Derin Savaş ve Yıldırım Savaşı: Farklı Bir Dış Politika İncelemesi

785
Yazarlık Başvurusu

Günümüz uluslararası ilişkileri kompleks ve karmaşık bir seyir halindedir. Devletlerin birbirinden farklı amaçları birbirinden farklı araçlarla kombine edip bunları farklı arenalarda etkin hale getirmesi ve bu sürecin işleyişi, uzman uluslararası ilişkiler analistlerinin bile kafasını karıştırmaktadır. Fakat esasında dış politika savaşın daha nazik araçlarla devamından başka bir şey değildir. Nasıl ki “savaş” politikaların başka araçlarla devam ettirilmesi olarak anılıyorsa (Clausewitz, Heuser: 2007), dış politika da savaşın başka araçlarla devam ettirilmesidir. Her ne kadar araçlar değişse de stratejiler yine savaş düzleminde kalmaktadır. Bunun sebebi ise çok basittir: dış politika alanı bir anarşidir, herhangi bir merkezi otoriter gücün olmadığı, güçlerin ademi merkeziyetçi yapıda bulunduğu bir uluslararası çevre (Waltz: 1979). Bundan dolayıdır ki “dışarı” için oluşturulacak politikalar da savaş temelli stratejiler üzerinden geliştirilecektir. Bu noktada modern zamanda ortaya çıkmış iki önemli askeri strateji modern dönem dış politikalarının büyük bir bölümünü açıklayabilecek kapasiteye ve yetkiye sahiptir. Dış politikaları bu şekilde iki büyük sınıfta tasnif etmenin iki büyük avantajı vardır: birincisi, dış politika anlayışında gerçekleşen büyük karmaşalardan kurtulmak bununla beraber anlaşılmayı kolaylaştırmak, ikincisi ise iki alan arasındaki benzerlikleri gösterip daha birbirine bağlı, kopuklukların yaşanmayı bir uluslararası ilişkiler anlayışı geliştirmek.

Bu iki askeri strateji derin savaş ve yıldırım savaşıdır. Yazının geriye kalanında derin savaş ve yıldırım savaşı tanıtılacak, sonrasında uluslarasın arenada çeşitli örnekler gösterilecek ve son olarak bu örnekler ve askeri stratejilerden yola çıkarak bu incelemeyi hegemon devletler/revizyonist devletler, ulusal güç ve kapasite kavramları içerisinde eriterek incelemeyi sistematik bir hale getirmek.

Yıldırım Savaşı, Nazi Almanyası’nın İkinci Dünya Savaşı yıllarında etkin olarak kullandığı fakat sadece onlara ait olmayan, geçmişi eskilere dayanan bir saldırı stratejisidir. Harekatın genel mantığı, düşmana karşı, mekanize, zırhlı ve motorlu piyadenin yakın hava desteği ile yüksek koordinasyon ile oluşturulan yoğun bir gücün düşmanın zayıf noktaları üzerine yıkıcı, kısa ve hızlı saldırılarla düşmanı o hattan sökmesi, geriye kalan harekât zamanında ise bu sürpriz ve hızla içerisine girdiği hattın geriye kalanını çembere alması olarak özetlenebilir (Frieser: 2005). Bununla beraber, yıldırım savaşı düşmanı afallatmak, tek ve kesin bir savaş ile (Vernichtungsschlacht) ile yenmek üzerine kuruludur. Yıldırım Savaşı bazı ön koşulları talep etmektedir. Bunlardan birincisi lojistik hatlarının aşırı esnemesinin önlenmesidir. Olası bir aşırı genleşme durumu dışarıdan gelecek partizan saldırıları, önemli kaynakların israfına ve vakit kaybına neden olacaktır. Bununla beraber, düşmanın ağırlık merkezi olan “Schwerpunkt” dikkatle ve özenle seçilmelidir. Ağırlık merkezinin dikkatsiz veya yanlış seçilmesi, harekât başarılı olsa bile yıldırım savaşının temel politikası olan “tek ve kesin” hareket ile çelişecektir. Bir diğer önemli ön koşul hava gücüdür. Hava üstünlüğünün ele geçirilmesi ve bunu aktif bir şekilde kullanılması harekatın gidişatını belirleyen önemli bir güç. Harekât sırasında önemli olan diğer iki etken ise takip, açılan yarıklardan içeriye giren birliklerin düşman unsurlarını temizlemesi için gereken taktikler ve son olarak toparlanma (mopping-up) diyebileceğimiz, çembere alınan düşmanın imhası ve düşmana asıl büyük kayıpların verildiği nokta olarak da bilinir. İkinci Dünya Savaşı döneminde Almanya tarafından etkin bir şekilde kullanılan bu strateji, bundan daha önce İngiltere tarafından Ortadoğu Cephelerinde Osmanlı’ya karşı uygulanmış, tanklar ve piyadenin organize saldırısı karşısında çaresiz kalan Osmanlı ordusu Adana sınırına kadar geri çekilmiştir. Bununla beraber Mustafa Kemal Atatürk gibi Ortadoğu’da görev almış subaylar bu taktikleri sindirmiş, Kurtuluş Savaşı sırasında Yunan Ordularına karşı Büyük Taarruz sırasında “süvari” birliklerinin düşman hatlarında ve lojistik hatlarında yarıklar açmasını sağlayarak daha ilkel bir versiyonunu kullanmıştır. Bununla beraber, Orta çağ döneminde yer almış birçok göçebe ulusu da bu doktrini etkin bir şekilde kullanmış ve savaşlarını bu strateji üzerine inşa etmişlerdir. Moğolların Rusya ve Doğu Avrupa içerisinde ilerleyişi buna benzer başka bir örnektir. Derin Savaş Doktrini modern zamanda Sovyetler tarafından uygulamaya sokulmuş Yıldırım Savaşı ile taban tabana zıt bir doktrindir.

Nazi Almanyası’ndan bir görünüm

Her nasıl ki yıldırım savaşı bünyesinde elit, yüksek moralli, yüksek yoğunluklu demir bir yumruk barındırıp bunu düşmanın can evine vurmak istiyorsa, Derin Savaş bunun tam tersine iştigal etmektedir. Derin Savaşın en büyük özelliği, öldürücü tek bir darbe yerine, yayılmış bir harekatlar planı kullanılarak düşmanda kafa karışıklığı oluşturmak, bu alanlardan birinde gerçekleşecek boşluk sonrası orayı doldurup düşmanın eforlarını boşa çıkarmak üzerine kuruludur.

Savunma halinde mobiliteden ziyade yüksek statik savunmayı öngören doktrin, saldırı sırasında da ana momentumun belli olmayacağı bir düzine saldırı hattının oluşmasında yatmaktadır. Ana hedef düşmanın operasyonel derinliğine yani savaşa devam etmesini sağlayan tüm lojistik ve kaynak rotalarının bulunduğu alana girmek ve buradaki etkinliklerle düşmanı felç edebilmektir. Kesin sonuç yerine yıpratma yapılarak düşmanın çöküşü izlenir (Harrison: 2001). Beş önemli aşaması bulunmaktadır. Devasa yığınaklar oluşturularak düşmanın hangi bölgenin ana ağırlığı oluşturduğunu keşfetmesini engellemek, sahte saldırılar, dezenformasyon ağları oluşturma ve sahte davranışlar ile düşmanın akıl karışıklığının devam etmesini sağlamak, sonrasında ise açılış hareketleri ile çeşitli direnç noktalarına çeşitli saldırılar planlanır. Bu hatlardan birkaçının sonunda kırılması ile küçük cepler oluşur. Bu ceplerde kalan düşman askerleri için artık son başlamıştır. Hattı açan unsurlarından arkasından gelen devasa yığınaklar ve lojistik destek bu askerlerin bir karşı hamlesini olanaksız ve sonuçsuz bırakır. En sonunda ise, devasa bir hücum yerine beklemeye koyulan ordu, düşmanın mümkünse geçilmesi imkânsız olan kendi hatlarına saldırmasını bekler, eğer olmazsa da tükenmesini bekler. Nitekim modern zamandaki en büyük iki örnek olarak Bagration Harekâtı ve Stalingrad Savaşı vardır. Sovyet ordusunun tartışmasız insan üstünlüğü ve üretim kapasitesi Almanları Stalingrad’da çaresiz bırakırken, Bagration Harekâtı sırasında ise Alman Merkez Ordu Grubunun tamamen çökmesine yol açmış ve 400.000’e yakın Almanın esir olmasına yol açmıştır.

Bagration Harekâtı

Geçmiş zamanlarda ise Amerikan Devrimi sırasında oluşan ortam, İngiltere’nin kendi lojistik sınırlarından uzak oluşu, Amerikan kolonilerinin ise bu konuda İngiltere’ye göre bariz üstünlüğü, 1861-65 arası gerçekleşen Amerikan İç Savaşı sırasında Kuzey tarafından, özellikle General Sherman, uygulanan çeşitli taktikler derin savaş doktriniyle benzerlikler taşımaktadır. İncelediğimiz savaş doktrinlerinin arasında ki farklar devasa boyuttadır. Bu farklılıklar da bu stratejileri hazırlayan insanların keyiflerinden değil, içlerinde yaşadıkları domestik ve dış etkenlerden kaynaklı olarak gelişmiştir. Bu gerekçelerden bahsetmeden önce, çeşitli konseptlerden bahsetmek uygun olacaktır. Güç konsepti, her ne kadar çeşitli anlamlarda kullanılsa da basit bir formüle indirgenebilir; diğer aktörlerin davranışlarına etki edebilmek ve sorunların üzerinden gelebilmek. İçinde yaşadığımız, yukarıda bahsettiğim üzere, anarşik uluslararası düzlemde güç eşit dağılmamıştır. Dağılan güç dengeleri de çeşitli kapasiteler oluşturmuştur.  İşte bu “kapasite” ulusların bu askeri doktrinlerini oluşturmasına yol açmıştır. Dünya savaşı sonrası büyük buhranın etkileri ile tekrardan ekonomik bir krize giren Almanya, Nazi iktidarıyla beraber ana hedefi eski müttefik devletlerle iyi geçinen bir devlet politikasından çok “kaybettiğini” geri almaya istekli ve âtıl bir devlet politikası belirlemiştir. Bunun için Versay Anlaşması yok sayılmış, Südetland ve Avusturya’nın ilhakı ile toprak genişletme yollarına gidilmiş ve İkinci Dünya Savaşına giden yolu açmıştır. Bu dönemin bir diğer iddialı politikası da Lebensraum’dur. Lebensraum politikası, Almanlara yaşam alanı açmayı hedefleyen ve artan Alman nüfusunun barınabileceği yeni topraklar elde etmeyi hedefleyen saldırgan temelli bir dış politika aracı olarak bilinmekte, fakat bununla beraber çok ince bir detayı gözden kaçırmamıza sebep olmakta; Lebensraum anlayışında nüfusun yerleşmesinden ziyade asıl vurgu noktası “Alman nüfusunun güçlenmesi” için gerekli kaynakların ele geçirilmesidir.

Stalingrad Savaşı

Buradan düz mantık ile çıkarılacak en kesin sonuç ise Almanya’nın gerekli dış politika hedeflerini sürdürebilmek için gerekli kaynağın ve bundan dolayı kapasite açısından bir kıskaca girdiğini anlamamız gerekir. Gerçekten de Alman savaş makinesinin Kursk Savaşından itibaren tükenmeye başlaması, savaşın son 3 yılındaki Alman Ordusu ile ilk 3 yılındaki Alman Ordusunun neredeyse birbirinden farklı iki büyük oluşum olması iki büyük örnektir.

Ayrıca istatiksel olarak azalan Alman tank üretimi, ülke içinde sivillere karşı geliştirilen ekonomik baskı bunun daha somut örnekleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Almanya’nın daha savaş başlamadan ortaya çıkan kaynak sıkıntısı stratejik opsiyonlarını daraltmış, konsantre ve koordine bir çelik yumrukla düşmanı tek bir savaşta mağlup ederek geriye kalan sürede düzensiz düşmanı avlamak ve işgal edilen ülkenin kaynaklarını kontrol altına almayı hedefleyen Yıldırım Savaşı doktrinini geliştirmeyi öngörmüştür. Nitekim, Fransız ordusu ile savaşan Alman Ordusunun büyük başarıları, Sovyet Ordusu tarafından gösterilen direnç ve bitmek bilmeyen kaynaklar karşısında çıkmaza girmiştir. Ve 1944 Bagration Harekatıyla artık umutsuz bir anavatanı koruma savaşına dönmüştür. Sovyetler tarafına baktığımızda ise kaynak bakımından bir sıkıntısı olmayan bir devlet görmekteyiz. Gerek insan gücü olarak gerek üretimsel kapasite için gerekli hammadde kaynaklarına baktığımızda Sovyetlerin elinin gayet iyi geldiğini ve bundan dolayı büyük bir avantaj sahibi olmuştur. Nitekim kendi iç politikaları içerisinde Sovyet Ordu Komitesinin büyük bir kısmının tasfiyesi, savaşın ilk yıllarında Sovyetleri dara düşürmüş, fakat Stalingrad noktası ile beraber savaşı savaşta öğrenen Rus askeri heyeti savaşın geri kalanını büyük bir üstünlükle devam ettirmiştir. Ayrıca yine ilginç bir noktadır ki, savaş kararı Almanya’dan çıkmıştır, tüm batının komünist bir savaş beklediği Sovyetlerden değil. Bilişsel bir komünizm korkusu içerisinde bulunan Batı dünyası gözünün önünde büyüyen bir orduyu görmezden gelmiştir. Bununla beraber Sovyetlerin bu savaşı ilan etmemesinin altında yatan sebep basittir; kendisini idame ettirebilecek, kapasitesi ve gücü ile korelasyonlu bir nüfuzu bulunmakta bundan dolayı da Nazi Almanya’sı kadar büyük saldırgan politika takip etme gereği duymamıştır.

Sovyet saldırganlığının artması İkinci Dünya Savaşından sonra ABD ile girişeceği bipolar dünya düzeniyle beraber başlayacaktır. Bu iki ülke bize çok temel iki ülke tipini göstermektedir. Nazi Almanya’sı var olan düzenin değişmesini hedefleyen, var olan sistemdeki büyük güçlerle ekonomik, politik ve askeri olarak çatışmaya yakın olan bir devlet olarak revizyonist devlet sınıfının ekstrem bir örneğini göstermektedir (Davidson: 2006). Bununla beraber, her ne kadar devrimci bir iddiası bulunsa da var olan sistemde görece kazançları olan bir devlet olarak ve ayrıca, savaş öncesi dönemde ısınmaya ve “beraber yaşama” imkanlarını yeşerten çeşitli diplomatik hareketlerle ve tabi ki savaşta Müttefiklerle ortak hareket ederek bir statüko devletine örnektir (Davidson: 2006). Bu genel bilgiler ışığında, uluslararası sistemde araçsallaştırılan dış politikaları iki temel sınıfa ayırabiliriz. Gördüğünüz üzere, uluslararası ilişkilerin temelinde yatan en büyük çatışma kaynağı var olan sistemin devam etmesini isteyen statüko devletleri ile, var olan düzeni kendi lehlerinde değiştirmek isteyen revizyonist devletler arasındaki sürtüşmedir. Bu noktada revizyonist devletler var olan sistemde kapasitesi artmaya elverişli fakat kaynak bakımından sınırlı ülkelerdir. 20. Yüzyılda bu konuda ki orta derece örnekler arasında Mısır (Süveyş Krizi, Suriye ile girişilen Büyük Arap Cumhuriyeti inancı), Arjantin (Falkland Savaşları ile İngiltere’ye karşı olan tutum), Fransa (Yüzyıl boyunca Amerika ile olan gergin ilişkiler, NATO konusunda sürekli baskıcı tutumları ve Avrupa Birliği konusunda İngiltere’yi dışlayıcı anlayış) bulunurken, daha ekstrem bir örnek olarak Nazi Almanya’sı önümüzde bulunmaktadır. Bütün bu devletlerin ortak noktası, artan elit ve nüfus grafiklerine karşı kaynakların yetersiz kalmasıdır. Bu kaynak yetersizliğinden dolayı ellerinde ki politika araçlarını Schwerpunkt diyebileceğimiz düşmanın ağırlık merkezine tek bir hamleyle, deyim yerindeyse surda bir gedik açarak, burayı doldurma ve istediklerini elde etme çabası görünmektedir. Bununla beraber, yine aynı devletlerin kendi içlerinde oluşturdukları ideolojilere olan tutarlı bağlılıkları da yıldırım savaşının koordinasyon özelliğinin siyasi arenadaki bir yansıması olarak okunabilir. Bir diğer etken olarak, yüksek ve dünya geneline kıyasla “seçkin” sayılabilecek ordu kapasiteleri, yüksek moral adeta yıldırım savaşının siyasi alanda bir tezahürü olarak ortaya çıkmıştır. Bu noktada belirtmek gerekir ki revizyonist devletler doğaları itibariyle dış politikada en etkin, verimli yol olan “coercive diplomacy” yani zor kullanmaya dayalı bir dış politika güdecekleri hemen göze çarpmaktadır.

Zeytin Dalı Harekatı’ndan bir görünüm

Kısıtlı kaynak imkanları bu devletleri buna zorlamaktadır. Bununla beraber belirtmek gerekir ki bu devletler bu dış politika araçları ile karşılarında bulunan devletin yapısını kırmakla değil, istedikleri çıkarları elde etmekle uğraşmaktadırlar. Yani revizyonist devletlerin dış politikasında başka devletlerin, kendi içişlerine müdahalesi istenilen ve karşılanabilecek bir politika seçeneği değildir. Nitekim bu noktada Türkiye çok iyi bir örnektir. Türkiye’nin son 5 yıl içerisindeki sınır ötesi harekatları terör birimlerinin yok edilmesinden öteye gitmemiştir. Her ne kadar bölgenin yerel halkı topraklarına dönüş sağlasa da bu Türkiye’nin eliyle olmamış, doğal bir akış içerisinde olmuştur. Bununla beraber, Türkiye’nin dış politikasında artan güç kullanma eğilimi, ordusunun bölgedeki seçkinliği, diğer ülkelere kıyasla bulundurduğu yüksek siyasi moral ve nüfusu neredeyse 90 milyona yaklaşan ve kişi başına düşen kaynağın her geçen gün azaldığı Türkiye, 21. Yüzyılın ilk revizyonist devleti olma ayrıcalığını vermiştir. Bununla beraber, dış politikada var olan tek bakışlı anlayış, farklı alanlara yönelmeden düşmanın ağırlık merkezine direk bir baskı da Türk dış politikasını bir yıldırım savaşı tekniğine döndürmüştür. Revizyonizm ile yıldırım savaşı tarzı dış politikanın etle tırnak gibi olduğunu bir kere daha göstermiştir. Statüko devletleri ise bu anlayışın tam tersi bir noktadadır. Zaten var olan sistemde elde ettikleri kaynaklar onları uzun erimli bir dış politikayı kabul edilebilir kıldığından dolayı doğal olarak bu ülkeler bir derin savaş tarzı dış politika amaçları güdecektir. Derin savaşın temel özellikleri olan, çok yönlü saldırılar, kaynak bolluğu, dezenformasyon-sahte saldırılar, rakibin operasyonel hattına erişilip felç bırakılması, küçük izole ceplere alınan düşmanın tükenişinin beklenmesi kendisini dış politikada göstermektedir. Bu noktada çeşitli devlerin çeşitli “silahları” bulunmaktadır. Örnek olarak, ABD’nin Carter dönemi ile başlayan “insan hakları” furyası, taban tabana zıt Bush hükümetinde bile kabul görmüş, uluslararası alanda sürtüştüğü devletlere karşı bir koz olarak kullanmıştır. Bununla beraber, “demokratikleştirme” söylemi de yine aynı şekilde Soğuk Savaş dönemine ait olan “Özgür Dünya” anlayışının bir devamı olmuş Amerikan dış politikasında adeta bir yan cephe olarak iş görmüştür. Tüm bunlarla beraber, Amerika her zaman asıl gücü olan askeri gücünü saklamayı başarmış, fakat gerektiğinde kullanmaktan çekinmemiştir. Fakat askeri gücünü de vurmadan önce her daim, ya karşısında ki düşmanı insan hakları veya demokratikleştirme gibi kavramlarla “felç etmiş” ya da uluslararası kurumları bir yan cephe olarak kullanarak buralarda bu devletleri izole etmiş ve saldırısını böyle gerçekleştirmiştir.

Amerikan Ordusundan bir görünüm

Bush döneminin 2006 tarihli Güvenlik Stratejileri Belgesinde yer alan anlayışta da “insan hakları ve demokrasi” için ülkelerde çeşitli kurum ve kuruluşların desteklenmesi, bu insanlar adına uluslararası alanda seslerini duyurmaya yardımcı olma anlayışı bunun bir diğer örneğidir [1]. Bu noktada belirtmek gerekir ki, Amerika neredeyse hiçbir zaman rakibine direkt bir hücumu seçmemiş, bu tür konseptlerle rakibinin sistemini uzun vadede felç etmeyi ve vurucu hamlesini bu andan sonra yapmayı tercih etmiştir. Bir diğer örnek olarak SSCB bulunmaktadır. Eski bir Sovyet İstihbarat görevlisi olan Yuri Bezmanov’un iddialarına göre, Sovyetlerin bir rakibin elimine etmek için uyguladığı uzun vadeli bir planlar bütününden bahsetmektedir [2]. “Active Measures” adı verilen bu yöntemeler bütünüyle Sovyetler düşman addedilen devletin ilk 15 sene içerisinde demoralize edilmesini yani içeride sosyal stabilitesini bozma, kalan sürede destabilize edilmesini yani ülkenin temel unsurları olan savunma sistemlerini, ekonomisini ve dış politikalarında bozulmalara yol açmayı hedeflenmesi, sonrasında iktidarın şiddet yoluyla değişmesini öngören bir kriz ve hemen ardından gelecek olan ve değişimi meşrulaştıran bir normalleşme evresi öngörmektedir (Mitrokhin, Andrew: 2000). Bu açıdan bakıldığında Derin Savaş tarzı bir dış politikanın Sovyetlerin ruhuna işlediğini   söylemek yanlış olmaz. Günümüzde ortaya çıkan bir diğer başarılı derin savaş tarzı dış politika uygulayıcısı devlet ise Çin’dir.

Hayalleri zorlayan ticari gücü, devletlerin içişlerine karışmadan yaptığı büyük yatırımlar, görece artan askeri hareketliliği, uluslararası organizasyonlarda artan ağırlığı ve tabii ki sonu gelmez bir kaynak bolluğu Çin’in bu tür politikalar uygulamasını uygun kılmaktadır. Bu noktada Amerika ve Sovyetlerden ayrılan bir özelliği olarak, Çin’in yürüttüğü Derin Savaş tarzı dış politika demokrasi, insan hakları veya Sovyetlerin uyguladığı tarzda bir sabotaj ve insan espiyonajı üzerine kurulu değil, yüksek teknoloji espiyonajı ve ticari-ekonomik baskılar üzerinde ortaya çıkmaktadır. Sonuç olarak, devletlerin dış politika yürütmesinde gerekli en önemli faktör güç kapasitesidir. Bu güç kapasitesinin dizaynı gibi etkenler ülke içi verimlilik politikalarıyla oluşturulurken, bu kapasitenin sürdürebilirliği ve devamlılığı tamamen ülkenin kaynaklarına bakmaktadır. Bu kaynak durumuna göre devletler iki genel sınıfa ayrılabilir; kaynak sıkıntısı çeken ve değişim isteyen revizyonist devletler ve var olan sistemde “gelirleri” iyi olan statüko devletleri. Dış politika aracı seçiminde yine bu kaynak durumunun etkisini görmekteyiz ve yine basit bir dikatomiye inebiliriz; revizyonist devletler kaynaklarının verimli kullanılması için rakibinin ağırlık merkezini tek bir hamlede yok etmeyi planlayan bir yıldırım savaşı tarzı dış politika uygulamak zorunda kalırken, ki bunlar çoğunlukla askeri yöntemler olacaktır, statüko devletleri kaynak bolluğu ve sürdürebilir bir dış politika yürütmesinden emin olarak çeşitli cephelere yayılarak yürüttüğü ve hedefinde düşmanı kendi çıkarlarını elde edecek kadar felç etmek ve tüketmek olan derin savaş tarzı bir dış politika yürütmeyi tercih eder, ki yine bunlar zor temelli dış politikalardan ziyade insan hakları, demokrasi gibi konseptlerin kullanıldığı çeşitli alanlarda oluşacak bir dış politikalar bütünü olmaktadır.

[irp posts=”71″ name=”2016’da Türk Dış Politikasının 5 Ana Gündemi”]

KAYNAK

Dipnotlar

[1] Detaylı bir okuma için bknz. https://georgewbush-whitehouse.archives.gov/nsc/nss/2006/

[2] Yuri Bezmanov’un röportajı için bknz. https://www.youtube.com/watch?v=xA7w4x5xTbc, Yuri Bezmanov’un hayatı için bknz. https://en.wikipedia.org/wiki/Yuri_Bezmenov

Kaynaklar
Carl von Clausewitz, Beatrice Heuser, On War, Oxford University Press, USA, 2007

Jason W. Davidson, The Origins of Revisionist and Status-quo States, Palgrave Macmillan US, 2006.

Vasili Mitrokhin, Andrew Christopher, Mitrokhin Archive: The KGB in Europe and West, Penguin, 2000

Kenneth N. Waltz, Theory of International Politics, Longman Higher Education, 1979

Karl-Heinz Frieser, The Blitzkrieg Legend: The 1940 Campaign in the West, Naval Institute Press, 2005

Richard W. Harrison, The Russian Way of War: Operational Art 1904-1940, University Press of Kansas, 2001 https://georgewbush-whitehouse.archives.gov/nsc/nss/2006/

E-BÜLTENE ABONE OLUN

Stratejik Ortak yazarlarının makalesi ve haritalar ücretsiz e-postanıza gelsin.

Abone oldunuz, teşekkürler.

Bir şeyler yanlış oldu. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.

E-BÜLTENE ABONE OLUN

Stratejik Ortak yazarlarının makalesi ve haritalar ücretsiz e-postanıza gelsin.

Abone oldunuz, teşekkürler.

Bir şeyler yanlış oldu. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.

Yazarlık Başvurusu

Yorum Yaz

Lütffen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz