Selçuklular sadece Türk tarihi içerisinde önemli bir yer edinmiş değildir. Orta Doğu tarihi, İslam tarihi, Avrupa tarihi ve hatta dünya tarihinde önemli bir yer edinmiş olan Selçuklular, içerisinde bulundukları söz konusu coğrafyada hegemon güç olmayı basarmışlardır. Yayılış sahası olarak Harezm bölgesinden Maveraünnehir, oradan da Horasan’a uzayan Selçuklular, Antik Pers, Med, ve Sasani İmparatorluklarının hakimiyet alanlarına yerleşmiş ve Türk-İran kültürü içerisinde dünyanın en güçlü devletini kurmuşlar, Malazgirt zaferinin ardından Doğu Roma İmparatorluğu’nu savunma pozisyonuna sevk edip Küçük Asya denilen Antik Roma miras topraklarını tamamen ele geçirip Türkleştirme ve İslamlaştırma faaliyetlerini en yüksek tempoda gerçekleştirip, Katolik Avrupa kıtasındaki dengeleri kökten tetikleyip Haçlı Seferlerine sebebiyet vermişler ve üstelik Hicaz ve Kudüs kutsal topraklarını ele geçirip Sünni İslam dünyasının hamisi durumuna gelmişlerdir. Osmanlı’ya nazaran daha erken bir tarihte sahneye çıkan Selçuklular, donemin en büyük devletini kurarak cihan hakimiyeti mefkuresine öncülük etmiştir. Selçuklulardan önce de Türk İslam geleneği doğrultusunda devlet kurup baskın güç olmayı başaran Gazneliler, Samaniler ve Karahanlılar gibi devletler, Selçuklulara göre tek evreli ve tek yönlü kalmışlar ve bölgenin baskın gücünün üstünde bir statüye erişememişlerdir. Fakat ilk defa Selçuklularla birlikte Orta Asya, Orta Doğu, Kafkasya ve Anadolu dinamikleri doğrudan, Avrupa, Kuzey Afrika ve Hindistan dinamikleri ise dolaylı olarak etkilenmiş ve Selçuklular hegemon güç algısını da aşıp küresel güç olarak tarih sahnesine giriş yapmıştır. Çok hızlı bir şekilde tarih sahnesine giren Selçuklular, askeri başarıları ile kurmuş oldukları siyasi hakimiyetlerini idari anlamda muhafaza etmeye ve geliştirmeye çalışmışlar, zaman zaman başarılı olsalar da eninde sonunda sağlam ve sürdürülebilir bir sistem oluşturamamışlardır. Bu yazımızda bunun ana nedenlerini tartışmadan önce Selçukluların kuruluş kodlarına girip, hangi gelenekten geldiklerini ve geçiş süreci içerisinde bu geleneklerini nasıl sürdürdüklerini masaya yatırıp, daha sonra Selçukluların devlet anlayışlarını inceleyeceğiz. Kronolojik bir yöntem kullanıp Selçuklu devletinin kurulusuyla başlayarak devlet alayişinin kuruluş dönemindeki temellerine değineceğiz.
(Not: Bu yazı Selçuk Bey’in bağımsızlık fikrinkinden başlayıp ölümden sonra Musa, Tuğrul ve Çağrı’nın bağımsızlık mücadeleleriyle devam edecektir. Yazının sonunda ise Büyük Selçuklu Devleti’nin nasıl kurulduğunu ve bunların ışığında hangi hakimiyet ve devlet anlayışı yönetilmeye başlandığını tartışacağız. Bu yazının ikinci bölümü, bu söz konusu birinci yazının kaldığı yerden devam edecektir ki, bu da ikinci yazının bu yazının yayımlanmasından sonra gelmesi demektir)
Erken Selçukluların Bağımsızlık Fikirleri
Oğuz Yabgu Devleti’nde başkomutan olan ve Oğuz Yabgusu ile taht mücadelesine girişmesinden sonra yenileceğini anlayan Selçuk Bey, Oğuz Yabgu Devleti’nden kopup, Yenikent’i terk ederek kendi aşireti ile Cend bölgesine göç etmiştir. Cend şehri o dönemlerde Oğuz Yabgu Devleti’ne vergi ödeyen bir şehirdi. Dolaysıyla Cend şehrinin Müslümanlar tarafından yöneltildiğini fakat Müslüman olmayan Oğuz Yabgu Devleti’ne bağlı olduğunu söyleyebiliriz. Selçuk maiyeti ile birlikte Cend şehrine vardığı zaman, orada tutunmak ve bölge sakinleri ile barış arasında yasamak için Müslümanlığa geçtiğini söyleyebiliriz. Fakat Selçuk önderliğindeki Oğuzların Gök Tanrı inancından İslam’a geçiş yaptıkları hususunda soru işaretleri bulunmaktadır. Zira Selçuk’un oğullarının adlarına baktığımız zaman, bunların Musevilik motifleri taşıdığını söyleyebiliriz. Hazarların dokuzuncu yüzyılda Gök Tanrı dininden ayrılıp Museviliğe geçtiğini El-Mesûdî’den bilmekteyiz. Hazarlar arasında çok ünlü olduğunu bildiğimiz Selçuk’un babası ‘’Demir Yaylı’’ Dukak’ın da Musevi inancına sahip olması muhtemeldi. Zira Dukak’ın torunları olan Selçuk’un oğullarının adları bu tezi destekler niteliktedir. Bu adlar sırayla Mikail, Arslan Israil, Musa, Yusuf ve Yunus seklindedir. Gök Tanrı inancına sahip Türklerin çocuklarına böyle adlar vermediklerini ve Museviliğin Hazarlar arasında yaygın olduğunu birleştirdiğimiz zaman, Selçuk’un da muhtemel olarak Musevi olduğunu, Cend’e göç ettikten sonra da maiyetiyle birlikte İslamiyet’e geçtiklerini söyleyebiliriz. Zira Gök Tanrı inancı ile Musevi inancını kıyasladığımızda, Museviliğin İslamiyet ile birlikte semavi bir din olduğunu ve İslamiyet’e daha yakın olduğu kesindir.
Selçukluların Cend şehrinin Müslüman valisi ile ilişkileri iyi bir seviyedeydi. Selçuklu Oğuzlarının İslamiyet’e daha sıkı bağlanmaları için Selçuk’un Cend valisinden kendilerine fakihlerin göndermesini istemiştir. Selçuk Bey, Oğuz Yabgusunun vergi toplamak için Cend şehrine elçiler yolladığı sırada İbnü’l-Esîr’in aktardığına göre Selçuk elçiye: ‘’Biz Müslümanlar gayrimüslimlere vergi vermeyeceğiz’’ demiştir. Selçuk’un bu yaklaşımı esasında kendilerinin Cend valisi ve ahalisi ile birlikte Oğuz Yabgusuna fiilen bağlı olmadıklarını, bağımsız bir devlet olarak hareket etmek istediklerini görmekteyiz. Bu olayı bir başkaldırış olarak yorumlayan Oğuz Yabgusu Cend üzerine ordu göndermiş ve bu savaşta Selçuk’un oğlu Mikail hayatını kaybetmiştir. Mikail’in oğulları Çağrı ve Tuğrul ise dedelerinin himayesine girmiştir. Selçuk Cend şehrinde kalırken oğullarından Arslan Israil Samanilerin başkenti Buhara civarındaki Nur kasabasına yerleşmiştir. Bu tarihi bilgiye baktığımızda Selçuklu Oğuzlarının hala göçebe olduklarını ve Selçuklu aile fertlerinin de kendilerine has birliklerinin bulunduğunu söyleyebiliriz. Arslan Israil 985 yılında Samani Emiri II. Nuh tarafından başkent Buhara yakınlarına obası ile birlikte yerleştirilmiştir. 999 yılında Karahanlılar tarafından yıkılan Samaniler’in son emiri II. İsmail, Karahanlilar tarafından esir edilmiştir. Karahanlıların elinden kaçarak 1003 yılında Karahanlılara karşı destek bulmak için Cend şehrine giden Samani Emiri II. İsmail, Selçuklu Oğuzlarından yârdim istemiştir. Selçuk, Samani Emiri’nin destek isteğini kabul etti ve kızını Samani Emiri II. İsmail’e vererek Samani Emiri’nin kayınbabası olarak Karahanlılara karşı savaşa girmiştir. Selçuklu Oğuzları bu dönemlerde Oğuz Yabgu Devleti’ne bağlı olmadıklarına ve resmi anlamda taninmiş bağımsız bir devlet olmadıklarına göre, Samanilerin Emiri II. İsmail’i metbû saymışlar ve onun hizmetine girmişlerdir. Fakat Samani Emiri II. İsmail’in memleketi Karahanlılarca istilaya uğradığından, Samani Emiri memleketini Karahanlıların elinden kurtarmak için bir başkaldırısı başlatmıştır. Bu bilgiye baktığımızda ortada fiili bir Samani kuvveti görürüz, fakat resmiyette bu devletin Karahanlılar tarafından yok edildiği malumdur. Su halde Selçuklu Oğuzları ile müsavi, yani eşit bir derecede ittifak kurduğu anlaşılan Samani Emiri’nin memleketini tekrar kurtarmaya gayret ettiğini, Selçuk önderliğindeki Selçukluların da Cend şehrinde fiilen ve kısmen bağımsız bir aktör olarak hareket ettiğini gözlemleyebilmekteyiz. Selçuk’un oğlu Arslan Israil kendine bağlı Oğuz Türkmen atlılarıyla birlikte Samani Emiri II. İsmail’in zorlukla ve büyük bir gayretle topladığı orduya katılarak Karahanlıların üzerine yürümüştür ve Semerkant civarlarında Karahanlı komutanı Subaşı Tegin’in ordusu mağlup edilmiştir. Karahanlı hükümdarı bu yenilgiyi duyar duymaz kendi ordusu ile Semerkant’a gelmiştir. Fakat Selçuklu Oğuzları bir gece baskını ile bu orduyu da dağıtmış, on sekiz Karahanlı komutanını esir almış ve Karahanlı karargâhını yağmalayarak çoğu ağırlık ve teçhizatı ele geçirmişlerdir. 1004 senesinde Samaniler başka bir Karahanlı ordusunu Selçuklu Oğuzlarının yardımıyla yine bozguna uğratmıştır. Samani Emiri II. İsmail’in Selçuklu Oğuzlarından destek istemesi için Buhara’dan kalkıp Cend’e kadar gitmesi, Selçuklu Oğuzlarının henüz bağımsız bir aktör olmamalarına rağmen bölgedeki prestijlerinin ne kadar yüksek olduğunu, bu yüksek prestijlerini de şüphesiz askeri hüner ve başarılarına borçlu olduklarına bağlayabiliriz. Selçuklu Oğuzları henüz bağımsız bir aktör olarak varlıklarını sağlamlaştırmadan önce aşiretin merkezi Selçuk’un yönetiminde Cend civarında, Selçuk’un oğlu Arslan Israil ise obasıyla birlikte Buhara civarında bulunmaktaydı. Konar göçer hayat anlayışına sahip Selçuklu Oğuzları, Cend’e göç etmeden önce de bozkır hayat şartlarında yasadıklarını ve Cend’e göç edip İslamiyet’e geçtikten sonra yerleşik hayata geçmediklerini, göçebe hayatlarına devam ettiklerini görmekteyiz.
