Türk Revizyonizmi: 2016 – 2020 Türk Dış Politikasının Mümkün Mertebe İncelenmesi

1241

Türkiye dış politikada son elli yılın en hareketlerini günlerini yaşamakta. Bir yandan Batı dünyasıyla olan gelgitli ilişkiler, diğer yandan Suriye İç Savaşı, Azerbaycan-Ermenistan arasındaki mücadele, Libya’da halen var olan meşru hükümet ile Hafter çekişmesi, Yunanistan ile devam eden gergin ilişkiler ve Doğu Akdeniz. Tüm bunlar devam ederken okuyucular veya analistler tüm bunları bir anda ortaya çıkmış olgular gibi görme hatasına düşüyorlar. Aslında, Türk dış politikasının bu kadar hızlı bir türbülansa girmesinin altındaki sebepler çok daha eski tarihlere uzanmaktadır. Bu yazıda sizlere bu sebepleri açıklamaya çalışacağım. Türkiye’nin yükselen revizyonizmi tek bir sebepten değil, birçok sebebin birbiriyle iç içe geçmesiyle ortaya çıkmaktadır. Bunları iç sebepler ve dış sebepler olarak ayırmak bizler için bu sebepleri anlaşılması daha kolay hale getirecektir. Karmaşıklıktan kaçınmak adına iç sebepleri “Malthus Tuzağı” ekseninde toparlayıp anlatacağım. Yine aynı şekilde daha duru bir anlayış için dış sebepleri de “Hegemonik Değişimler” ekseni altında inceleyeceğim. Yazının ana fikri, Türkiye’nin demografik – yapısal sebeplerden ve tabii ki Amerika Birleşik Devletleri’nin uluslararası alanda bulunan hiyerarşik üstünlüğünün işlevsizliğinden kaynaklanan sebeplerden dolayı dış politika anlayışında 2016 yılından itibaren daha zor – baskın bir yöntemle kendi nüfuz alanını genişletmeye çalıştığını, bunun 2016 tarihiyle başlamasının sebebinin ise içerideki sermaye ve zor kullanma tekelini tekrardan kazanmasının altında yattığını açıklayacağım.

I. Malthus Tuzağı ve Türkiye 

Türkiye Cumhuriyeti 10 yıldır pozitif eğride bir nüfus yükselişiyle karşı karşıya. Resmi rakamlar nüfusun 83 milyon etrafında seyrettiğini belirtirken, Türkiye’nin, Doğu ülkelerinden ve Suriye’den gelen göç dalgasıyla beraber yaklaşık olarak 90-95 milyonluk bir nüfusu bünyesinde bulundurduğu varsayılmaktadır. Bu sayının endişe vermesindeki sebep Anadolu’nun bu kadar yüksek sayılarda bir popülasyonu kaldırabilecek kaynak yeterliliğine sahip olamamasında yatmaktadır. Bu yetersizliğin olduğunu anlayabilmek için çeşitli parametreler bulunmaktadır. Belirtmek gerekir ki artan nüfuslar devletleri bu popülasyonları kontrol altında tutmak ve popülasyonlardan vergi gibi finansal kaynakları veya emek gibi üretimsel kaynakları elde edebilmek için sürekli modernizasyona itmektedir. Bu modernizasyon önce tarımsal sonra da tarımsal olmayan alanların dışında gelişimlerle son bulmaktadır. Bu iktisadi gelişimler ülke içi göç ve şehirleşme oranlarının artmasıyla sonuçlanmaktadır. Bu şehirleşme ile beraber daha kritik olan genç kitlelerinin toplam nüfus içerisindeki artışı ülke içinde patlayıcı bir devinim etkisi oluşturur (Korotayev, Zinkina et al, 2011).

