COVİD-19 Sonrası Uluslararası Sisteme Bağımlılık Ekolü Penceresinden “Retrospektif” Bir Bakış

595

Özet

Uluslararası Sistem 1648 Vestfalya Barışı sonucunda; ulus devletlerin ortaya çıkışı, mutlak egemenliklerinin kabul edilmesi ve uluslararası toplumun oluşmasıyla yoğun bir etkileşim dönemine girmiştir. Bu etkileşim dönemi boyunca birçok küresel kriz dönemleri (Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, İspanyol Gribi, 1929 Büyük Buhran vs.) yaşanmıştır. 21.yy’da, ilk olarak Çin’in Vuhan Eyaleti’nde 13 Ocak 2020’de tanımlanan Covid-19 virüsü[1] sonucunda, küreselleşme ile etkileşimin daha da arttığı ve adeta Global Village (küresel köy)[2] dönüşmüş uluslararası sistem, önceden yaşanan küresel krizlerden farklı olarak sağlık başta olmak üzere ekonomik, siyasal ve sosyal açıdan çok şiddetli etkilenmiş durumda. Uluslararası İlişkilerin ana teorileri olan realist ve liberal teoriler var olan bu durumu yorumlarken etkilenen bölgelere sınırlı bakmakta ve değişim geçirecek uluslararası sisteme bütüncül bir bakış yapamamaktadır. Marksist bir teori olan Bağımlılık Ekolünü kullanacağımız bu yazıda ise, liberalizmin bolca beslediği kapitalist sisteme eleştiriler getirerek, uluslararası sisteme merkez(core), çevre(periphery), ve yarı-çevre(semi-periphery) alanlarından bakmaya çalışacak ve retrospektif(dünden bugüne) [3] açıdan değişen ve dönüşen Covid-19 sonrası “Dünyalar Sistemleri” nin yaşayacağı değişimi Bağımlılık Ekolü penceresinden açıklamaya çalışacağız.

Anahtar Kelimeler: Covid-19, Immanuel Wallerstein, Modern Dünya Sistemi, Bağımlılık, Failed State(Başarısız Devletler), Client State(Müşteri Devletler)

Giriş

Covid-19 küresel sistemi her alanda şiddetli şekilde sarsmış durumda. Çin’den başlayan yayılım kısa sürede Asya’nın tümü olmak üzere Avrupa, Afrika, Kuzey ve Güney Amerika’ya varmış durumda. Yayıldı bölgelerde insanlara çok hızlı şekilde enfekte eden virüs, 31 Mayıs 2020 itibariyle dünyada 6 milyon insana bulaştı ve 367 bin insanı öldürdü. En iyi sağlık sistemlerini sahip Avrupa’nın ekonomik olarak en güçlü ülkelerini (Almanya, Fransa, İtalya, İngiltere), Avrupa Birliği gibi supranational (Ulus-Ötesi) bir uluslararası örgütü, Amerika Birleşik Devletleri gibi askeri ve ekonomik küresel bir hegemonu, Çin gibi ekonomik hegemon olan bir gücü siyasal, sosyal, ekonomik açıdan oldukça zor bir duruma sokan ve ekonomik devamlılığın sağlanamadığı gibi siyasal kriz dönemlerine de iten bir durumdayız.

Yaşanan bu salgının uluslararası sisteme ve aktörlerine ekonomik, siyasal ve sosyal olarak yaşattığı ekstrem durum tarih sahnesinde ilk değil. Retrospektif bir bakış açısıyla dünden bugüne bakmamız gerekirse, birçok defa yaşanan salgınlar uluslararası sistemi tehdit etmiştir, devinime uğratmıştır. Örneğin; 1918-1920 yılları arasında ortaya çıkan İspanyol Gribi 18 ay içinde 50 milyondan fazla insanı öldürmüş, zaten Birinci Dünya Savaşı içinde olan ve kaynak olarak zor durumda olan dünya ülkelerini ekonomik, sosyal, askeri ve insanı kaynağı olarak oldukça zorlamış hatta savaşın doğrudan olmasa da dolaylı olarak bitmesini sağlamıştır. Bu açıdan diğer teorilerden farklı olarak mevcut sisteme Immanuel Wallerstein’ın “Dünya Sistemleri Analizi” kitabındaki gibi tarihsel bir gelişim ve değişim süreciyle bakmalıyız.

Dünyadaki ekonomik, askeri ve teknolojik olarak güçlü ülkeleri, uluslararası örgütleri, kısacası merkez(core) olarak tanımladığımız bölgeleri bu derece her alanda sarsmış olan Covid-19, aynı şekilde daha yeni yeni ulaşmış olduğu Latin Amerika, Afrika, Orta Doğu gibi ekonomik ve teknolojik olarak merkeze bağlı, sağlık sistemleri ve siyasal yapıları güçsüz olan bu bölgeleri yani çevreyi(periphery) hem doğrudan hem de dolaylı olarak tehdit etmektedir. Çünkü, “Merkez yüksek teknolojiye, sermaye birikimine, güçlü idari ve siyasi kurumsal yapılara ve ücretli kalifiye emeğe sahip olup, katma değeri yüksek ürünler üreten ekonomilerden oluşurken, emeğin bol ve ucuz, sanayileşmenin gerçekleşmediği çevre ekonomileri merkezin ihtiyacı olan hammaddeyi sağlar.”[4] Var olan bu durumlar sonucunda liberal ya da realist teoriler gibi Covid-19 sonrasında uluslararası sistemi tek tek aktör bazında değil, bütün aktörlerin ve bölgelerin ekonomik ve siyasal ilişkilerini göz önüne olarak tarihsel retrospektif de bakmalıyız.

“Modern Dünya Sisteminin” Salgın Sonrası Dönüşümü

Modern Dünya Sisteminin dönüşümüne bakmadan önce, bağımlılık ekolünün doğuşunu ve liberal ideolojinin olması gereken sistem analizine yaptığı eleştirisine bakmamız gerekmekte. Bağımlılık ekolü bu eleştiriye yaparken bir yandan da var olan uluslararası sistemi açıklıyor ve yorumluyor.

Bağımlılık Ekolü’nün çıkış noktası 1960’lı yılların sonuna gelindiğinde, Batı ve Doğu blokları arasında ezilen ve her iki ideolojiye de taraf olmak istemeyen Bağlantısızlar Hareketi’nin[5] ortaya çıkışıyla başlamıştır. Latin Amerika merkezli bir ekoldür. Liberal ideoloji tabanlı batı dünyası, bağımlılık ekolünün çıktığı bu bölgeleri azgelişmiş ülkeler olarak tanımlar ve gelişimlerinin tamamlanması için kapitalist sisteme entegre olarak “laissez-faire, laissez-passer”[6] anlayışı merkezli kalkınma planlarını uygulamalarını istemektedir. Aynı şekilde bu durumu Immanuuel Wallerstein ‘Dünya Sistemler Analizi’ kitabında da belirtmiştir, “Çoğu kapitalistin resmi ideolojisi, ‘laissez-faire’dir, yani hükümetlerin piyasadaki girişimcilerin işlerine karışmaması gerektiği doktrindir.”[7] Kuramın önde gelen temsilcilerinden olan Andre Gunder Frank, Fernando Cardoso, Samir Amin göre, “Bağımlılık kuramı azgelişmişliğin aslında gelişmiş merkez ülkeleri ile azgelişmiş çevre ülkelerinin tümünü içine alan kapitalist dünya sisteminin bir sonucu olduğunu iddia eder.”[8]

Kuramın önde gelen temsilcilerinden olan Immanual Wallerstein ise var olan kapitalist dünya sisteminin tarihsel bir sürecinin olduğunu ve Modern World-System (Modern Dünya Sistemi) temellerinin ‘uzun onaltıncı yüzyıl’ olarak adlandırdığı 1450-1670 arası döneme konumlandırmaktadır.[9] 1300’lü yıllardan sonra salgınlarla birlikte mevcut olan tarımsal üretim düşüşe geçmiştir ve 1500’lerle beraber piyasadaki dönüşüm kapitalizmin itici gücü olan metanın sonsuz birikimi olmuştur[10] günümüze kadar devam etmiştir. Bağımlılık kuramının ve temsilcilerinin anlatmak istediği, mevcut kapitalist sistemin gerçek bir çözümü her ülke için yaratamadığı ve bunun tarihsel bir süreç olduğudur.

Francis Fukuyama ‘Tarihin Sonu’ olarak adlandırdığı şey SSCB’ni dağılmasıyla liberal ideolojinin tek başına kazanması ve dünyaya sisteminin her tarafına entegre olacağıydı. Bunu devam eden tarihi değişimin devinimin sonu olarak düşünmüş ve ABD’nin hegemonluğunun liberal ideoloji ile devam edeceğini belirtmiştir. Immanual Wallerstein göre ‘SSCB’nin çöküşünü, bir ideoloji olarak liberalizmin nihai başarısı olarak değil, liberal ideolojinin tarihsel rolünü sürdürebilme kabileyetinin kesin biçimde zayıflayışını temsil ettiğini savunmaktadır’[11]. Wallerstein 1989’da marksizmin ve leninizmin çöküşüyle birlikte ABD’nin hegemonyasının ana dayanağının yıkıldığını ve 1990 sonrası ABD’nin tek hegemon olduğu dünya sistemine değil ABD hegemonyası sonrası döneme girdiğimizi belirtmiştir.

Covid-19 ile birlikte bu durumun gerçekleştiğine, ABD hegemonyasının ‘Tarihin Sonu Tezi’nin aslında doğru bir tespit olmadığını anlıyoruz. Çünkü var olan sistemi, liberal teori dünyayı bir bütün olarak saran bir kapitalist sistem olarak ele almadı ve şuan dünyaya baktığımızda merkez ülkelerin ve bölgelerin yani batı liberal ideolojisinin ana güçlü ülkeleri ekonomik, siyasal ve sosyal olarak kriz altında, bunun ana nedeni kurdukları kapitalist sistemin entegresinde birçok sorun olması ve sistemi revize etmeye çalışırken değişiklikleri de beraberinde getirmeleri.

Immanual Wallertstein, kondratieff A(genişleme) ve B(daralma) olmak üzere iki evreyi belirtir; bunlar birbirini takip eden dönemlerdir uluslararası sistemdeki ekonomik değişimlerde, her kondratieff B den sonra yeni ekonomik sistem oluşur ve kondratieff A evresine geçilir, bunun nedeni “Bir Kondreatieff çevrimi[12] sona erdiğinde, çevrimin başlangıcında bulunduğu durama asla geri dönmez. Bunun nedeni B(daralma)-evresindeyken bu evreden çıkmak ve bir A(genişleme) evresine geri dönmek için yapılan şeylerin, dünya-sistemlerinin parametlerini önemli ölçüde değiştirmesidir”[13]. Wallerstein’a göre 1973’ten beri Kondreatieff B evresinin en uç noktasındayız. Etkisi merkezde ve çevrede çok farklı şekillerde olacaktır. Kondreatieff A evresi geçirdikten sonra da yeni önde gelen endüstriler (mikroçipler, biyogenetik) gibi üretim zincirlerinden besleneceğini belirtmiştir.

Wallerstein Kondreatieff B evresinin şiddetini arttırmasından kaynaklı olarak, (Covid-19 ile bu daralma evresi, ekonominin her yerde duraklamasıyla daha da belirginleşiyor) 1990’dan 2025-2050’ye kadar olan dönemlerde çok büyük ihtimallerle barış, istikrar ve meşruiyet kıtlığı çekileceğini ileri sürmektedir. Bunun nedeni kısmen dünya sisteminin hegemonik gücü olan ABD’nin zayıflamasıdır. Ancak asıl neden modern dünya sisteminin temeli olan kapitalist ekonomideki krizdir[14]. Covid-19 pandemisi bu süreçte daralma evresini daha da hızlandırdığı apaçık, bu da yeni bir genişleme evresinin gelmesinin daha da yakınlaştığını gösteriyor. Yani var olan “Dünya Sistemi’nin” değişimi yakın dönemde gerçekleşmesi tarihsel süreçteki süreklilikten dolayı öngörülebilir.

Merkez, Çevre, Yarı-Çevrenin Pandemi Sonucunda Etkileşimi ve Dönüşümü

Bağımlılık Ekolünü diğer teorilerden ayıran en önemli etken ülkeleri ve bölgeleri ekonomik, teknolojik, siyasal, askeri ve sosyal güçlerine ayırarak “Dünya Sistemin” deki alanını, yerini kategorize etmesi ve sisteme, aktörlere yaptığı etkiyi nesnelleştirmesidir. Bu ülkelerin tanımı ilk başta merkez(core) ve çevre(periphery) olmak üzere iki türdü. Immanuel Wallerstein ise bu iki bölge arasında denge ve geçişi sağlayan merkezden güçsüz ama çevreden güçlü olan bir alan olan yarı-çevre(semi-periphery) alanıyla katkıda bulunmuştur.

Bağımlılık kuramının anahtar kavramları olan merkez(core) ve çevre(periphery), ülke ekonomilerinin dünya pazarındaki rollerine ve işlevlerine ilişkindir.[15] Merkez ve çevre ülkeleri birbirlerini kapitalist sistemin gereklerinden kaynaklı olarak tamamlarlar ama birçok farklılıkları bulunmaktadır. “Merkez yüksek teknolojiye, sermaye birikimine, güçlü idari ve siyasi kurumsal yapılara ve ücretli kalifiye emeğe sahip olup, katma değeri yüksek ürünler üreten ekonomilerden oluşurken; emeğin bol ve ucuz olduğu, sanayileşmeni gerçekleşmediği çevre ekonomileri merkezin ihtiyacı olan hammaddeyi sağlar.”[16] Merkez ile çevre arasındaki ilişki sürekli bir bağımlılık ilişkisidir, çevre merkeze elindeki emtia (doğal kaynak) satmak zorundadır çünkü hem elinde onu işleyebilecek teknolojisi yoktur hem de o teknolojiyi kullanabilecek kalifiye elemanı, aynı şekilde merkezde çevrenin kaynağına bağımlıdır.

Ek A.1’de gördüğümüz gibi çevre ekonomi başta olmak üzere siyasal, sosyal olarak da birçok alanda merkeze bağlıdır ve hammadde ile birlikte beyin göçüde vermektedir. Bu yüzden çevrenin ekonomisi merkeze sattığı resources(kaynak) dan dolayı, merkezdeki krizlerden çok yüksek derece etkilenir. Merkez’de bir daralma çevrede de daralmayı getirir bu yüzden kapitalist sistem kondreatieff B daralması yaşar. Covid-19 ile merkez ülkeler olan ABD, Çin, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya, Hollanda gibi ülkelerde şuan yaşanan ekonomik daralma daha virüsün tam olarak yayılamamış bulunduğu çevre bölgelerdeki ülkeleri (Latin Amerika, Afrika, Orta Doğunun gelişmemiş bölgeleri) ekonomik olarak zaten etkilemeye başlamıştır.

Merkez ve çevre arasındaki karmaşık karşılıklı bağımlılığın (complex interdependence) mevcut döneme etkisini tam olarak anlamak için yarı-çevreyi de tanımlamak, sistemde nasıl bir yer tuttuğunu değinmeliyiz. Yarı-çevre(semi-periphery) merkez ve çevre arasında bir köprü görevi gören (Ek: A.2) , resources(kaynak) ve goods(mal) geçişinde çift taraflı bir rol üstlenen ülkelerdir. Burada goods(mal) olarak söylenen terim merkezden çevreye doğru yüksek teknolojik ürün yani katma değerli ürün olarak anlaşılmalı, yarı-çevreden merkeze giden goods(mal) merkezin yüksek teknolojik ürünlerinin ara malları olarak düşünülebilir. Lakin yarı çevre hem merkezin katma değerli mal ve hizmetlerine ihtiyaç duyar, hem de çevrenin hammaddesine ihtiyaç duyar.

“Yarı-çevre, coğrafi olarak merkezde yer almakla beraber göreli bir düşüş sürecinde olan bölgeler örneğin (İspanya ve Portekiz) olabileceği gibi, çevrede yer alan gelişen ekonomilerde olabilirler”[17]. Sonuç olarak merkez ve çevre arasındaki kutupsal ilişki ve bağımlılık olgusu yarı-çevre ülkeleri tarafından yumuşatılarak, sistemdeki çatışmaların azaltılması sağlanır.

Merkez, yarı-çevre, çevre olarak ülkelere ve bölgelere ayırdığımız dünyayı yani kapital sistemi, goods(mal) ve resources(kaynak) hareketi açısından ne kadar grift bir yapıda olduğunu Ek: A.1, Ek: A.2 grafiklerinde görüyoruz. Covid-19 salgınıyla birlikte merkez, çevre ve yarı çevre arasındaki etkileşim nerdeyse minimum seviye inmiş durumda. Merkez ülkelerin salgından ötürü sanayi alanlarını kapatması, üretimde azalmaya gitmeleri ve piyasalarını ayakta tutmak için suni para basmaları piyasaya ellerindeki ekonomik gücü gitgide azaltmakta. Merkezde azalan bu ekonomik güç direk çevreyi etkiliyor ve zaten ekonomilerini hammadde satarak ayakta tutmaya çalışan çevre ülkeler, merkezin ekonomik daralmasıyla otomatikman kendileri de daralmaya başlıyor. Yarı-çevre ülkeler ise sistemin ortasında köprü ve yumuşatma görevi gördükleri için iki alana da ihtiyaç duyuyorlar.

“Merkez ülkelerin baskısı altında olan ve çevre ülkelere baskı uygulayan bu ülkelerin(y başlıca kaygısı, kendilerini çevreye kaymaktan korumak ve merkeze doğru ilerlemek için ellerinden geleni yapmaktır”.[18]  Covid-19’dan dolayı yarı- çevre bölgelerinin bu bakış açısı daha tehlikeye girmiş durumda, sistemde merkez hegemon gücünü devam ettirecek kapasitede olsa bile yarı-çevre oldukça baskı altındadır ve alanını korumaya çalışacaktır, bundan dolayı yarı-çevre ülkelerinde ve bölgelerinde siyasi, askeri ve ekonomik çatışmaların artması muhtemeldir. Ana amaçları kendilerine Covid-19 sonrası dünya sisteminde merkezde yer almaktır.

Ek: A.3’e baktığımızda dünyadaki merkez (Çin ve kısmen Rusya’da var), yarı-çevre ve çevre ülkelerin dağılımlarını görüyoruz. Çevre ülkelere baktığımızda genelde, güçlü siyasal kurumlardan ve otoriteden yoksun, baskıya dayalı emeğin egemen olduğu ve merkeze hammadde ihracatına bağımlı ekonomilerden oluşan bölgeleri görüyoruz. Çevre ülkeler ve bölgeler için yapılan bu tanıma client state(müşteri devlet) [19]terimi oldukça uygun. Müşteri devletler egemenliklerini sürekli tutmak için hem ekonomik, siyasal, askeri açıdan bağımlı oldukları devletler vardır. Çevre ülkelerde aynı bu şekilde merkeze bağlılar.

Bağımlılık teorisiyle örtüşen buradaki ana tez şu; Covid-19 ile birlikte merkezin gitgide ekonomik başta olmak üzere sağlık, siyasal, sosyal olarak güç kaybına uğraması doğrudan çevre ülkelerin yani client state devletler ile paydaştırdığımız bölgelerin, merkezden devinimi sağladığı ekonomik kaynaklarda kesilmeye neden olacak. Bu merkezden akan goods(mal) ve doğal kaynak gelirlerinin azalması, çevrenin bir devlet olarak idame ettirmesi gereken temel görevleri devam ettirememesine ve bir failed state(başarısız devlet)’e[20] dönüşmesine neden olacaktır. Çevre ülkelerin, Covid-19 ile halâ devam etmekte olan ekonomik, siyasal bunalımdan daha da etkilenmesi, içinde bulunduğu kapitalist sistemdeki merkezden ve yarı-çevreden gerekli olan kaynak aktarımını alamaması bu bölgeleri müşteri devletten ya direk başarısız devletlere ya da başarısız devlete göre daha iyi durumda olan çökmüş devletlere dönüştürecek ama bu iki durumda da çevre bölgelerinde şiddet ve çatışma alanları oluşması muhtemeldir.

Bağımlılık teorisi tabanlı bu tezi destekleyen bir veri olarak, The Fund For Peace kuruluşunun yıllık olarak yayınladığı Fragıle States Index (Kırılgan Devletler Analizi)[21] sayfasından aldığımız Ek: A.4’e baktığımızda kırılgan devletlerin yoğun olduğu tablolarla aynı şekilde çevre ülkelerin yoğunlukta bulunduğu (bknz; Ek: A.3) ülkeler örtüşmektedir. Var olan bu bölgeler hali hazırda yer yer failed state (başarısız devletler) içeriyor ve bu bölgelerde merkez ülkelerin aktörleri proxy ve surrogate ( yani vekil savaşçıları) savaş alanları bulunmakta. Bu alanlarda sadece merkez ülkeler değil aynı şekilde yarı-çevre ülkelerde bulunmaktadır ve en sıkıntılı alanda ve bölgede onlar vardır. Hem çevre bölgelerin çatışma bölgelerine yakın hem de merkez olmak için bir fırsat bulmuş olurlar.

Immanuel Wallerstein’ın ‘Dünya Sistemleri Analizi’ kitabında yarı-çevre ülkeleri için, “Orta derecede güce sahip bu devletler en azından verili konumlarını korumak için uğraşıp didinir ama aynı zamanda daha üst basamaklara erişebileceklerini umut eder. Kendi devletlerinin bir üretici, bir sermaye biriktiricisi ve bir askeri güç olarak konumunu arttırmaya çalışırlar. Ya merkez olmalılar ya da çevreye düşmeyerek konumlarını korumalılar”[22]. Yarı-çevreye verilen bu geniş görev ve amaç tanımı bağımlılık teorisi açısından bir şeyi daha açıklıyor. Yarı-çevre ülkelerin merkez olma mücadeleleri ve merkez ülkelerin mücadeleleri aslında güç dengesini oluşturan olaylardır.

“Güçlü devletler arasındaki rekabet ve yarı-çevre ülkelerin statü ve güçlerini yükseltme çabaları, süregiden bir devletlerarası rekabetle sonuçlanır. Bu devletlerarası rekabet normalde güç dengesi denen bir biçim alır. Burada güç dengesi ile devletlerarası arenada hiçbir devletin istediğini otomatik olarak yapamadığı bir durum kastedilmektedir… Böyle bir durumda hakimiyet için iki yol vardır; Birincisi dünya-ekonomiyi[23] bir İmparatorluk haline getirmek, ikincisi ise dünya sistemi içerisinde hegemon olarak adlandırıla şeyi elde etmek”[24].

Sonuç

Covid-19 sonrası uluslararası sisteme bağımlılık teorisi açısında retrospektif açıdan yaptığımız yorumlara bakıldığında; mevcut kapital sistemin tarihsel bir süreçle geliştiği, 1990’dan itibaren Kondreatiff B(daralma) ile giden sistemin tekrardan Kondreatiff A (genişleme) ile revize olacağı ama bu revizenin eski sistemden etken bırakmayacağını söyledik. Var olan merkez ülkelerdeki ekonomik, siyasal daralmalar çevre ve yarı-çevre ülkeleri doğrudan etkileyebilir ve çevre bölgeler başta olmak üzere birçok bölgede yeni başarısız devletler ortaya çıkarabilir.  Bu başarısız devletler merkez ve yarı-çevre ülkeler için Proxy ve Surrogate Warfare alanları oluşturabilir. Bu alanlardaki güç mücadeleleri yeni güç dengeleri oluşturabilir. İçinde bulunduğumuz bu fırsatlar ve kriz durumları sadece güç dengeleri oluşturmak ile kalmayıp, yarı-çevre ülkeleri bazılarını belki merkez ülke durumuna yükseltecek ya da çevre durumuna düşürüp yeni güç mücadelelerin bulunduğu bir ortam yaratabilecek.

Murathan Ekinci
Stratejik Ortak Misafir Yazarı

KAYNAK

Uluslararası İlişkilere Giriş, Şaban Kardaş-Ali Balcı, Küre Yayınlar.

Çağdaş Devlet Sistemleri ( Siyaset, Coğrafya, Kültür), Michael G. Roskin, Adres Yayınları.

Martin Griffiths-Steven C. Roach- M.Scott Salamon, Uluslararası İlişkilerde Temel Düşünürler ve Teoriler, Çev;CESRAN, Nobel Yayınevi.

Dünya Sistemleri Analizi: Bir Giriş-Immanuel Wallerstein, Çev; Ender Abadoğlu, Nuri Ersoy, bgst Yayınları.

Latin Amerika’nın Kesik Damarları, Eduardo Galeano, Sel Yayıncılık.

Immanuel Wallerstein’ın Dünya Sistemi Jeopolitik ve Jeokültür Kuramı, Dr. Gürcan Sevket AVCIOGLU, Selçuk Üniversitesi/Seljuk UniversityEdebiyat Fakültesi Dergisi/Journal of Faculty of LettersYıl/ Year: 2014.

Yoksulluk, Yoksullaştırma ve Kapitalist Birikim – Samir Amin (2003).

E-BÜLTENE ABONE OLUN

Stratejik Ortak yazarlarının makalesi ve haritalar ücretsiz e-postanıza gelsin.

Abone oldunuz, teşekkürler.

Bir şeyler yanlış oldu. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.

E-BÜLTENE ABONE OLUN

Stratejik Ortak yazarlarının makalesi ve haritalar ücretsiz e-postanıza gelsin.

Abone oldunuz, teşekkürler.

Bir şeyler yanlış oldu. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.

Yazarlık Başvurusu

Yorum Yaz

Lütffen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz