16. yüzyılda Papalığın egemenliği çatırdarken, Avrupa içindeki pek çok hesabı adeta kullanışlı bir düşman imgesi olan Türk/İslam kimliği üzerinden görmüştü. Bugün bambaşka bir dünya var. AB’nin geleceği tehlikedeyken, Avrupa’da bu varoluşsal soruna karşı popülist politikalar Türk/İslam korkusu üzerinden güç devşirme peşinde.
ABD’nin yeni başkanı Donald Trump’ın İslam karşıtı söylemi tartışılırken, Almanya ve Hollanda’da Türk karşıtlığı diplomatik bir krize neden oldu. DAEŞ vahşeti, Avrupa’ya mülteci akını, Avrupa’da aşırı sağın yükselişi… Tüm bu gelişmeler kimi soruları akla getiriyor: Batı’nın liberal devletinin sınırlarına mı geldik? Özgürlükler çağı sona mı eriyor? Apokaliptik bir çağa mı giriyoruz? Din savaşları yeniden mi başlayacak? İslam karşıtlığı yükselirken, Batı dünyasındaki İslam-Türk korkusunun tarihsel geçmişine bir göz atmak faydalı olabilir. Kim bilir belki de tarih bugünü anlamamıza yardım edebilir.
Kolektif bilinç üretilen ortak değerler, ritüeller, semboller üzerinden kendini ikame eder. Bu açıdan bakıldığında İslamofobinin Batı düşüncesinde tarihsel izleri ve sembollerini anlamak daha da önem kazanır. Çünkü bu semboller aracılığıyla Batı İslam/Türk korkusunu sürekli sıcak tutmuş olur.
Türk adının İslam medeniyetinin tarihi mirasını Batı karşısında sırtında taşıyan bir temsile dönüşmesi aslında oldukça eskiye dayanır. Zira 16. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa’nın ortalarına kadar gelmesi, Avrupa topraklarının azımsanmayacak kısmını yönetiyor olması, Batı’ya yönelik ciddi akınları Batı nezdinde bir tehdit olarak algılanması açısından yeterli nedenlerdi.
Bununla birlikte 16. yüzyıl Avrupası oldukça ilginç bir kriz yaşıyordu. Almanya’da ortaya çıkan Protestanlık Vatikan’ın otoritesini sarsmaya başlamıştı. Vatikan uzun süredir yaşadığı krizler sonucunda artık Avrupa’yı bir arada tutan bir otorite olmaktan uzaklaşıyordu. 16. yüzyılda Eski Kıta, mukaddes Roma Cermen İmparatorluğu’nun dağılması ve Alman topraklarında mahalli prensliklerin doğuşu arasında derin bir krizle karşı karşıyaydı. Protestanlık, Avrupa’da Vatikan’ın dini otoritesini sarsmıyordu; sarstığı, aslında Vatikan’ın temsil ettiği, birleşik Avrupa ruhuydu.
İşte böyle bir kriz anında dışarıdan gelen Türk baskısı 16. yüzyıl Avrupasını İslam, hatta Türk korkusu karşısında adeta birleştirmiş, Batı hem bu tehdide karşı durabilmek hem de kendi içindeki krizi atlatabilmek için bunu sürdürmüştü.
Türkofobinin kökenleri
Batı’da iç krizi Türk/İslam korkusu üzerinden okumamıza imkân veren iki düşünür bulunur. Bunlardan birisi, Türk üniversitelerinin çok yakından tanıdığı Erasmus programına adını veren Desiderius Erasmus, diğeri de Martin Luther’dir.
Erasmus ve Luther, İslamofobi’nin, dolayısıyla da Türk korkusunun en önemli isimlerindendir. İslamofobi’yi Türk korkusu olarak yorumlamam, bugün bizde tam karşılığı olmayan bir algı sorunu yaratabilir. Oysa bu kavramı ilk kullanan, Türk okurunun çok fazla tanımadığı Halil Halid Efendi’dir. Kendisi Abdülhamid’e muhalefetle başlayıp onun emrine giren, sıra dışı bir hayat serüvenine sahip bir Osmanlı aydınıdır. 1904’te Londra’da basılan kitabının adı ‘A Study in English Turcophobia’dır. Oldukça renkli ve bir o kadar da çileli bir hayat yaşamış Osmanlı mütefekkiri Halil Halid’in bu eseri, Londra’da Batı medyasının Osmanlı ve İslam dünyasındaki oryantalist bakışına bir eleştiri üzerine kaleme alınmıştır. Eser 1919’da tekrar “The Turcophobia of the English Imperialists” adıyla basılır.
Tarihte, Batı kültür dünyasında oldukça meşhur olan Erasmus ve Luther de İslam ile hesaplaşmasını Türk adı üzerinden yürütür. Hollandalı hümanist bir düşünür olan Desiderus Erasmus’u Türk okuru “Deliliğe Övgü” adlı meşhur eseriyle tanır. Oysa Avrupa Birliği’nde bir Avrupa kimliği yaratmak amacını güden bir programa adının verilmesinin gerekçesi, onun hümanist tarafı olmasa gerektir.
Papalığın egemenliği çatırdarken
Papa VIII. Boniface’in (1294-1303) Unam Sanctam adlı resmi belgesinde, hem dünyevi hem de ruhani kudretin kilise aracılığıyla Papa’nın elinde ve kudretinde olduğu resmen ilan edilmişti. Bu belgeye göre dünyevi güç, ruhani olanına tabi olacaktır. Her beşeri yaratığın kurtuluşu Papalık Makamı’na boyun eğmesine bağlıdır.
16. yüzyıla girildiğinde Ortaçağ Roma Katolik Kilisesi, hem dinsel hem de dünyevi otoritesinin tartışmaya açıldığı günlerini yaşamaktadır. Katolik Kilisesi’nin dinsel otoritesinin Hıristiyanlar içinde tartışılmaya başlaması, kilisenin uyguladığı günah bağışlama süreci, yani endüljans ile yakından ilgilidir. Papalığın içinde bulunduğu mali sıkıntıdan kurtulması ve Papalık hazinesini artırması için en uygun aracın endüljanslar olduğu düşünülmüştür. Günahların dünyevi karşılıklarının para ile ödenmesi uygulamasına dönüşen bu Katolik sömürüsüne en güçlü tepki, Martin Luther’den gelmişti.
Luther’in öğretisi yalnızca Papalığın ruhani otoritesine değil, aynı zamanda onun dünyevi otoritesine yönelik de bir saldırıdır. Zira ulusçuluğun önemli temalarının yer aldığı Lutheran öğreti, Katoliklerin nefesini sürekli enselerinde hisseden Alman prenslerinin işine yaramıştır.
Dinsel başkaldırıyla Katolik Kilisesi’ne karşı zafer kazanamayacağını ve hedeflerini gerçekleştiremeyeceğini düşünen Luther, sivil otoriteye yakınlaşmaya ve reformları onun gücüyle yapmaya kalkışmıştır. Prenslerin desteğiyle seküler otoriteyi arkasına alan Luther, bunun bedeli olarak kiliseyi seküler erkin idaresi altına sokmuş ve Pavlusçu iktidar anlayışı doğrultusunda, zorbalık da yapsa her şartta krala mutlak itaati şart koşmuştur. Dolayısıyla Luther’in hareketi, kilisenin devlet hegemonyasına sokulduğu siyasal ve ulusal yoğunlukta bir hareket olarak anlaşılmalıdır.
Erasmus ise ne kadar skolastik düşünceye yönelik eleştiriler getirse de, Papalık ortak Avrupa idealini koruyan en önemli kurum olarak hâlâ ayakta duruyordu. Erasmus da Avrupa devletleri arasındaki ulus kavgalarını İsa’nın ortak ruhu etrafında birleştirmeye çalışan bir Katolik’ti. “The Handbook of a Christian Soldier” adlı eserinde Hıristiyanların ruhani bir birlik olduklarını savunuyordu; bu, onun temel ideallerinden biriydi.
İşte Türkler tam da bu kavganın ortasına düştüler. Avrupa’yı zorlayan Türklere karşı Papalığın muhtemelen yaşadığı krizi atlatmak için seslendirdiği Haçlı Seferleri çağrısına Luther itiraz etti.
Luther “Of The Turks” adlı risalesinde, Türklerle neden savaşılmaması gerektiğini savundu. Elbette Luther Türkler’i çok sevdiği için savaşa karşı çıkmıyordu; amacı, Papalığı Türkler üzerinden köşeye sıkıştırmaktı. Luther’e göre “Türk, Tanrımızın öfkesinin sopası ve öfkelenmiş şeytanın hizmetçisidir.” Türklerle savaşmadan önce Hıristiyanların sahih bir inanca gelmesi, yani Papalıktan kurtulması gerekirdi.
Erasmus ise Luther’e karşı yine Türkler üzerinden cevap veriyordu. “On War against the Turks” adlı eserinde, iyi bir Hıristiyan olmadıkça Türklere karşı zafer kazanamayacakları konusunda Luther’in görüşlerini onaylıyordu. Ama bunun için Papalığı yıkmaya değil, aksine İsa’nın sancağı altında ve salt onun desteğinden güç alarak savaşmaya ihtiyacımız var, diyordu. Luther’in aksine Türklere karşı birlik içinde savaşılması gerektiğini, bunun bizi bir araya getireceğini söylüyordu.
