Bir Liderin Portresi: Vladimir Putin
Milletlerin siyasi tarihlerinde yaşamış oldukları olaylara gösterdikleri reaksiyonlar, algılayış biçimleri ve pozisyon almaları o millete has çeşitli faktörlerin etkisiyle ortaya çıkmaktadır. Milletlerin tarihsel kodları, kültürleri, milliyetçilik algıları, ulus bilinci, yaşadıkları coğrafya, gerçekleşmiş büyük savaşlar ve dönüm noktaları siyasal kurumlar ve liderleri algılayışlarına da yön vermektedir.
Literatürde siyasal kültür dediğimiz bu kavram dünyada diktatör ya da özgürlükçü olarak görülen liderlerin uluslararası toplumdaki algılanışları ve izlenimlerinin aksine kendi ülkelerinde bir kahraman ya da kurtarıcı olarak görülmelerinin nedenini büyük ölçüde açıklamaktadır.
Demokrasi ve iktidar kavramları her toplumun aynı pencereden bakıp aynı şekilde yorumladığı kavramlar değildir. Keza dünya gündemini meşgul eden Rusya-Ukrayna Savaşı’nın sorumlusu olarak görülen Vladimir Putin her ne kadar Batı dünyası tarafından diktatör, katil gibi ağır ithamlara maruz bırakılsa da, kendi ülkesinde girdiği tüm seçimleri yüksek oy oranlarıyla kazanarak halkının sempatisini kazanmış ve SSCB’nin dağılma sürecinden sonra güç kaybı yaşayan Rus toplumu ve devletinin yeniden ayağa kalkmasını ve Rusya’nın dünyada söz sahibi olduğu bir konuma yükselmesini sağlayan, başarılı, güçlü, vizyoner ve kurtarıcı bir lider olarak görülmüştür.
Bu makalemizde ABD’nin önde gelen dergilerinden Forbes tarafından 4 kez dünyanın en güçlü insanı olarak seçilen Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’i ele alacağız. Putin nasıl bir aileden geldi? Siyasete nasıl atıldı? Dünyanın çekindiği ve çoğu zaman eleştirdiği bir lider olmasına rağmen kendi halkı tarafından sevilen, saygı duyulan bir lider olmasının yanında siyasi tarihte eşine zor rastlanır bir şekilde demokratik bir sistem içerisinde çok yüksek oy oranlarıyla elde ettiği 23 yıllık siyasi başarısının sebepleri nelerdir? sorusuna Rusya’nın yakın siyasi tarihi ışığında cevap arayacağız. Öte yandan Putin’in 23 yıllık iktidarında iç ve dış politika karnesine de değineceğiz.
Putin’in Erken Hayatı ve İstihbaratçı Kimliği
Putin 1952 yılının Ekim ayında, eski adı Leningrad olan şimdiki adıyla St.Petersburg şehrinde dünyaya gelmiştir. İşçi çocuğu olan Putin’in babası vagon inşaat fabrikasında çalışan Spiridonoviç Putin’dir. Annesi Maria da işçi olan Putin’in iki kardeşi küçük yaşlarda hastalık ve yoksulluktan hayatını kaybetmiştir. Ailesinin tek çocuğu olarak kalan Putin’in çocukluk yılları Dostoyevski’nin romanlarında anlattığı karakterler gibi yoksulluk içinde geçmiştir. Öyle ki Putin’in çocukken büyüdüğü ev fabrika işçilerinin kaldığı tek odalı, banyo ve mutfağın bile olmadığı, içinde farelerin cirit attığı bir ev olmuştur.[1]
Zor koşullar altında yaşamını sürdüren Putin’in öğrencilik yılları da ilk başta pek iyi sayılmazdı. Okulun hırçın çocuğu olarak görülen Putin, öğretmenleri tarafından zeki fakat kötü bir öğrenci olarak tanımlanmıştır. Öğretmeni Vera, Putin’in aslında potansiyeli yüksek, kıvrak bir zekaya sahip, hafızası güçlü yabancı dil kabiliyeti olan enerjik bir öğrenci olarak gördüğünü söylemiştir. Spora meraklı olan genç Putin, boks ve sambo gibi sporlarla uğraşmış sonrasında hayat felsefesi olarak göreceği judo sporuyla ilgilenmiştir.
Vizyoner bir genç olan Putin liseye başladığı andan itibaren istihbaratçı olmayı kafaya koymuştu. İstihbarata ve ajanlığa merak salan Putin bu konuyla alakalı kitaplar ve filmler izliyor büyük bir ajan olmanın hayalini kuruyordu. Ona göre istihbaratçılık büyük orduların yapamadıklarını yapabilen ve topluma yön veren değerli bir meslekti. Nasıl ajan olunacağını bilmeyen genç Putin KGB’ye başvurmuş ve ajan olmak için hukuk fakültesi okuma şartını duyunca Hukuk okumaya karar vermiştir. Leningrad Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazanan Putin son sınıfa geldiğinde hayatının sürpriziyle karşılaşmıştır. Üniversite bahçesinde karşısına aniden çıkan yabancı bir adamın Putin’e “gelecekteki göreviniz hakkında sizinle konuşmak istiyorum” demesiyle Putin’in ajanlık kariyeri başlamıştır. Yıllardır beklediği teklifi Putin hiç düşünmeden kabul etmiş ve henüz 23 yaşındayken 1975 yılında KGB için çalışmaya başlamıştır.[2]
KGB tarafından Moskova’da eğitime gönderilen Putin, üstün başarısından dolayı şimdiki adı Dış İstihbarat Akademisi olan Krasnoznamenskaya Enstitüsü’nün bölüm başkanlığına getirilmiştir. Hocası Mihail Golov, Putin’in bu göreve getirilmesinde liderlik ruhunun yanında organizasyon ve taktik yeteneğinin etkili olduğunu söylemiştir.
Yurtdışı görevi verilen Putin, 1985 yılında Doğu Almanya’nın Dresden şehrine yerleşmiştir. Siyasetçilerin ve NATO görevlilerinin planlarıyla ilgili bilgiler toplamakla görevlendirilen Putin operasyon şefi olarak başladığı görevine bölüm başkanı olarak devam etmiştir. Putin’e üstün başarılarından dolayı Komünist Parti’nin KGB temsilciliği görevi verilmiştir. Son görevinde Gorbaçov’un yeniden yapılanma politikaları çerçevesinde Almanya’daki KGB temsilciliğinin kapatılmasına karşı çıkan Putin, KGB’den ayrılmıştır. 1990 yılında akademik hayata atılan Putin, Leningrad Devlet Üniversitesi’nde Uluslararası Sorunlar Danışmanı olarak atanmıştır.
Putin’in Siyaset Hayatındaki Yolculuğu
Siyaset hayatına Putin ilk olarak Leningrad Şehir Duması (Belediye ve Valilik) Başkanı olan Anatoli Sobçak’ın ekibinde çalışarak başlamıştır. KGB ajanlığının devam ettiği iddiaları üzerine Putin istifa dilekçesini vermiş ve TV programına çıkarak bu durumu ilan etmiştir. 1991 yılına gelindiğinde Putin, Leningrad Duması’nın Dışişleri Komitesi Başkanlığı’na getirilmiştir. 1992 yılında yapılan belediye seçimlerinde Putin’in beraber çalıştığı Sobçak zafer kazanmıştır. Sonraki seçimde Putin Sobçak’la anlaşmazlığa düşerek bu görevinden ayrılmıştır. Akabindeki süreçte dönemin Cumhurbaşkanı Danışmanı Pavel Borodin tarafından Cumhurbaşkanlığı Yönetim Başkan Yardımcılığı’na atanan Putin, görevinde başarısından ötürü Devlet Başkanı Yeltsin tarafından KGB’nin yerine kurulan FSB (Rusya Federal Gizli Servisi) Başkanlığı’na atanmıştır.
Kariyerinde başarıyla ve hızla ilerleyen Putin çok geçmeden Yeltsin tarafından 16 Ağustos 1999 tarihinde güvenoyu alarak Başbakan seçilmiştir. Halkın Putin’i seveceğini öngören Başkan Boris Yeltsin bu konuda haklı çıkmıştır. Kafkaslar’da devam eden Çeçen sorununu bastırmada başarılı olan Putin güçlü ve istikrarlı kişiliğiyle halkın gözünde yükselen bir profil çizmiştir. Nihayetinde Yeltsin 1999 yılının son ayı Putin’i Devlet Başkan Vekili olarak atamıştır. Seçime gidilmesiyle birlikte 26 Mart 2000 tarihinde %53 oy oranıyla Putin Devlet Başkanlığı görevine başlamıştır.
Rusya son yüzyılda iki kez dağılma sürecinden geçmiştir. Bunlardan ilki Çarlık Rusya’sının yıkılışı, ikincisi ise SSCB’nin çöküşü olmuştur. Bu parçalanmaların sebebi etnik ya da azınlık çatışmalarından çok, merkezi otoritenin zayıflamasıdır. Böyle bir ortamda devlet başkanı olan Putin, merkezi otoriteyi gerek ülkenin idari yapısı gerek siyasi yapısında yaptığı değişikliklerle sağlamlaştırmıştır.
İdari yapıyı yeniden düzenleyen Putin, seçimle göreve gelmesinin ikinci yılında özerk cumhuriyetlere bahşedilen ayrıcalıklara son vermiştir. Bu şekilde Rusya’ya bağlı özerk cumhuriyetler Moskova’nın sıkı kontrolü altına alınmıştır. Yaptığı düzenlemelerle valilerin seçimle değil atamayla iş başına gelmesini sağlamıştır.
Sadece idari alanda değil siyasi alanda da gücü elinde toplamak isteyen Putin, kendisine karşı çıkan Oligarklara da savaş açmıştır. Zira Oligarklar özellikle 90’lı yılların ortalarından itibaren Yeltsin dönemi ile altın çağlarını yaşamış, zenginliklerini arttırmış ve Kremlin ile hükümet politikaları arasında hep belirleyici bir konumda olmuşlardır. Fakat iktidarı paylaşmak istemeyen Putin, oligarkların politik güçlerini aldıkları medya patronlarının da üzerine cesurca gitmiştir. Daha görevdeki ilk aylarında, Vladimir Gusinsky zimmetine para geçirmekten dolayı tutuklanmıştır. Akabinde bir diğer Rus oligark Gusinsky, televizyon ağını ve büyük doğalgaz şirketi Gazprom’a devrederek ülkeyi terk etmiştir.
Aynı dönemlerde ülkeyi terk edenlerin arasına milyarder işadamı Berezovsky de eklenmiştir. Daha sonra Putin Kremlin’de Rus oligarklar ile yaptığı toplantıda onlardan vergi borçlarını ödemelerini ve siyasi alana karışmayarak ekonomik alandaki yerlerine dönmelerini istemiştir. Putin bu hamleleriyle oligarkları da saf dışı bırakarak merkezi otoritesini daha da sağlamlaştırmıştır. Bu uygulamaları Putin’i iç basın ve dünya basınında “anti-demokratik lider” söylemleriyle karşı karşıya getirmiştir. Fakat ülke çıkarlarını, demokrasiden daha üstte gören Putin bu tutumundan geri adım atmamıştır. Böylelikle daha görevinin ilk aylarında böyle büyük bir işe kalkışmasıyla diğer Rus yöneticilerden daha farklı bir yönetim sergileyeceğini ispatlamıştır.
Vladimir Putin, göreve geldiği süre itibariyle ekonomik ve mali alanda da değişiklikler yapmıştır. Başlangıç olarak vatandaşlardan alınan vergilerde %13’lük indirim yapmış ve karmaşık vergi sistemini tek tipleştirerek düzene oturtmuştur. Memur maaşlarının düzenli ödenmesini sağlamış ve Sovyetler Birliği’nin çöküşünden itibaren Rusya ilk kez bütçe fazlası vererek dış borçlarını ödemeye başlamıştır. Ekonominin iyiye gitmesi ve halkın refahının artması Putin’e verilen desteğin artmasını sağlamıştır.
Çevre ülkelerde yaşanan devrimlerde STK’ların oynadığı güçlü rolü gören Putin, istihbaratçı kimliğinin etkisiyle Batı tarafından desteklenen bazı demokrasi örgütlerini kapatmak için de yeni bir takım düzenlemeler yapmıştır. Yeni çıkartılan kanunla birlikte STK’ların yabancı vakıflardan para alması imkânsız hale getirilmiş ve böylece çoğu STK kapanmak zorunda kalmıştır.
Putin, çevre ülkelerde yaşanan “Renkli Devrim” tehlikesinin Rusya’ya sirayet etmesini önlemek ve sokakların muhalefetin egemenliğine girmesini engellemek amacıyla bir gençlik örgütü olarak Nashi örgütünü kurdurmuştur. Bu kamplarda gençler eğitilerek olası darbelere karşı savunma yöntemleri öğretilmiş, milliyetçiliği destekleyecek söylemler geliştirilmiştir. Putin böylece kendini ve uyguladığı politikaları destekleyen bir gençlik örgütü oluşturmuştur.
Devlet başkanlığı görevindeki ilk döneminde Putin iç ve dış politikadaki başarılı uygulamalarıyla ve Rus halkının özlemini çektiği “güçlü lider” portresiyle halkın büyük çoğunluğunun desteğini kazanmayı başarmıştır. Öyle ki Ruslar ona “Yeni Çar” yakıştırması yapmıştır. Bu güçlü desteği arkasında hisseden Putin, 2004 Mart ayı devlet başkanlığı seçimlerinde tekrar aday olarak çıkmış ve oyların %71.2’sini alarak ikinci kez devlet başkanlığı görevini üstlenmiştir.
Putin’in merkezileşme adına yaptığı uygulamalar, demokratik olmadığı için eleştirilmiştir. Oligarklara yönelik uygulamaları, özel radyo ve televizyonları devlete bağlaması, muhalif dergileri kapattırması, STK’lara yönelik çeşitli yasak ve yaptırımları, toplumu militarize etmesi, seçim yasasını değiştirerek kendisine ve partisini tartışılmaz bir üstünlük sağlaması bu eleştirilerin daha da artmasına neden olmuştur. Putin’in başkanlıktaki ikinci dönemi Independent Task Force Raporu’nda şöyle değerlendirilmiştir: “Putin’in ikinci döneminde Rusya toplumunun ve ekonomisinin daha modern olduğu görülüyor. Buna karşılık gücün yeniden merkezileşmesi ve çoğulculuğun azalması Başkan Putin’in öncülük ettiği siyasal gelişmelerin oldukça olumsuz sonuçlarıdır. Denilebilir ki Vladimir Putin, Rusya’yı daha güçlü fakat daha az demokratik bir duruma getirmiştir.”[3]
2008 yılına gelindiğinde Putin artık devlet başkanlığı görevinde ikinci dönemini de doldurmuştu. Rus anayasasına göre bir kişi, en fazla iki defa devlet başkanlığı görevini yürütebiliyordu. Yapılan başkanlık seçimlerinde Putin’in desteklediği ve bir dönem ülkenin en büyük doğalgaz şirketlerinden Gazprom’u yönetmiş olan Dimitri Medvedev, oyların %70’ini alarak devlet başkanı seçilmiş, Putin ise 2 ay sonra başbakanlık koltuğuna oturmuştur.
Görünürde ikinci adam olan Putin, esasen anayasadaki başkan olma engelini bu sayede aşarak devlet mekanizmasının kendine bağlı yürütülmesini Medvedev aracılığıyla devam ettirmiştir. 2008 yılında tüm dünyayı etkileyen küresel mali kriz, Rusya’yı da etkilemiştir. Putin döneminde ekonomi oldukça iyi durumdaydı. Çünkü Rus ekonomisinin bağlı olduğu petrol gelirleri ekonominin iyi yönde seyretmesini sağlamıştır. Fakat 2008 kriziyle petrol fiyatları düşmüş ve Rus ekonomisi bundan büyük oranda zarar görmüştür. Putin’in devlet başkanlığı döneminde petrol fiyatlarının yüksek seyretmesi ve ekonominin iyi düzeyde olması, yapılan büyük hataların görülmemesine sebep olmuştur.
Öte yandan Putin, henüz başkanlık koltuğuna oturmadan önce bile savunma harcamalarının arttırılması ve ordunun modernizasyonu için açıklamalarında bulunmuştur. Putin, “uluslararası alanda güçlü ordu, güçlü Rusya” tablosu hızla görmek istemekteydi. Bölgesinde daha güçlü olabilmek adına giriştiği harekâtlar ve Kırım’ın Rusya’ya katılması ile Rusya dünyada adından söz ettirse de, bu durum Batı’nın ekonomik yaptırımlarıyla karşı karşıya kalmasına neden olmuştur. Avrupa ülkelerinin kendi ekonomilerini de etkilemesine rağmen uyguladıkları bu yaptırımlar ve petrol fiyatlarındaki aşırı düşüş, Rus ekonomisini kötü yönde etkilemiştir. Lakin yaşanılan ekonomik sorunların savunma alanına yapılan yatırımlar engellemeyeceği vurgulanmıştır.
Rus toplumu, ekonomik ve uluslararası sorunlara rağmen uyguladığı politikalarla siyasi istikrar ve ekonomik refah sağlayan ve Büyük Rusya İdeali’ni tekrar dile getiren Putin’i demokratik olmayan uygulamalarına rağmen desteklemeyi sürdürmüştür. Fakat Putin’in Kremlin’den ayrıldığı 2008 yılından bu yana sadece dünya değil, Rusya ve Rus halkı da çok değişmişti.
Güçlenen orta sınıfın gündeminde artık daha fazla demokrasi ve Batılı ülkelerde olduğu gibi modern, çağdaş bir ülkede yaşama arzusu vardı. Lüks ürünleri alma zevkine alışan şehirli orta sınıf, siyaset gibi hayatın diğer alanlarında da niteliksel değişimlerin arayışında olmaya başlamıştır. “Democracy and Quality of Government” makalesinde Putin, toplumun 2000’li yıllardan itibaren radikal değişimler geçirdiğine ve birçok kişinin daha müreffeh, daha eğitimli ve böylece daha eleştirel hale geldiğine değinerek demokrasinin geliştirilmesi yönünde uygulamalara dikkat çekmiş ve sivil toplumun artık daha olgun, aktif, sorumluluk sahibi olduğunu söylemiştir.
Makalede ayrıca yolsuzluklarla mücadele, “demokrasi okulu” olarak nitelendirdiği yerel yönetimlerin iyileştirilmesi, yargı sisteminin geliştirilmesi, yönetimin şeffaflaştırılması gibi politikalara, yapılması gerekenler olarak yer vermiştir. Putin, sağlık, eğitim gibi pek çok alanda etkinliğin ve verimliliğin arttırılması için uğraşmıştır. Nüfus politikasına eğilmiş ve nüfusun arttırılması için çeşitli teşvikler yapılmıştır.[4]
Putin’in 2012 seçimlerinde 3. kez devlet başkanlığına aday olacağını ilan etmesi, Medvedev’in zaman içinde kendi çalışma takımını kuracağı ve yönetimi eline alacağı, 2012 seçimlerinde de Putin’in rakibi olacağı düşüncesine sahip olanları hayal kırıklığına uğratmıştır. Putin %63,6 oranında oy alarak seçimi kazanmış ve 3. kez Rusya Devlet Başkanı olmayı başarmıştır. Putin, Medvedev döneminde yapılan anayasa değişikliğiyle iki kez üst üste 6’şar yıl daha devlet başkanlığı yapma hakkına sahip olmuştur.
2012’deki seçimlerde %63 oy oranıyla 3. kez devlet başkanı seçilen Putin, 2018 seçimlerinde de dünyadaki demokratik rejimle yönetilen ülkeler içerisinde inanılması zor bir başarıya imza atarak %71 oy oranıyla zafere ulaşıp 2024’e kadar 4. kez başkanlık koltuğunun sahibi olmayı başarmıştır. 23 yıldır devam eden Başkanlık serüveninde Putin, Rusya’nın ulusal menfaatlerini savunmaktan geri durmayan, çok yönlü bir dış politika izleyen gözü kara bir politikacı portresi çizmektedir.
Putin’in Dış Politikası
Sovyetler Birliği’nin yıkılması ve Doğu Bloku’nun çökmesiyle birlikte “Çift Kutuplu Dünya”dan Amerika’nın egemen olduğu “Tek Kutuplu Dünya” düzenine geçilmiştir. Fakat Putin, “tek kutuplu” düzen yerine “çok kutuplu” bir sistemi savunmuş ve bu düşüncesini 47. Münih Güvenlik Konferansı’nda da şu sözlerle dile getirmiştir: “Günümüz dünyasında, tek kutuplu dünyanın kabul edilemez olmasının yanı sıra, aynı zamanda imkânsız olduğu kanaatindeyim.”[5]
Rusya, Putin’le birlikte tekrar dünyadaki “süper güç” konumuna dönmek istemiştir. Göreve başladığı süreç içerisinde Putin; ilk başlarda ABD, AB ve NATO ile ilişkilerini iyi tutmuştur. Hatta bir dönem Rusya’nın NATO’ya üyeliği dahi söz konusu olmuştur. Rusya’nın ABD ile ilişkilerini 11 Eylül saldırısı öncesi ve sonrası diye ikiye ayırmak da mümkündür. Zira 11 Eylül saldırılarıyla birlikte küresel ölçekte terörizm ana konu haline gelmiş ve mücadele edilmesi gereken temel sorun olmuştur. Rusya ile ABD, bu noktada işbirliği içinde olmuşlardır.
Amerika Afganistan’daki El-Kaide kamplarına saldırı için Özbekistan ve Kırgızistan’a üst kurmak için Rusya’nın desteğini almıştır. Daha sonra nükleer silahlarına azaltılmasına dair karşılıklı bir anlaşma imzalamışlardır. Böylece Rusya-ABD ilişkilerinde yeni bir dönem açılmıştır. 11 Eylül saldırıları sonrası ABD ile gelişen ikili ilişkilerden daha karlı çıkan taraf ise Rusya olmuştur. Keza Çeçenistan’da yürüttüğü askeri operasyonların terörist faaliyetlere yönelik olduğu izlenimi verilerek eleştirilerden kurtulmayı hedeflemiştir. Fakat bu iyi ilişkiler, Rusya’nın “pragmatist” dış politika anlayışını etkilememiş ve Rusya yeri geldiğinde ABD’nin karşısında yer almıştır.
ABD’nin Irak’a müdahalesini BM konseyinde Rusya ve Fransa birleşerek veto etmişlerdir. Bu, Rusya’nın lehine olmuştur çünkü petrol fiyatları yükselmiştir ve Rusya bu durumda kazanan taraf olmuştur. Denilebilir ki Rusya, kendi çıkarları doğrultusunda pragmatik bir şekilde hareket etmiştir.
Batı ile ilgili tüm bu gelişmelere rağmen “Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) içerisinde en büyük güç unsuru olan Rusya, bu yapının 1991’den itibaren dağılmasıyla birlikte, yarım yüzyıllık bir dönem boyunca ABD ile paylaşmakta olduğu ‘süper güç’ sıfatını da kaybetmiştir. Fakat Rusya, hiçbir zaman geçmişteki imparatorluk günleri ve Sovyet döneminde sahip olduğu ayrıcalıklardan, kontrol ettiği geniş sınırlar ve etki alanından vazgeçmemiştir. Bunun en belirgin örneği de Gürcistan, Kırgızistan ve Kazakistan’daki askeri üsleridir. Eski Sovyetler Birliği sınırları içindeki ülkeleri Batı’nın her türlü siyasi, askeri ve hatta ekonomik etkisinden uzak tutmak istemiştir. Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra bağımsızlıklarını kazanan cumhuriyetlerin stratejik konumu dolayısıyla hem ABD hem de Avrupa, bu ülkeler ile yakın ilişkiler kurmuş ve Stratejik İşbirliği Antlaşmaları imzalamıştır.
NATO’nun, Rus emperyalizminin eski hegemonya alanı olan Varşova Paktı ülkelerini de içine alan bir tarzda genişleme sürecine girmesi, son birkaç yıldır toparlanma ve yeniden hegemonya alanlarını ele geçirme çabasına giren Rusya’yı rahatsız etmiştir. Örneğin Gürcistan’da 2003 yılında yaşanan “Gül Devrimi” ile birlikte Gürcistan Devlet Başkanı Eduard Şevardnadze, yolsuzluk ve seçimlere hile karıştırdığı gerekçesiyle halkın yoğun tepkisiyle karşılaşmış ve Mihail Saakaşvili’nin öncülüğünde Şevardnadze’yi istifaya zorlamışlardır. Başkanlığa seçilen Saakaşvili, Batı yanlısı bir tavır sergilemiş ve Gürcistan’ı NATO’ya üye yapmak istediğini açık bir biçimde belirtmiştir. Yine aynı dönemde Letonya, Estonya, Litvanya gibi eski Varşova Paktı’na üye olan “yakın çevre” ülkelerinin NATO’ya üye olmaları Rusya’yı endişelendirmiş ve Batı’yla olan ilişkilerinin gerginleşmesine neden olmuştur. Sonuç olarak Putin, devlet başkanlığı görevini üstlenmesinden itibaren 2004 yılına kadar dış politikada ülke çıkarları gereği hangi devletler ile nasıl ilişki kurması gerektiğine içinde bulunduğu konjonktüre göre karar vermiştir.[6]
Bu süreçte eski Sovyetler Birliği ülkelerinin NATO ile yakın ilişkiler kurması, Rusya’yı rahatsız etmiştir. Bu durum Putin’e göre Rusya’nın ulusal güvenliğini tehdit etmektedir, sınırlarına yakın bölgelerde daha fazla Amerikan gücü demektir. Rusya için oldukça stratejik bir konumda olan Ukrayna da NATO’ya katılmak isteyen ülkeler arasındaydı. Ukrayna, Rusya için oldukça önemliydi çünkü doğalgaz Ukrayna üzerinden aktarılıyordu ve Karadeniz’deki Rus gemileri Ukrayna’da demirlenmişti ve ülkede 8 milyon civarında Rus vatandaşı yaşıyordu.
Dolayısıyla Ukrayna’daki 2004 yılı Cumhurbaşkanlığı seçimleri, Rusya için oldukça önemliydi ve Kremlin’in çıkarlarını koruyacak bir aday kazanmalıydı. Bu aday Victor Yanukoviç olmuştur. Diğer aday ise Batı ile ilişkileri sağlamlaştırmayı düşünen Victor Yuşçenko’ydu. Seçimleri Kremlin’in adayı Yanukoviç kazanmıştı fakat Yuşçenko seçimlere hile karıştırıldığını iddia etmiştir. Halkın desteğini arkasına alan Yuşçenko “Turuncu Devrim” ile seçimlerin iptal edilmesini sağlamıştır. Seçimler yenilenmiş ve bu sefer kazanan isim Victor Yuşçenko olmuştur. Bu da Kremlin’in daha temkinli davranması gerektiğini göstermiştir.
Bu yıllarda ABD’nin Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ne füze savunma sistemi kurmak istemesi, ABD-Rusya ilişkilerinde gerginliğe neden olmuştur. Amerika her ne kadar bu sistemin İran’a karşı yerleştirildiğini söylese de Rusya bunu kendine karşı bir tehdit olarak görmüştür. Rusya’nın 2008 yılında Gürcistan’a müdahalesi bu ilişkileri daha da germiştir. Gürcistan, NATO’ya katılmak için toprak sorunlarını halletmek istemişti. Acaristan’a karşı müdahalesi başarıyla sonuçlanmış ve bölgeyi kontrol altına almıştı. Diğer bölgelere de aynı müdahalede bulunmak istemiş ancak Gürcistan’ın NATO’ya girmesini istemeyen Rusya, bunu engellemek istemiştir. Böylece Osetya’da bulunan Rus Barış Güçleri’nin de öldürüldüğü gerekçesiyle Gürcistan’a karşı müdahalede bulunmuştur. Müdahale bittiğinde Güney Osetya ve Abhazya bağımsızlığını ilan etmiş, Rusya Federasyonu da bunu resmi olarak tanımıştır.
Rusya bu dönemde yönünü doğuya çevirerek, İran’ın çabalarıyla İslam Konferansı Örgütü’ne gözlemci ülke statüsünde katılmıştır. Böylece Rusya, Müslümanlar arasında artmaya başlayan Amerika karşıtlığından faydalanmak istemiştir. 2008 yılında başkanlık koltuğuna oturan Medvedev, ılımlı bir dış politika yürütmeyi tercih etmiş ve bu dönemde ABD ile ilişkiler geliştirilmiştir. Medvedev devlet başkanı seçildikten kısa süre sonra ABD’de başkanlığı Barack Obama kazanmıştır. Medvedev, ABD ile ilişkilerini iyi tutmak istemiş ve Obama da Rusya ile yeni bir başlangıç yapmak istemiştir.[7]
Bu süreçte ABD’nin nükleer silahları azaltması tekrar gündeme gelmiş fakat Rusya ilk başta olumlu yanıt vermemiş, anlaşmanın imzalanabilmesi için Amerika’nın Polonya ve Çek Cumhuriyeti’ne kuracağı füze savunma sisteminden vazgeçmesini istemiştir. ABD ise, Rusya’dan İran’a yaptığı silah ihracatından vazgeçmesini istemiştir. İlk başta buna olumlu bakmayan Rusya, İran’ın nükleer silah üretmek için tesis kurduğu BM genel konseyinde ispat edilince ihracattan vazgeçmiştir. Böylece ABD ve Rusya, 2010 yılında Prag’da nükleer silahların azaltılmasına yönelik anlaşma imzalamış ve ABD, kurmayı düşündüğü füze savunma sistemini rafa kaldırmıştır. Ayrıca, NATO’nun Ukrayna ve Gürcistan’ı da içine alacak şekilde genişleme politikası da, bu durumdan ötürü ertelenmiştir.
Rusya, uzun zamandır üye olmak için beklediği Dünya Ticaret Örgütü’ne de bu dönemde üye olmuştur. Bu da Rusya’nın daha fazla yabancı yatırımı ülkesine çekmesini sağlamıştır. Putin, 2012 yılında üçüncü kez başkanlık koltuğuna oturduğunda, Ortadoğu’da “Arap Baharı” yaşanıyordu. Sovyetler Birliği zamanında Rusya, Ortadoğu’da etkin bir rol oynamıştı. 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ise bölgedeki etkinliğini büyük ölçüde kaybetmiş, fakat 2000’li yıllardan itibaren Vladimir Putin iktidarıyla birlikte tekrar eski güçlü ve aktif rolüne dönmüştü.
Rusya’nın Ortadoğu politikasındaki hedefi; büyük güç olabilmek adına ABD’nin bölgedeki hâkimiyetinin azaltılması, öte taraftan Ortadoğu ülkelerine silah satışı ve ucuz Ortadoğu petrol rezervlerine yatırım yaparak yeni ortaklıklar oluşturulmasıdır. Bu dönemde Rusya, Irak ile olan ilişkilerini tekrar canlandırmış ve Irak’la büyük çaplı silah anlaşması imzalanmıştır. Suriye’de yaşanan iç karışıklıklarda, bölgede istikrarsız bir Suriye istemedikleri için, Irak’la birlikte Beşar Esad rejimine destek vermiştir. Fakat Rusya, olası Esad sonrası dönemde bölgedeki rolünü kaybetmeyi istemediği için muhalif gruplarla da ilişkisini kesmemiştir.
Rusya, Suriye politikasında Çin’in çok büyük desteğini almıştır. İlişkileri oldukça ilerleyen Rusya ve Çin, ABD karşısında ortak hareket etme kararı almıştır. Ekonomik işbirlikleri, stratejik ortaklıklar oluşturulmuş ve ikili ticaret anlaşmaları imzalanmıştır.
Putin’in üçüncü döneminde, Amerika ve AB ile ilişkilerinin çokta iyi olduğu söylenemez. Ukrayna Krizi ve Mart 2014’te Kırım’ın Rusya’ya katılması sonucu Amerika ve AB’nin ekonomik yaptırımları, ilişkileri iyice germiştir. Batı karşıtı politikalar izleyen Rusya, yakın çevre ülkeleriyle ise ilişkilerini ilerletmiş ve Mayıs 2014’te Belarus ve Kazakistan ile birlikte Avrasya Ekonomik Birliği’ni kurmuştur. 2015 yılına gelindiğinde Rusya, Suriye’de hava operasyonları düzenlemeye başlamıştır. Hedefinin IŞİD olduğunu söyleyen Rusya, aslında Suriye devlet başkanı Beşar Esad’ın devrilmesini istemiyordu. Bu hava operasyonları, Rusya’nın Soğuk Savaş’ın sona ermesinden bu yana eski Sovyetler Birliği sınırları dışında düzenlediği ilk askeri operasyon olmuştur.
Rusya’nın IŞİD kamplarını değil Esad karşıtı muhalif grupları da vurması, Rusya’yı ABD ile karşı karşıya getirmiştir. Bu dönemde Rusya’nın Türkiye ile her ne kadar Ortadoğu politikalarında karşı karşıya gelinse dahi, ekonomik ilişkileri oldukça iyi olmuştur. Lakin Rusya’nın hava operasyonlarıyla bölgedeki Türkmenleri vurması ve Beşar Esad rejimini desteklemesi, ilişkileri germiştir. 24 Kasım 2015 tarihinde Türkiye’nin hava sahasını ihlal eden Rus savaş uçağını düşürmesi, ilişkilerin asgariye indirilmesine neden olmuş ve iki ülke arasında karşılıklı ticari, ekonomik yaptırımlar uygulanmıştır.
2016 yılı Mart ayında sürpriz bir şekilde Rusya, Suriye’den çekilme kararı almıştır. Bu karara gerekçe olarak birkaç sebep sayılabilir. Öncelikle Rusya, Suriye’yi en kazançlı olduğu zamanda terk etmiştir. Operasyon başarıya ulaşmış, Suriye ordusu Rusya’nın desteğiyle büyük miktarda toprağını muhaliflerden geri almıştır. Ayrıca Rusya’nın ekonomik kapasitesi bölgede daha fazla kalmasını engellemiştir. Rusya’nın Suriye’den çekilmesi, Amerika ve Türkiye ile olan ilişkilerinde yumuşama sağlama ihtimalini doğurmuştur. Amerika’nın uyguladığı yaptırımlar, Rusya’nın ekonomisine zarar vermiştir. Geri çekilme kararı ile Rusya, Amerika’nın uyguladığı yaptırımlardan vazgeçmesini ve ilişkilerin daha ılımlı yürümesini istemiştir.[8]
Putin’in dış politika hamlelerini ele alırken son bir yıldır dünya gündemini meşgul eden Rusya-Ukrayna Savaşı’nın Putin açısından sebebine değinmeden olmaz. Aynı kültür ve maziye sahip Ukrayna’ya savaş açan Putin’e göre, Ukraynalılar ve Ruslar aynı tarihsel ve ruhsal (spiritual) alana aittir dolayısıyla tek bir ulusu oluşturmaktadır. Bugün farklı uluslar gibi durmaları tarihsel bir trajedi olmasının yanında, esas olarak Bolşeviklerin yarattığı, Rus ulusuna ihanet anlamına gelen bir durumdur. Putin’ göre Ukrayna gerçek bir ulus ve devlet değildir. Bu mevcut durum içinde, ulusların kaderini tayin hakkından söz edilemez. Putin için NATO’nun genişlemesi bu ortak tarihsel ve ruhsal alanın parçalanması anlamına gelmektedir. Bu nedenle Ukrayna gerçek egemenliğine NATO içinde değil, ancak Rusya’nın parçası olarak kavuşabilir. Dolayısıyla NATO ülkeleri ve ABD ile yakın ilişkiler içerisinde bulunan ve Rusya’nın uyarılarına rağmen yönünü Batı’dan Rusya’ya doğru çevirmeyen Ukrayna, Putin için hedef haline gelmiştir.[9]
Putin’in Siyasi Başarısındaki Etmenler
1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılması ve akabinde SSCB’nin dağılmasıyla Soğuk Savaş sona ermiş ve dünya yeni bir düzene geçişi konuşmaya başlamıştır. O süreçte Rusya’nın bağımsızlığını ilan ederek tüm dünyayı şoke eden ve ardından komünist sistemden vazgeçerek IMF ile anlaşıp kapitalist ekonomik düzene geçişi sağlayan, yaptıklarıyla Rus halkını dahi şaşırtan kişi Başbakan Boris Yeltsin olmuştur. Yönetimi altındaki Rus toplumunun pek takdir etmediği Yeltsin döneminin ardından iktidara Vladimir Putin gelmiştir.
Yeltsin’in politikalarını devam ettireceği düşünülen Putin farklı bir yol tercih etmiştir. İlk olarak Rus oligarkların beklentisinin aksine kendisi gibi düşünmeyen muhalif oligarkları yönetimden uzaklaştırmıştır. Büyük şirketlerin çoğunu kamulaştırarak ya da ortaklık kurarak devlete bağlamıştır. Valilerin seçimle göreve gelmesi sistemini kaldırarak merkezden kendisi atamaya başlamıştır. Medyayı da zamanla kontrolü altına alan Putin merkezi otoritenin güçlendirildiği merkeziyetçi bir devlet sistemini savunmuştur.
Peki Putin otoriter bir yönetim altında ülkesinde iktidarını sürdürüyorken son seçimlerde yine büyük bir zafer elde ederek toplumun büyük çoğunluğunun desteğini almayı nasıl başarmıştır?
Birincisi Yeltsin döneminin Rusya için başarısız ve güç kaybı yaşanan bir dönem olmasıdır. İkincisi; Putin’in Rusya’da saygı duyulan kurumlardan biri olan KGB geçmişinin yanı sıra, göreve gelmesiyle birlikte etkin bir lider imajı çizerek ekonomiyi tabana yayan politikalarla oligarkların egemenliğine son vermiş olması, vergi sistemini düzenleyerek ekonomik refahı tabana yaymasıdır. Yapmış olduğu ekonomik kalkınma hamlelerinin yanında Putin, o dönem gündemi meşgul eden Çeçenistan sorununu çözmüş olmasıyla birlikte toplum nezdinde gücünü ve itibarını daha da arttırmıştır. Dış politikada da yükselen bir Rusya imajı yaratmış, Büyük Rusya idealini dile getirmiş ve nihayetinde ABD’li Forbes tarafından dünyanın en güçlü kişisi seçilecek kadar otoritesini sağlamlaştırmıştır.
Son olarak siyasal kültür açısından Putin’in başarısına baktığımızda; Rus toplumunun bin yıl boyunca imparatorluk ve monarşiyle yönetilmesinin toplumun tarihsel kodlarında otoriteyi kabullenen bir yapısının olmasına yol açtığını söylemek mümkündür. Öte yandan Rus toplumunun kültürel kodlarında milliyetçilik ve vatanseverlik vardır. Bu yönüyle bakıldığında Çarlık rejimi ve SSCB döneminde toplumun iktidardakilere bağlılığının yalnızca korkuya dayalı olduğunu söylemek de anlamsızdır. Rus toplumunun tarihin her döneminde öne çıkan liderleri olmuş ve siyasal sisteme bağlı kalan bir sadakat duygusu toplumda hep var olmuştur.
Bu sebeple Rus siyasal kültüründe vatanseverlik ve devlete sadık olma anlayışının en yüce erdem olduğu bilincinden söz etmek mümkündür. Bu anlayış milliyetçi bir dünya görüşüyle Rusya’nın ulusal çıkarlarını savunma konusunda taviz vermeyen ve gerektiğinde dış dünyayı karşısına almaktan çekinmeyen, KGB kökenli Putin’e bağlılığı ve sadakati arttırmıştır. Rusya’da ulus bilinci ve milliyetçilik duygularının yüksek olduğu bir anlayışın hakim olması otoriter bir lider olan Putin’in demokratik bir rejim içerisinde uzun yıllar yüksek oy oranlarıyla destek görmesine neden olmuştur. Rus toplumunun siyasal kültüründe demokrasi olmazsa olmaz bir zorunluluk değildir. Rusya’nın menfaati Rus toplumundaki bireylerin çıkarlarından üstündür. Bu sebeple toplumda sadakat duygusu yüksek, bireyci değil toplumcu-vatansever bir görüş hakimdir.[10]
Nitekim bu konuyla alakalı olarak “The Putin İnterviews” adlı belgesel dizininin 2. bölümünde Putin’e yöneltilen; “Rusya’nın demokratik bir ülke olduğunu söylüyorsunuz ancak Amerikalı eleştirmenleriniz Rusya’nın geleneksel bir otoriter devlet olduğu görüşündeler. Parlamentonuz önemli kararlar almıyor, muhalefet partilerinin medyaya erişimi kısıtlı ve medyayı sizin partiniz domine ediyor, neler söylemek istersiniz?” sorusuna Putin şu şekilde cevap vermiştir;
“Rusya devleti bin yıl boyunca monarşi ile yönetilmiş ve ardından sözde 1917 Devrimi gerçekleşmiş, komünistler başa geçmiş. Stalin kendini devletin başında bulmuş. Ancak 1990’ların başında Rusya’nın gelişimi için yeni sahneyi kuran olaylar gerçekleşti. Kesinlikle birdenbire Birleşik Devletler, Almanya, Fransa ile aynı demokratik modele sahip olmayı bekleyemeyiz. Her canlı organizma gibi toplumlarda aşama aşama gelişti. Normal gelişme süreci budur. Medyaya erişimden bahsettiniz. Yüzlerce televizyon ve radyo şirketimiz var ve hiçbir şekilde devlet onları kontrol etmiyor. Çünkü bu mümkün değil. Muhalefet güçleri konusunda tek sorun güçle hükümetle savaşmak değil oy verenlere kendi politikalarının daha iyi olduğunu ve nüfusa yararlı olacağını göstermeye çalışmalarıdır.”[11]
Putin’in bu açıklamaları Rus siyasi tarihinin ve Rus kültürünün siyasete bakış açısını ve demokrasi algısını açıklar niteliktedir.
KAYNAK
KAYNAKÇA
“2000 sonrası Rusya: Vladimir Vladimiroviç Putin” (Çevrimiçi) https://www.intell4.com/2000-sonrasi-rusya-vladimir-vladimirovic-putin-haber-182791,
Bilge, Rabia, “Putin Dönemi Rusya’sına Genel Bir Bakış” (Çevrimiçi) https://sahipkiran.org/2016/05/14/putin-donemi-rusyasi/,
Cavlak, Hakan, ve Meral Doğan, “SİYASAL KÜLTÜR VE YÖNETİM ŞEKLİ: PUTİN DÖNEMİ RUSYA”, Sosyal Bilimler Metinleri, 2019
Kolesnikov, Andrey, Natalya Gevorkyan, ve Natalya Timakova, Kendi Anlatımıyla Putin, Astana Yayınları, 2017
Stone, O., The Putin İnterviews, 2017
“TSK, Putin’in Münih’teki ABD ve NATO’yu eleştiren konuşmasını siteye aldı.” (Çevrimiçi) http://www.haberturk.com/gundem/haber/15047-putin-genelkurmayin-sitesinde,
Yıldızoğlu, Ergin, “Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, Putin’in geniş stratejik hedefleri açısından neden önemli?” (Çevrimiçi) ( https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-60497891
Dipnotlar
[1] Andrey Kolesnikov, Natalya Gevorkyan, ve Natalya Timakova, Kendi Anlatımıyla Putin, Astana Yayınları, 2017.
[2] Kolesnikov, Gevorkyan, ve Timakova.
[3] “2000 sonrası Rusya: Vladimir Vladimiroviç Putin” (Çevrimiçi) https://www.intell4.com/2000-sonrasi-rusya-vladimir-vladimirovic-putin-haber-182791,.
[4] Rabia Bilge, “Putin Dönemi Rusya’sına Genel Bir Bakış” (Çevrimiçi) https://sahipkiran.org/2016/05/14/putin-donemi-rusyasi/,.
[5] “TSK, Putin’in Münih’teki ABD ve NATO’yu eleştiren konuşmasını siteye aldı.” (Çevrimiçi) http://www.haberturk.com/gundem/haber/15047-putin-genelkurmayin-sitesinde,.
[6] Bilge.
[7] Bilge.
[8] Bilge.
[9] Ergin Yıldızoğlu, “Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, Putin’in geniş stratejik hedefleri açısından neden önemli?” (Çevrimiçi) ( https://www.bbc.com/turkce/haberler-dunya-60497891,.
[10] Hakan Cavlak ve Meral Doğan, “SİYASAL KÜLTÜR VE YÖNETİM ŞEKLİ: PUTİN DÖNEMİ RUSYA”, Sosyal Bilimler Metinleri, 2019.
[11] O. Stone, The Putin İnterviews, 2017.
E-BÜLTENE ABONE OLUN
Stratejik Ortak yazarlarının makalesi ve haritalar ücretsiz e-postanıza gelsin.
Abone oldunuz, teşekkürler.
Bir şeyler yanlış oldu. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.
E-BÜLTENE ABONE OLUN
Stratejik Ortak yazarlarının makalesi ve haritalar ücretsiz e-postanıza gelsin.
Abone oldunuz, teşekkürler.
Bir şeyler yanlış oldu. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.