Başkent: Tahran
Nüfus: 84.15 Milyon [1]
GSYİH: 610.66 Milyon Dolar
Kişi Başına Düşen Milli Gelir: 7.67 Bin Dolar
Yüz Ölçümü: 1.648.000 Km² [2]
Etnik Yapı: Fars, Azeri, Türkmen, Kaşgay, Afşar, Halaç, Kürt, Lor, Arap, Beluci
İslamiyet öncesi dönemde bölge Pers ismi ile zikredilirdi. Basra Körfezi’nin doğusunda olan bölge için kullanılmaktaydı. 1935 yılından itibaren evrensel boyutta kabul gören adını İran olarak kullanmaya başladılar. Tek tanrıcılık İslamiyet öncesinde hem Yahudiler hem de Persler arasında yaygındı. Zerdüştlük olarak adlandırılan bu dinde tanrının kötülere karşı savaşacağına inanılırdı. Persler, tarihi ekarte edecek büyük imparatorluklar kurmaya muvaffak olmuşlardı. Bunların en önemlisi Sasani İmparatorluğudur. İslamiyet’in ortaya çıkmasına kadar geçen sürede Roma-Pers rekabeti ciddi boyutlara ulaşmıştı. İslamiyet’in Mekke’den doğup Asya ve Afrika’ya ulaşması ile Persler İslamiyet’i kabul ettiler. [3]
Safevi Dönemi
İran’da İslamiyet’in kabulünden sonra İran tarihindeki ikinci önemli dönem Safeviler dönemi olmuştur. Safeviler döneminde İslam dünyasında önemli devletler ortaya çıkmıştır. Bunlardan en önemlisi hiç şüphesiz Osmanlı İmparatorluğudur. Safeviler dönemi modern İran’ın mukaddimesi olarak ikrarı görmüştür. Safeviler Kürt ve Türk ırklarının mensup kişilerdir. Bunlar, bugünkü İran coğrafyasının Kuzey bölgesinde yaşıyorlardı. Bu bölgede ilk zamanlarda bir tarikat olarak gelişen Safeviler için dönüm noktası, 1494 yılında bu tarikatın başına İsmail’in geçmesi oldu. Nitekim, İsmail bir imparatorluk oluşturmayı başardı. İsmail ilk olarak Tebriz’i 1501’de ele geçirerek devleti kurulmuş oldu. Devlet kurulduktan sonra İsmail, Şah unvanını aldı. Safeviler, Sünni temelli bir oluşum olarak kurulmuş olsa da daha sonra Şii mezhebini benimseyerek bunu bir devlet otoritesi haline getirmişlerdir. 1508 yılında Irak’ı ele geçirerek Osmanlı sınırına, 1510’a kadar da Asya’ya Ceyhun Nehri’ne kadar ilerleyen Şah İsmail, tehditlerini arttırıyordu.
Gün geçtikçe büyüyen ve Osmanlı sınırlarına doğru genişleyen Safeviler, Osmanlı içişlerinde Şiileri provoke etmesi sebebiyle Osmanlı’nın harekete geçmesine neden oldu. Dönemin Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim ordusu ile birlikte Çaldıran’a geldi. 1514 yılında Çaldıran’da gerçekleşen Osmanlı-Safevî Savaşı’nda Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail’i yenerek Şah’ın Tebriz’in iç kısımlarına çekilmesini sağladı.
Şah İsmail Şiiliği tüm İran halkına empoze ederek ülkeyi adeta Şiiliğin kalesi haline getirdi. Devletin ordusunu, Kızılbaş aşiretleri oluşturmaktaydı. Şah İsmail bu aşiret sistemini dönüştürerek imparatorluğa doğru ilerlemekteydi. Her ne kadar Kızılbaş hanedanlıkları kontrol etmekte sorun çıksa da bürokratik bir yapıya dönüşmeyi başarmıştı. 1524 yılında öldükten sonra geriye bir imparatorluk bırakmıştı. Devletin içindeki aşiret yapısı, Şah İsmail’in ölümünden sonra tekrar sorun olmaya başladı. Nitekim, 1587 yılında başa geçen Şah Abbas döneminde aşiret sorunlarının önünü kesen Abbas, imparatorluktaki bu çatlağı kapatarak imparatorluğa en iyi günlerini yaşattı. Ancak hem Osmanlı hem de Asya’daki Türk hanedanlıkları arasında olan Safeviler, daima tehdit altında olmaktan kurtulamadılar. Doğuda Irak’a kadar olan bölgeyi zapt eden Abbas, devletin başkentini imparatorluğun ortasında olan ve bir dönem Büyük Selçuklu Devleti’ne başkentlik yapmış olan İsfahan kendine taşıdı.
Abbas dan sonra başa gelen Safi döneminde Osmanlı’nın 1638 yılında Irak’ı tekrar geri almasıyla imparatorluk gerileme dönemine girdi. Osmanlı ve Türk beylerine karşı kurulan paralı ordu gün geçtikçe ekonomik sıkıntılardan dolayı sarsılmaya başladı. Ordudaki bu çatlaklık 1722’de Safeviler’in Mir Üveys’in oğlu Mahmut Afgan tarafından yıkılmasına sebep oldu. Bölge Safeviler’in kanayan yarası olan aşiretlerin, hakimiyet arenasına döndü.
Safeviler’in yıkılmasına zemin hazırlayan Bağdat rekabeti, aslında Sünni-Şii rekabetiydi. Nitekim, Osmanlı’ya göre Bağdat, Peygamber soyundan olan Abbasilerin kalesiydi. İran’a göre ise Şiilik’in başlangıcı olan Kerbela’nın merkeziydi. Bu yüzden bu bölge bir imparatorluğu yüceltirken diğer imparatorluğu yıkıma götürmüştü. Nitekim, bölgenin yazgısı yüzyıllardan beri böyle gelmişti. Çünkü burası bir kavşak merkeziydi.[4]
Kaçar Dönemi
Safeviler’in yıkılışından sonra aşiretler arasında çıkan hakimiyet mücadelesini kazanan Kaçar Hanedanlığına mensup Feth Ali Şah (1794) İran’da Kaçar Devletini kurdu. Kaçar döneminde Şiilik, Safevi dönemine nazaran daha çok yer buldu. Çünkü Safeviler, Şiilik’in korucuları olduğunu iddia ederek toplumu baskı altında tutuyorlardı. Ancak Kaçar Hanedanlığı bunun tam tersi bir politika uyguluyorlardı. Yani baskıyı kaldırarak dinin daha özgür şekilde yaşanmasına olanak sağladılar. Böylelikle Şiilik güçlü boyutlara ulaştı. Her ne kadar Safevi dönemi modern İran’ın başlangıcı sayılsa da asıl önemli gelişmeler Kaçar döneminde gerçekleşti. Nitekim, dinde, eğitimde, bilimde ve sosyal düzende profesyonelleşme bu dönemde gerçekleşti. Örneğin 1800’lü yılların başında hukuk bilimi ciddi gelişmeler göstermeye başladı. Dinin güçlenmesi ile Şiiliğin bilgin sınıfı olarak adlandırılan tabaka bu dönemde daha çok etkili olmaya başladı.[5] İran’da kaçar hanedanlığının temelleri Aga Muhammed Han sayesinde atıldı. Daha sonra Muhammed Han’ın ölmesi ile başa geçen Feth Ali Şah hanedanlığı bir devlete dönüştürdü. Safevilerin yıkılışından, Kaçar Hanedanlığına kadar, yetmiş yıllık bir sürede İran kabileler mücadelesi arenasına dönmüştü. Bu karışıklığı fırsata çeviren Kaçar hanedanlığı olmuştu.
Ancak 19. yüzyıl sömürge yarışının kızıştığı bir dönem olduğundan, böyle çalkantılı bölgeler büyük devletlerin iştahını kabartmıştı. Nitekim, Hint sömürgesinin güvenliğini sağlamak isteyen Birleşik Krallık, İran’ı hedef seçmişti. Sadece Birleşik Krallık ile sınırlı kalmadı ve diğer sömürgeci rakipler de İran’a yönelmiştir. Uzun mücadeleler sonucu kurulan Kaçar hanedanlığı, dış müdahalelere hazırlıksız yakalandığı için İngiltere Fransa ve Rusya müdahalesi kolay olmuştu.[6] Ali Şah, devlet liderliği hakkında pek bilgisi olmayan biriydi. Aga Muhammed Han’ın attığı temellerin üzerinde bir şekilde devleti yönetmeyi başardı. Ali Şah’tan sonra gelen Nasır ed-Din Şah, döneminde Ali Şah’tan kalan kötü görünüme sahip devlet yapısına müdahalelerde bulunsa da bunların etkili olduğu söylenemez. Orduda, Ruslar tarafından yapılan reformlar İran’ın değil Rusya’nın menfaatine olması da hanedanlığının sonunu hazırlayan temel faktörlerden oldu. 19. yüzyılda Kafkasya ve Doğu Asya’da Rus ve İngiliz arasında yaşanan rekabet (Great Game), İran’ı da ciddi anlamda etkiledi. Rusya’nın Doğu Asya yönündeki ilerleyişine karşı İran’ın karşı mücadeleyi başlatması ile 1804-1813 ve 1820-1828 yılları arasında gerçekleşen savaşlar sonucunda oluşan Türkmençay Antlaşması ile bugünkü Rus-İran hududunun oluşmasının temelleri atıldı. Rus baskısının her geçen gün artmasıyla bu baskılardan kurtulmak için İngilizlere de ayrıcalıklar verilmeye başlandı. Sömürgeci güçlerin etkisini arttırdığı her ülkenin sonu gibi İran’ın sonu da hammadde kaynağına dönmek oldu.
Pamuk ve İpek gibi tekstil kaynaklı maddelerin ambarı merkezine döndü. 1890’da Rus ve İngilizlerin ayrıcalıklar üzerinde yarıştığı İran’da tütün ürünleri ile ilgili İngilizlere verilen ayrıcalıklar beraberinde protestoları ve karışıklıkları getirdi. [7] Tarihe ‘Tütün Protestosu’ olarak geçen bu olay, İran için köklü değişikliklerin sinyalini vermeye başlamıştı. Bu protestolar aslında sömürgeci güçlere karşı başlamış ve Şii bilginlerin önderliğinde gerçekleşmişti.
Kaçar dönemi ile başlayan Şiiliğin ayrı bir yapılanma olarak gelişmesi bu protestolarda ulaştığı yetkinliği gösteriyordu. Nitekim, On iki imam Şiilik’i çerçevesindeki İran Şiilik’i yeniden bu protestolarla ülkede etkili olmaya başlıyordu. Bu protestolar sonuç verdi ve ayrıcalıklar geri çekildi. Nasır ed-Din Şah bu protestolardan sonra Ali Şah’tan kalan sıkıntılı devlet yapısının getirdiği sorunlardan dolayı devleti iyice dış güçlerin kontrolüne bırakmıştı. Ekonomik sıkıntılar ve dış devlet müdahaleleri 1896 yılında Nasır ed-Din’in suikastı ile sonuçlandı.[8] Şahın öldürülmesi sonucunda oluşan kargaşalar 1905 ve 1911 yılında ülkeyi ‘Anayasal Devrim Yılları’ olarak adlandırılan döneme sürükledi. Bu süreç monarşik düzene karşı anayasal yönetim iddiası ile bir düzenin oluşmasını sağladı. Ancak temelli kalkmayan monarşik düzende Nasır ed-Din’in yerine Muzaffer ed-Din Şah geldi. Bu devrim, Muzaffer ed-Din’in yönetimi devralması sonucunda ülkenin daha kötüye gitmesine tepki olarak ortaya çıktı.
Daha önceki dönemde verilen ticari ayrıcalıklar Nasır ed-Din’in sonunu getirirken Muzaffer ed-Din döneminde de devrim oluşmasına olanak sağladı. Nitekim, petrol bakımından zengin olan İran, ekonomisinin resmen lokomotifi olan petrol konusunda İngilizlere ciddi ayrıcalıklar tanınmıştır. Eskiden beri bu duruma tepkili olan halk, ayrıcalıkların artmasına tepkileri daha çok arttırdı. Ülke gitgide sömürülmekte ve borçlanmaktaydı. 19. yüzyılın dominant güçleri Rusya, Fransa ve İngiltere; İran üzerinde görülmemiş bir rekabete girmişlerdi. Bu çerçevede 1905 yılında başlayan protestolar sonucunda ilk olarak bir meclis yapısı oluşturulmasına olanak sağlayan yasa kabul edildi. Bu meclis 1906 yılında iki tane anayasa oluşturdu. Bunlardan ilki ‘Temel Yasa’ anayasası idi. Bu anayasa, Şah’ın otoritesine sınırlama getirmekteydi. Diğeri ise ‘Ek Temel Yasa’ anayasası idi. Bu anayasa ile halkın haklarının varlığını güvence altına almaktaydı. Bu iki anayasa her ne kadar demokratik bir görünüme sahip olsa da yine de Şiilik’in kontrolünde bir devleti ortaya koyuyordu. Nitekim, Devletin dini Şiiliktir (on iki imam) ibaresi yer almaktaydı. İlk anayasanın kabulünden sonra ölen Muzaffer ed-Din Şah’ın yerine Muhammed Ali Şah gelmişti. İkinci anayasayı kabul etmek yeni şaha kalmıştı. Şah anayasayı kabul ettikten sonra Ruslar ve İngilizler İran’ı bir anlaşma ile bölerek kontrol altına almaya başladıkları sırada Muhammed Ali’nin bunu önlemede yetersiz kalmasıyla kendisine karşı muhalefet artmaya başladı.
Şah buna karşı 1908 yılında Meclisi fes ederek meclisin yetkilerini tevkif etti. Meclisin kapanması İran’ın iç savaşa sürüklenmesine neden oldu. Yaklaşık olarak bir yıl süren bu iç savaş, kapanan meclisi tekrardan açtırdı. Ancak yine de istikrar sağlanamamış ve daha önce ülkeyi bölen İngilizler ve Ruslar böldükleri alanları işgal etmişti. İngilizler ülkenin Güney kanadını, Ruslar ise Kuzey kanadını işgal etmişti. Bu durumda zaten istikrarsız olan ülke hem meclisin etkisini hem de Şah’ın etkisini kaybederek I. Cihan Harbi’ne işgal altına girmişti. Böylelikle Kaçar hanedanlığı son bulmuştu. [9]
Pehlevi Dönemi
Birinci Cihan Harbi her yerde olduğu gibi İran’da da ciddi yıkımlara yol açmıştı. Zaten bitik olan İran ekonomisi savaş ile birlikte çökmenin eşiğine geldi. Kaçar hanedanlığının artık bir devlet derdi kalmamıştı. Ülke iki taraftan işgal altındayken önemli bir gelişme 1917’de Rusya’da yaşanan Ekim devrimi ile yaşandı. Ruslar devrimle birlikte işgal ettiği Kuzey kanadından çekilmeye başladı. Petrol ve Hindistan’ı güvence altına almakla kararlı olan İngilizler 1921’e kadar çıkarlarını korumak için Anglo-Persian anlaşmasını imzaladı. Kaçar hanedanlığı İngilizler sayesinde Tahran’da, yönetimde kalıyordu. Rusların çekilmesi ile hakimiyetlerini arttıran İngilizlere karşı yeniden alevlenen protestolar sonucunda 1920’de Kazak Alayı komutanı Rıza Han büyük çaplı bir darbe ile iki yıllığına Şah ile birlikte ülkeyi Seyyid Ziya’nın yönetimine koyarak kendi altyapısını sağladı. 1923’te Seyyid Ziya’yı da başbakanlıktan indiren Rıza Han son Kaçar hanedanı Ahmet Şah’ı ülkeden sürerek 1925’te açtığı meclise yönetimi Pehlevi hanedanına vermeyi kabul ettirdi. Rıza Şah ülke yönetimine geldikten sonra İran için yeni bir süreç ve sistem yaşanmıştır. Nitekim, Rıza Şah çok yönlü bir sistem ile meclise yer vermiş ancak bir yandan da kontrollü bir şekilde orduyu güçlü tutarak ülkede sıkı bir otorite kurmayı başarmıştı. İsyancı grupları kontrol altında tutmuş ve batılılaşma düşüncesini yaygın hale getirmiştir. Türkiye’de olduğu gibi laikliği benimseyen Rıza Şah, 1907 yılında şeriatın kabul etmediği bir yasayı engelleyen yani Şiilik’in kontrolünü sağlayan ‘Ek Temel Yasa’ adlı anayasayı kaldırmıştır.
Fiiliyatta demokratik ve özgürlükçü gibi görünen sistem pratikte tam tersiydi. Çünkü Şah otoritesinin güvenliği için ona karşıt olan ne varsa ya kontrol altına alıyor ya da yok ediyordu. Batılılaşmaya büyük önem veren Şah hukuki düzeni sağlamlaştırmış ve daha iyi işler hale getirmiştir. Bu çerçevede 1928’de Fransa’dan Medeni Hukuku getirerek kadınlarda peçe zorunluluğunu kaldırdı. Bunlara ek olarak avukat ve hakimlere Tahran Üniversitesi’nde (1935) hukuk okuma zorunluluğu ve erkeklere Fransız tarzı giyme zorunluluğu getiren kanunlar çıkartıldı. On iki imam Şiilik’inin etkisi gün geçtikçe devlet otoritesinde zayıflamaya başlamıştı. Çok karışık bir sistem benimseyen Rıza Şah, bir taraftan laikliği savunurken bir taraftan da medrese sayılarını arttırdı.
Öte yandan da Farsçadaki, Arapça ve Türkçe kökenli kelimelerin kullanılmasını yasakladı. İran, Safeviler’den beri ilk defa istikrarlı günler yaşamaya başlamıştı. Devletin ekonomisi iyiye doğru gitmekteydi. Ülke üzerindeki dış güçlerin etkileri de azalmaktaydı. Ülke geliri ülke içinde kalmaya başlayınca sanayileşme hızlandı. Şehirlerin alt yapıları ve yolları yenilenmekte, aynı zamanda ülke millileştirme politikaları konusunda ciddi ilerlemeler sağlanmıştı. Ülkenin istikrarsızlığındaki en önemli nokta olan petrol konusunda da ciddi mücadeleler veren Rıza Şah devlet kontrolüne alınmayan petrol şirketi (Anglo-Iranian Oil Company) İngiliz-İran petrol şirketiyle ayrıcalıklar konusundaki münakaşalarda, şirketin İran’a daha fazla ödeme yapması konusunda şirketin ayrıcalıkları 1993 yılına kadar uzatıldı. Bu şirketi bir türlü kontrol altına alamayan Rıza Şah, İngilizlerin müdahalesinden çekindiği için 1930 yılında Almanya ile ticari anlaşmalar yaptı.
Almanya’ya müttefik olan İran II. Cihan Harbi’nin patlak vermesiyle, Almanya ile müttefik olmadığını ilan etti. Ancak yine de İngiliz ve Rusların gazabından kurtulamadı. Nitekim, Almanların Sovyet Rusya’nın batısını işgal etmesi üzerine İngiltere, Rusya’ya yardım için İran’ı tekrar işgal etti. Rıza Şah’ın ordusu kendilerine verilen ayrıcalıklar karşısında bekleneni vermekte yetersiz kalınca Rıza Şah 16 Eylül 1941’de yerini oğlu Muhammed Rıza’ya bırakarak, Güney Afrika’ya sürgüne gönderildi. Burada üç yıl geçirdikten sonra hayatını kaybetti. [10] Yurt dışında tahsil görmüş Muhammed Rıza, vatandaşlarından kopuk bir yaşam sürmüş ve her ne kadar babasının yanında devlet yönetimini öğrense de insanlarından kopuk olması ona eksi olarak geri dönmüştür. Nitekim, yönetime geldiğinde ülkesi yine bir İngiliz-Rus dejavusunun içindeydi. Babasının bastırmış olduğu Şii muhalefet, Muhammed Rıza’nın yönetime gelmesi ile yeniden ayaklanmaya başlamıştı. Diğer taraftan da yenilikçi gruplarda yeni atılımlar istiyordu. Bu yenilikçi grup arasında en önemlisi Rusya’daki Sovyet etkisi ile kurulan Tudeh partisiydi (1941). Marksist eğimli olan bu parti Rıza Şah’ın ölümünden sonra ülkede önemli bir konuma yükselmişti.
Ülkede bulunan İngiliz ve Ruslara komünizmin etkisi ile ABD’de katılmıştı. Babası gibi otoriter bir kişiliğe sahip olan Muhammed Rıza’nın gün geçtikçe iç ve dış kuşatılmışlığı artmaktaydı. ABD’nin orduyu ele geçirme planlarına karşı, Şah için dönüm noktası 1946 yılında SSCB askerlerinin ülkesinden çıkması ile yaşandı. Şah otoriter kişiliği ile özerk bir yapıya sahip olan Azerbaycan’ı işgal etti. Rıza Şah’ın getirdiği karmaşık olan laik sistemde meclisin varlığı devam etmekteydi. Ancak meclisin varlığı Muhammed Rıza döneminde ciddi değişikliklere yola açacaktır. Nitekim, meclisin varlığı Şah’ın otoritesini sorgulatmaya başlamış ve karşı muhalefetin daha sert ayaklanmasına neden olmuştu. Bu ayaklanmaların simgesi yurt dışında tahsil görmüş ve nitelikli bir yapıya sahip olan Muhammed Musaddık olmuştu. Musaddık, devlet yönetiminde önemli pozisyonlarda görev yapmış ve daha sonra siyasete atılmıştı. Özellikle ülkedeki dış güçlere karşı resmen halkın sesi olmuştur. Bu mücadeleyi ilk olarak 1943 yılında milletvekili olarak ardından da ülkedeki siyasi yapıları 1949 yılında bir araya getirerek ‘Ulusal Cephe’ adındaki partiyi oluşturarak sürdürmüştür. Musaddık, Şii yapıyı da arkasına almış ve ülkede önemli bir mertebeye ulaşmıştı. Anglo-İranian Oil Company’in İran’da başına buyruk davranması bardağı taşıran son damla olmuştu.
Nitekim, şirket sağladığı karın küçük bir kısmını İran’a bırakıyordu. Bu paranın büyük bir kısmı İngiltere’ye gidiyordu. Buna rağmen şirket 1933 anlaşmasının revize edilmesini talep etmekteydi. 1949’da yapılan yeni anlaşma Musaddık ve Ulusal Cephesi’ni harekete geçirdi ve yapılan anlaşma engellendi. 1951 Mart’ına gelindiğinde petrol şirketinin millileştirilmesi, meclisten çıkan kararla gerçekleşti. Aynı yıl içinde 28 Nisan’da Musaddık başbakan oldu.
Başbakan olur olmaz alınan petrol kararını kabul ederek yürürlüğe koydu. İngiltere buna karşı bir taraftan Uluslararası Adalet Divanı’nın kapısını çalarken diğer taraftan da İran’ı işgale hazırlanmaktaydı. Ancak Uluslararası Adalet Divanı İngiltere’nin gerekçelerini kabul etmemişti. Diğer taraftan 1921’de yapılmış olan “İran-Sovyet Dostluk Antlaşması” gereği SSCB’nin de olaya müdahil olma riskine karşı İngiltere geri adım attı. Musaddık İngiltere’ye karşı galip gelmişti. Ancak İran’a karşı başlatılan beynelmilel yaptırımlar ülkenin ekonomisini zarara sokmuş ve Musaddık’ın uzun yıllar yönetimi elinde tutacağı endişesi ile Ulusal Cephe grupları 1953 yılında cepheden ayrılmışlardı. Öte yandan ordu içinde de önemli gelişmeler yaşanıyordu. Ordu, Tudeh’in ülkeyi Komünizmin egemenliğine koyacağı düşüncesi ile ABD’den yardım istemişti. ABD’nin desteğiyle başlatılan Ajax Operasyonu ile Ağustos 1953’te Musaddık indirildi. Ülke tekrar Şah’ın kontrolüne geçti. Musaddık yerine darbe lideri General Zahedi getirildi. Bu darbe ile birlikte İran petrolleri tekrar yabancı ülkelerin eline geçmekteydi.[11]
1979 Devrimi’nden Günümüze
Ayetullah Humeyni’nin başlattığı devrimle monarşi yıkılmış yerine cumhuriyet gelmişti. Nitekim, Humeyni’nin sürgünden dönmesiyle devrilen Şah 1979’da tatil bahanesiyle ülkeden sürülmüş ve bir yıl sonra sürgünde olduğu Mısır’da vefat etmişti. Musaddık’ın başlattığı millileştirme hareketi ülkeyi adım adım devrimine götürmüştü. Nitekim, İran’da gerçekleşen devrim İran ile sınırlı kalmayıp, bütün Orta Doğu ve İslam coğrafyasını da ciddi ölçüde etkileyecektir. Pehlevi hanedanlığının sonu olan bu devrim ile İran yeniden Şiiliğin kontrolüne girmiş ve aynı zamanda Cumhuriyet tarzı yönetime geçmişti. Bu cumhuriyet laik ilkelerden uzak din ile yönetilen bir anlayışı hâkim kılmaktaydı. İran İslam Cumhuriyeti adını alan İran, İslam dünyasında umut olarak beklenirken tam tersi bir şekilde savaşçı bir yapıya bürünmüştü. Devrimin ilk yılları çok fazla karışıklık ve muhalif görüşlerin çatışması ile geçmişti. Bu süreçte tartışılan en önemli nokta; ‘Ülke tamamen otoriter şeriatla mı?’ yönetilecek yoksa, ‘Daha itidalli bir yönetimle mi?’ yönetilecek gibi soruların cevaplanmasıydı. Nitekim, Humeyni’nin başbakanlık koltuğuna oturttuğu Bezirgân, itidalli bir politika seyretti. Ancak Bezirgan’ın yetkileri Humeyni’nin belirlediği noktalara kadardı. Ülkede en üst otorite Humeyni ve başı olduğu Şiilik oluşumuydu. Bezirgân göreve geldiği yıl Humeyni’nin boyunduruğundan kurtulamadığını anlayınca görevini bıraktı.
Humeyni gün geçtikçe konumunu güçlendirmekte ve ülke içindeki muhalefeti sindirmekteydi. Bu bağlamda İslam yönetimini koruyacak büyük bir yapılanma kurdu. İran Devrim Muhafızları olarak adlandırılan ve etkisi bugün ülke sınırları dışına kadar taşan bu yapılanma İran devrimini korumakta idi. Humeyni ordudan bağımsız olan bu yapılanma ile güvenliğini sağlamakta ve siyasete Şii bilginlerin oluşturduğu İslam Cumhuriyet Partisi ile dominant bir güç haline gelmekteydi. Bezirgân döneminde yapılan anayasa ile demokratik monarşi haline gelen ülkede hukuki olarak demokratik bir yapı vardı ancak bu uygulamada pek mümkün değildi.
Çünkü Muhafızlar Meclisi olarak adlandırılan ve liderinin Humeyni olduğu bir yapı demokrasiden uzak monarşik bir yapılanmaydı. Nitekim Humeyni, On İkinci İmam’ın sorumluluğunu üstlenmiş ve devleti dini kurallara göre yürütmekle görevli olan dini lider olarak sayılıyordu. Gerçekleşen devrim ile 1906 yılında oluşturulan anlaşmanın halk oylaması sonucu değiştirilmesi ile 1980 yılında yapılan ilk cumhurbaşkanlığı seçimlerini Hasan Beni Sadr kazandı. Beni Sadr, Humeyni ile daha önce bir geçmişi olsa da din ve devlet işlerinin ayrı olmasını savunuyordu. Bu durum onun cumhurbaşkanlığının sadece bir yıl sürmesine neden olmuştur. Nitekim, görevden alınmasından sonra Humeyni’nin partisi siyasette üstünlüğü ele geçirmişti. Orduda ve siyasette üstünlüğü ele geçiren Humeyni, ekonomiye yönelmişken Saddam’ın İran’a saldırısı ile kendisini bir anda savaşın içinde buldu.[12]
1980 yılında başlayan Irak-İran Savaşı’nın en önemli nedeni Saddam Hüseyin’in Irak’taki Şii yapılanmanın önünü kesmek istemesiydi. Bir diğer önemli neden ise uzun yıllar çatışmalara neden olmuş sınır sorunları neticesinde imzalanan Cezayir Antlaşması (1975) ile kaybettiği yerleri tekrar almak istemesiydi. Nitekim, bu çerçevede başlayan savaş sekiz yıl boyunca kanlı bir şekilde devam etti. Savaş sonucunda Irak daha karlı olarak çıktı. Çünkü ABD ile gizlice silah ticareti yaparak, ilişkilerini iyileştirdi. ABD’ye göre Humeyni, Saddam’dan daha tehlikeliydi. 1987 BMGK kararı ile ateşkes çağrısına sadece Irak katılmış, İran reddetmişti. Bunun üzerine Irak, yüksek tesirli silahları kullanmaya başlamasıyla Humeyni BMGK kararını kabul etti. Ardından 1988’de Cenevre’de ateşkes anlaşması kabul edildi. Ateşkesten bir yıl sonra ölen Humeyni’nin yerine ülkeye dini lider olarak Ali Hamaney gelmiş ve hala dini lider olarak ülkenin başındadır. Humeyni’nin ölümden sonra cumhurbaşkanlığını ilk olarak Rafsancani 1997 yılına kadar sürdürmüş ve ardından Muhammed Hatemi 2009 yılına kadar görevi devralmıştır.[13] Humeyni sonrası cumhurbaşkanı seçilen Rafsancani, iktidarda kaldığı süre boyunca adından söz ettiren bir lider oldu. Nitekim, İran’a Humeynicilik olarak adlandırılan bir ideoloji hâkim olmuştu. Humeyni’den sonra gelen Ali Hamaney, Humeyni’nin kısmen de olsa izinden gidecekti. Çünkü Rafsancani’nin üstün liderlik kişiliği sayesinde Hamaney, Humeyni döneminde olduğu gibi dini liderliğini etkin bir şekilde kullanamıyor.
Humeyni döneminde bir dış politika aracı olarak görülen ‘Devrim İhracı’ görüşü, yeni dönemde artık sıkıntılı olduğu görüldüğünden büyük oranda kısıtlanmıştır. Humeyni sonrası başlayan daha ılımlı dış politika ile uluslararası alandan ihraç edilmiş İran’ın yeniden uluslararası arenada etkin konuma getirilmesi amaçlanmaktaydı. Bu çerçevede komşu ülkelerle sorunlar giderilmeye ve ticari anlaşmalar yapılmaya başlandı.
Nitekim, Körfez Savaşı sırasında Rafsancani’nin tecrübeli siyaseti sayesinde Irak’ın yapmak zorunda kaldığı anlaşma ile Cezayir Anlaşması (1975) sınırlarına dönülmesi kabul edildi. Öte yandan ABD’nin bölgeye her geçen gün daha çok yerleşmesiyle İran kendisine karşı tehdidin arttığı hissetmekteydi. ABD ‘çifte kuşatma’ adını verdiği bir politika ile hem İran hem de Irak’ta karşı açıkça müdahaleye başlamıştı. Nitekim, ABD’nin bu müdahalesinin temelini nükleer çalışmalar ve teröre yapılan kaynaklıkları önleme iddiaları oluşturuyordu. Bu bağlamda ABD, İran’a yönelik 1995 yılında yaptırım kararı aldı. Rafsancani’den sonra 1997 yılında beklenmedik bir şekilde Hatemi seçimleri kazandı. Hatemi, Rafsancani’den daha özgürlükçü ve dışa açılımcı bir politika sürdürecektir. Nitekim, bu liberal temelli düşünceler Hatemi için oldukça tehlikeli yaklaşımlardı. Çünkü mevcut sistemde cumhurbaşkanının da yetkilerini kısıtlayacak ve hatta ortadan kaldıracak olan dini bir liderlik statüsü bulunmaktaydı. Rafsancani döneminde başlayan yaptırım kararları İran’ı yeniden uluslararası arenada yalnızlığa götürmekteydi. Ancak Hatemi’nin başa gelmesi ile dış politikayı oluşturan “ülkeler ile uyum” temelli politika ile yeniden bu dışlanmışlığın aşılması hedeflenmektedir.
Hatemi’nin bu politikasının ilk meyvesi, İslam Konferansı Örgütü’ne 1997’de başkan seçilmesi olmuştur. Nitekim, İslam dünyasında bu İran hanesine artı olarak dönmekteydi. Öte yandan bu politika ile kötüleşen AB-İran ilişkilerinde de yeniden iyileşmeler görülmekteydi.[14] Hatemi’nin ABD’ye karşı itidal çağrısı ne yazık ki karşılık görmemiş ve 11 Eylül saldırılarıyla bu gerginlik daha da artmıştı.
Bush yönetimindeki ABD’nin uygulamaya aldığı ‘Önleyici Savaş’ doktrini ile tehditleri yerinde yok etmek için başlattığı mücadelede Irak, Suriye ve İran gibi Orta Doğu ülkelerine karşı bu doktrini uygulamaya koymuştu. Nitekim, ABD’nin müttefiki son Şah Muhammed Rıza döneminde başlayan nükleer çalışmalar, ABD için artık bir tehdit olmaktaydı. İran nükleer çalışmaları durdurmamakta ısrarcıydı. Bu çalışmaların tamamıyla barışçıl hizmetler sunacağını iddia etmesi de ABD’nin algısını değiştirmeye yetmedi. Gerginlik iyice tırmanırken buna 2005 seçimlerini kazanan Ahmedinejad’ın cumhurbaşkanı olması da eklenince daha da artmıştı. [15] Ahmedinejad, Hatemi’nin tam tersi bir kişiliğe sahipti. Daha saldırgan bir dış politikanın sinyallerini vermeye başlamıştı. Şii kanadının da desteğini alan Mahmut Ahmedinejad ülkede başlayan yumuşamanın da önüne geçecekti.
Ahmedinejad’ın saldırgan dış politika söylemleri onun on ikinci imam olan Mehdi’nin dönüşünü sağlayacak iddiaları artmıştı. Hatta bu bağlamda dini uygun olmayan kötülüklerin arttırılması gerektiğini savunanlar da vardı bu söylemler cumhurbaşkanının Hüccetiye cemaatinden olduğu iddialarına kadar gitmişti. Hatemi dönemi ABD ile iplerin kopması Ahmedinejad döneminde de doruğa ulaştı. ABD devrim sonrası İran’a karşı sert güç kullanmaktan kaçınmıştı. Bunu da izlediği strateji çerçevesinde yapmıştı. Çünkü İran’ın diğer ülkeleri tehdit eden sistemi ile ABD’nin bölgede müttefiki bulunmasını kolaylaştırmaktaydı. Nitekim ABD Orta Doğu’ya yönelik politikası doğal kaynak temelli, ABD’nin süper güç olmasını pekiştirmeye yönelik mücadelesiydi. Ahmedinejad yönetime gelir gelmez nükleer çalışmaları daha çok önem vermesi ve çalışmaları şiddetlendirmesi tüm dünyayı endişeye sürüklemiştir.[16] Nitekim 2003 yılında Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı ile yapılan anlaşmayı imzalamıştır. Ancak yürürlüğe koymaktan geri durmuştu. Bununla beraber BMGK’nın beş daimî üyesi ve Almanya’nın da içinde bulunduğu devletler grubu ile yapılan istişarelerden de bir sonuç çıkmıyordu. 2012’de yapılan müzakerelerden de bir şey çıkmayınca, AB ülkeleri de ABD’nin yaptırımlarına destek olmaya başladı.[17] Sonuç olarak 1970 NTP Anlaşmasını imzalayan ve daha sonra nükleer çalışmalar yapmaya başlayan ülkelerin arasına giren İran dört yıl geçmeden ABD’nin desteğiyle nükleer çalışmalar yapmaya başladı. ABD desteği ile oluşturulan İran nükleer çalışmaları ilginç bir şekilde ABD’nin tepkisini çekmeye başlamıştı. Çünkü Ortadoğu hakimiyeti için bu çalışmalar tehlike arz etmekteydi.[18] Ahmedinejad ile artan çalışmalar tüm çabalara rağmen yeni gelen Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani döneminde (2013) de devam etmektedir.
[irp posts=”40″ name=”‘İran Şahlanırken, İsrail ve Türkiye Dışlanıyor!'”]
KAYNAK
Dipnotlar
[1] IMF Resmî Web Sitesi, 07.01.2021, https://www.imf.org/external/index.htm
[2] Dışişleri Bakanlığı Resmî Web Sitesi, 07.01.2021, http://www.mfa.gov.tr/sub.tr.mfa?ff1be5b3-51d9-4c0a-99f5-291c33c39414
[3] LEWİS Bernard, Ortadoğu, Ankara, Arkadaş, 2010, s.8-51
[4] CLEVELAND William L., Modern Ortadoğu Tarihi, (çev. Mehmet Harmancı), İstanbul, Agore, 2015, s.58-63
[5] AMANAT Abbas, Iran: A Modern History, New Haven, Yale University Press, 2017, s.179,180
[6] KARADENİZ Yılmaz, “Kaçar Hanedanı (1975-1925)”, İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı, Doktora Tezi, Malatya, 2004, s.61-68
[7] ARI Tayyar, Geçmişten Günümüze Orta Doğu, Siyaset, Savaş ve Diplomasi, Bursa, Mkm, 2012, s.405-410
[8] CLEVELAND William L., a.g.e, s.130,131
[9] ARI Tayyar, 2012, a.g.e, s.408-410
[10] CLEVELAND William L., a.g.e, s.208-214
[11] ARI Tayyar, Geçmişten Günümüze Orta Doğu, Siyaset, Savaş ve Diplomasi, İstanbul, Alfa, 2007, s.245-256
[12] CLEVELAND William L., a.g.e, s.467-479
[13] ARI Tayyar, 2012, a.g.e, s.433-437
[14] YURDKURBAN İsmail, “Devrim Sonrası İran Dış Politikası (1979-2005)”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Ana Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Konya, 2007, s.30-41
[15] ARI Tayyar, 2012, a.g.e, s.437,438
[16] YURDKURBAN İsmail, ibidem, s.46-53
[17] ARI Tayyar, 2012, a.g.e, s.437-443
[18] UZUN Özüm S., “İran’a Ekonomik Yaptırımlar; Kırılganlaşan Nükleer Program Mı Hükümet Mi?”, Ortadoğu Analiz, cilt.5, sayı.54, Haziran 2013, ss.62-70, s.65
Kaynakça
AMANAT Abbas, Iran: A Modern History, New Haven, Yale University Press, 2017
ARI Tayyar, Geçmişten Günümüze Orta Doğu, Siyaset, Savaş ve Diplomasi, Bursa, Mkm, 2012
ARI Tayyar, Geçmişten Günümüze Orta Doğu, Siyaset, Savaş ve Diplomasi, İstanbul, Alfa, 2007
CLEVELAND William L., Modern Ortadoğu Tarihi, (çev. Mehmet Harmancı), İstanbul, Agore, 2015
Dışişleri Bakanlığı Resmî Web Sitesi, 12.02.2021, http://www.mfa.gov.tr/sub.tr.mfa?ff1be5b3-51d9-4c0a-99f5-291c33c39414
IMF Resmî Web Sitesi, 12.02.2021, https://www.imf.org/external/index.htm
KARADENİZ Yılmaz, “Kaçar Hanedanı (1975-1925)”, İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Ana Bilim Dalı, Doktora Tezi, Malatya, 2004
LEWİS Bernard, Ortadoğu, Ankara, Arkadaş, 2010
UZUN Özüm S., “İran’a Ekonomik Yaptırımlar; Kırılganlaşan Nükleer Program Mı Hükümet Mi?”, Ortadoğu Analiz, cilt.5, sayı.54, Haziran 2013
YURDKURBAN İsmail, “Devrim Sonrası İran Dış Politikası (1979-2005)”, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Ana Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Konya, 2007
E-BÜLTENE ABONE OLUN
Stratejik Ortak yazarlarının makalesi ve haritalar ücretsiz e-postanıza gelsin.
Abone oldunuz, teşekkürler.
Bir şeyler yanlış oldu. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.
E-BÜLTENE ABONE OLUN
Stratejik Ortak yazarlarının makalesi ve haritalar ücretsiz e-postanıza gelsin.
Abone oldunuz, teşekkürler.
Bir şeyler yanlış oldu. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.
Bende buraya ciddi bir yazı okuyacağımı ümid ederek geldim. Ama daha ilk paragrafta “Persler, tarihi ekarte edecek büyük imparatorluklar kurmaya muvaffak olmuşlardı.” diye bir cümle ile karşılaştım. Gerisini okumaya bile tenezzül etmedim. Ya hu Allah aşkına tarihi ekarte etmek ne demek… Tarih nasıl ekarte edilir. Bilen varsa söylesinde bende aydınlanayım.
Yazar arkadaşımız Türkçemize biraz daha dikkat etseydi şayet, tadından yenmeyecek bir yazı olurdu. Muhteviyatı güzel ancak okuma zevki kötü bir yazı olmuş. Yine de ellerine sağlık. Umarım eleştrim karşısında alınganlık göstermez. Saygılarımla.