Sınırların Avrupa’daki önemi, son yıllardaki gelişmelere bağlı olarak, hiç olmadığı kadar büyük bir önem kazanmıştır. Sınırlara bu önemi atfeden politik aktörler özellikle sağcı diye nitelendirebildiğimiz muhafazakar, milliyetçi ve ulusalcı kesimlerdir. Özellikle Suriye İç Savaşı’nın doğurmuş olduğu Avrupa kıtasına yönelik göçlerin hızlandırılması, Avrupa’da pek çok değişikliklere ortam hazırlamıştır. Bu bağlamda özellikle Avrupa Birliği’ne üye olan batı Avrupa ülkelerinin, ülkelerinde kara yoluyla giriş ve çıkış yapan insanları kontrol eden bir mekanizmanın bulunmaması, mültecilerin söz konusu bu ülkelere daha kolay ulaşmalarını sağlamaktadır. Kendi ülkelerine gelen ve kontrol edilemeyen mülteci sayısından gitgide rahatsız olmaya başlayan Batı Avrupa’daki sağcı aktörler, özelde kendi ülkelerinde halkın da desteğini alarak mevcut pozisyonlarını güçlendirirken, genelde Avrupa Birliği içerisinde yeni reform ve değişimlere ön ayak olmak üzereler. Bu yazımızda tarihsel bir perspektif kullanarak, Avrupa’daki ilk siyasi sınırların ve ulus devletin nasıl teşekkül ettiğine değineceğiz.
Orta Çağ’da Devletin ve Sınırlarının Tasavvuru
Sınırların oluşumunda, muhafaza edilmesinde ve sınırlarla ilgili her türlü tasavvurlarda kanunlar adeta bir gereksinimdir. Ayrıca sınırların içerişinde kalan toprak bütünlüğünü tanımlamak, üzerinde içtihat geliştirmek ya da hakkında tasavvurda bulunmak için de kanunlar bir gereksinimdir. Dolaysıyla kanunlar ya da yasa; sınırların ve toprak bütünlüğünün oluşumunda ve muhafaza edilmesinde en önemli faktördür. Orta Çağ’ın Avrupa kıtasına baktığımız zaman, Roma hukukunun etkisinde bir Kanon hukukuna (kilise hukuku) rastlayabiliriz. Bu dönemlerin hukuki ve siyasi konjonktürü kilise ve feodalizm ikilisinden oluşuyordu. Samuel Finer bu konuyla ilgili şöyle demektedir: “Orta çağ iki büyük kurum tarafından düzenlenmiş, şekillenmiş ve nüfuz edilmiştir. Hıristiyanlık ve Feodalizm. Eğer kilise Orta Çağ’ın taş sembolü ise, kale de buna eşittir.” [1]
Modern devlet anlayışıyla birlikte ortaya çıkan ulus devlet anlayışı, genellikle merkezden bir parlamento ile yönetilen devlet tipidir. Bu devlet anlayışı her ne kadar 16. ve 17. yüzyılda doğmuş olsa da, 18. ve 19. yüzyılda tam anlamıyla yürürlüğe girmiştir. Fakat bu devlet anlayışı, ortada hiçbir şey yok iken, öylesine insanların akıllarına gelmemiştir. Orta Çağ’da hüküm süren feodalizm esasında ulus devlet anlayışının ilk modelini oluşturmuştur. Pax Romana’nın (Roma Barışı) yıkılmasıyla birlikte anarşiye gömülen Avrupa kıtası, Hıristiyanlık dininin temsilcisi olan Papalık makamınca tekrardan tesis edilmek istenilmiştir. Vatikan bağımsızlığını kazanan yerel lortlar üzerinde hakimiyetini tesis etmek istedi. Öte yandan Papa tarafından imparator olarak taçlandıran Şarlman, ilk defa Avrupa’yı Roma İmparatorluğu sonrası tümüyle kapsayan bir siyasi hakimiyet kurmuştur.
Neredeyse bütün Batı Bütün Avrupa’yı “tek devlet, tek din” adı altında birleştiren Şarlman, ölümünden sonra kendisinin kurmuş olduğu büyük imparatorluğunun üçe bölünmesine engel olamadı. Şarlman’ın torunları büyük imparatorluğu üç krallığa bölerek, primitif fakat son derece otoriter bir devlet yapılanmasını oluşturdular. Fakat bu krallıklar ihtiyatlı bölünen krallıklar değildi zira sınırlar çok yanlış yerlerden çizilmişti. Şarlman’ın ölümünden 29 sene sonra imzalanan 843 yılındaki Verdun antlaşmasıyla birlikte Karolenj İmparatorluğu; Batı Frank Krallığı, Orta Frank Krallığı ve Doğu Frank Krallığı olarak üçe bölünmüştür. Özellikle Vikinglerin akınları yüzünden kuzeyde yer alan yerel beyler, merkezden uzak kaldıkları için krallarından yardım alamadılar ve bu zamanla merkez-yerel ayrılığını tetiklemiştir. Zira üçe bölünen imparatorluk, dikey şeklinde bölünmüştü ve sınırların bu yöntemle çizilmesi, özellikle kuzeydeki yerel beylerin merkezde yer alan krallarından zamanla ayrılmalarına sebebiyet vermiştir. Batı Frank Krallığı, zamanla Fransa Krallığı’na dönüşmüştür. Doğu Frank Krallığı, zamanla Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu’na dönüşmüştür. Orta Frank Krallığı ise bu iki güçlü devlet arasında kalmış, bazı bölgeleri Fransa tarafından alınmış (Burgondiya gibi), bazıları Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu tarafından alınmış (Alçak Ülkeler gibi), özellikle İtalya’daki topraklar ise şehir devletlerince bölünmüş ve ortaya bağımsız küçük İtalyan şehir devletleri çıkmıştır. Fakat bu devletler, kendilerinden önceki devletler gibi ilkel ve otoriter devletler değildi.
Feodalitenin Doğuşu ile Birlikte Değişen Devlet Anlayışı
Yerel lortların fazlasıyla güçlenmesi, kralların yetkilerini sınırlandırmasına yol açmıştı ve bu feodalizmin doğuşuna sebebiyet vermiştir. Fakat feodalizm, bir anda tüm Avrupa’ya yayılmamıştı.
Bu konuda Samuel Finer şöyle demektedir:
“10. yüzyılda Alman Krallığı feodal değildi. Feodalizm, 12. yüzyılda orada tanıtıldı. Alman Krallığı güçlü ama ilkel bir monarşi tipiyle başladı. 14. yüzyılda bu krallık neredeyse boşluğa indirildi ve krallığın kendisi, bağımsız yerel prensliklerin ortaya çıkışıyla birlikte neredeyse nominal bir konfederasyonu oldu. Frank Krallığı ise 10. yüzyılda Almanya’nın 14. yüzyıldaki geleceği gibi, büyük topraklara sahip güçlü dükler ve kontların gölgesinde bir krallık olarak büyük ölçüde nominal bir konfederasyonu idi; oysa 13.-14. yüzyılda, tam anlamıyla, feodal hukuktan elde edebileceği tüm faydalardan tam olarak yararlanarak bir krallık olarak feodal krallığı bir araya getirdi. 13. yüzyıldaki İngiltere Krallığı ise, Almanya gibi feodal değildi ve ayrıca güçlü kişiselleştirilmiş bir krallığa da sahipti. Normanların işgalinin etkisi ile güçlendirilen Anglo-Sakson devlet anlayışı ve feodal özelliklerin bir karışımı olan bu krallık, zamanın en etkili ve geniş kapsamlı merkezi hükümeti haline geldi.”
Feodalite ile birlikte kralların/devlet başkanlarının yetkileri bir hayli sınırlandırılmıştır. Orta Çağ boyunca toplum, uzun bir hiyerarşik karşılıklı yükümlülük ve görev zinciri olarak yapılandırıldı ve kim bu piramidin tepesinde durduğunda bugünün mevcut devlet başkanlarından çok farklı bir role sahipti. Krallara kabul ettirilen eski bir feodal prensip “vassallus vassalli mei non est meus vassallus” şeklindeydi. Yani vassalımın vassalı benim vassalım değildir. İşte bu feodal yasa, kralların yetkilerini içsel meselelere dair kısıtlıyordu. Bu yetki kısıtlaması, krallıktan krallığa değişiyordu zira her krallığın kendisine ait yasaları mevcuttu. Baronlar kontlara, kontlar düklere, dükler ise krala bağlıydı. Hatta bazen krallar bile imparatora bağlıydı (Kutsal Roma İmparatorluğu’nda sadece). Fakat mesela krala sadece dük bağlı olduğu için, düke bağlı olan kontlar üzerinde kralın söz hakkı yoktu. Dolaysıyla feodal krallıklar, günümüzdeki konfederasyonlara benzer bir devlet yapılanmaya sahiptiler. Krallığı oluşturan dükler, kendi içlerinde bağımsız fakat göreceli olarak dış meselelerde krala bağlı idiler. Tarihte bazen bu yerel düklerin çok güçlendiğini ve bağlı oldukları krala bazı yasaları kabul ettirdiklerini görebiliyoruz. Feodal vassal savaş ilanı yasalarıyla birlikte vassallar, krallığın dışında başka bir devlete, merkezi kralın onayı olmadan savaş ilanı edebiliyorlardı ve bu vassallar söz konusu savaşları kazandıklarında kendi topraklarını genişletebiliyorlardı. Vassalların toprakları genişlediği zaman, vassalların bağlı olduğu krallığın sınırları da otomatik olarak genişliyordu. Dolaysıyla modern merkezi ulus devletlerden önce feodal monarşilerde sınırlar, merkezin kontrolü dışında sıkça değişebilen dinamik bir karakteristik özelliğe sahipti.
Sınırların dinamik olmaları ve sürekli değişime açık olmalarının başka nedenleri daha vardı. Feodal devletlerde gelişmiş bir veraset sistemi olmadığı için, mevcut kral ya da krala bağlı dükün ölümüyle birlikte krallık ya da düklük oğulları arasında bölünebiliyordu. Bir başka sebep ise toprakların evlilik yoluyla hanedanlar arasında değişebilmesiydi. John Gerard Ruggie, Fransız tarihçisi Georges Duby’den Fransa Kralı II. Henry hakkında yazılmış ironik bir metni şöyle nakletmiştir:
“Bu Henry idi, babasından Anjou Kontluğu, annesinden Normandiya Düklüğü, evlilik yoluyla Akitanya Düklüğü’nü devralmıştı fakat aynı zamanda – sadece istisnai olarak, ama sadece istisnai olarak – İngiltere Kralı idi, ancak bu, zamanının en iyi bölümünü geçirdiği ülkeyi pek ilgilendirmiyordu.”
Dini Makam ve Seküler Makamın Kapışması
9. yüzyılda Vatikan “Papa caput totius orbis”, yani “Papa dünyanın efendisidir” ilkesini ilan ettiğinde, papalık makamının üstünde hiçbir makamın olamadığını deklare ederek tüm dünyevi makamlara meydan okuyordu, krallar ve hatta imparatora dahil. Bu çekişme Orta Çağ boyunca devam etmiştir. Mesela 13. yüzyılın sonlarında Papa Boniface VIII, dünyevi ve evrensel hükümranlık iddiasında bulunarak vergi alma hakkını talep etti. Bu iddia, Papa Boniface VIII tarafından hazırlanan Unam Sanctam fetvası/fermanıyla onaylandı. Bu kararla Papa’nın krallar üzerinde iktidarda üstün olduğu belirtilmiştir. Fransa Kralı Philip IV bu fetvaya, iki tane konseyi bir araya getirerek cevap verdi. Bu iki konseyler Piskoposlar Konseyi ve Soylular Konseyi şeklindeydi. Bu konseylerden çıkan ortak karara göre Fransa Krallığı, Papa Boniface’nin fetvasını reddediyordu. Bu olaydan sonra, 1303 yılında, Fransa Kralı Philip, şövalyesi Guillaume de Nogaret’i Papa Boniface’yi hapse atmak için İtalya’ya bir orduyla göndermiştir. Sonunda Papa Boniface yakalandı ve öldürülmüştür.
Dini otoritenin merkezi olan Vatikan ile seküler otoriteler (devletler) arasında bu çatışmalar uzun yıllar boyunca devam etmiştir. Bu çekişme göreceli olarak 1555 Augsburg Barışı ile birlikte sona ermiştir. Kutsal Roma İmparatorluğu Diyet’i, 1555’te savaşan Katolikler ile Lutherci prensler arasında barışı sağlamak için Augsburg’da toplandı. Curius regio, ejus religio (hükümdarın dini neyse, ülkesinin dini de odur) prensibi benimsendi. Din ayrıca hukuk demekti. Böylece her hükümdara kendi topraklarının dinini ve bağımsız yasalarını belirleme yetkisi verilmiş oldu. 1555 Augsburg Barışı, 1648 Westphalia Antlaşması’na giden yolun ilk belirtisi olmuştur. Her prenslik böylece dilediği dini seçebiliyordu ve yasalarını özgürce düzenleyebiliyordu. Böylece ulus devlet anlayışının iskeleti, henüz 1648 Westphalia antlaşmasından önce şekillenmiş olmuştu. Kilisenin “Res Publica Christiana”, yani “Hıristiyan Topluluğu” ya da “Hıristiyan Milletler Topluluğu” vizyonu böylelikle yerel krallıklar tarafından reddedilmiştir.
Reform ile birlikte kesin olarak bölünen Hıristiyan alemi, böylelikle asla tek çatı altında birleşemeyecekti. 1555 Augsburg Barışı ile temelleri atılan Reform hareketi, 1648 Westphalia antlaşması ile nihayete ermiştir. Artık devletler, Vatikan’ın gölgesi altında egemenliklerini Papa’ya devretmeyecekler ve diledikleri dini ve yasaları tatbik edeceklerdi. Aynı zamanda Latince önemini kaybedecekti ve buna karşı yerel Cermen dilleri önem kazanacaktı. Ayrıca bağımsızlığı için 80 yıl boyunca Kutsal Roma İmparatorluğu ile savaşan Yedi Birleşik Hollanda Cumhuriyeti de 1648 Westphalia antlaşması ile birlikte de facto bağımsız bir devlet olarak tanınacaktı. Tüm bu gelişmeler, ulus devlet anlayışını zamanla daha da güçlendirecekti ve otoriter, kendilerine münhasır güçlü monarşi devletleri Avrupa’da adeta bir moda haline gelecekti.
KAYNAK
S.E. Finer, the History of Government, Volume II. the intermediate ages (Oxford: Oxford University Press, 1997)
John Gerard Ruggie, ‘Territoriality and Beyond: Problematizing Modernity in International Relations’, in: International Organization, Vol. 47, No. 1. (Winter, 1993) 139-174, there 149-150.
George Duby, the three Orders: Feudal Society Imagined, translated by Arthur Goldhammer (Ch. icago: University of Chicago Press, 1980)
Thierry Baudet, The Significance of Borders: Why Representative Government and the Rule of Law Require Nation States (2012)
E-BÜLTENE ABONE OLUN
Stratejik Ortak yazarlarının makalesi ve haritalar ücretsiz e-postanıza gelsin.
Abone oldunuz, teşekkürler.
Bir şeyler yanlış oldu. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.
E-BÜLTENE ABONE OLUN
Stratejik Ortak yazarlarının makalesi ve haritalar ücretsiz e-postanıza gelsin.
Abone oldunuz, teşekkürler.
Bir şeyler yanlış oldu. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.