Papalık ve Avrupa 16. yüzyılda iç krizini Türkler üzerinden aşmaya çalıştı. Türk korkusu ve onun etrafında örülen teolojik dil aslında Avrupa’da aranan güçlü liderlik için sadece bir araçtı. Luther “Haçlı Seferleri” politikalarının eskisi kadar başarılı olmadığını, halkın para ve asker yardımı toplayan papazlara, yani kiliseye inanmak istemediğini gördü ve bu memnuniyetsizliği Katolik Kilisesi’ne karşı kullanarak, Türkler’e karşı değil, Papa’ya karşı savaş açmak için bahane yaratmaya çalıştı. Erasmus da kokuşan kilise yapısının, sürekli iç savaşlarla yıpranan Avrupa’nın farkındaydı. O da Türk korkusunu Hıristiyan bir Avrupa ideali için kullanmak istedi.
İster Avrupa içindeki hesabın görülmesi için olsun, ister birleşik bir Avrupa ideali için olsun, sonuçta Türk/İslam kimliği tüm hesapların üzerinden görülebileceği kullanışlı bir düşman imgesi yaratıyordu. İşe yaradı mı? Elbette hayır, sonuçta Avrupa’da din savaşları başladı.
Avrupa çökerken kim kazanır?
Bugün de aslında Avrupa kültürel belleğinde, çok derinlerde gizlediği bu korkuyu yeniden gün yüzüne çıkararak kendi iç krizlerini ve hesaplaşmasını görmek istiyor. Fakat bugün oldukça farklı bir dünyayla karşı karşıyayız. Siyasal yönden Avrupa’yı tehdit eden bir Osmanlı yok. Dünya 16. yüzyılın dar sınırlarına sığmayacak kadar küreselleşti ve Avrupa’da 50 milyona yakın Müslüman var. Batı her gün artan göç dalgasıyla karşı karşıya.
Avrupa ruhu İngiltere’nin ayrılma kararıyla ciddi yara aldı. Avrupa Birliği’ni 16. yüzyılın Vatikanı gibi birleşik Avrupa’yı temsil eden bir kurum olarak düşünürseniz, Protestan İngiltere bu birliğe başkaldırdı. Avrupa Birliği refahın ve ortak değerlerin paylaşıldığı bir hayaldi ve bu hayal yok olmak üzere. Fransa’da Marine Le Pen git gide desteğini artırıyor. Almanya’da Angela Merkel mülteci politikası nedeniyle zorlanırken, ırkçı AfD Partisi meclise girecek gözüküyor. Merkez seçmen aşırı sağa kaymaya başladı. Avrupa devletleri varoluşsal bir sorunla karşı karşıya: Avrupa Birliği dağılmalı mı, korunmalı mı? Dağılırsa ne yapmalıyız? Ve ne kadar ilginç ki, Avrupa’da bu varoluşsal soruna karşı popülist politikalar Türk/İslam korkusu üzerinden güç devşirme peşindeler.
Berlin Duvarı’nın yıkılması ile sınırların kalktığı daha özgür bir dünya hayali yerini daha güvensiz bir dünyaya bırakıyor. Yeni Ortaçağ’da teoloji yeniden düşmanlıkları kışkırtan bir dile evriliyor. Şiddetin bu dili, yeni bir dünya düzeni kurmak için ne Avrupa’ya ne de İslam dünyasına bir fayda sağlayacaktır. Türk/İslam korkusunu kabartmak Avrupa’ya hiçbir şey kazandırmadığı gibi, bir şiddet sarmalına yol açıyor, yabancı savaşçıların sayısını daha fazla artırmanın dışında bir işe de yaramıyor.
Yükselen Batı karşıtlığı ise İslam dünyasında güçlenen radikal hareketlerin merkezde tutunmasını sağlıyor. İslam dünyasında radikal hareketler hızla artarken, siyaset bir alternatif olmaktan çıkıyor. Siyasi krizleri aşmak için kullanılan şiddet teolojisi tüm dünya için kültürel bir intihara yol açıyor. Bu kavganın sonucunda bir kazanan olmayabilir. Birlikte yaşadığımız evin çatısı çökerken, yanımızdakine dönüp üstün açıkta kalmış demenin hiçbir anlamı yok.
Kaynak: AJ
E-BÜLTENE ABONE OLUN
Stratejik Ortak yazarlarının makalesi ve haritalar ücretsiz e-postanıza gelsin.
Abone oldunuz, teşekkürler.
Bir şeyler yanlış oldu. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.