Francis Fukuyama’nın Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından 1992 yılında yayımlanan “Tarihin Sonu ve Son İnsan” adlı meşhur kitabındaki tezi, bugünkünden çok farklı bir dünya öngörüyordu. Ancak son zamanlardaki gelişmeler Fukuyama’nın yanıldığını gösteriyor.
Ünlü Amerikan siyaset bilimci Fukuyama’nın 1990’larda meşhur olan tezi, Sovyetler Birliği’nin ve dolayısıyla komünizmin çöküşünün ardından liberal demokrasi ve serbest piyasa ekonomisinin artık dünyadaki yönetim tarzlarının nihai şekli olacağına dayanıyordu. Ortaya atıldığı doksanlı yıllarda Samuel Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” teziyle birlikte bütün dünyada en çok gürültü koparan tezlerden biri olmuştu.
Doğrusal bir tarih teorisi ortaya koyan Fukuyama, tarihin liberal demokrasi ve serbest piyasa ekonomisi ile gayesine ulaştığını düşünerek bunun ulaşılabilecek son nokta olduğunu ve bundan geriye gidilemeyeceğini savunmuştu. Fukuyama kendince modern dönemin zeitgeist’ini (zamanın ruhu, sünnetullah) bulmuştu. Artık küreselleşme ile birlikte liberal demokrasi, serbest piyasa ekonomisi ile hukukun üstünlüğü ve bunların yarattığı müesseseler “küresel bir köy”e dönüşen bütün dünyaya yayılacaktı. Bu yapı güç diplomasisini ve aşiret-kabilevi ayrımları ortadan kaldıracak nihayet Avrupa Birliği gibi ulus-üstü yapılar yaygınlaşacaktı.
Fukuyama olayların bu şekilde gelişeceğini düşünmemişti herhalde. Özellikle 2008-2012 Küresel İktisadi Krizi’nin ardından Batı dünyasında meydana gelen gelişmeler, 1929-1930 yıllarındaki Büyük Buhran’ın ardından meydana gelen hadiseleri hatırlatıyor. Büyük Buhran’ın sonrasında Avrupa’da faşist akımlar güçlenmiş ve siyasi faylarda biriken gerilim II. Dünya Savaşı’nın patlak vermesine yol açmıştı. Küreselleşen dünyada da son yıllarda meydana gelen gelişmeler, Fukuyama’nın tezinin tam tersine liberal demokrasi ile sonlanan bir tarih yerine tekrar eskiye, gerilere, hatta Ortaçağ’a dönen döngüsel bir tarihi hatırlatıyor.etin iktisadi açıdan da güçlenmelerine ve ABD ile AB için küresel tehdit haline gelmelerine yol açtı.
Beyaz orta sınıfın öfkesini ve endişelerini şahsında konsolide eden müteahhit-iş adamı Trump, büyük kısmı göçmenlerden oluşan aslında ulus-üstü bir federasyon olan ABD’de, kimsenin beklemediği bir şekilde başkan oldu. Başkan olur olmaz da ABD ekonomisinin itici gücünü oluşturan göçmen ve mültecilere karşı liberal demokrasi ve serbest piyasa ekonomisinin ilkeleriyle taban tabana zıt tedbirler almaya başladı. Trump’un Müslümanlar, Hispanikler ve göçmenler hakkında söyledikleri nefret suçu kapsamında değerlendirilebilir.
Avrupa ve yükselen aşırı sağ
Atlantik ötesinde vaziyet böyle iken Avrupa’da da durum Fukuyama’nın tezi açısından pek iç açıcı görünmüyor. “Tarihin sonunda” AB gibi uluslarüstü yapıların yaygınlaşacağını öngören Fukuyama’nın aksine AB’nin önemli sac ayaklarından olan Büyük Britanya bir referandum neticesinde (Brexit) Avrupa Birliği’nden çıkmaya karar verdi. Daha da vahimi, ulus-üstü bir yapı olan AB’den çıkmak isteyen Büyük Britanya, İskoçya’nın kendisinden ayrılma tehdidi nedeniyle bölünme tehlikesiyle karşı karşıya.
Kıta Avrupası’nda da durum da maalesef çok farklı değil. Özellikle 2008’deki ekonomik krizin ardından aşırı sağcı ve ırkçı akımlar yükseliyor ve ABD’de Trump’ın sürpriz başkanlığı gibi, yakın bir gelecekte iktidar olacak gibi görünüyor. Demokrasi, liberalizm, hukukun üstünlüğü ve insan hakları gibi konularda mangalda kül bırakmayıp bütün dünyaya ders veren Avrupa’da, iktisadi krizin ardından yabancı ve İslam karşıtlığı zirve yapmış durumda.
Suriye krizinde insan hakları ve demokrasinin beşiği Avrupa’nın sınırlarına çit ve duvar çekmesi ve Almanya Şansölyesi Angela Merkel’in Suriyeli mülteci dalgasının Avrupa’ya yönelmesi karşısında, Türkiye ile yürüttüğü çat-kapı mekik diplomasisi hâlâ masada.
Çarpıcı bir mukayese unsuru olarak sadece İstanbul’da Sultanbeyli ilçesi sınırları içerisinde 25 bin Suriyeli mültecinin yaşadığı gerçeği göz önüne alındığında, zengin İskandinav ülkelerinin kurayla 300-500 Suriyeli mülteciyi kabul için neredeyse Nobel Barış ödülü istemeleri manidar. Şüphesiz AB’nin Suriyeli mülteciler konusundaki tutumu, Macar kadın kameramanın kucağında çocuğuyla kaçmaya çalışan Suriyeli bir mülteciye çelme takmasında sembolleşmiş görünüyor.
Fransa’da yaklaşan başkanlık seçimlerinde aşırı sağcı Ulusal Cephe’nin lideri Marine Le Pen’e şans veriliyor. Babası Jean-Marie Le Pen, Fransa’da “Le Pen” soyadını ırkçılığın alamet-i farikası haline getirmişti. Marine Le Pen de tam manasıyla babasının kızı. 15 Mart 2017’de yapılacak Hollanda seçimlerinde İslam ve Türkiye karşıtı söylemleriyle bilinen aşırı sağcı Geert Wilders favoriler arasında. Almanya’da da aşırı sağcı Almanya için Alternatif (Alternative für Deutschland) yükselişte. Avusturya’da geçen yıl seçimlerde aşırı sağcı lider az farkla cumhurbaşkanlığını kaybetmişti. Hem Le Pen hem de Wilders ülkelerini AB’den çıkarmayı planlıyorlar Fukuyama’nın paradigmasını yıkarcasına. Son olarak Türk bakanların demokrasi, hukuk, insan hakları ve ifade özgürlüğünün beşiği Avrupa’da karşılaştığı insanlık dışı tutum da tamamen bununla alakalı. Sanki Avrupa 1930’lu yıllara veya Haçlı Seferleri’nin yapıldığı kendi Ortaçağ Karanlığı’na dönüyor.
İslam dünyası ne durumda?
Buna karşılık İslam Dünyası ve Ortadoğu’da da Fukuyama’nın tezi çok karşılık bulmuş görünmüyor. Fukuyama’dan aldığım ilhamla, Soğuk Savaş ve komünizmin çökmesinin ardından şahsen Arap dünyasında 1990’larda gerçekleşmesini beklediğim “Arap Baharı” ancak 21. yüzyılın ikinci on yılında meydana geldi. Küreselleşmenin ve bilişimin bu devrimlerde önemli rolü vardı. Ancak İslam dünyasındaki gelişmeler de Fukuyama’nın öngördüğü biçimde gelişmedi. Ortadoğu’da kabile ve aşiretlerin yerini alan ulus devletlerden boşalan alanı, ulus-üstü devletlerden ziyade aşiret, mezhep ve mikro-etnik ayrımlara göre bölünmüş devletimsi yapılar dolduruyor.
Avrupa’nın aksine “Altın Çağı”nı Ortaçağ ve Yeniçağ’larda yaşayan İslam dünyası da kökenlerinin aksine Batı’nın Karanlık Ortaçağı’na doğru gidiyor. Bugün etnik-mezhebi farklar nedeniyle, emperyal güçlerin de katkısıyla, Ortadoğu’da birbirini boğazlayan Müslümanlar, oldukça aydınlık olan Ortaçağ’larındaki birlikte yaşama tecrübesinden ilham almaları gerekirken, tam tersine Batı Ortaçağı’nı (Fransız Din Savaşları, Otuz Yıl Savaşları vs.) örnek alıyorlar. Zira Müslümanlar o dönemde zımmi hukuku çerçevesinde gayrı müslimlere İslam ülkelerinde yaşama, din ve ticaret özgürlüğü hakkı tanıyor, İspanya’daki Katolik kıyımından kaçan Yahudilere kapılarını açıyordu.
Fukuyama için üzgününüm. Zira o vakit Amerikan derin devletinin pazarlama ve parlatmasıyla büyük ses getiren teorisi henüz kendisi berhayat iken çökmüş oldu. Bu manada Samuel Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” ile Bernard Lewis’in İslam dünyası için öngördüğü “Medeniyet-içi Çatışma” tezlerini de gelişen olaylar muvacehesinde tartışmakta fayda olabilir.
Kaynak: Prof. Dr. Cengiz Tomar, AJ
E-BÜLTENE ABONE OLUN
Stratejik Ortak yazarlarının makalesi ve haritalar ücretsiz e-postanıza gelsin.
Abone oldunuz, teşekkürler.
Bir şeyler yanlış oldu. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.