teşekkürler.
Bir şeyler yanlış oldu. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.
İkinci kısmı en kısa zamanda yazarsınız inşallah.