Selçuk’un Ölümünden Sonra Güç Dinamiklerinin Değişmesi
Selçuk Bey 1007 yılında öldükten sonra Arslan Israil aşiretin başına ‘’Yabgu’’ unvanı ile geçmiştir ve bundan sonra Arslan Yabgu olarak anılmıştır. Arslan Israil’in Yabgu unvanını kullanması, Selçuklu Oğuzlarının Oğuz geleneğinden kopmadıklarını ve İslam yörelerinde bu geleneği sürdürdüklerinin bir göstergesidir. Arslan Yabgu’nun kendisine bağlı 4000 atlısı bulunmaktaydı. Bunun dışında Selçuk’un diğer oğulları Yusuf ve Musa ile birlikte Selçuk’un torunları Mikail oğlu Cari ve Tuğrul’un da kendilerine bağlı Türkmen atlıları bulunmaktaydı. Selçuklu aile fertlerinin kendilerine ait ordularının bulunması, tüm aile fertlerinin aşiretin reisine bağlı olduklarının dışında kendilerine ait bir oba ve orduya sahip olduklarını göstermektedir. Bu husus şüphesiz merkezi bir yönteminden yoksun olan erken Selçukluların Cend’e goc etmeden önceki geleneklerini sürdürdüklerini göstermektedir. Arslan Yabgu’nun Selçuklu aşiretinin lideri olmasından sonra 1020 yıllarında Selçuklu Oğuzlarının büyük bir kısmı Cend şehrini terk ederek Buhara civarına yerleşmiştir. Karahanlıların eline gecen Buhara büyük çalkantılar içerisindeydi ve Selçuklu Oğuzları kendilerini Karahanlı iç savasının ortasında bulmuştur. Arslan Yabgu bu iç savaşta Karahanlı hükümdarına karşı ayaklanan Kağan’ın kardeşlerinin yanında saf tutmuştur. Kendisine karşı ayaklanan kardeşlerinin isyanlarını bastırmak için Gazneli Mahmut ile ittifak kuran Karahanlı Yusuf Kadir Han, bu iç savaşı yenmiştir. Arslan Yabgu, Gazneli Mahmut tarafından esir alınmış ve Hindistan’da bulunan Kalıncar kalesinde esaret altında iken hayatını kaybetmiştir. Arslan Yabgu’nun bu trajik ve skandal olumu Selçuklu Oğuzlarında bir bozulma meydana getirmiştir.
Selçuk’un diğer oğlu Musa, Arslan Israil gibi, Yabgu unvanını kullanarak Selçuklu aşiretinin başına geçmiştir. Fakat yaşlı olmasından kaynaklıdır ki, aşiret islerinde pasif kalmıştır. Bunun için Selçuk’un oğlu Mikail’in oğulları Çağrı ve Tuğrul, Selçuklu aşiretini fiilen yönetmeye başlamışlardır. Oğuz Selçuklularının büyük bir kısmi Tuğrul ve Çağrı etrafında toplanmaya başlamıştır. Kuzeyde Oğuz Yabgularının, doğuda Karahanlılarının, güneyde de Gaznelilerin baskılarının arasında sıkışıp kalan Oğuz Selçukluları göç edecek yeni yurt aramaya başlamıştır. Zira Cend-Buhara hattında kaldıkları müddetçe yukarıda saymış olduğumuz 3 büyük devlet tarafından yok edilme tehlikeleri yüksekti. Musa Yabgu ve Tuğrul, Oğuz Selçuklularının büyük bir kısmıyla çöllere sığınmıştır. Çağrı ise, amcası Musa Yabgu ve abisi Tuğrul’dan izin alarak, kendisine ait 3 bin Türkmen atlıyla batıya doğru göç etmiştir. Esasında ideal bir yurt aramaya çıkan Çağrı, Hazar Denizi’nin güneyinden Kafkaslar ve Anadolu’ya vararak buralarda keşif hareketlerinde bulunmuştur. 3 yıl suren bu keşif seferi esnasında Kafkaslar ve Doğu Anadolu’da bulunan tüm Ermeni Prensliklerini darmadağın eden Çağrı Bey, Kafkaslar ve Anadolu’da kendilerine karşı güçlü bir rakibin bulunmadığını anladı ve yüksek miktarda esir ve ganimet sayısı ile abisi Tuğrul ve amcası Musa Yabgu’nun yanına geri dönmüştür. Çağrı bu keşif seferinde önüne çıkan tüm Ermeni ordularını teker teker hezimete uğratmıştır. Urfalı Mateos Ermeniler’in Türker’i ilk gördükleri andaki sakinliklerini söyle aktarmaktadır: ‘’’Bu zamana kadar bu cins Türk atlı askeri görülmemişti. Ermeni askerleri onlarla karşılaşınca onların acayip şekilli, yaylı ve kadın gibi uzun saclı olduklarını gördüler’’. Çağrı, amcası Musa Yabgu ve abisi Tuğrul’un yanına vardığında onlara keşif seferi hakkına malumat vermiştir. Çağrı, abisi Tuğrul’a söyle demiştir: ‘’Biz buradaki güçlü devletler ile, yani Karahanlı ve Gazneli devletleriyle mücadele edemeyiz ve bunların hakkından yalnız gelemeyiz. Fakat keşfetmiş olduğum Arminya bölgesine gidebiliriz. Çünkü buralarda bize karşı gelecek kimse yoktur.’’ Selçukluların bu evredeki yönetim anlayışlarına bakılırsa, Arslan Yabgu’nun ölümünden sonra bir bölünme meydana gelmiştir. Musa Yabgu, hayatta olan aile fertleri arasında en yaşlısı ve tecrübelisi olması hasebiyle aşiretin başına geçmiş, öte yandan Arslan Yabgu’nun oğulları Kutalmış ve Resul Tigin babalarının ölümünden sonra yönetimi ele geçiremedikleri için Musa Yabgu ve kuzenleri Çağrı ve Tuğrul beylerle çatışmaya girerek bu çatışmadan bir yenilgi ile ayrılmışlardır. Zira bunu Kutalmış ve Resul Tigin’e bağlı Selçuklu Oğuzlarının 4000 çadır ile Gaznelilerin elinde olan Horasan’a göç etmelerinden anlamaktayız.
Gazneli Mahmut’a diğer Selçuklu Oğuzlarının kendilerine zulüm ettiklerini, Horasan’ın üstünde bulunan Mâverâünnehir ve Harezm bölgesinde artık barınamayacaklarını, bunun için Horasan bölgesinde bir yurt istediklerini dile getiren Kutalmış ve Resul Tigin’e bağlı Selçuklu Oğuzları böylece diğer Selçuklulardan ayırılarak Horasan’a göç etmiştir. Tuğrul, Çağrı ve Musa Yabgu önderliğindeki ana Selçuklu aşireti 1035 yılına kadar Mâverâünnehir ve Harezm bölgesinde yasamaya devam etmiştir.
Fakat Selçuklu Oğuzlarına yönelik baskılar kuzeydeki Oğuz Yabgu Devleti tarafından artınca, çareyi tıpkı diğer Selçuklu Oğuzları gibi Mâverâünnehir ve Harezm bölgesinden ayrılıp, Ceyhun nehrini geçerek Horasan topraklarına göç etmekte bulmuşlardır. Bu göç döneminde Musa Yabgu, Çağrı Bey ve Tuğrul Bey birlikte hareket etmişlerdir.
Selçuk Bey’in diğer oğullarından Yunus ve Yusuf’ta Çağrı ile Tuğrul’u takip etmişlerdir. Ayrıca Yusuf’un oğlu İbrahim’in adı da bu göç esnasında geçmektedir. Yaklaşık 10 bin atlı ile, kalabalık bir maiyetle Horasan’a giren Selçuklu Oğuzları, Gazneli Devleti’nde büyük bir çalkantı ve panik ortamına sebebiyet vermiştir. Gazneli Veziri Ahmed bin Abdussamed, ‘’’Bugüne kadar isimiz çobanlarla idi, simdi ülkeler zapt eden beyler geldi’’ demiştir. Gazneli devlet adamlarında genel anlamda ‘’Horasan elde gitti’’ ya da ‘’Horasan istilaya uğradı’’ havası uyanmıştı. Gazneli Sultani Mesud bile büyük endişeye kapıldı ve derhal 17 bin kişilik bir ordu toplayarak, Hacib Begtogdi’yi komutan tayin edip Selçuklu Oğuzlarının üzerine göndermiştir. Fakat Tuğrul bey, Çağrı Bey ve Musa Yabgu, Gazneli Sultani Mesud’a bir mektup yazarak, toplam 3 elçiyle Gazneli Sultan’ına mektuplarını iletmişlerdir ve sultanin hizmetine girmek istediklerini, kuzeyden gelen tehlikeler karşısında Gazne devletini korumak istediklerini ve bunun karşılığında Nesa ve Ferave vilayetlerinin kendilerine tahsis edilmesini istemişlerdir. Fakat Selçuklu Oğuzlarını yeneceğinden emin olan Gazneli Sultani Mesud, görevlendirdiği 17 bin kişilik ordunun 1035 yılında Selçuklu Oğuzları tarafından ağır bir mağlubiyete uğratıldığını haber alınca Tuğrul Bey, Çağrı Bey ve Musa Yabgu’ya derhal elçi göndererek barış istediğini, Dihistan eyaletini Çağrı Bey’e, Nesa eyaletini Tuğrul Bey’e ve Ferave eyaletini de Musa Yabgu’ya verdiğini ilan etmiştir. Kendilerine bu eyaletler verilen Selçuklu beyleri buralarda önce Gazne Sultanı adına, sonrasında ise kendi adlarına hutbe okutarak, üçünün Gaznelilere bağlı birer özerk devlet olduklarını göstermiştir.
Fakat güçlerini toparlayan ve civardaki Oğuzları kendi memleketlerine davet eden Selçuklu Oğuzları, yapılan barıştan yaklaşık 4 ay sonra Gaznelilerin Hindistan seferinde olmasını fırsata çevirerek Belh ve Sistan’i yağmalayarak Gaznelilere meydan okumuşlardır. Gazneli Sultanı 15 bin kişilik bir ordu gönderdiyse de bu ordu ağır bir yenilgiye uğratılmıştır. Yıllar önce Arslan Yabgu’nun ölümünden sonra Çağrı ve Tuğrul tarafından mağlup edilip Horasan’a göç edip Rey ve Hemedan bölgelerinde Gazneliler’in hükmü altında yasayan Selçuklu Oğuzları da (Irak Oğuzları da denilir) akrabalarının bu zaferinden cesaret alarak Rey Valisi Taş-ı Ferrâş’ı öldürerek Rey’e hakim olmuşlardır.
Ayrıca Çağrı Bey’in Anadolu ve Kafkasya seferinden sonra Azerbaycan bölgesine yerleşen Oğuzlar, Horasan bölgesindeki diğer Oğuzların bu galibiyetlerini duyar duymaz Horasan’a gelmişler ve Selçuklu Oğuzları ile birleşip Gaznelilere karşı savaşmıştır. 1037-1038 yılında tekrar büyük bir hezimete uğrayan Gazneli Sultanı Gazne’ye çekilmiş ve kuvvetlerini toparlamıştır. Bu sırada Selçuklu Oğuzları Horasan bölgesini tamamen ele geçirmiştir. Çağrı Bey ordusuyla Merv’e, Tuğrul Bey Nisabur’a, Musa Yabgu ise Serahs’a girmiştir. Tuğrul Bey Sultanü’l-Muazzam (Büyük Sultan) unvanı ile bağımsızlığını ilan etmiştir, Musa Yabgu el-Melikü’l-âdil (adalet sahibi Melik) unvanını ve Çağrı Bey ise Melikü’l-Mülûk (Meliklerin Meliki) unvanını alarak abisi Sultan Tuğrul adına hutbe okutarak Selçukluların biçimsizliğini ilan etmiştir. Horasan bölgesindeki tüm Oğuzlar ise, Sultan unvanını kullanan Sultan Tuğrul’a biat etmiştir. Daha sonra 1040 yılında Dandanakan’da Gazneli ordusunu dağıtan Selçuklular sadece bağımsızlık mücadelelerini kazanmadılar, ayni zamanda Gazneliler üzerinde güçlü bir hakimiyet kurmuşlardır. Horasan’a yeni gelen Selçuklu Oğuzları, ilk etapta Gazneli Sultan’ına toplam uç elçi göndermiştir. Birinci elçi Musa Yabgu’yu, ikinci elçi Tuğrul Bey’i, üçüncü elçi ise Çağrı Bey’i temsil etmekteydi. Buradan anlaşılacağı üzere bu üç Selçuklu beyinin de statüleri eşitlenmiş durumdaydı ve Selçuklu Oğuzları ortak bir aile konfederasyonu kurmuşlardı. Gaznelileri yendikten sonra da bağımsızlığını ilan eden Selçuklular, Tuğrul Bey’i Büyük Sultan olarak kabul etmişler ve Tuğrul, Büyük Sultan unvanını kullanarak Sultan Tuğrul olarak hitap edilmeye başlanılmıştır. Büyük Sultan unvanı ile anılan Sultan Tuğrul, böylelikle diğer tüm sultanlardan daha yüksek bir statüde olduğunu ve padişahlık makamında olduğunu ilan etmiştir.
Horasan’a göç ettikten sonra konar göçer hayatlarını yarı yarıya terekeden Selçuklular, Sultan Tuğrul önderliğinde bağımsızlıklarını ilan ettikten sonra göçebe hayatını tamamen terk ederek yerleşik hayata geçmişlerdir. Selçuk Bey’in ölümünden sonra Selçukluların başına gecen Arslan Yabgu ve Arslan’ın da ölümünden sonra onu takip eden Musa Yabgu, Yabgu unvanını kullanarak Oğuz geleneğini sürdürmüşler ve göçebe hayatından vazgeçmemişlerdir. Fakat bağımsızlık ilanı esnasında Tuğrul’un Sultan, Musa ve Çağrı’nın Meliklik unvanlarına bakıldığında, İslam geleneğini de jure olarak, yani resmiyette esas aldıklarını, Oğuz geleneğini de kısmen terk ettiklerini görebilmekteyiz.
Selçukluların İdari Taksimat Geleneği ve Riskleri
1037 yılındaki bağımsızlık ilanından sonra yerleşik hayata geçip devletleşme surecine giren Selçuklular, 1040 yılındaki Dandanakan galibiyetinden sonra Gaznelilerin gücünü kırmış ve Iran bölgesinin en güçlü devleti olarak kabul edilmiştir.
Fakat bu de facto, yani fiili varlığın dışında de jure, yani resmi bir durumun netleşmesi gerekirdi. Merv’de büyük bir kurultay düzenleyen Sultan Tuğrul, uzun istişareler sonucu Ebu İshak el Fukkai’yi elçi olarak Bağdat’ta bulunan Abbasi Halifesi’ne gönderme kararını onaylamıştır. Sultan Tuğrul, Abbasi Halifesi Kaim bin Emrillah’a Ebu İshak el Fukkai aracılığıyla Horasan’da adaletle hükmedeceğini ve müminlerin koruyucusu olan Halifeye sadakatten ayrılmayacağını bildirmiştir. Bu bakımdan, kendi devletinin İslam coğrafyasından kabul edilmesini amaçlayan Sultan Tuğrul, Abbasi Halifesi’ne sadakatini sunup, yeni kurmuş olduğu devletinin hukuki ve resmi olarak tanınmasını sağlamıştır. Sultan Tuğrul bu olaydan sonra, eski bir Oğuz-Türk geleneği olarak, yeni kurmuş olduğu devletinin topraklarını Selçuklu aile fertleri arasında bölüp paylaşmaya başlamıştır. Buradan anlaşılacağı üzere, devlet hanedanın mülkü olarak sayılmıştır. Belh ve Serahs ile birlikte Ceyhun ile Gazne arasındaki bölge Çağrı Bey’e (Melik Çağrı), Bust ve Sistan eyaletleri ise Musa Yagbu’ya (Melik Musa) bırakılmıştır. Sultan Tuğrul ise Irak-acem ve diğer batıda kalan toprakları almıştır. Bunun dışında Yusuf Yinal’ın oğlu İbrahim Yenal’a Kuhistan eyaleti, Arslan Yabgu’nun oğlu Kutalmış’a Damgan ve Curcan, Çağrı Bey’in (Melik Çağrı) oğlu Kavurd Bey’e de Kirman eyaleti verilmiştir.
Sultan Tuğrul’un bizzat yönettiği topraklar dışında, diğer Selçuklu hanedanına mensup toprak sahibi beylerin kendi içlerinde bağımsız, fakat en nihayetinde Sultan Tuğrul’a bağlı olduğunu bilmekteyiz. Bunu, Çağrı Bey’in kendi inisiyatifi ve imkânlarıyla Gazneli Sultanı İbrahim ile yaptığı savaşlardan ve bu savaşlarda ele geçirdiği bölgeleri kendisi adına hutbe okutarak yönetmesinden anlamaktayız. Gelişmiş bir merkezi anlayışından yoksun olan Selçukluların, İslamiyet öncesi Türk ve Oğuz devlet geleneklerini hala sürdürmüşlerdir. Göçebe hayatını terk edip zaruri olarak yerleşik hayata gecen Selçuklular, zihniyet bakımından eski Türk ve Oğuz geleneklerinden kopmamışlardır. Devletin merkezinde Sultan Tuğrul oturur iken, Musa ve Çağrı ‘’Melik’’ unvanlarıyla ile kendi bölgelerini yönetmişler, hatta Sultan Tuğrul’dan sonra kendi adlarına hutbe okutturup kendi adlarına sikke bastırmışlardır. Sultan Tuğrul, bir Oğuz geleneği olarak devletini kardeşi ve amcası arasında paylaşmıştır. Sultan Tuğrul’un bu tutumu, devlet içi istikrarı ve barısı olumsuz yönden etkilemiştir. Zira hanedan üyelerine taksim edilen bölgelerde bizzat söz sahibi olmayan Sultan Tuğrul, buraları yöneten akrabaların işlerine kafasına göre karışamamıştır. Böylece mesela Çağrı Bey ile Musa Yabgu arasındaki hakimiyet mücadelesine engel olamayan Sultan Tuğrul, ancak Musa Yabgu’nun şikâyetleri sonrasında meseleye dahil olma hakkına sahip olmuş ve kardeşi Çağrı Bey’i sert bir dil ile kınayarak, Çağrı Bey’in Musa Yabgu’dan aldığı bölgeleri amcası Musa Yabgu’ya tekrar iade ettirip ona para bastırma ve kendi adına hutbe hakkını tekrar elde etmesini sağlamıştır. Çağrı Bey’in Musa Yabgu ile giriştiği bu hakimiyet savaşına bakılırsa, Çağrı Bey’in Musa Yabgu’ya verilen bölgeler üzerinde hak sahibi olduğunu göstermiştir. Böylece Selçuklu Devleti’nin eski Türk-Oğuz geleneklerine göre ikiye bölünmesini, bir bölümünü abisi Sultan Tuğrul, diğer bölümünün ise kendisinin olmasını savunmuştur. Fakat henüz bağımsız bir devlet olmadan önceki doneme baktığımızda, Selçuklu Oğuzlarının o dönemlerde bile bir aile federasyonu ile obalarını ve aşiretlerini yönettiklerini görmekteyiz. Bu geleneği korumak isteyen Sultan Tuğrul, böylece kendi sultanlığını kabul eden tüm Selçuklu aile fertlerine kendi devletinden pay vermiş, pay verdiği bölgeler onların mülkü olmuştur.
Sultan Tuğrul’un Son Döneminde Meydana Gelen Çalkantılar
Kendisine Kuhistan eyaletinin verilmesiyle birlikte Selçukluların bati sınırlarını koruyan ve batı fetihlerini Arslan Yabgu’nun oğlu Kutalmış Bey ile yöneten İbrahim Yinal, Sultan Tuğrul’un Büveyhiler ile uğraşmasını fırsat bilip, emrindeki bati sınırlarında görev yapan güçlü ordusuna güvenerek 1058 civarında Sultan Tuğrul’a başkaldırmıştır. Sultan Tuğrul, kardeşi Çağrı’n oğulları olan yeğenleri Kavurd ve Alparslan’ın desteği sayesinde İbrahim Yinal isyanını bastırmıştır ve İbrahim Yinal’i bizzat, kendi elleriyle, yayın kirişi ile infaz etmiştir. Sultan Tuğrul’un amcasının oğlu olan İbrahim Yinal’in kanını dökmeden infaz etmesi, Sultan Tuğrul’un Oğuz geleneklerine sımsıkı bağlı olduğunu göstermektedir. Zira kut anlayışının yaygın olduğu Oğuzlarda, kut sahibi ailenin kanı kutsaldır. Dolaysıyla isyankar olsa dahi, kutlu kanı taşıması dolaysıyla kut sahibi aile üyesinin kanını dökmeden infaz edilmesi gerekmektedir. 1060 yılında kardeşi Çağrı Bey’in vefat etmesi, kendi yaşının ilerlemesi ve bir varisinin bulunmaması dolaysıyla kardeşi Çağrı Bey’in oğullarından Süleyman’ı varis olarak ilan eden Sultan Tuğrul, Arslan Yabgu’nun oğlu Kutalmış’ın
isyanı ile karşılaşmıştır. Zira Sultan Tuğrul’dan sonra kendisinin hanedan içerisinde en yetenekli ve tecrübeli olduğunu düşünen Kutalmış, Çağrı oğlu Süleyman’ın varis olarak ilan edilmesini kabul etmemiş, kendisinin varis olmasını savunmuştur. Doğu Roma İmparatorluğu ve Gürcistan Krallığı’na karşı çeşitli zaferler elde eden ve Büyük Selçuklu Devleti’nin batısında çok ünlenen Kutalmış, 1061 yılında 50 bin civarında asker toplamıştır. Çok güçlenen Kutalmış’a asker gönderen Sultan Tuğrul, ordusunun Kutalmış tarafından yenilgiye uğratıldığını öğrenince bizzat kendisi ordusunun başında Kutalmış’ın elindeki Girdkuh kalesini kuşatmıştır. Fakat burayı da alamayan Sultan Tuğrul, veziri Amîdülmülk el-Kündürî’yi görevlendirdi ve vezirini Kutalmış’a göndererek isteklerini işitmek istemiştir. Diplomatik müzakerelerin bir türlü ilerlemediği bir ortamda Büyük Selçuklu Devleti içindeki ikili bölünmüşlük devam etmiştir. Sultan Tuğrul’un gücü Kutalmış’a yetmemiştir. Çoğu tarihçiler, Sultan Tuğrul’un Kutalmış’a karşı gücünün yetmemesini Çağrı Bey’in 1060 yılındaki ölümüne bağlamaktadır. Buna göre Sultan Tuğrul’un demir yumruğu olan Çağrı Bey, ölümü ile birlikte abisi Sultan Tuğrul’un gücünü zayıflatmıştır. 1063 yılında hastalıktan ya da amcasının oğlu Kutalmış’a karşı yenilerek kurmuş olduğu devletinin henüz şimdiden bölünmeyle karşı karsıya kalmasının kederinden hayatını kaybeden Sultan Tuğrul, gerisinde güçlü fakat bir o kadar da karışıklıklar içerisinde kaotik bir devlet bırakmıştır. Bir yandan Kutalmış, öte yandan diğer hanedan üyelerinin Büyük Selçuklu tahtını ele geçirmesi için ordularını toplayıp vaziyet almaları Selçuklu devletinin idari anlamda ne kadar zayıf olduğunu göstermektedir. Henüz ilk hükümdarın ölümünden sonra koskoca bir kaos ortamına sürüklenen Büyük Selçuklu Devleti, hanedan içerisindeki en güçlü sultan adayının diğer adayları bertaraf etmesini beklemekteydi. Kimin sultan olacağı, taht kavgasının gidişatına göre anlaşılacaktı. Alparslan ordusunu toplayıp önce tahtı ele geçirmek isteyen amcası Musa Yabgu’nun üzerine yürümüş ve onu yenilgiye uğratarak canını bağışlamış ve kendi bölgesine geri göndermiştir. Bundan sonra diğer hanedan üyelerini teker teker yenen Alparslan, amcası Sultan Tuğrul’un gücünün yetmediği Kutalmış ile taht mücadelesine bas basa kalmıştır. Sultan Tuğrul hayatta iken tahtı ele geçirmek isteyen Kutalmış önüne çıkan tüm birlikleri teker teker mağlup ederek daha güçlü bir şekilde başkente yürümekteydi.
1063 yılında Rey’i kuşatan Kutalmış, Alparslan’ın öncü kumandanı Hâcib Erdem’in Damgan’a ulaştığını öğrenince Rey’den ayrılarak rakibinin üzerine yürüdü ve Alparslan’ın kumandanını yendi. Daha sonra bizzat Alparslan’ın üzerine yürümek için harekete gecen Kutalmış, civarda bulunan akarsuyunun yatağını değiştirerek akarsuyunun tuz vadisine akmasını sağladı ve buralar bataklık haline geldi. Böylece Alparslan’ın önünü coğrafi bir müdahale ile kesmeye çalışan Kutalmış zekice bir hamlede bulunmuştur. Fakat Alparslan’ın hırs ve inadını hesaba katmayan Kutalmış, onu kendi hesaplarına göre başka istikametten beklemekteydi. Alparslan, tuz vadisinin bataklık olduğunun haberini alınca Kutalmış’ın oyununu öğrenmiş oldu ve Kutalmış’ın kendisinin başka bir istikametten geleceğini duşundu. Bunun üzerine Kutalmış’ın hiç beklemediği üzere, geçilmez denilen bataklığı ordusu ile birlikte gizlice geçen Alparslan, bir gece baskını ile Kutalmış’ın karargâhına saldırmış ve habersiz yakaladığı rakibinin Doğu Roma İmparatorluğu karşısında nice başarılar elde etmiş olan büyük ordusunu dağıtmıştır. Kutalmış büyük ordusunun aniden dağıldını fark edince yanına seçkin adamlarını alarak yüksek kayalıklardan Girdkuh kalesine kaçmıştır. Fakat o hengamede, kayalıklardan geçerken atından düşmüş ve hayatını kaybetmiştir. Alparslan başkente giderek tahta oturdu ve sultanlığını ilan etmiştir. Sultan Alparslan’ın kardeşi olan Kirman Meliki Kavurd’un ordusuyla başkente doğru giderken abisi Alparslan’ın Kutalmış’ı yendiğini, Kutalmış’ın öldüğünü ve akabinde abisinin tahta oturarak sultanlığını ilan ettiğini haber alınca derhal ordusunu Kirman’a geri çekerek abisinin adına hutbe okutmuştur. Alparslan’ın askeri başarıları sayesinde taht mücadelesi kısa sürmüştür. Kutalmış’ı en sona bırakıp önce Kutalmış’a göre daha zayıf olan rakiplerini yenen Alparslan, en güçlü rakibini sona saklamış ve onu sabırlı, düzenle ve inatçı bir tutum ve hamle ile yenerek sultanlığa erişmiştir.
Sonuç
Selçuklu Oğuzlar, Selçuk Bey önderliğinde Oğuz Yabgu Devleti’nden kopup bu devletin hükümranlığı altında bulunan Müslüman Cend şehrine vardıklarında, bu bölgede barınmak için İslamiyet’i kabul etmişler ve Cend Valisi ile birlikte Oğuz Yabgu’suna karşı yarı bağımsız bir politika izlemişlerdir. Sonrasında Harezm ve Maveraünnehir bölgesinde, konar göçer bir hayat anlayışı ile, etrafa yayılmış bir şekilde yasayan Selçuklu Oğuzları, Oğuz Yabgu Devleti, Karahanlılar ve Gazneliler arasında sıkışıp kalmışlar, bu üç devlet arasında denge siyasetini izleyerek zaman zaman yarı bağımsız, zaman zaman ise bu saydığımız 3 devlet hükümdarlarından birini (genellikle Karahanlı Kağanı) metbu saymışlardır. Bağımsızlığa giden yolda birbirinden dağınık vaziyette, göçebe hayatını esas alarak yasayan Selçuklu Oğuzları, Harezm ve Maveraunnehir bölgesini terk edip Gaznelilerin önemli bir bölgesi olan Horasan bölgesine gelmelerinden sonra Horasan’ın kuzey batısına yerleşmişler ve yerleşik hayatlarını kısmen terk etmişlerdir. Bağımsız olduktan sonra da taksim edilen bölgeleri kendilerine yurt edinen Selçuklular, yerleşik hayatı tamamen terk etmişler ve kendi bölgelerini yönetmeye başlamışlardır. İslam bölgelerinde tutunmak için Abbasi halifesinden icazet alan Selçuklular ona sadakatlerini sunmuşlardır. Hatta daha sonrasında Abbasi Halifesini Şii Buveyhilerin zulmünden Sultan Tuğrul kurtarmıştır. Bu olaydan sonra Halife Kaim, Tuğrul Bey’e Ruknuʾd-Devle (Dinin direği) ve Malikul-Meşrik ve Magrib (Doğu’nun ve Batı’nın Sultanı) unvanlarını verip onu Büyük Sultan ilan etti. Diğer Oğuz kitleleri arasında Selçuklu Oğuzlarının en kutlu olduğunu tesis etmek için kut anlayışını geliştiren Selçuklu Oğuzları, Allah’ın Selçuklulara devlet kurma ve yönetme hakkının verdiği fikrini diğer Oğuz kitlelerine aşılamışlardır. Alparslan’ın sultan olmasından sonra vezirliğe getirilen Nizamulmulk, bizzat kaleme aldığı Siyasetname adli eserinde Allah’ın her asırda insanlar arasından birinin seçtiğini, dünya islerini ve halkın barış içinde yasamasını ona tevdi ettiğini söylemektedir. Böylece Selçuklu Sultan’ının fermanı hatta ağzından çıkan sözü, sorgulanmayacak şekilde kanun hükmündeydi. Tanrısallıkla yoğrularak kutsallık addedilen sultanlık makamı böylece kesin itaati ve sadakati sağlamıştır. Fakat bu anlayış, sultanın kişisel hüviyeti dışına çıkamamıştır. Zira merkezi yönetim anlayışını bir türlü sağlamaya çalışan Selçuklu Sultanları, eski Oğuz geleneklerinden gelme taksimat ve idare usullerini terk etmedikçe bunu başaramayacaklarının farkında değillerdi. Bunun farkına varan Sultan Alparslan, savaşlarla ve fetihlerle yoğun bir şekilde meşgul olduğu için devletin idaresini Nizamülmülk’e devretmiştir. Sultan Alparslan’ın ölümünden sonra Alparslan’ın oğlu Sultan Melikşah ile birlikte devleti yönetmeye devam etmiş, Sultan Melikşah diğer Selçuklu hanedan üyelerine ve dış tehlikelere karşı tahtını ve devletini korumaya çalışırken, Nizamulmulk de en basta merkezi yönetimin güçlendirilmesi olmak üzere devletin yönetim anlayışını ve sistemini geliştirmeye çalışmıştır.
[irp posts=”177″ name=”Osmanlı’nın Son Dönemi Ortadoğu”]
KAYNAK
Basan, Osman Aziz (2010). The Great Seljuqs: A History. Taylor & Francis.
Bosworth, C. E. (1968). “The Political and Dynastic History of the Iranian World (A.D. 1000–1217)”. In Boyle, John Andrew (ed.). The Cambridge History of Iran, Volume 5: The Saljuq and Mongol Periods. Cambridge: Cambridge University Press. pp. 1–202. ISBN 0-521-06936-X.
Demir, Mustafa (2004), Büyük Selçuklular tarihi, Ankara:Sakarya Kitabevi
Frye, R.N. (1975). “The Samanids”. In Frye, R.N. (ed.). The Cambridge History of Iran. 4:The Period from the Arab invasion to the Saljuqs. Cambridge University Press.
Golden, Peter (2007). “The Conversion of the Khazars to Judaism”. In Golden, Peter; Ben-Shammai,
Grousset, Rene, The Empire of the Steppes, (New Brunswick: Rutgers University Press, 1988), 167.
Haggai; Roná-Tas, András (eds.). The World of the Khazars: New Perspectives. Brill
Ibrahim Kafesoglu (1988). A History of the Seljuks: İbrahim Kafesoğlu’s Interpretation and the Resulting Controversy. p. 21.
İbnü’l-Esîr (1979). el-Kâmil fi’t-Tarih. Beyrut: C.J. Tornberg. çev. A.Özaydın
Kafesoğlu, İbrahim (1972), Selçuklu Tarihi, İstanbul: Millî Eğitim Basımevi
Köymen, Mehmet Altay, (2004), Selçuklu Devri Türk Tarihi, Ankara:Türk Tarih Kurumu Yayınları ISBN 9789751601193.
Köymen, Mehmet Altay, (2011) Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi. 2. Cilt. İkinci İmparatorluk Devri, Ankara:Türk Tarih Kurumu Yayınları ISBN 9789751603555.
Köymen, Mehmet Altay, (2001), Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi. Cilt 3. Alp Arslan ve Zamanı,, Ankara:Türk Tarih Kurumu Yayınları ISBN 9799751604797.
Koymen, Mehmet Altay, (1963), Selçuklu Devri Türk Tarihi, İstanbul:Ayyıldız Matbaası
Korobeinikov, Dimitri (2015). “The Kings of the East and the West: The Seljuk Dynastic Concept and Titles in the Muslim and Christian sources”. In Peacock, A.C.S.; Yildiz, Sara Nur (eds.). The Seljuks of Anatolia. I.B. Tauris.
Mecit, Songül (2014). The Rum Seljuqs: Evolution of a Dynasty. Routledge.
Peacock, Andrew C. S. (2010). Early Seljūq History: A New Interpretation.
Peacock, A.C.S.; Yıldız, Sara Nur, eds. (2013). The Seljuks of Anatolia: Court and Society in the Medieval Middle East. I.B.Tauris.
Peacock, A.C.S. (2015). The Great Seljuk Empire. Edinburgh University Press.
Sevim, Ali ve Erdoğan Merçil (1995), Selçuklu Devletleri Tarihi: Siyaset, Teşkilât ve Kültür, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları No.19
E-BÜLTENE ABONE OLUN
Stratejik Ortak yazarlarının makalesi ve haritalar ücretsiz e-postanıza gelsin.
Abone oldunuz, teşekkürler.
Bir şeyler yanlış oldu. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.
E-BÜLTENE ABONE OLUN
Stratejik Ortak yazarlarının makalesi ve haritalar ücretsiz e-postanıza gelsin.
Abone oldunuz, teşekkürler.
Bir şeyler yanlış oldu. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.