İkinci Dünya Savaşı’nın bitmesinin ardından, dünya ABD ve SSCB arasında paylaşılan bir çift kutuplu dünya eksenine girdi. Sovyetlerin 1991’de dağılmasına kadar sürecek olan bu dönem, nükleer silahların ve bunların getirdiği “Terör Dengesi” etkeninden dolayı sıcak bir Sovyet-Amerikan savaşına engel olmuş, fakat iki tarafın da nüfuz alanları, vesayet savaşları ve “Proxy”ler üzerinden yürüttüğü bir mücadeleye yani “Soğuk Savaş” konseptine dönüşmüştü. Bu dönemle beraber iki taraf da çeşitli alanlarda rekabet etmiştir. Bu dönemi birbiri ardına gelişen krizler ve sorunlar olarak okumaya çalışmak zorlayıcı, karmaşık ve yorucu olurken, başka türlü bir okuma mevcuttur; iki ülkenin Soğuk Savaş yılları içerisinde geliştirdiği stratejiler ve doktrinleri izlemek hem “büyük resmi” anlamak için daha kolay olacak hem de tonlarca dosyanın arasından kurtulmamızı sağlayacaktır. Bunun için hem ABD’de gelişmiş hem de SSCB’de kendini göstermiş, farklı zamanlar ve kişiler etrafında şekillenmiş 8 farklı stratejiyi sizlere anlatmak hedefindeyim.
SSCB Stratejileri
SSCB tarafına baktığımızda, 4 farklı stratejinin zaman içerisinde geliştiğini görüyoruz. Bu stratejilerin gelişimini anlatmadan önce bunları hazırlayan şartlara bakmamız gerekmektedir. Birincil olarak Sovyetlerin yaşadığı geç sanayileşme böyle dış politikaların oluşmasında etkili olmuştur. Endüstriyel anlamda rakip ülkeleri yakalama veya yetişme çabaları askeri endüstriyel komplekslerinin yükselmesine, güçlü ve sıkı siyasi bir parti elitinin üniter bir oligarşi oluşturmasına yol açmış bu da kendisini agresif, çatışmaya meyilli bir dış politika rotasının ortaya çıkmasına katkıda bulunmuştur.
İkincil olarak devrimci devlet konumunda olan SSCB, gerek var olan kapitalist ekonomilerin kendilerine düşmanca bakışı gerekse devletin devrimci yapısının yol açtığı “eski sisteme” olan düşmanlık kaynaklı olarak dış politikalarında daha agresif olmasına katkıda bulunmuştur. Üçüncü olarak, devletin kurucu prensipleri olan Marksist-Leninist anlayış, kapitalizmin şuan ki halinin, “emperyalizm” olarak en yüksek seviyede bulunduğu ve bu aşamayla beraber monopol yapısından ötürü aynı zamanda kapitalist ruhu öldürdüğü ve esasında kapitalizmin içten içe çözünmeye başladığını iddia etmesiyle birlikte, aynı şekilde, kapitalizmin büyük krizler çağında bulunduğunu, sosyalist devrimler için bu fırsatların kullanılması gerektiğini savunmuştur, bu bilişsel yargılarla beraber, SSCB’nin kapitalist toplumlara olan bakışı daha gözü pek ve agresif olmasına pozitif katkıda bulunmuştur. Son olarak savaş sonrası dönemde oluşan kısa süreli statüko dengesizliği ve Stalin’in bu noktadaki etkin dış politika performansı, bir savaş galibi olarak özgüvenini artmış SSCB için daha genişlemeci dış politikalar takip etmesine katkıda bulunmuştur. Sovyet dış politikasını şekillendiren ilk iki dış politika aynı köklerden ortaya çıkmıştır. Hem Molotov’a hem de Zhdanov’a göre Batının mevcut düşmanlığı, SSCB’nin devrimci karakteriyle ilişkiliydi ve bu düşmanlığın bitmesini beklemek bir hayalden öte değildi,
Molotov’a göre bu düşmanlığa karşı uygulanacak en iyi strateji bir kirpiye dönüşmek, kendi kendine yeten ve askeri sanayisini geliştirmeye devam eden aynı zamanda güçlü savunma duvarları inşa etmekti, Zhdanov ise Sovyetlerin içe dönme çabalarının Batı’nın fikirlerini değiştirmeyeceğini, aksine onu daha saldırgan bir hale getireceğini iddia ediyor ve var olan şartlarda yapılacak en iyi şeyin agresif bir dış politika yürütmek olduğunu, bunun için ordu aygıtının ve Batılı Komünist Partilerin aktif kullanılması gerektiğini savunmuştur. Sovyet dış politikasını şekillendiren bir diğer anlayış ise Batı’nın düşmanlığının geçici olduğuna, eninde sonunda SSCB ile bir yumuşama dönemine girileceğine dair olan inançtan ortaya çıkmıştır. Bu noktada karşımızda yine iki büyük strateji anlayışı ortaya çıkmıştır,
ABD’nin Güç Dengesi Nasıl Değişti?
Malenkov’un anlayışına göre, ülke içi kurumların değişmesi ile beraber ABD daha güçlü fakat daha az agresif bir rekabetçi haline getirmiş bu da daha rasyonel bir rakibin oluşmasına yol açmıştır, Batı’nın düşmanlığı Sovyetlerin kendisini sınırlandırmasından geçtiğinin ve elde olan kaynakların savunma amaçlı kullanılmasının gerektiğini savunmuştur. Her ne kadar fikirleri kendi dönemi içerisinde kabul görmese de Gorbaçev döneminde bu anlayış doğrultusunda hareket edilmiş, Sovyetler yeniden yapılanma planlarıyla kendilerini Batı dünyasına kabul ettirmeye çalışmışlardır,
Brezhnev ve Krushchev’e göre ise, her ne kadar Batı’nın düşmanlığı geçici ve daha sakin bir uluslararası ortam bulunsa da bu durum emperyalist bir kapitalizmin içinde SSCB devletini güven içinde olmasını garanti etmez, Sovyet güvenliğini garantiye almak adına, güçler uyumunun, askeri gücü de içine kapsayarak, sosyalizmin lehine güçlendirilmesi bunun için de genişlemeci politikaların uygulanması gerektiğine inanmaktadırlar. Sosyalizmin bu artan gücüyle, ilişkilerdeki yumuşama Batı öyle istediği içi değil, buna mecbur olduğu için kabul görecekti. Genel olarak baktığımızda, Krushchev’in “Füze Diplomasisi”, ve Brezhnev’in Üçüncü Dünya’da sosyalizmin gücünü arttırmak için başlattığı nüfuz savaşları ile zaten sosyalist olan ülkelerde, olası kapitalist düzene karşı olan sempatiler ve yakınlaşmaları sosyalizmin bütünlüğüne tehlike düşürdüğü gerekçesiyle müdahale etmeyi meşru gören Brezhnev Doktrini bu alandaki en önemli politikalardır. Zhdanov ’un anlayışı çoğunlukla Stalin döneminde oluşan uydu devletler sisteminde, Kore Savaşı’na olan müdahale ile daha rahat anlaşılabilir. Molotov ise SSCB devleti içerisinde İkinci Dünya Savaşı öncesi bir düzeni temsil etmiş, korumacı politikaları çoğu kriz zamanında kendini sıklıklarla göstermiştir.
ABD dış politikası Soğuk Savaş dönemi boyunca dört farklı eksen etrafında şekillenmiştir. Birincil olarak Dean Acheson etrafında şekillenen Avrupa öncelikli Enternasyonal anlayış, ülkenin savaş sonrası artan gücü ve zorunlu olarak geldiği konumdan ötürü, ülke çıkarlarının merkez ve çevre olarak ayrılmasının zorluğundan yola çıkarak, ülke dış politikasının bütün müttefiklere eşit gözle bakan kapsayıcı bir dış politika olması gerektiğini savunmuşlardır. Fakat bununla beraber, “müttefik” kavramı kendisini sadece Avrupa ile sınırlandırmış, bu anlayışa göre dış politika her zaman odağını Avrupa’da tutmakla görevli sayılmıştır. Avrupa’yı birincil tehlike bölgesinde kabul eden bu anlayış, Avrupa’da sosyalizme lehine değişecek bir dengeyi ABD çıkarları için birinci derece tehdit kabul etmiştir. İkinci dış politika anlayışı, Senatör Taft etrafında şekillenen, Asya’yı öncelik olarak kabul eden korumacı anlayış etrafında oluşmuştur.
SSCB Nasıl Değişti?
Taft ve korumacı anlayış esasında dış politikada izolasyoncu olan, federal yapının artan gücünü, bürokrasinin büyümesini eleştiren, dünya üzerinde artan ABD askeri hareketliliğin büyük bir vergi yükü oluşturacağı için karşı çıkan, bunlar yerine nükleer silahların birincil koruyucu öncelik olması gerektiğine inanan, ülkelere ekonomik yardımlar yerine Komünist tehditte karşı hava üstünlüğünü kullanmak bu anlayışın temel argümanlarını oluşturmaktaydı. Amerika’yı hava kuvvetleri merkezli serbest ekonomi ve iç sirkülasyonun korunmasını hedefleyen bir güç olarak betimlemişlerdir. Asya’yı birinci öncelik olarak saymalarının sebebi ise Sovyetlerin Batı’da duran saldırganlığını aynı şekilde Doğu sınırlarında da durdurmak ve bunun için Batı’da yapıldığı gibi Asya içerisinde de önleme duvarı oluşturmak istemelerinde yatmaktadır. Pentagon ise bu dönemde bir başka önemli fraksiyondur. Korumacı gruplarla Asya konusunda aynı fikirleri paylaşan Pentagon, bu bölgelerde olası Sovyet tehdidine karşı köprübaşlarının kurulması gerektiğini öngörmüştür fakat Pentagon için birincil derece önem bu üslerin kurulması değil, bu üsler için gerekli kaynak ve lojistiğin sağlanması olmuş asıl önemini bu noktaya kaydırmıştır. Son bir anlayış olarak ortaya çıkan Globalist anlayış da Enternasyonal anlayışın eşit davranış algısını genişletmiş, sadece Avrupa değil, gereken her yerde her noktada bulunulması gerektiğine inanılmıştır. Bu düşünceyi diğerlerinden ayıran bir diğer önemli nokta da komünizmin doğal sınırlarına ulaştığı, aşırı esnek bir yapıya büründüğü için saldırılara daha zayıf olduğu yönünde bir inanç gelişmiştir. Yüzeysel bir özgürleştirme doktrinini de içinde barındıran bu anlayış, John Foster Dulles ile beraber Sovyetler ile Çin arasındaki uyumsuzluğu fark etmiş ve bu bağın kopmasının ülke çıkarlarının avantajına olduğunu fark eden, bütünlükçü bir sosyalist tehdit anlayışını görmezden gelen ilk anlayıştır. Amerikan dış politikasına baktığımız zaman, Sovyetlere karşı büyük bir fark görmekteyiz. Sovyet dış politikası kendi içerisinde bir süreksizliğe sahipken, Amerikan dış politikası bir bütünlük çizmiş, iktidar değişimlerine rağmen devletin uyguladığı politikalar bu düşünce okullarının gösterdiği stratejiler içerisinde yazılıp çizilmiştir. Truman Doktrini ile gelişen yardım fikri, bir yandan enternasyonal düşünceyi beslerken aslında oluşturduğu destek ağıyla Sovyetlerin etrafında bir önleme duvarı örmüş, bu açıdan da korumacılarla aynı fikirlere hizmet etmiştir. Yine bu dönemde ortaya çıkan George Kennan tarafından yazılan “X Makalesi”, Sovyetlerin tarihsel ihtiraslarla hareket ettiğini, askeri agresyonunun dış politikada geçer akçe olarak kullanılması ve Sovyetlerin kendilerini kapitalizm ile sonsuz bir savaşta görmelerinden dolayı uzun dönemde Sovyetlerle barışçıl bir ortak yaşamın güç olduğunu belirtmesi de her iki dış politika fikrini beslemiş ve Pentagon’un müttefik ülkelerde üs kurma planlarına pozitif katkı yapmıştır. Yine bu dönemde ortaya çıkan
Domino Teorisi ise, Güneydoğu Asya’da gerçekleşecek bir komünist devrimin ABD’nin diğer alanlarda olan gücünü de yıpratacağını öne sürerek Güneydoğu Asya’da herhangi bir sosyalist hareketin ezilmesi gerektiğini savunmuştur. Bu anlayış ile Kore Savaşı ve Vietnam Savaşı meşrulaştırılmış ve Pentagon’un izlemek istediği askeri önleme üsleri için yeşil ışık yanmıştır. Bir diğer yandan korumacı anlayışın Asya öncelikli politikalarıyla uyuşurken, askeri seferler ve yaşanan çeşitli kayıplar özellikle Vietnam Savaşı sırasında siyasetçiler arasında büyük uçurumlar yaratmıştır.
Reagan Doktirini
Bahsedilmesi gereken bir diğer önemli dış politika doktrini ise Reagan Doktrinidir. Neredeyse bütün dış politika strateji okullarının fikirlerini içinde barındıran Reagan Doktrini, bir yandan tüm dünyada müttefik ilişkilerini geliştirirken, diğer yandan Avrupa ile ortak çalışmalara devam etmiş. Sovyet tehdidine karşı bir yandan NATO ve Asya müttefikleri aracılığı ile askeri üslerin kullanımı ve son olarak, yine Sovyet tehdidinin önlenebilmesi için Nikaragua, Angola, Etiyopya, Afganistan, Laos, Libya gibi ülkelerde aktif olarak müdahil olunmuştur. Bu noktada, Reagan Doktrini kendinden önceki fikirleri kendi bünyesinde eritmiş ve ortaya Sovyetlere karşı olan mücadelede öne geçilmiştir. Gerçekten de Reagan Doktrini Sovyetlerin savunma ve saldırı sınırlarını zorlamış, nihayetinde Gorbaçev ile başlayan dönemde yenden yapılanma yolunda ABD ve Batı ile ilişkilerde zor kullanmak yerine uzlaşmacı bir tavır çizilmiştir.
[irp posts=”25425″ name=”İkinci Dünya Savaşı Sonrası Türkiye-SSCB İlişkileri (1945-1965)”]
KAYNAK
Jack Snyder, Myths of Empire: Domestic Politics and International Ambition, Cornell University Press, 1991.
Bodenheimer, Thomas S., and Robert Gould. “US Military Doctrines and Their Relation to Foreign Policy.” in Hemispheric security and US policy in Latin America (Routledge, 2019) pp. 7-32.
Henry Kissinger, Diplomacy, Simon&Schuster, 1994.
https://history.state.gov/milestones/1945-1952/truman-doctrine
https://www.foreignaffairs.com/articles/russian-federation/1947-07-01/sources-soviet-conduct
E-BÜLTENE ABONE OLUN
Stratejik Ortak yazarlarının makalesi ve haritalar ücretsiz e-postanıza gelsin.
Abone oldunuz, teşekkürler.
Bir şeyler yanlış oldu. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.
E-BÜLTENE ABONE OLUN
Stratejik Ortak yazarlarının makalesi ve haritalar ücretsiz e-postanıza gelsin.
Abone oldunuz, teşekkürler.
Bir şeyler yanlış oldu. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.