İşte tam bu eylemler, Malthus Tuzağı dediğimiz olguyu geliştirir. Genç nüfusun baskınlığı, devletin finansal zayıflığı ile, elitlerin kompozisyonu ve ülke içindeki genel büyümenin getirdiği sayı artışı ile beraber, ülke kaynakları için daha agresif mücadele etmesi ve bunların orta – alt sınıf insanların aleyhine doğru genişlemesi ülke içinde genel sosyal destabilizasyon ve radikal fikirlerin büyümesi olarak sonuç vererek klasik bir Malthus Tuzağını tamamlar. Böylesine parçalayıcı bir güç Türkiye’nin 1960’lar ve 1970’ler de içinde bulunduğu politik ortama, Arap Baharı sırasında Tunus, Cezayir, Libya, Mısır ve Suriye’de görünmüştür. Tüm bu Malthus Tuzağı etkisinin altında yatan en büyük sebep, artan şehirleşme ile birleşen genç nüfusta yatmaktadır. Buradaki ana sorun, salt bir şehirleşme ve genç nüfustan ziyade, bunların ikisinin de devlet kontrolünde kademeli gelişmesini sağlayacak olan gerekli kaynakların bulunmamasından kaynaklanmaktadır, burada en kritik kaynak da enerjidir. Enerji sadece elektrik, doğalgaz gibi anlaşılmamalıdır. Var olan değer zincirleri içerisinde, standart bir unun üretimden şehirlerdeki marketlere gelmesine kadar hayatımızın en ince noktalarına kadar enerji çok etkin bir yer almaktadır. Şehirler gibi yüksek nüfus yoğunluğuna sahip alanlarda bu enerji ihtiyacı daha net görülmektedir. Bir devlet şehirleri için gerekli enerji ihtiyaçlarını karşılayamazsa bu nüfuslara fiyat artışı, yaşamda pahalılık ve bunların sonucu olarak gündelik sosyal alanlarında bozulmalar olarak yansıyacaktır.

Bunlardan doğan hoşnutsuzluklar en nihayetinde devletlere siyasi radikalleşmeler olarak yansımaktadır. Bu tehlikeli tuzaktan kaçınmanın en temel yolu, yeni enerji kaynakları aramaktan geçmektedir. Bunu ya ülke sınırları içerisinde ya da sınırların ötesinde aramak gerekmektedir. Türkiye 2000’lerin başından beri böyle bir Malthus Tuzağının içine doğru sürüklenmektedir. Aşağıda göreceğiniz şehirleşme ve genç nüfus grafikleri ile beraber var olan elitlerin çok çeşitliliği bunları kanıtlar niteliktedir. Bunların dışında, 2008-2009 İktisadi Durgunluğunun getirdiği ekonomik zayıflıklar ile beraber ülke içindeki ve dışındaki terör bu tuzağa çok tehlikeli katkılarda bulunmuştur. Gördüğümüz üzere, Türkiye’deki genç nüfus 2009’da %65,68 iken, 2019’da neredeyse %67’ye dayanmış durumdadır. Bu büyüme oranları %70’ten %76’lara gelen şehirleşme ile korelasyon göstermektedir. Bu, Türkiye gençlerinin şehirler içinde büyüdüğü ve şehirleştiği anlamını taşımaktadır. Türkiye’nin enerji alanındaki yetersizliği yeni bir olgu değil. Net enerji ithalatçısı olan Türkiye, vatandaşlarının bu ihtiyacını karşılayamadığını Türkiye’de son 10 yılda komünikasyon alanındaki teknolojik gelişimler (Twitter, Facebook vs.) ile beraber büyüyen geniş sosyal protestolar ve her sene yükselen fiyatlar önümüzde bunun kanıtı olarak bulunmaktadır.   Her protestonun ve enflasyon artışının yüzeyde farklı sebepleri varmış gibi gözükse de aslında en temelde kalıcı olan yapısal sorun, enerji rezervlerinin şu anki Türkiye için yetersiz olması ve bunu karşılayabilecek ekstra bir gelir kapısı bulunmamasından kaynaklanmaktadır. ABD, Almanya veya Rusya’dan bizi ayıran en büyük nokta budur.

 

Diğer sebeplere baktığımızda, ülke içerisinde 40 senedir ayrımı daha keskinleşmiş olan İstanbul sermayesi ve Anadolu sermayesi arasındaki farklılık ülke kaynaklarının agresif biçimde paylaşılmasında pozitif bir etki bırakmaktadır. Bunların dışında, Anadolu sermayesinin kendi içinde ayrışması da bu bölünmeyi desteklemekte. Bu ayrışmanın Türk dış politikası üzerindeki etkisi, dağılmış kaynaklardan ötürü verimliliğin azalmış, hedeflerin ve stratejik gerekliliklerin sisin içine gömülmesiyle tanımlanabilir. Belli bir ortak çalışma anlayışından ziyade, sürekli birbirlerinin aleyhine politikalar belirleyen bu gruplar Türk dış politikasında bölünmeler ve süreksizlikler oluşturmaktadır. Örnek vermek gerekirse, bir dönem Avrupa ile olumlu olan ilişkiler, diğer dönem bir anda tam tersine dönebilmektedir. Bu noktada, artan nüfusuna karşı kaynakları zaten daralmakta olan Türkiye’nin sabit hatları olan bir dış politika gütmesi gerekmektedir. Bir diğer sebep ise, Türkiye dış politikasını dalgalandıran terör faktörüdür. Ülke içinde gerekli asayiş ve düzenin sağlanamaması dışarıda zor kullanma temelli dış politika opsiyonlarını dara sokmuştur. 2015-2016 ile beraber, Türk dış politikası bu Malthus Tuzağından kaçabilmek için çeşitli adımlar atmıştır. İlk olarak terör konusunda başlayan Hendek Operasyonları ve sınır ötesi harekâtlarla beraber PKK ve IŞİD gibi terör örgütlerinin Türkiye içindeki aktifliği bitirilme noktasına getirilmiş, hain 15 Temmuz darbe girişiminin ardından, devlet kanatlarında bir “arındırma harekâtı” uygulanarak ülke içindeki FETÖ faaliyetlerinin ortadan kaldırılması amaçlanmıştır. Bunlarla beraber ülke içinde gerekli asayiş ve düzenin sağlanmasıyla beraber Türkiye için yurtdışında zor temelli diplomatik girişimler için fırsat doğmuş, böylece Türkiye Ortadoğu üzerinde askeri üslerinin varlığını arttırarak bölge içerisinde önemli bir nüfuz kazanmıştır. Bunların yanında SİHA teknolojileri ile beraber bölgede askeri üstünlük kazanan Türkiye, ÖSO gibi oluşumları da  kullanarak, büyük güçlerin oyununu oynamaya yani, vekalet savaşlarında demokratik unsurların yanında destekleyici olarak bulunmaya başlamıştır. Bunun son örneğini Libya’da görmüş bulunmaktayız.

En önemli sorun olan enerji problemini ise, Doğu Akdeniz’de ve Karadeniz’de doğalgaz arama faaliyetleriyle çözme yoluna gitmektedir. Şimdiki gelişmeler umut verici olmakla beraber, buradaki arayışlar Türkiye’nin önündeki 50 yıllık süreci belirlemektedir. Bundan dolayı bölgedeki Yunanistan gibi devletlerle çatışma noktasına gelmek, Türkiye için doğal karşılanacak bir durumdur. Bir diğer sorun olan aşırı elit rekabeti ise “Yerli ve Milli” sloganıyla kendisine karşılık bulmuş, var olan rekabet yerine, ortak çalışmayla iki tarafın da kaynaklardan maksimum verim alması konusunda ideolojik adımlar atılmaktadır. Bunun dışında var olan durumun çeşitli gruplarca Kurtuluş Savaşı’na benzetilmesi ile birlik ve beraberlik duygularına dikkat çekilmiş ve daha fazla mücadelenin sadece ülkeye zarar vereceği konusunda sosyal medyada çeşitli söylemler bulunmaktadır. Bunun Meclis’e yansıyan görüntüsü ise, Doğu Akdeniz ile ilgili bildirgenin AKP, CHP, MHP ve İYİ Parti tarafından ortak bir şekilde imzalanmasıdır. Sonuç olarak, Türkiye, aşırı genç nüfus artışı ve şehirleşme ile beraber gelen, enerji yetersizliğinin sebep olduğu Malthus Tuzağını atlatabilmek adına önce iç politikada çeşitli sorunlarını halletmiş, sonrasında ise dış politikasında enerji kaynakları kazanmak adına revizyonist politikalar uygulamıştır. Bu revizyonizm içte elit birliği, terör sorunun kökten bitirilmesi ve dışarıda enerji aramak adına olmuştur. Tüm bunlar Türk dış politikasının içsel nedenlerini oluşturmaktadır.

II. Hegemonik Değişim ve Türkiye 

Hegemonik değişimler, var olan uluslararası güç hiyerarşisinin değişimi olarak tanımlanmaktadır. Bu değişimler üç kademede meydana gelmektedir; 1) çekirdek – çevre yapıları; 2) ekonomik genişleme; 3) hegemonya rekabetleridir (Frank, Gills: 2003). Hegemonya, basitçe, politik birimler, devletler ve onları oluşturan sınıflar arasında zor aracılığıyla oluşturulan artı birikim hiyerarşisidir. Hegemonik merkez/devlete ve onun yönetici mülk sahibi sınıflarına artıdan ayrıcalıklı bir pay ve bu payı alabilmeleri için politik-ekonomik güç sağlayan bir birikim ve yönetim merkezleri hiyerarşisi kurulur (Frank, Gills: 2003). Bu hegemonik geçişler, adından sanıldığı kadar yumuşak ve sakin değil, çeşitli sosyal patlamalar, politik çekişmeler ve savaşlar ile olur. Bu türbülans sırasında, hegemonik devletler artan ölçülerde işlevsizleşir ve etkinliklerini kaybederler, aynı şekilde dünya ekonomisi refah dönemlerinden ekonomik daralma dönemlerine doğru kayma yaşarlar, bu refah ve genişleme dönemleri A aşaması, daralma ve yoksulluk dönemleri ise B aşaması olarak adlandırılırlar. (Frank, Gills: 2003). 1971 yılında Nixon yönetiminin dolar-altın bağlantısını koparmasıyla birlikte dünya genel olarak B aşamasına giriş yapmıştır. Bu dönemden itibaren zengin fakir arasındaki uçurum artmış, aynı şekilde dünya devletleri arasındaki ekonomik farklılıklar Kuzey-Güney ekseni adıyla incelenecek kadar uçuk hale gelmiştir. Her ne kadar 1971 Krizi önemli bir kriz olsa da iktisadi anlamda sadece uyarı niteliği taşımaktaydı. B aşamasının geri dönülmez bir yola girdiğini anlatan en iyi örnekler Arap Baharı ve 2008-2009 Ekonomik Durgunluğudur. Arap Baharı ile birlikte Tunus’tan Suriye’ye kadar olan coğrafyada devasa bir sosyal patlama oluşmuş olup bugün halen Suriye’de devam eden bir iç savaş bırakmıştır. Bununla beraber bu sosyal patlama Amerika’nın hegemonik gücünün ne kadar gerilediğini kanıtlamıştır. Çin’in bölgeye dahil olması, Afrika devletleriyle yüksek bütçeli anlaşmalar yapması, Rusya’nın Suriye’de etkin olması, Libya’da 2011’de Amerika’nın kendi büyükelçisini bile koruyamaması bunların en önemli kanıtıdır. Bunların yanı sıra, 2008-2009 Ekonomik Durgunluğu global güçlerin aleyhine işlemiş, ticaretlerde geri dönüşü olmayan yaralar ve üretimde ise anlık duraksamalar yaşanmıştır.

Amerika’nın Trump yönetimi ile birlikte Ortadoğu’dan çekilme planlarını uygulamaya çalışması, elindeki kaynakları Çin’e karşı konsantre etmeye çalışması bu B aşamasının detaylarını içermektedir. B aşamasında çeşitli yarı-çevre bölgeler merkez bölgelerin aleyhine büyümeyi başarabilirler. Türkiye bu noktada önemli bir fırsat aralığı bulunmaktadır. 2016 yılı itibariyle kendi içinde düzeni sağlayan Türkiye, dışarıda daha rahat adım atabilme fırsatına kavuştu. Bu noktada Türkiye’nin ilk hedefi çeşitli nüfuz alanları geliştirmek üzerine kuruldu. Katar’la başlayan bu nüfuz alanı genişletme adımı, Libya’ya kadar yayılmış durumda. Bu nüfuz alanları için askeri üs projeleri ilk adım olarak kabul edilebilir. Katar’da, Irak’ta, Somali’de, Libya’da, Suriye’de, Kıbrıs’ta ve ileride Sudan’da NATO-dışı olarak, kendi inisiyatifi ile, çeşitli askeri üsler kuruldu. Bunların yanı sıra Libya’da veya Somali’de gördüğümüz üzere, Türkiye ülkelerin askeri güçlerine eğitim programları uygulayarak bir yandan bölge güvenliklerine pozitif katkıda bulunurken, diğer yandan bu ülkelerle ilişkilerini geliştirdi. Güvenlik alanında başlayan bu ilişkiler doğal olarak uzun erimli amaçlara hizmet etmektedir. Bu noktada Türkiye bu ülkelerin uzun zamandır istedikleri şartları karşılamaktadır; içişlerine karışılmadan gerekli teknik modernizasyonlar ve eğitimler. Bu Türkiye’yi bölgedeki ABD, Çin gibi ülkelerden ayırarak daha cazip bir partner haline getirerek bölgeler içinde popülerliğini arttırarak daha kolay bir şekilde nüfuz alanı elde etme fırsatı sunmakta. Bunların yanı sıra, TİKA ile beraber Türkiye Afrika ve Ortadoğu’daki ülkelere çeşitli teknik altyapı ve kurumsal kapasite arttırma projelerine destek vererek bölge ülkeleriyle olumlu ilişkiler geliştirerek potansiyel ittifaklar ağı oluşturma imkânı sağlamaktadır. Bunlardan başka olarak, TİKA’nın “Türk Tipi Kalkınma Modeli” altında bölge ülkelerine destek olması, Türkiye’nin bölgeler üzerinde bir marka haline getirilmesi çalışılmaktadır. Daha önce ABD tarafından gösterilen “Batı Tipi Kalkınma” fikrilerine karşı olarak ortaya çıkmış bu anlayış, bölgede Türkiye’nin elini güçlendiren, sistemsel olarak yarı-çevre bir aracı rolünden, yol gösterici bir merkez ülke olma konumuna taşıma potansiyeli bulunmaktadır.

Bir diğer konu, Batı dünyasındaki genel demografik değişimlerdir. Avrupa’nın ve Kuzey Amerika’nın 1950’de %68’lere ulaşan GSYH’si 2003’de %47’ye gerilemiş bulunmakla beraber bu payın 2050’ye kadar olan sürede daha da fazla düşeceği tahmin edilmektedir (Goldstone: 2010). Bunun temelinde yatan sebep, Batı dünyasının yaşlanma dediğimiz sorunla karşı karşıya olması ve bundan kaynaklı üretim sektörlerinin sekteye uğramasında yatmaktadır. 2050 yılında Avrupa çalışma gücünün %24’ünü kaybetmesi ve yaşlı nüfusun %47 artması tahmin edilmekte (Goldstone: 2010). Aynı zamanda, İslam dünyasında, Latin Amerika’da, Afrika’da bulunan ülkelerde çalışabilir nüfusların kademeli olarak 2050’ye kadar artması beklenmektedir. Bunun açıklaması, Batının uzun bir süredir elinde tuttuğu üretim gücünü kaybedeceği ve bunu gelişmekte olan ülkelere bırakacağı gerçeğidir. Türkiye resmi olarak 83 milyon nüfusuyla, 2050’de 100 milyon nüfus taşıyabilme kapasitesine sahip devasa bir pazar ve üretim merkezi olma potansiyeli barındırmaktadır. 2000’lerden beri yükselen nüfus ve bununla beraber, artan üretim kapasitesi Türkiye’yi doğal olarak Avrupa ve Amerika’ya karşı avantajlı hale getirmektedir. Bunların yanı sıra, Avrupa ülkeleri ve ABD, yaşlanan nüfusların bakım masrafları gibi devasa bütçelerle karşı karşıya kalırken aynı şekilde dış politikada daha az aktif olmaları beklenmektedir. Bunlar Türkiye’ye Batı ile olan ilişkilerinde avantaj kazandıran, daha rahat bir şekilde revizyonist politikalar takip etme imkânı sağlamaktadır. Türkiye’nin revizyonizm konusundaki en büyük hareketi Doğu Akdeniz’de karşı karşıya gelmiş olduğu sorunlardır. Keşfedilen devasa yataklar ve dahasının olabileceğine dair teoriler bölgeyi jeopolitik bir mücadele alanına çevirmiştir (Karbuz: 2018). Bölgede Rusya’nın Suriye aracılığı ile kendi şirketlerine bir alan tutma girişimi bulunmakla beraber, Yunanistan’ın, Fransa’nın, Mısır’ın, Libya’nın, Amerika’nın ve İsrail’in ilgisi bulunmaktadır.

Türkiye için bölgedeki en önemli rakip Yunanistan ve Fransa olmakta olup bunun çeşitli sebepleri bulunmaktadır. Fransa her ne kadar Amerika’ya karşı bir revizyonist gibi görünse de konu Akdeniz olduğu zaman var olan statükoyu devam ettirebilmek adına çeşitli çabalar geliştirmiştir. Türkiye açısından baktığımız zaman, Türkiye kendi içinde bulunduğu demografik sıkışmadan çıkabilmek ve vatandaşlarına göreceli bir refah sağlayabilmek için, bu enerji kaynaklarına doğal bir ilgi beslemektedir. Yunanistan’ın agresif tavırları ve Fransa’nın aşırı müdahalesi Türkiye’yi agresif çözümler üzerine düşünmeye itmekte ve göreli bir izolasyon oluşturmaktadır. Fakat, şu an için Mısır ile, Suudi Arabistan ile ve İsrail ile iyiye doğru gitmeye başlayan ilişkiler Türkiye’nin bölgedeki bu göreli izolasyonu kırdığını ve ileriki dönemlerde Yunanistan ve Fransa’nın bölgeden eli boş çıkacağına dair olan düşünceleri güçlendirmektedir. Fransa’nın aşırı müdahalesi kendi içerisinde yaşadığı nüfus yaşlanması nedeniyle çok uzun süreli olmamakla birlikte, Yunanistan’ın politik anlamda attığı yanlış adımlar politik izolasyon sırasının bölge içinde Yunanistan’a geldiği anlamını taşımaktadır. Türkiye için bölgedeki tehdidin en somut kaynağı olan EastMed projesi durgunluğa girmiş, Mısır ve İsrail’le olan ilişkilerin olumlu bir hal almasıyla birlikte yakın gelecekte sona ereceği görülmektedir.

Sonuç Yerine 

Genel olarak bakmamız gerekirse, Türkiye doğal bir revizyonisttir. Artan genç nüfus ve şehirleşme ile beraber ülke içinde bir Malthus Tuzağına düşmek üzere olan bir Türkiye resmi görünmektedir. Bunun en temel nedeni, Türkiye’nin enerji alanında olan yapısal eksikliği/açlığıdır. Bunu giderebilmek ve ülkeyi olası bir sosyal destabilizasyondan çıkarabilmek adına, içeride güven ve düzenin sağlanmasıyla beraber, dışarıda var olan statükoyu kabul etmeyen, ihtiyaçlarının peşinde olan bir Türk dış politikası inşa edilmiştir. Bunun sağlanması için de üç ayaklı bir anlayış gelişmiştir: Türkiye’nin demografik gerilemeye giden Batı dünyasına karşı demografik gücünü aktif bir şekilde kullanmak, askeri ve TİKA gibi sivil kuruluşları kullanarak dışarıda geniş bir nüfuz alanı elde etmeye çalışmak ve son olarak, kritik bir enerji alanı olan Doğu Akdeniz’de tavizsiz bir politika izleyerek diplomatik girişimlerle potansiyel rakipleri birer partner haline getirmek gerekirse olası tehditlere karşı askeri araçları kullanmaktır.

[irp posts=”24858″ name=”ABD Destekli ‘Doğu Akdeniz Planı'”] 

KAYNAK

Sohbet Karbuz, Geostrategic Importance of East Mediterranean Gas Resources, Springer International Publishing AG, part of Springer Nature 2018 A. B. Dorsman et al. (eds.), Energy Economy, Finance and Geostrategy, https://doi.org/10.1007/978-3-319-76867-0_12

Jack A. Goldstone, East and West in the Seventeenth Century: Political Crises in Stuart England, Ottoman Turkey, and Ming China, Comparative Studies in Society and History, Vol. 30, No. 1 (Jan., 1988), pp. 103-142, Published by, Cambridge University Press Stable URL: http://www.jstor.org/stable/179024

Korotayev, Andrey Zinkina, Julia Kobzeva, Svetlana et al, A Trap At The Escape From The Trap? Demographic-Structural Factors of Political Instability in Modern Africa and West Asia, Cliodynamics, 2(2) 2011 DOI:10.21237/C7clio22217

Jack A. Goldstone, The New Population Bomb: The Four Megatrends That Will Change the World, Foreign Affairs, Vol. 89, No. 1 (January/February 2010), pp. 31-43, Published by, Council on Foreign Relations Stable URL: http://www.jstor.org/stable/20699781.

Andre Gunder Frank, Barry K. Gills, Dünya Sistemi: Beş Yüzyıllık mı, Beş Binyıllık mı? İmge Yayınevi, Nisan 2003

https://www.statista.com/topics/1442/turkey/

E-BÜLTENE ABONE OLUN

Stratejik Ortak yazarlarının makalesi ve haritalar ücretsiz e-postanıza gelsin.

Abone oldunuz, teşekkürler.

Bir şeyler yanlış oldu. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.

E-BÜLTENE ABONE OLUN

Stratejik Ortak yazarlarının makalesi ve haritalar ücretsiz e-postanıza gelsin.

Abone oldunuz, teşekkürler.

Bir şeyler yanlış oldu. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.

Yazarlık Başvurusu

Yorum Yaz

Lütffen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz