Aydınlanma Düşüncesinin 20. Yüzyıla Taşıdığı İdeolojik Zemin

2469
Yazarlık Başvurusu

18. yüzyıl felsefesine Aydınlanma Felsefesi denilmektedir. Aydınlanma insanın düşünme ve değerlendirmede din ve geleneklere bağlı kalmaktan kurtularak, kendi aklı ve kendi görgüleriyle hayatını aydınlatma girişmesi olarak tanımlanabilir. İnsanın varlığının anlamı ve bu dünyadaki yeri hep problem olmuştur. 18.yüzyılda bu sorun en temel hatlarıyla ele alınmış verilen yanıtlar ve oluşan düşünceler çerçevesinde toplumlar üzerinde mühim etkilere sebep olmuştur. Nitekim yüzyılın sonlarına doğru yaşanan Fransız Devrimi bir bakıma oluşan düşüncelerin uygulanma aşaması olarak değerlendirilmektedir. 18.yüzyıl kökleri Rönesans ve Reform’a dayanan ve Batı’nın dünyanın geri kalanından farklı bir gelişme rotasına girmesine neden olan iktisadi, toplumsal ve siyasal dönüşümlerin, biri siyasal diğeri ekonomik iki büyük altüst edici sonucuna; Fransız ve Amerikan Devrimleri ile İngiliz Sanayi Devrimi’ne tanık olmuştur. 19.yüzyıl ise, bu dönüşümün düşünsel düzeyde iyice berraklaşmaya başlayan ürünleri olarak “siyasal ideolojiler”i yaratmıştır. Bu anlamda, Aydınlanma sonrası dönem, birçok nitelemenin yanı sıra, bir “ideolojiler Çağı” olarak nitelendirilmeyi hak etmektedir.

Bu çalışmanın iki temel hedefi bulunmaktadır. Birincisi, “ideoloji” kavramının kendisini, toplumsal kökenlerini ve ideolojilerin bir dünyayı anlama ve bireysel/toplumsal yön belirleme aracı olarak toplumları dönüştürme gücünü ve sınırlılıklarını ele almaktadır. İkinci temel hedefi ise,  toplumları siyasal ve ekonomik açıdan  ortaya çıktığı dönemden günümüze kadar etkileyen iki önemli kavram olan, Muhafazakarlık ve Liberalizm  karşılaştırmak olacaktır.

Giriş

Yaşamı anlamlı kılan durumlardan birisi, yaşadığın hayatın doğru olduğuna inanmaktır. Dünyayı yorumlama araçları olan gelenekler, dinler, semboller vb. mevcut toplumsal, iktisadi ve sosyal ilişkileri tanımlamaya yarayan araçlardır. Değişen toplumların düşünce yapıları hiçbir vakit durağan kalmamıştır. Gelişen ve sürekli değişerek ilerleyen dünyada toplumlar yeni araçlara ihtiyaç duymaktadırlar. Batı dünyası 16.yüzyılda bu dönüşümü yaşamaya başlamıştır.

Yaşanan değişim sürecinde birey artık cemaat içerisinden ayrılarak akıl ile donatılmıştır. Akıl çağına giren birey, deniz aşırı ülkelere gidecek, mal alıp satacak ve para karşılığı üretim yapmaya başlayacaktır. Artık dünyayı anlamak ve yorumlamak andına yeni mitlere yeni kavramlara ihtiyaç duyar hale gelecektir. Bu bağlamda ideoloji kavramı akıl çağından ideoloji çağına geçiş sürecindeki en önemli etken olarak değerlendirmemiz yanlış olmamaktadır.

İdeolojiler, toplumların geçirdiği çalkantılı dönemleri ve bu dönemlerde kaybolan değer ve bilgileri yeniden kurmak için çaba gösteren bir kavram niteliği taşımaktadır. Kavramın en dikkat çeken özelliği, benimsenen toplumlarca inatla savunulmasıdır. Bu durum ideoloji kavramının tüm toplumları seferber duruma getirdiğinin bir kanıtı olarak düşünülebilir. Her medeniyetin hatta her sınıfın kendine ait bir ideolojisi bulunmaktadır. Çünkü inceleyeceğimiz bu kavram insanın hayatına ve zekâsına yön veren düşüncelerden oluşmaktadır.

1.) Tarihsel Gelişim Sürecinde İdeolojinin Evrimi: Aydınlanmanın Mirası

Fransız Aydınlanma dönemi filozofları, yüzyıl öncesinde mutlak monarşi ve kilise arasındaki ittifakla karşı karşıya kalmışlardır. Aydınlanma düşünürleri için din, toplumun rasyonel bir biçime dönüşmesinin önünde ana engel olarak görülmüştür. Düşünürlere göre toplumsal biçime ulaşmanın yolu akıl ve doğada gizlidir. Holbach durumu şöyle analiz etmiştir:

“İnsanın mutsuzluğunun kaynağı doğaya dair cehalettir…Öyleyse en önemli görevimiz, bizi yanlış yollara götüren yanılsamaları yok edecek araçlar yaratmaktır. Bu kötülüklerin ilacı bizzat Doğa’da aranmalıdır; sapkın ve baskıcı bir hırsın başımıza açtığı dertlerin panzehirini bulmayı rasyonel olarak umut edebileceğimiz tek yer Doğa’nın zengin kaynaklarıdır… İşte bunun için, akıl hak ettiği yere kavuşmalıdır… Akıl, artık önyargının ağır zincirlerinden kurtulmalıdır.’’(Mclellan, 2012:5)

İdeoloji kavramının ilk kullanışı Fransız Devrimi’nin hemen ertesine rastlamaktadır. 1789 Fransız Devrimi’nin düşünsel selefleri, Aydınlanma Çağı düşünürleri olarak kabul görmektedirler. 1797 yılında ideoloji kelimesini ilk kez kullanan kişi Antoine Descutt de Tracy,  Aydınlanma düşüncesini yayma göreviyle  Institut de France’da çalışmakta olan filozoflar arasında olduğu bilinmektedir.

İdeoloji kavramı ilk kez Fransız Aydınlanmacıları tarafından düşünceler bilimi yerine kullanılmıştır. Kavram Doğrudan Fransız Aydınlanması’nın ürünü olsa da, kökleri Ortaçağ dünyasının yıkım haline geldiği dönemde entelektüellerin karşısında duran, anlam ve  kelimesini ilk kez ortaya koymuş olan kişilerin ataları, Francis Bacon ve Thomas Hobbes gibi düşünürlerdir. Bacon, Novum Organum adlı eserinde toplumun gözleme dayalı incelemesini ortaya koymuştur. Bacon’a göre insan düşüncesi idollerin, hatalı anlayışların siluetleri altında kalmıştır. Dört çeşit idol olduğunun altını çizmektedir. Bunlar: Kabile idolleri, mağara idolleri, pazaryeri idolleri, ve tiyatro idolleridir. Kabile idolü geleneği, mağara idolü bireyin özgül bakış açısını, pazaryeri idolü dili ve toplumsal etkileşimi tiyatro idolü ise eskinin dogmatik görüşlerini içermektedir. Modern siyasal bilimlerin başlangıç yeri, Bacon’un idoller kuramı sayılmaktadır(Mclellan, 2012:5).

İlk zamanlar ideoloji kavramı geleneklere bağlı olarak süregelmiş olan yapıların parçalanmasını amaç edinen devrimci düşünce anlamının yerini tutmuştur(Bluhm, 2014:24).

1801 ve 1815 dönemleri arasında Tracy, Elements d’odıologie’de diğer bilimlere zemin oluşturacak yepyeni bir bilim önermiştir: idealogy bilimi. Bütün bilimlerin fiziksel duyulara dayandığı savunmakta olan Tracy, doğuştan var olan düşünceler kavramını tamamen reddetmektedir. Fikirlerin dini tüm önyargılardan bağımsız bir şekilde rasyonel olarak araştırılması ile mutlu ve adaletli toplum imajına ulaşılacağını savunmaktadır. Bu düşünceden hareketle birey insani düşünce ve isteklerini araştırma yoluna giderek, toplum ve doğa arasındaki ilişkinin farkına varacaktır. Doğa ile toplumun uyumu, düşüncelerin akılcı bir yöntemle araştırılıyor olması beraberinde ideoloji kavramını getirecektir.

İlk zamanlar olumlu anlam taşımakta olan ideolojiye, olumsuz anlamı yüklemesini kısa süre içerisinde Napolyon yapmıştır. İktidarının dini kurumlarca desteklendiğinin farkında olan Napolyon, ideoloji kavramının karanlık bir metafizik olarak değerlendirmektedir.

Kavram oluştuğu günden bu yana olumlu ve olumsuz gidiş gelişler yaşamıştır. İdeoloji kavramının kökleri Fransa dışında Almanya’da da bulunmaktadır. Kavramın Almanya’da gelişmesinde Fransız Devriminin önemli rolünün olduğu bilinmektedir. Devrimin ardından Fransa’da yaşanan olaylar –Napolyon’un iktidara gelmesi, devrimin ardından Avrupa’da oluşan altüst edici olaylar- doğal ve rasyonel olarak değerlendirilmemekteydi. Yaşanan Sanayi Devriminin hız kazanması ile döneme değişim ve hareketlilik girmiştir. Bu hareketlilik insanın dünyaya bakış açısını değiştirmesine, dünyayı anlam yükleyerek yorumlamasına sebebiyet vermiştir. Almanya’da kendini gösteren romantik hareket, Tracy’nin akılcı bir zihnin doğal ve berrak olduğu düşüncesinin aksine Alman romantikleri, insanların değişen olaylar karşısında, bireysel yollardan kendi gerçekliklerine düşünerek ulaşabileceklerini savunmuşlardır. Ortaya atılan bu fikirlere Hegel farklı bir yorum kazandırmıştır. Yaşanan döneme ait düşüncelerin mutlak gerçeklik sayılamayacağını savunan Hegel, değişen düşüncelerin, tarihsel koşullara bağlı olarak değiştiğini öngörmektedir. Tarihin anlamı ve gerçeklik payı varsa bu durum sürecin tamamının ele alınması ile bulunabilir. Belirli dönemlerde ele almak çok farklı sonuçlara ve çok farklı niyetlere ulaşmak için kullanılabilir. Hegel’in bu düşüncesinden etkilenen Marx ise, Fransız, Alman ve Marksizm’i birleştirerek politik söylemin gündemine ideoloji kavramını yerleştirmiştir.

Georg Wilhelm Friedrich Hegel ve Karl Marx

Marks’a göre ideoloji, altyapıya bağlı ve onun etkisinde değişerek, gelişmeye devam eden bir kavramdır. Asıl belirleyici olan toplumun altyapısı, somut ortam ve üretim ilişkilerdir. Marks’ın düşünce sisteminde altyapının değişkeni, altyapıya bağlı oluşumu ifade etmektedir, O’na göre ‘’ideoloji gerçeğin bir parçasını, insani zayıflığı; ölümü, acıyı, güçsüzlüğü içinde taşır. Böylece yorumlanmış ve aktarılmış gerçekle bir bağıntısı olduğundan bu gerçeğe geri denebilir ve gerçekten canlı olan insanlara kurallar ve sınırlar koyabilir. İdeoloji dünyayı nasıl görmek gerektiğini bildirir ve yaşam biçiminin yorumlanmasını sağlar. Yani belirli bir noktaya kadar ‘’praksis’’ e izin verir. İdeoloji kendilerini haklı görmek isteyen egemen oluma yardım eder. O, bir dünya görüşüdür ya da dünya görüşünü temsil eder.’’( Kazancı, 2002:57) Marks bir toplumda hakim düşünce ile egemen sınıfın çıkarının birlikte var olması gerektiğini söylemiştir. O’na göre  İdeoloji gerçeklik durumunda bir yanılmasa değil, bilinç üzerindeki izi veya görünüm şeklidir. İdeolojiye olumsuz anlam yüklemekte olan Marks, ideoloji kavramını yanlış düşünceler kümesi olarak değerlendirmektedir(Mclellan, 2012:6-7).

İdeoloji tetkikleri büyük oranla Marksist gelenekle ve Marksist düşünceye sahip kişilerce yürütülmektedir (Mclellan, 2012:6,7). İkinci Dünya Savaşı sonrasında özellikle Batı’da, de Tracy düşüncesine uygun gelenekle, ideolojiyi inceleme odaklı çalışmalar ağırlık kazanmıştır. Sovyet komünizminin, Batı demokrasisine karşı oluşturduğu tezat argümanların bir gözdağı olarak algılanması, Nazizmin insanlık adına yaratmış olduğu felaketler, yaşanan olayların arkasındaki fikirlerin tarihini araştırma isteği uyandırmıştır. Bu bağlamda İdeoloji kelimesine olumsuz anlam yüklenerek politik açıdan totalitarizmle bağdaştırılmıştır. Olumsuz anlamı iyice sağlamlaştıran iki akım, Amerikan politik biliminde bulunan davranışsalcılık ve İngiltere’de hakim olan analitik felsefe, çok güçlü pragmatik oluşuma sahiptir. Dünyayı kesin verilere göre yorumlamayı savunmaktadır. Bu yoruma göre ideolojiler çağının devri sona ermiştir. Bu çağı geleneksel toplumların dönüşüm evresinin ardından, oluşan rakip gruplar arasındaki düşünce trafiği olarak değerlendirmektirler. Bu evrenin ise Sanayileşme dönemine denk geldiğini savunmaktadırlar. Komünizmin ise 19.yüzyılın kalıntısı olduğunu, artık toplumların teknik olan sorunlara, teknik çözümler ürettiğini ve sanayi sonrası toplumlarda,  bu düşüncelerin hiçbir öneminin kalmadığı vurgulanmaktadır.

İdeolojinin sonu olarak ortaya atılan bu düşünce son 30 yılın en çok eleştiri alan yaklaşımıdır.

Bir kavram olarak ideolojinin tanımına değinecek olursak; günümüzde toplumlar tarafından anlamı çok fazla düşünülmeden kullanılan kavramların sadece bir örneğidir. Bilimsel olarak tam bir tanımı olmasa da, kavramı kullanırken soyutta olsa bir anlamı oluştuğu bilinmektedir(Örs,2016:5-6).

Sosyal bilimlerde ise, elbette, bir anlamı bulunmaktadır. Ancak tam anlamıyla mülahaza edilmiş bir ideoloji tanımına ulaşmak zordur. İdeoloji kavramı birçok boyutta ele alınmaktadır. Bu bağlamda karıştırılması en mümkün kavramlardan birisidir. Her şeyden evvel ideolojiler tek boyutta ele alınamaz. İdeolojiler toplumsal, siyasal ve iktisadi yaşamın tek bir boyutu ile ilgilenmez. Birey ve toplum arasındaki ilişkiye, kültürler arası ilişkiye, din ve mitoloji ile ilişkiye oldukça hakimdir. İdeolojilerin çok kapsamlı olması birçok olay ile ilişkili olması onun tam bir tanıma ulaşması konusunu güçleştirmektedir (Örs,2016:5-6).

İdeoloji kavramının daha geniş bir şekilde aktarılmaya başlandığı dönem ise 18.yüzyılın son zamanlarına dayanmaktadır. Kavramın yaşam süresinin uzunluğundan kaynaklı olarak hem olumlu hem olumsuz anlam yüklemesi baş göstermiştir.

Kavram üzerinde oluşan olumlu/olumsuz anlamlardan kaynaklı olarak çıkan zorluklara rağmen,  günlük konuşma dilinde sık kullanılan kavramlardan biri haline gelebilmiştir. Sosyal bilimlerde ise önemli çalışma alanlarından birisi olmayı başarabilmiştir. 19. Ve 20.yüzyıllar, düşünsel olarak birçok dönemden farklı olarak nitelendirilmiştir. Bu dönem geniş kitleleri harekete geçirme isteği uyandıran, siyasal rejimlerin yerine başka bir rejimin geçebileceği inancına sahip toplumların, düşünerek ürettiği ve adım attığı bir dönemdir. Kitle katılımının ortaya çıktığı bu dönemde, toplumsal ve siyasal sorunlar yalnızca aydınların bakış açısı ve değerlendirmesi  durumundan uzaklaşmıştır.

İdeolojiler çoğunlukla mevcut toplum düzenini yorumlamaya çalışmaktadır. Toplum ve hayatın nasıl olması gerektiği ve nasıl geliştirilmesi konusunda teoriler, politik deklarasyonlar ve inanışlar ortaya koyarlar. (Ergil,1938:70) Kavram insanlığın doğası hakkında farklı ve özel görüşler ortaya koyarken, sosyal adalet konusunda toplumların yaşayış biçimlerine samimi ve ahlaklı dokunuşlar yapmaktadır.

Toplumların baskı sebebiyle kendilerini ifade edemedikleri anda ortaya çıkmış olan ideoloji kavramı, politik ve toplumsal gerçekleri ortaya koymaktadır. Din ve metafiziğin egemen olduğu yüzyıllarda durağan olan toplumların kendilerini ifade ediş biçimleri büyük ölçüde ideoloji kavramı ile açıklanmaktadır. İdeoloji sosyo-politik olması gereken, toplum modeli işlevini kurallar dahilin de içermektedir. Bu bağlamda insanlara ve toplumlara yol gösterici olduğu kabul edilmektedir (Örs,2016:10).

Somut olayların dışında tinsel olaylar da ideoloji kavramını etkilemektedir. Klasik yaklaşımın politik bilim bakış açısından yapılmış olan tanımına göre ideoloji: yönetilenler arasında yaygın, fakat sınırlı, belirsiz fikir kümeleridir. (Kazancı,2002:56) Toplumlarda oluşan rejimlerin kendine göre bir ideolojisi bulunmaktadır. Bu bağlamda sosyal bilimciler ideoloji kavramını toplumsal doğrular olarak, toplumda hangi işlevde görev aldıkları konusunda incelemişlerdir.

2.) Liberalizmin Temel Özellikleri    

Liberalizm Aydınlanma Çağının getirdiği düşünce sistemine dayanan ve bunu gelenek halinde sürdürmeye devam eden, iktidarı sınırlandırarak bireysel özgürlüklere ve haklara sahip çıkan, savunan ekonomik ve siyasal felsefe olarak tanımlanmaktadır.(Örs,50). Tarihsel dönüşümde liberal bireyciliğin oluşmasındaki en önemli faktörler, Avrupa’daki din savaşları, 16. Ve 17. yüzyıllarda bilimin yükselişi ve feodalizmden kapitalist sisteme geçiş (16-17 yüzyıllar) olmuştur. Kavramın en temel unsurları: bireycilik, özgürlük, akıl, eşitlik, hoşgörü, rıza ve anayasacılıktır. Kendi arasında modern ve klasik liberalizm olarak ikiye ayrılmıştır.

Bireycilik, kavramın merkezi ilkesidir. Bireysel insanın en yüksek derecede öneme sahip olduğu inancını yansıtmaktadır. Yaklaşımda bireyler eşit ahlaki değere sahiptirler. Bu bağlamda liberal düşüncenin koyduğu hedef her bireyin yeteneği doğrultusunda yapabileceği işin en iyisini yapabilmesi, kendi tanımladığı “iyi” doğrultusunda ilerleyebileceği bir toplum inşası düşüncesi hakimdir. Liberaller bir bireyin özgürlüğünün diğerlerinin özgürlüğünü tehdit edebileceğini düşündükleri için “hukuka bağlı özgürlük” ilkesini savunmaktadırlar. Bu çerçevede kavramın “herkes için aynı özgürlük” ilkesini savunduğunu görebilmekteyiz. Liberaller dünyanın rasyonel bir yapısı olduğuna ve bu yapının insan aklı ve eleştirel yöntem ile keşfedileceğine inanmaktadırlar. Toplumda bireylerin yalnızca ahlaki anlamda eşit olduklarını savunan liberaller, sosyal eşitlik ve gelir eşitliğini desteklememektedirler. Liberal yaklaşımda otorite daima rızaya ve gönüllü anlaşmaya dayanmaktadır. Bu bağlamda yönetim de “yönetilenlerin rızasına” dayanmaktadır. Liberaller hükümeti toplumda düzen ve sürekliliği sağlama konusunda öneme sahip olduğunu savunsalar bile, hükümeti her zaman bireye karşı bir  tehlike olarak görmektedirler. Bu sebeple sınırlı yönetime inanmaktadırlar (Heywood,2015:58-59).

2.1) Muhafazakarlığın Temel Özellikleri

Muhafazakarlık kavramının  en kısa ve öz anlamı mevcut hukuki durumun muhafaza edilmesini savunan, toplumdaki değişimlere şüphe ile yaklaşmakta olan bir düşünce akımı olarak tanımlanmaktadır. Muhafazakar fikirler ilk olarak 18. Ve 19.yüzyılın başlarında ortaya çıkmıştır. Fikirlerin büyük ölçüde Fransız Devrimi’nin ardından yaşanan iktisadi ve siyasal değişime tepki olarak ortaya çıktığı bilinmektedir(Heywood,2015:60). İlk savunucularından biri 18.yüzyıl İngiliz düşünürü Edmund Burke olarak bilinmektedir. Burke kavram hakkındaki fikirlerini ‘’Fransa’daki Devrim Üzerine Düşünceler’’ ve ‘’Yeni Whig’lerden Eski Whig’lere Bir Rica’’ adlı eserlerinde yer vermektedir(Aktan,2007:51).

Kavramın en temel unsurları: Gelenek, pragmatizm, beşeri mükemmel olmayış, organizmacılık, hiyerarşi, otorite ve mülkiyettir. Muhafazakarlık kendi içerisinde paternalist muhafazakarlık olarak ayrım göstermiştir.

Muhafazakar düşüncenin merkezi teması gelenektir. Geçmişin getirmiş olduğu bilgeliği hem bugün yaşayanlar hem de gelecek nesillerin öğrenmesi gerektiği inancını benimsedikleri için geleneklerin korunması gerektiğini savunmaktadırlar. Yaşanılan dünyanın çok karmaşık olduğunu savunan muhafazakarlar insanın rasyonelliğinin sınırlı olduğu gerçeğine vurgu yapmaktadırlar. Bireyin ahlaki olarak bozuk olduğunu, bencillikle, açgözlülükle ve iktidar hıtsı ile lekelendiği inancını benimseyen muhafazakarlar suçun ve toplumda oluşacak herhangi bir düzensizliğin sonucunu bireye dayandırmaktadırlar. Bunun sonucunda düzenin sağlanması amacıyla güçlü bir devletin ve katı ceza ve kanunların olması gerektiğini savunmaktadırlar. Muhafazakarlar özgürlüğün sorumluluk bilinci ile var olacağı inancındadırlar.

2.2) Muhafazakarlık ve Liberal Düşüncenin Farklılıkları

Bu başlık altında Muhafazakarlık ve Liberal düşüncenin bir karşılaştırması yapılmaya çalışılacaktır.

Muhafazakar düşünce liberal doktrin ile bazı benzerlikler göstermektedir. Fakat bu benzerliklerin yanında birçok konu bakımından da birbirlerine çok tezat oldukları bilinmektedir. Kavramlar arasındaki farklılıklar şu şekilde aktarılmaktadır.

Muhafazakarlar, radikal reformlar yaparak dönüşen toplumun gelenekleri ve toplumun kurallarını yok ettiğini düşünmektedirler. Mevcut hukuki durumunun değişmesi ve dönüşmesi konusuna çok şüpheci yaklaşmaktadırlar. Kavram bu bağlamda düşünüldüğü vakit şüpheci bir doktrin olarak  görülmektedir. Liberal düşünce  toplumsal düzen bakımından, muhafazakarlıktan ayrılmaktadır. Düşünürlerin birçoğu toplumdaki düzeni yakalamak için kuralların ve kurumların değiştirilmesi gerektiğini savunmaktadırlar. Muhafazakarlık, otoritenin güçlü olması gerektiğini düşünmektedirler. Ancak merkezi bir otorite ile istikrarlı bir topluma ulaşacaklarını savunmaktadırlar. Güçlü olan devlete itaat kavramın en belirgin özelliği arasındadır. Liberalizm ise özgürlüğü, otoriteden bağımsız olmakla açıklamaktadır. Devleti en minimumu indirgemek yeniden biçim vermek gereklidir (Ekmekçi,2013:207). Liberal düşünce bu açıdan muhafazakar düşünceden ayrılmaktadır.

Muhafazakarlık, toplumcu bir öğretidir. Bu bağlamda liberalizmin bireycilik öğesini reddetmektedirler (Aktan,52) liberalizmin tanımladığı birey tasvirini, toplumsal aidiyetlerinden soyutlanmış bir varlık olarak tanımlamaktadırlar. Muhafazakarlara göre birey yalnızca aile ve din gibi değerlerle birlikteliği ölçüsünde değer kazanmaktadır. Geçmişten geleceğe kadar devamlılık sağlayan kurumlar –özellikle aile-bireyin- eksik yönlerini tamamlamaktadır(Özipek,2004:6).

Muhafazakarlar için din ve ahlak saygı duyulan ve büyük önem arz eden konuların başında gelmektedir. Din ve ahlaka bağlılık muhafazakarlar için çok önemlidir.  Muhafazakarlar devletin dini ve ahlaklı koruması gerektiğini savunmaktadırlar. Ancak bunu yaparken  din ve devlet işlerinin birbirlerinden ayrı işler halinde yürütülmesi gerektiğini düşünmektedirler. Liberaller ise dini ve ahlaki değerlerin tamamının bir özgürlük meselesi olduğuna inanmaktadırlar.

Muhafazakarlar özel mülkiyet ve veraset kurumlarının getirdiği hakları sonuna kadar savunmaktadırlar. Toplumdaki yaşamda geleneklere, hukuka ve mülkiyet haklarına önem vermektedirler. Mülkiyet hakkını toplumun ihtiyaçları ile sınırlandıran muhafazakar düşünce, kişinin kendine aile olanla istediğini yapmak konusunda sınırsız hakka sahip olması fikrini kabul etmemektedir. Liberaller ise insan özgür olduğu için sahip olduğu malı değerlendirmesi konusunda onu serbest bırakmaktadır. Locke, mülkiyet hakkı sınırını tespit etmeye çalışmıştır. Mülkiyet hakkının kutsallığına değinen Locke, toprağı insana verenin yaratıcı olduğunu ve mülkün tek efendisinin, kişinin kendisi olduğunu savunmaktadır. Her insanın ihtiyacı kadar mülk edinmesini savunan Locke, toplumlardan daha evvel varolan bu hakkın korunmasını toplum yasalarının görevi olduğunu düşünmektedir (Ekmekçi,2013:208-209).

Muhafazakarlar, adalet konusunda eşitliğin, sosyal adaletin ve politikanın bir amaca yönelik olması durumunu reddederler. Liberallerden farklı olarak, piyasa tarafından keyfi olarak yapılan gelir dağılımının kişilerin hak etmelerine yönelik değişime uğraması gerektiği fikrini savunuyor olsalar bile, eşit yetenekte olmayan kişilere eşit gelir dağılımı ve servet dağılımının kabul ettirilmesi durumunun kendiliğinden olmasını haklı bulmaz. Toplumda servete dayanmayan doğal bir hiyerarşi sisteminin bulunduğunu savunan muhafazakarlar, gelir dağılımına devamlı olarak devlet müdahalesi altında kalması durumunda doğal olan hiyerarşinin sağladığı istikrarın bozulacağını düşünmektedirler.

1980’li yıllardan itibaren liberal düşünce gibi  muhafazakar düşünce de önem kazanmıştır. İlerleyen zamanlarda değişen koşular ile birlikte birtakım değişiklikler göstermiştir. Son 10 yılda ise  Neo-muhafazakarlık ve neo-liberalizm kavramları tekrar gündeme gelmiş ve önem arz etmeye başlamıştır.

3. Sonuç Mahiyetinde “İdeolojilerin Sonu Mu?” Değerlendirmesi

İdeolojiler 19.yüzyıldan itibaren yayılmaya başlaması, kavram ile toplumsal dönüşüm arasındaki ilişkinin en net örneği olacaktır.

Marksizm, Faşizm, Anarşizm gibi ideolojilerin temel farklılığı eski olanın yerine nasıl bir yeni gelecek sorusuna verdikleri yanıtta gizlidir. 1950 ve 1960’lı yıllarda ortaya atılmış olan ideolojilerin sonu tezi, asıl perspektifte, gelişmiş ülkelerde refah seviyesinin artması, sınıfsal farklılıkların giderek azalması ile birlikte, ideolojik farklılıkların da azaldığı görüşüne dayanmaktadır.

İdeolojik konu olarak algılanan işçi hakları ve iktisadi planlamalar gibi konular artık birer teknik konu olarak algılanmaya başlamıştır. Birbiriyle görüş olarak çelişen ideolojik kavramlar giderek yakınlaşmaya başlamıştır.

20.yüzyılın ikinci yarısının problemlerine, artık ne liberalizm ne de Marksizm cevap verebilmektedir. Çok büyük tepki gören bu sava karşı birçok sav geliştirilmiştir. Bazıları “ideolojilerin sonu” iddiasının bir ideoloji olduğu görüşünü savunmaktadır. Bu dönemde Avrupa’da yaşanan öğrenci ayaklanmaları,  yeni sol akımı, darbeler, rejim değişiklikleri ideolojilerin sonu savını zayıflatan gelişmeler olarak değerlendirilmektedir. Fakat ideolojilerin savına göre, bu durumlar istisnai olaylar sayılmaktaydı. Üçüncü dünya ülkeleri de geliştikçe ideolojilere ihtiyaç duymayacakları bir dengeye ulaşacağını düşünüyorlardı.

Bu bağlamda değerlendirildiği vakit akla ilk olarak modern toplumların tüm sorunlarını çözdüğü, insan-doğa, insan-insan ve insan-politik iktidar arasındaki ilişkilere dair çözülmemiş bir sorun kalmadığını düşündürmektedir. Modern, sanayileşmiş toplumlar ciddi sınıf çatışmaları yaşamıyor olsalar bile çok ciddi çevre sorunları yaşamaktadırlar. Yüzyıllar boyu insanlığın en büyük kabuslarından biri olan savaş, gelişen teknoloji ile birlikte insanlık için önemli tehdit unsuru haline gelmiştir. Modern toplumlarda farklı kimliklerin oluşmaktadır. Bu kimlikler cinsiyet, dil, din, ırk temelli geçmişin sınıf çatışması olarak değerlendirilmiş ve bir zamanların milliyetçi kimlikleri kadar güçlü olacağı düşünülmüştür. Tüm bu gelişmelerin ulusal düzeyde kalmayarak uluslar arası düzeyde cereyan etmesi, ideolojilerin sonu savına veya post-modernistlerin sınıf, ulus gibi kimlikler yerine bireysel kimlikleri ön plana çıkaran, benzerliklerin değil artık farklılıkların mühim hale geldiği çoğulcu dünyada ideolojilere artık ihtiyaç duyulmadığı savlarına oldukça ihtiyatlı yaklaşılması gerektiğini göstermektedir. Elbette Marksizm, 20.yüzyılın ilk yarısında olduğu gibi geniş kitleleri peşinde sürüklemiyor ve eski gücüne sahip değil. Ancak toplumların kendilerini tanımlama, sosyal çevrelerini yorumlama, karmaşık toplumsal ve siyasal düzende yön bulma ihtiyacı hala ortadan kalkmamıştır.  Gelişmiş ve az gelişmiş ülkelerde ideolojiler hala kitlelere harekete geçirebilmektedir. Bunun sebebi ideolojilerin gerek birey gerek toplum düzeyinde mühim işlevler görüyor olmasıdır.

İdeolojiler siyasal elitlerin kullandığı en mühim araçlardandır. Siyasal elitler çeşitli ideolojik sembolleri kullanarak, sistemin meşrutiyetini korumaya çalışmaktadırlar. İdeolojilerin toplumu ortak bir amaç doğrultusunda birleştirme gücü, devrimci elitlere önemli bir araç sağlamaktadır.

Bağımsızlığını kazanan Üçüncü Dünya ülkelerinde ideolojiler genellikle aydınlar tarafından, yukarıdan aşağıya doğru, reformlar ve devrimler yoluyla topluma empoze etmeye çalışılmıştır. Sosyalizm, ulusçuluk gibi isimlerle, anti-emperyalist içerikli ideolojiler, Afrika, Ortadoğu, Latin Amerika ülkelerinden siyasal değişimlerin temelini oluşturmuştur. Bu bağlamda Üçüncü Dünya Ülkelerinde ideolojilerin sonunun gelmiş değildir. Hala muhalefette yer alan siyasi elitlerin ideolojileri kitlesel örgütlenme aracı olarak kullandığını görebilmekteyiz. Gelişmiş ülkelerde ideolojiler yok olmamıştır fakat ideoloji taşıyıcılığı olarak ek değiştirmiş oldukları kabul edilmiştir. İdeolojiyi taşıyan gruplar artık toplumun en altında yer alan gruplar değil, toplumda daha vasıflı olan işçiler, beyaz yakalılar gibi, üst derece yükselmiş fakat daha ileri gitmek imkanları olmayan kişilerce savunulmaktadır.

Yukarıda bahsettiğimiz gibi Batı toplumlarında sınıfsal temelli kimlerin oluşmaya başlaması ile ideolojilerinde niteliği değişmiştir. Savaş, silah karşıtlığı, çevrecilik, yerelcilik, Feminizm gibi ideolojilerin giderek yaygınlaşmaya başlaması iktidarı etkilemeye başlamıştır. Bu bağlamda değerlendirdiğimiz vakit ideolojilerin sonundan ziyade, ideolojilerin ve ideolojik aygıtların niteliklerindeki değişimden söz etmek daha doğru olacaktır.

Özgür Dalçık

Stratejik Ortak Misafir Yazar

KAYNAK

Aktan, Can, Coşkun (2007), “Muhafazakarlık ve Liberal Düşünce”, Köprü Dergisi, sayı 97, s.51-57

Ekmekçi, Su, İdil (2013), “John Locke’un Liberalizm Kuramı Üzerine” TBB Dergisi, Mayıs-Haziran, sayı 106, s.206-214

Ergil Doğu (1938), “İdeoloji Üzerine Düşünceler”, Anadolu Üniversitesi SBF Dergisi, cilt 38, sayı 1,s.69-95

Hall, Stuart-Gustofsson, Bo-Lumley, Bob- Bluhm, William- Mclennon, Gregor (2014),İdeoloji Üzerine, Pales Yayınları, İstanbul

Heywood, Andrew (2015), Siyaset, Adres Yayınları, Ankara

Kazancı, Metin (2002), “Althusser, İdeoloji ve İletişimin Dayanılmaz Ağırlığı”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 57, sayı 1, s.56-87

Mclellan, David (2012), İdeoloji, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul

Örs, H.Birsen (2016), Modern Siyasal İdeolojiler, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları

İNTERNET KAYNAKÇASI

Özipek, Berat, Bekir (2004), “Muhafazakar Siyasetin Temelleri), sayı 34, bahar http://www.liberal.org.tr/sayfa/liberal-dusunce-sayi-34-bahar-2004-muhafazakarlik,305.php

[1] Uluslararası İlişkiler Lisans Öğrencisi,  Karabük Üniversitesi, ozgurdalck93@gmail.com

E-BÜLTENE ABONE OLUN

Stratejik Ortak yazarlarının makalesi ve haritalar ücretsiz e-postanıza gelsin.

Abone oldunuz, teşekkürler.

Bir şeyler yanlış oldu. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.

E-BÜLTENE ABONE OLUN

Stratejik Ortak yazarlarının makalesi ve haritalar ücretsiz e-postanıza gelsin.

Abone oldunuz, teşekkürler.

Bir şeyler yanlış oldu. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.

Yazarlık Başvurusu

Yorum Yaz

Lütffen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz