Türkiye ve Batı Karşılaştırmasıyla Laiklik ve Sekülerlik

1485
Yazarlık Başvurusu

Laiklik ve Sekülerlik: Kavramsal Farklılık, İşlevsel Benzerlik ve Türkiye Batı Karşılaştırması

Ortaya çıktıkları dönemler itibariyle çeşitli tartışmaları da beraberinde getiren laiklik ve sekülerizm kavramları Ortaçağdaki temel yaşayış biçimi olan din olgusuna tepki olarak meydana gelmiştir. Ulus-devlet mantığının oturması, toplumların ve devletlerin yaşantı biçimlerini şekillendirmiş ve laiklik ve sekülerizmdeki temel fark bu noktada ortaya çıkmıştır. Sekülerleşme, insanlığın yaşantı biçimiyle ve dinden bağımsız olunmasıyla alakalıyken, din olgusunun devlet işleyişlerini etkilememesi amacıyla devletin kontrol mekanizmasında tutulması -dindar yurttaşların, devletin içinde destek görebilecekleri kurumları oluşturmak ve kontrol edip devlete başkaldırı tehlikesini minimize etme veya ortadan kaldırma amacı- laiklikle bağdaştırılmaktadır.  Bu doğrultuda çalışmanın amacı, laiklik ve sekülerleşmenin tarihsel etimolojik açıdan tanımlarını ortaya koymak ve farklarını değerlendirmektir.  Bununla birlikte Türkiye’deki laiklik modeliyle Batı’daki laiklik modeli, din kurumlarının kurumsallaşmaları üzerinde devletin rolü ve etkisi bakımından karşılaştırılacak, Türkiye’deki laikliğe yönelik temel iki görüş belirtilecektir. Ayrıca Türkiye’nin, Batı’dan farklı bir laiklik yaklaşımı olarak neden dini devlet bünyesi içine almaya çalıştığı sorusuna da cevap aranacaktır. Son olarak, Türkiye’deki laiklik anlayışı küreselleşmenin “glocal” unsuruyla örneklendirilip, “yerel laiklik” tabiriyle somutlaştırılacak ve sonuca gidilecektir.

GİRİŞ

Secularism, “saeculum” kökünden gelmekte ve çağ anlamını taşımaktadır, anlam olarak çağdaşlaşmaya karşılık gelmektedir. Seküler/secular kelimesinin kullanımı 12. yüzyıla rastlamakta ve kilise bölgesinde yaşayan halkı, kurumsal bir yapı içerisindeki ruhban sınıfından ayırt etmek amacı ile kullanılmıştır. Bazı araştırmacılara göre de bu süreci Roma dönemine kadar uzatmak mümkündür.[1] Sekülerleşme kavramının literatüre girişi 1648 yılında Westphalia Barış Antlaşması neticesinde gerçekleşmiştir. Günümüzde sekülerleşme olgusu, Avrupa’daki aydınlanma süreciyle başlayan ulus-devlet fikrinin güçlenmesiyle ivme kazanmıştır. Ayrıca bilimsel gelişmeler ve felsefi düşüncenin de yaygınlaşmasıyla beraber daha da somutlaşan, hâkim bir kavram haline gelmiştir. Laiklik din-devlet işleriyle alakalı bir kavramken sekülerlik dinin bireysel ve toplumsal alandaki karşılığı olarak değerlendirilmektedir. Nitekim her iki kavram da insan ve insana ait kurumları dünyevileştirme amacına sahiptir. Ancak laiklik halkı politik yollarla dünyevileştirmeyi hedeflerken, sekülerleşme bu amaca sosyal dönüşümlerle ulaşmaya çalışmaktadır. Sekülerlik, Aydınlanma çağı sonrası gelişen rasyonalizmin tesir ettiği insan aklıyla gelişen bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır ve insanın dünyaya metafizik bir dayanakmış gibi hareket etmesine gerek duyulmamasıyla birlikte toplumu da bu şekilde dönüştürebilmeyi amaçlamaktadır.

Metodolojik açıdan bu çalışmada laiklik ve sekülerliğin, teorik olarak aynı anlamda kullanılan ancak pratik anlamda barındırdığı farklılıkları ve makalenin amacına paralel olarak bahsi geçen bu kavramların arasındaki temel çizgilerin belirlenmesi amaçlanmaktadır. Bununla birlikte Batı’nın ve Türkiye’nin din kurumlarındaki kontrol mekanizması ve hakimiyeti üzerinden sekülerizm ve laikliğe bakış açılarının da karşılaştırılmalı olarak verilmesi amaçlanmaktadır.

Kavramsal Açıdan Laiklik ve Sekülarizm

Ferdinand Buisson

1887 yılında tamamlanan Pedagoji ve Temel Öğretim Sözlüğü’nde yer alan Ferdinand Buisson’a ait “Laiklik” başlıklı makalesi, laiklik teriminin ilk olarak kullanıldığı belgedir.[2] Kavramın sistematik tanımı ilk olarak bu makalede yapılmıştır. Özü itibariyle laiklik, Ortaçağ Avrupası’na dayanmaktadır ve günümüze kadar çeşitli dönüşümler geçirerek bugüne kadar uzanmıştır. Laiklik, Fransa’da benimsenmiş ve orada kurumsallaşmıştır, din özgürlüğünün dengesi ile devlet düzeninin tanımlanması amacıyla kullanılmıştır. “Laik” kelimesi köken olarak Türkçe’ye Fransızcadan geçmiştir. Bu sözcük eski Yunanca’da “laikhos” şeklinde geçmektedir ve toplum, halk anlamı taşımaktadır. Latince karşılığı ise “laicus” tur. Sözcüğün kökeninde anlam ağırlığı “halk” denen büyük çoğunlukla ilgili bir içeriktir. Bu kelimeler Hristiyanlık döneminde “clericus” (din dışında olan kişiler) olarak adlandırılmıştır. Şüphesiz Ortaçağ Avrupası’nın bulunduğu dönemlerde hâkim olan tek güç kilisedir. Kilisenin bu gücüne karşı zaman içerisinde itirazlar yükselmeye başlamış ve sonucunda Rönesans ve Reform hareketlerine bağlı olarak iki farklı eğilim baş göstermiştir. Laiklik ve sekülerlik olarak adlandırılan ve çoğu zaman teoride ortak anlam ifade etmekle birlikte birbirlerinin yerine kullanılmıştır. Laiklik ve sekülerliğin oraya çıktığı dönemde, kilise gücünü elinde bulunduran Katoliklerin din olgusunun sürekli olarak kontrol altına alması, toplumun ve kamusal alanın dikkatini çekmiştir. Bu çerçevede Katolik kilisenin gücü ve yetkisi sorgulanmış, toplumdan uzaklaştırılması ve etkisinin azaltılmasının gerekliliğini savunulmuş ve laikliğin, ideolojik bir anlam kazanması sağlanmıştır. Bununla birlikte, tam bir bireysel dini özgürlüğü savunan Protestanlar da sekülerlik olgusunun ortaya çıkmasına sebep olmuşlardır.[3] Sekülerizm de etimolojik bakımdan Latince “seculum” kelimesinden gelmektedir. Klasik Latincede “seculum” kelimesi, “yüzyıl” anlamına gelmektedir. İncil’in Latinceye çevirilerinde bu kelimeye “dünya” karşılığı verilmiştir. İngilizcede ise sekülerizm, “dini ve ruhu olmayan”, “dünyevi” olarak çevrilmektedir.[4] Laisizmin temeli olarak gösterilen sekülerleşmenin meydana gelmesinde Fransız Devrimi’nin önemli bir yeri olduğunu söylemek gerekir. Zira bu üç olguyu (laisizm, sekülerleşme, Fransız Devrimi) birbirinden bağımsız olarak değerlendirmek mümkün değildir. Fransız Devrimi bu konuda yeni bir başlangıçtır. Çünkü ‘Bütün açıklığıyla laik devlet fikrini, devletin bütün inançlar karşısında tarafsız kalmasını, ruhbanlardan bağımsız olmak ve bütün teolojik anlayışlardan uzak durmak gerektiğini’ ortaya koymaktadır. Bu bağlamda bu anlayış, dünyevileşmenin mutlak bir sonucudur. Nitekim 19. yüzyılda laikliğin ilk teorisyeni olan Ferdinand Buisson, laikliğin sekülerleşmenin bir sonucu olarak doğduğunu ve bu durumun o dönemde sadece Fransa’da olmadığını, öteki Avrupa toplumlarının da bundan etkilenip laik olduklarını söylemektedir.[5] Sekülerleşme kavramı, yazınsal anlamda literatüre 1648 yılındaki Westphalia Barışı’yla girmiştir. Bu tarihten önce kavram, önceleri kilise kontrolü altında bulunan toprakların laik siyasi otoritenin kontrolüne geçişini tanımlamak için kullanılmaktaydı. Seküler kavramı, daha çok Katolik inanışının karşısında yer alan Protestan görüşünün bulunduğu toplumlarda kullanılmaktaydı. Özellikle Almanya ve İngiltere gibi ülkelerde toplumsal yaşamda dinin etkisinin azalması vurgusu ön plana çıkmaktadır. Bir diğer anlamda sekülerliğin özünde dinin sosyal yapıdaki otoritesini yitirmesiyle birlikte insan aklının metafizik bağlardan arındırılması yorumu geliştirilmiştir. Laiklik, kilise ile devlet arasındaki ayrım haricinde; cumhuriyet, ulus, toplum ve değerler sistemi gibi sac ayaklarını bulundurmaktadır. Laiklik, din hürriyetini garanti altına almaya çalışan bir uygulama olup, dinin ideolojik bir üstünlük kurmasına engel olmaktadır. Aydınlanma felsefesi, ilerleme düşüncesi ve dinle iç içe olmayan lakin rasyonalist olma iddiasıyla laiklik, etik bir anlayışa dayanmaktadır. Temel felsefesinin; Avrupa’da Voltaire, Rousseau, Locke, Kant, Descartes, Hobbes, Spinoza, Liebnitz gibi filozofların katkılarıyla, Ortaçağın sonlarından itibaren başlayıp güçlü bir gelenek haline gelen laik-rasyonel düşünce Tanrıya dayalı bir evren yerine rasyonel bir evren tasarlamıştır.[6]

Laiklik ve Sekülerlik, köken itibariyle aynı dönemde ortaya çıkmış olması ve işlevsel açıdan birbirlerinin yerine kullanılmaları olsa da nitelik açısından aralarında farklar bulunmaktadır. Özellikle toplumsal, dini ve siyasal yaşamın özgürlüklerini ve değişim süreçlerini göz önünde bulundurmak gerekmektedir. İki kavram arasında yapılacak ayrımda farklı siyasal ve tarihsel süreçlerden hareketler sekülerliğin doğrudan toplumun sosyolojik ve kültürel durumuyla alakalı olduğu söylenmektedir. Laiklik kavramının ise devletin yönetim sürecinde dinin tarafsızlığını içerdiği için siyasal yapıya vurgu yaptığı ve bu yapıyla beraber içerisinde çeşitli alanları da barındırdığı savunulmaktadır. ‘Azgelişmiş veya yukardan aşağıya tarzda modernleşen toplumlarda laiklik, siyasal anlayışın dayanağını oluşturup güçlü bir hukuksal zemine bağladığından dolayı yaptırım gücünü elinde bulundurmaktadır. Bu toplumlarda sekülerizmin yönünü belirleyen durum, laikliğin bizatihi kendisi konumundadır. Nitekim modernleşme sürecini yaşayan Batı toplumları, önce sekülerleşip, sonra laikleşirken, bu süreci yaşamayan Doğu toplumları, önce laiklik ilkesini benimseyip, ardından laikliğin hukuksal gücü ve yaptırımıyla sekülerleşmeye ve toplumsal yaşamı çağa uygun hale getirmeye çalışmaktadır. Bu bağlamda laiklik ve sekülerlik çağdaşlıkla doğrudan ilintili olan kavram ve süreçlerdir.’[7] Aralarındaki temel fark kamusal alan ve bireysel alandaki temel farklılıktan meydana gelen laiklik ve sekülerlik kavramlarının din kurumları, kuralları ve güçleri karşılaştırıldığında Hıristiyanlıktaki Ortodoks, Katolik ve Protestan kolları arasında farklar görüldüğü gibi, bu kavramların benimsendiği ülkelerde, her birinin kendi tarihinde de din ve dünya kurumları arasındaki ilişkilerde tutum değişiklikleri gözlemlenmektedir. Bu bağlamda Türkiye’de laiklik, Fransız laikliğinden ve Anglosakson sekülerizminden farklıdır. Çünkü İslam, kilise vb gibi kurumla temsil edilebilecek bir din değildir ve camilerin de böyle bir fonksiyonu bulunmamaktadır. Niyazi Berkes’e göre; ‘Kilisenin aynı olan “otonom” bir yapı İslam’da bulunmamaktadır ve çoğunluğunu Müslümanların oluşturduğu ülkelerde, Batı’da örneklerini gördüğümüz, din bilginleri ile devleti yönetenler arasında yaşanan hâkimiyet savaşları yaşanmamıştır.’[8] Laiklik ve sekülerizm, doğu ile batının ortak sorunu olmakla birlikte belirtildiği gibi Türkiye’de ve Batı’da yaşayış ve uygulanış biçimleri olarak da ayrılmaktadır.

Laiklik ve Sekülerliğin Batı ve Türkiye’deki Farkları Üzerine

Kıta Avrupa’sında Fransızların laiklik, Anglosaksonların sekülarizm olarak tanımladığı laisizm, klasik bir tanımla din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması anlamına gelmektedir. Laiklik, devletin dine karşı geldiği ve dinsiz bir devletin varlığı ile açıklanmamaktadır. Esas olarak laiklikte, devletin yönetimde dini kuralları referans almaması ve meşruiyetini de dinsel değerlerden almamasını ifade etmektedir. Devletin resmi bir dini olmaması, dinsel inançlar karşısında tarafsız ve hoşgörülü olması, kamusal hizmetlerde herkese eşit davranması, yurttaşlar karşısında yemin ettirme yerine hukuk kurallarının ön planda olmasıyla birlikte yurttaşlara da din ve vicdan özgürlüğünü sağlanması ulus-devlet anlayışının da bir gereği olarak karşımıza çıkmaktadır. Laik devlet sisteminde bireyler kendi dinlerini yaşamak, yaşatmak ve dinsel inançlarına uygun biçimde hareket etmek hakkına sahiptirler ve bu hakkın kullandırılması en başta devletin asli görevleri arasında gelmektedir. Laik bir düzende devlet, din karşısında tarafsız bir durumda olması ve farklı dinlere karşı da eşit mesafede olması gerekmektedir. Ayrıca devlet rejimini dinsel normlara dayandırmamakla birlikte vatandaşların dini rahat yaşayabildiği bir ortam yaratılması, yaratılan ortamın da devlet tarafından denetlenmesi gerekmektedir. Bu sebeple, ‘laik devleti siyasi bir kuruluş olarak dini kurallara dayanmayan ve kişilerin dini inanç ve ibadet hürriyetlerini her türlü karşıt inancın saldırısına karşı din farkı gözetmeksizin korumayı gerçekleştiren siyasi sistem’ olarak tanımlanmaktadır.[9] Laiklik kavramının teorik olarak tanımı her yerde aynı biçimde olsa da pratik olarak uygulanması konusu ülkeden ülkeye farklılık göstermiştir. Bu farklılık, Batı toplumlarında din ve devlet arasındaki ilişkilerinin tarihsel açıdan nasıl kurulduğu ve geliştiğiyle yakından ilgilidir. Bu bağlamda Batı’da laikliğin iki farklı biçimde algılanmış ve anlaşılmıştır. Başta Fransa olmak üzere birçok ülke, laikliği katı bir biçimde uygulamaya ve devlet adına dini kurumlara karşı amansız bir mücadele içine girmeye çalışmışlardır. Dine karşı kökten bir düşmanlık ve meydan okuma girişimi Fransız laikliğinin kendine has bir özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu sebepten ötürü Fransa’da laiklikten ziyade laikçiliğin ön planda olduğu söylenmektedir. Dolayısıyla Fransız tipi laikçilikte devlet, dini kendisine bir rakip olarak gördüğü için onu alt etmek ve üstesinden gelmek gibi psikolojik bir tavır içine girmiştir. Rönesans ve reformlar, mutlak monarşilerin ortaya çıkışı, bilimsel devrim, aydınlanma çağı, endüstriyel kapitalizm ve kentleşme dinamikleri, insanları dünya yaşantısında önemli bir yere doğru sürüklemiştir. Modernleşme süreci ile birlikte, toplumlar gündelik sorunlarına din haricinde çözüm bulabileceklerini görmüşlerdir ve sekülarizm anlayışı şekillenmeye başlamıştır. Bu dönüşümün ve modernleşmenin din için sorunlu alanlar yaratması, dini kurumların, dini düşünüş şeklinin ve dini pratiklerin toplum üzerindeki gücünü azaltarak, dini tüketim toplumunda bir başka tüketilecek eşyaya indirgemiştir.[10] Sekülerleşmede, kilise ve devlet çatışmasından doğan laiklik, özellikle Anglosakson toplumlarda karşılığını bulmuştur. Başta Almanya olmak üzere birçok ülke, Fransa’nın devrimci laikçiliğinden farklı olarak dine karşı daha hoşgörülü olmaya, dinsel kurumlara karışmamaya ve bunlar üzerinde tahakküm kurmamaya, hatta kilisenin hiçbir işine karışmamaya özen göstermişlerdir. Birçok Avrupa toplumunda uygulanan bu model, dinin kendiliğinden sekülerleşeceği ve belli bir süre sonra sosyolojik bir olgu olmaktan çıkarak yok olacağı düşüncesine dayanmıştır. Bu durum doğal olarak laikliğin, hem daha dünyevi bir ideoloji olarak algılanmasına, bireysel bir inanç konusu olmaktan öteye geçmeyerek din ile vicdan özgürlüğünü sağlamasına katkı yapmış hem de toplumsal alanda din ve devlet çatışmasını en aza indirmiştir.[11] Avrupa tarihi, bu iki yaklaşımın mücadelesine tanıklık etmiştir. Sıklıkla Batı Avrupa tarihinde görülen bu mücadelede Katolik kilisesinin egemenliğinin son bulması ve devlet temellerinin seküler bir şekilde dizayn edilmesi amaçlanmıştır. Fransız İhtilali, ilk olarak Kilise’nin egemenliğine son vererek din olgusunu, devlet siyasetinin dışına taşımıştır. Sanayi devrimi de dini otoriteyi sarsacak yeni bir sınıfı ortaya çıkarmıştır: Burjuvazi. Burjuvazi vurgusu, devleti dinden ayırmak hususunda çok önemli bir rol göstermiştir. Bununla birlikte küresel sanayi, ekonomi ve ticaret teklini elinde bulundurarak kilisenin egemenliğine son vererek laikliği kurumsallaştırmıştır.

‘Cumhuriyet, Osmanlıdan epistemolojik ve paradigmal açıdan radikal bir kopuş yaşamıştır. Özellikle Kemalist devrimin getirdiği yenilikler, bu kopuşu hem politik ve kültürel eksende derinleştirmiş, hem de yeni bir “tarih”, “toplum” ve “devlet” yaratmanın ideolojik zeminini hazırlamıştır.’[12] Türkiye’ de laiklik kavramının kullanılmaya başlanması Tanzimat Döneminde tercüme odalarına Türklerin getirilmesi ve orada yabancı dil öğrenen yeni bir kuşağın gelişmesiyle ortaya çıkmıştır. Bu çözülmede Fransızcanın etkisi yalnız sözcükler ve üslup açısından değil, kavram ve anlamlar açısından da bu kanalla gelişmiştir.[13] Cumhuriyetin ilanı itibariyle de Türkiye’deki laiklik anlayışı çeşitli dönüşümler gerçekleştirmiştir. Bu dönemde devletin laik, toplumun da seküler olması için çaba sarf edilmiştir. Türkiye bundan ötürü Fransızca “laïcité” kavramını kendi dilinde laiklik olarak benimsemiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin laik olmasının başlıca özellikleri olarak; devletin resmi bir dininin bulunmaması, devlet kurumlarıyla din kurumlarının ayrılması ve yurttaşlara inanç özgürlüğünün tanınması sayılabilir. Ayrıca Teşkilat-ı 18 Esasiye Kanunu’nun taslak halindeki metninde de laiklik kavramı geçmektedir ancak burada “ladiniyye” terimi kullanılmıştır.[14] Laik Türkiye Cumhuriyeti olma yolunda atılan adımlar ise:

  • Tevhid-i Tedrisat Kanunu’nun Kabulü 1924
  • Halifeliğin Kaldırılması 1924
  • Şeriye ve Evkaf Nezaretinin Kaldırılması 1924
  • Şapka Kanunu 1925
  • Türbeler ile Tekke Zaviyelerin Kapatılması 1925
  • Miladî Takvimin Kabulü 1925
  • İsviçre Medenî Kanunu’nun Kabulü 1926
  • Latin Alfabesinin Kabulü 1928
  • Ezanın Türkçeleştirilmesi 1932
  • Bazı Kıyafetlerin Yasaklanması 1934
  • Cuma Yerine Pazar Gününün Tatil Olması 1935
  • Laikliğin Anayasal Prensip Olması 1937 şeklinde olmuş ve anayasal ilke haline gelmiştir.[15]

Türkiye’de laiklik tartışmalarında iki farklı anlayış yer almaktadır. İlk olarak Türkiye’nin esasında laik bir yapıya sahip olmadığı ve devletin, laiklik anlayışına ters bir tutum sergilediğine yönelik tartışmalar yaratılmaktadır. Nitekim laiklikte devlet ile din işleri bir arada bulunamamasına karşın Türkiye’de dini kurumlar devletin bünyesinde yer almaktadır. Bu da dini kurumların Türkiye’de devlete bağlı bir ilişkisinin olduğu olgusunu gözler önüne sermektedir. Bu durumu baz alarak ilk anlayışta; Türkiye’nin laiklikle alakasının bulunmadığı savunulmuştur. [16] Bir diğer anlayışa sahip olanlara göre de laiklik, çağdaş uygarlık yolunda edilen mücadele sonucu kazanılmıştır. Bu durum da toplumun ‘kutsallaşmış gelenek boyunduruğundan kurtarılmasıdır’[17] Bu görüşü savunanlara göre, laikliğin herkes tarafından kabul edilmiş mutlak bir anlamının bulunmayacağı ve her ülkenin farklı bir laiklik politikası ve yorumu bulunmaktadır. Bu durum, küreselleşme olgusunun bölgelerce algılanış ve yaşayış şekillerine benzemektedir. Nitekim küreselleşmenin tek başına bir olgu olduğunu kabul edip bir yere özgü bir hale getirilmeye çalışılması ve dünyadaki diğer uygarlıklarının bundan ilham almasına yönelik görüşlerle birlikte, küreselleşmenin uygarlıklar arası farklılıklar gösterdiğini ve her toplumun bulunduğu kendi coğrafi konumu, ekonomik yapısı, kültürel durumuna göre küreselleşebildiği ve global ve local kavramlarının birleşmesiyle “glocal” anlayışının güçlenmesi, küreselleşmenin tek bir olguya bağlı kalmadığına yönelik en ciddi tartışma vurgusudur. Bundan ötürü de laiklik ve laik toplum anlayışlarını kısmen andırmaktadır. Bu açıdan Türkiye’nin Batı’dan farklı bir laiklik anlayışının olması son derece normal bir durumdur. Bu ikilemden dolayı devlet, dini bütünüyle halka bırakmadığı gibi onun kendi içinde özerk bir yapı kazanmasına da izin vermemiş ve bunun yerine laikliği dinselleştirmeye çalışmıştır. Nitekim laiklik, toplumsal düzlemde bir özgürleşme hareketinin değil, devletin kendisini dinden ve dolaylı olarak toplumdan özgürleştirme çabasının taşıyıcısı olmuştur.[18]

SONUÇ

Sekülerleşme, insan aklı üzerinde kurulmuş olan din ve metafizik denetimin kaldırılmasıdır ve insan aklına olan güvenin bir sonucu olarak rasyonalizme dayanmakla birlikte mitler gibi metafizik dayanaklara gerek duymamayı amaçlamaktadır. Bu tanıma göre tarih boyunca insan ilişkilerinin tüm belirleyicileri dini referanslar ve semboller olmuştur. Örneğin Ortaçağ’da kurulmuş bir mahkemede kişinin doğru konuşup konuşmadığı inandığı dinin üzerine yemin etmesiyle değerlendirilmekteydi. Sekülerleşme ile birlikte mahkemede din üzerine yemin edilmesinden ziyade kanıtlar daha çok önemlidir. Yine Ortaçağda bir savaş sonrası yapılan anlaşmalar üzerine tarafların din üzerine yemin etmesi zorunluluk durumundaydı. Günümüzde ülkelerin savaş sonuçlarına uyacaklarına yemin etmesi bir anlam ifade etmemektedir. Bunun üzerine uluslararası yaptırımlar daha caydırıcı olmaktadır. Sekülerleşme ve laiklik iki farklı kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Her iki kavram da insan ve insana ait kurumları dünyevileştirme amacındadır. Bahsedildiği gibi laiklik halkı politik yollarla dünyevileştirme yoluna gitmektedir. Sekülerleşme ise bu amaca sosyal dönüşümlerle ulaşmaya çalışmaktadır. Her iki kavram da ideoloji haline gelmiştir fakat “laisizm” radikal bir ideoloji niteliğindedir. Bu bağlamda laiklik, toplumu ve onun resmî kurumlarını dünyevileştirirken, devlet yönetiminde radikal reformlarla dönüşümler gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Sekülerizm ise, liberal dönüşümlerle halkı dönüştürmeyi ve dünyevileştirmeyi de zamana yayarak toplumsal tepkiyi en aza indirmeyi amaçlamaktadır. Sekülerleşmede din tamamen ortadan kalkmamaktadır. Din, toplumsal bir görev üstlenmektedir fakat eskisi kadar toplumsal olaylarda etkili değildir. Weber’e göre sekülerleşme dünyanın büyüsünü bozmuştur. Din veya dine ait sembollerin sosyal hayattaki etkileri azalmıştır sıradanlaşmıştır.

Türkiye’de de Cumhuriyet sonrası bu anlayış somutlaşmıştır. ‘Nitekim Cumhuriyet rejiminin meydana getirmek istediği birey, bütün meselelere düşünsel ve nesnel bir açıdan yaklaşan rasyonalist, gelenek karşıtı, klerikalizm-karşıtı bir bireydir’.[19] Kemalist felsefenin de arka planında “rasyonalist-pozitivist anlayış ve “geleneksel” ile “modern” karşıtlığı yatmaktadır.[20] Pozitivizmde, tarihin teolojik ve metafizik aşamasının bittiğini ve gerçek bilgiye, ancak akıl ve bilimle ulaşılabileceğini ve bundan dolayı da din referansının geçerliğini yitirdiği görüşü hakimdir. Bundan dolayı dinin, Türk halkına zarar verdiği gözüyle bakıldığı için onun hukuki, toplumsal, kültürel ve iktisadi alanların teori ve pratiğini belirlemesine son verilmiştir.[21] Türkiye Cumhuriyeti’nde günümüz çerçevesinde laiklik; sosyal barışı sağlamak, yurttaşlardan tam destek almak ve din-devlet işlerini birbirinden ayıran bir ilkeden ziyade, siyasal alanda çatışma ve gerginliklere neden olan bir ideoloji olarak görülmektedir. Bu uğurda çeşitli tartışmalar meydana gelmektedir ve nihayetinde Türkiye, laikliği kendi yerel dinamikleriyle değerlendirmiştir ve bu bir tercihten ziyade bir zorunluluk olarak gösterilebilir. Nitekim belirtildiği gibi laikliğin her ülke tarafından kabul edilmiş mutlak bir anlamının bulunmayacağı ve her ülkenin kendi iç dinamiklerine göre farklı bir laiklik politikası ve laiklik yorumu bulunmaktadır. Bununla birlikte Cumhuriyetçi rejim ve özellikle bürokrasi sınıfının karşıt bir ideoloji olarak gördüğü ve Cumhuriyet’in kuruluş felsefesinin bir antitezi niteliğinde olan siyasallaşmış İslam’ın Türkiye Cumhuriyet’in başlıca sac ayaklarını oluşturan: “seküler toplum”, “laik devlet” ve “ulus-devlet” unsurlarına tehlike olduğu gerekçesiyle dini ve dine bağlı kurumları devletin gözetimi alıp kontrollerini sağlamak, Cumhuriyetin temel dinamiklerini korumak hususunda elzem niteliktedir. Bu da Türkiye’nin kendi iç dinamiklerini göz önüne alarak laikliği, “yerel laiklik” yorumuyla yaşadığını göstermektedir.

Muhammed Resul Eroğlu

Stratejik Ortak Misafir Yazar

KAYNAK

Ahmet Kuru, “Pasif ve Dışlayıcı Laiklik: ABD, Fransa ve Türkiye, (çev. Eylem Çağdaş Babaoğlu), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2011.

Ali Fuad Başgil, “Din ve Laiklik”, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul 2003.

Andrew Davison, “Türkiye’de Sekülarizm ve Modernlik”, (Çev.T.Birkan), İletişim Yayınları,İstanbul 2002.

Çetin Özek, “Türkiye’de Lâiklik”, Baha Matbaası, İstanbul, 1962.

Ergün Sertel, “Laiklik ve Sekülerleşmenin Kavramsal Farklılığı ve İşlevsel Birlikteliği Üzerine”, Nişantaşı Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2018.

Etyen Mahçupyan, “Türkiye’de Merkeziyetçi Zihniyet Devlet ve Din” Yol Yayınları, İstambul 1998.

Gülşen Sayın, “Türkiye’de Laiklik Anlayışı ve Din Eğitimi Uygulamalarına Yansıması”, İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Malatya, 2014.

Jean Baubérot, “Laiklik, Tutku ile Akıl Arasında: 1905-2005” (çev. Alev Er), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2009.

Kemal H. Karpat, “Turkey’s Politics”, Princeton University Press, 1959.

Kadir Canatan, “Din ve Laiklik”, İnsan Yayınları, İstanbul, 1997.

Mustafa Erdoğan, “1982 Anayasasında Din Özgürlüğü”, Liberal Düşünce, Bahar 2000, Ankara, 2000.

Mustafa Erdoğan,”28 Şubat Süreci”, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 1999.

M.Zeki Duman, “Türkiye’de Laiklik Sorununun Siyasal Temelleri”, Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi, 2010.

Nancy Lindisfarne, “Elhamdülillah Laikiz”, (Çev. S. Somuncuoğlu), İletişim Yayınları, İstanbul, 2002.

Niyazi Berkes, “Teokrasi ve Laiklik”, İstanbul, Adam Yayınları, 1997.

Niyazi Berkes, “Türkiye’de Çağdaşlaşma”, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2005.

Ömer Faruk Darende, “Sekülerleşme Üzerine Bir Bibliyografya Denemesi”, Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2015, s. 153.

Özay, “Sekülerleşme ve Din”, İz Yayıncılık, İstanbul, 2007, s. 121-122.

Volkan Ertit, “Birbirlerinin Yerine Kullanılan İki Farklı Kavram: Sekülerleşme ve Laiklik”, Akademik İncelemeler Dergisi, 2014, s. 107.

[1] Mehmet Özay, “Sekülerleşme ve Din”, İz Yayıncılık, İstanbul, 2007, s. 121-122.

[2] Gülşen Sayın, “Türkiye’de Laiklik Anlayışı ve Din Eğitimi Uygulamalarına Yansıması”, İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Malatya, 2014, s. 14.

[3] Ömer Faruk Darende, “Sekülerleşme Üzerine Bir Bibliyografya Denemesi”, Şırnak Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2015, s. 153.

[4] Kadir Canatan, “Din ve Laiklik”, İnsan Yayınları, İstanbul, 1997, s.10.

[5] Jean Baubérot, “Laiklik, Tutku ile Akıl Arasında: 1905-2005” (çev. Alev Er), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2009, s. 8.

[6] Mustafa Erdoğan, “1982 Anayasasında Din Özgürlüğü”, Liberal Düşünce, Bahar 2000, Ankara, 2000, s. 109-117.

[7] Ergün Sertel, “Laiklik ve Sekülerleşmenin Kavramsal Farklılığı ve İşlevsel Birlikteliği Üzerine”, Nişantaşı Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2018, s. 141.

[8] Niyazi Berkes, “Teokrasi ve Laiklik”, İstanbul, Adam Yayınları, 1997, s.25.

[9] Çetin Özek, “Türkiye’de Lâiklik”, Baha Matbaası, İstanbul, 1962, s.4.

[10] Volkan Ertit, “Birbirlerinin Yerine Kullanılan İki Farklı Kavram: Sekülerleşme ve Laiklik”, Akademik İncelemeler Dergisi, 2014, s. 107.

[11] M.Zeki Duman, “Türkiye’de Laiklik Sorununun Siyasal Temelleri”, Uluslararası İnsan Bilimleri Dergisi, 2010, s. 288.

[12] Ibid, Duman, “Türkiye’de Laiklik Sorunun Siyasal Temelleri”, s. 294.

[13] Niyazi Berkes, “Türkiye’de Çağdaşlaşma”, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2005, s. 258.

[14] Mustafa Erdoğan,”28 Şubat Süreci”, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 1999, s. 123.

[15] Ahmet Kuru, “Pasif ve Dışlayıcı Laiklik: ABD, Fransa ve Türkiye, (çev. Eylem Çağdaş Babaoğlu), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2011, s.219.

[16] Ali Fuad Başgil, “Din ve Laiklik”, Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul 2003, s.200.

[17] Niyazi Berkes, “Türkiye’de Çağdaşlaşma”, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2005, s. 19.

[18] Etyen Mahçupyan, “Türkiye’de Merkeziyetçi Zihniyet Devlet ve Din” Yol Yayınları, İstambul 1998, s.91-95.

[19] Kemal H. Karpat, “Turkey’s Politics”,Princeton University Press, 1959, s.53.

[20] Nancy Lindisfarne, “Elhamdülillah Laikiz”, (Çev. S. Somuncuoğlu), İletişim Yayınları, İstanbul, 2002, s.39.

[21] Andrew Davison, “Türkiye’de Sekülarizm ve Modernlik”, (Çev.T.Birkan), İletişim Yayınları,İstanbul 2002, s. 248.

E-BÜLTENE ABONE OLUN

Stratejik Ortak yazarlarının makalesi ve haritalar ücretsiz e-postanıza gelsin.

Abone oldunuz, teşekkürler.

Bir şeyler yanlış oldu. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.

E-BÜLTENE ABONE OLUN

Stratejik Ortak yazarlarının makalesi ve haritalar ücretsiz e-postanıza gelsin.

Abone oldunuz, teşekkürler.

Bir şeyler yanlış oldu. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.

Yazarlık Başvurusu

3 YORUMLAR

Yorum Yaz

Lütffen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz