“1839’dan 1946’ya Türk Siyasi Tarihine Genel Bakış” adlı yazımızın son kısımlarında değindiğimiz gibi Türkiye ekonomisi zorlu savaş şartları neticesinde derin yaralar almıştı. İsmet İnönü önderliğindeki CHP yönetiminin durumu toparlamak için yaptığı çabalarsa daha fazla tepkiye neden olmuştu. CHP’nin içerisinden bile muhalif sesler kar olmuş, sonuçta Ocak 1946’da CHP içerisindeki muhaliflerden oluşan bir grup Demokrat Parti’yi kurmuştur.
Demokrasinin Yükselişi
Bu dönemde savaş yüzünden iyice bozulan ekonominin dış ödeme dengesinin dengesini kaybetmesi sonucu 7 Eylül 1946’da Türk lirasının değeri düşürüldü. Bu olay Demokrat Parti’ye verilen desteğin artmasına sebep oldu. 1947’de iktidar tarafından sert eleştirilere maruz kalan Demokrat Parti’nin Genel Başkanı Celal Bayar ile Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından bir dizi görüşmeler yapıldı ve 12 Temmuz 1947’de İnönü tarafından “12 Temmuz Beyannamesi” yayınlandı. Beyannamede siyasal partilerin Türk demokrasisindeki vazgeçilmezler olduğu vurgulandı.
Bunun üzerine Başbakan Recep Peker ve CHP içerisindeki bazı diğer sert tutumlular partiden ayrıldılar. Başbakanlığa Hasan Saka getirildi. Görüşmeler ve CHP ile ilişkilerin yumuşaması DP içinde de tepki gördü ve bir grup Demokrat Parti’den ayrıldı. Bu grup (Fevzi Çakmak, Osman Bölükbaşı, Sadık Aldoğan, Kenan Öner…) Millet Partisi’ni kurdu. Böylece hem Demokrat Parti hem de Cumhuriyet Halk Partisi sertlik yanlısı üyelerinden kurtulmuş oldular. Bu şartlar altında ülke 14 Mayıs 1950 seçimlerine sürüklendi. 14 Mayıs’ta sandıklardan %52,7 oy alan Demokrat Parti 27 yıllık tek parti iktidarını değiştirmeyi başardı. Bu olay dünya tarihinde nadiren görülebilecek bir durumdu. Uzun yıllar ülkeyi tek başına yöneten iktidar kavgasız, hilesiz ve kansız bir şekilde ülke yönetimini bırakmıştı. “Beyaz devrim” şeklinde nitelendirilen olay sonucunda meclis sandalyelerinin 408’i Demokrat Parti’ye 69’u CHP’ye 9’u bağımsız vekillere ve bir tanesi de Millet Partisi’ne devredilmişti.
Demokrat Parti yönetiminde 2. Dünya Savaşı’nın etkisi ile durgunlaşan ekonomiyi ayaklandırma amaçlı adımlar atıldı. Özellikle tarım ve hizmet sektörlerine önem verildi. Yeni tarım alanları açıldı ve Marshall Planı çerçevesinde alınan borçlar ile tarımda makineleşme hızlandırıldı. Bu dönemde Kore’ye asker gönderilmesi kararı sayesinde 1952 yılında Türkiye NATO’ya katıldı. 1953 yılından itibaren ana muhalefet partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin üzerine gidildi. Cumhuriyet Halk Partisi’ne ait birtakım mallar hazineye devredildi ve 1954’te Köy Enstitüleri kapatıldı. Yine aynı yıl laiklikten uzaklaştığı gerekçesiyle Millet Partisi de kapatıldı. Bu dönemde atılan adımlar sonucunda oluşan, özellikle de ekonomi alanındaki rahatlamanın gölgesinde 2 Mayıs 1954 seçimleri yapıldı. Bu seçimi rekor oy oranıyla (%57,5) kazanan Demokrat Parti İktidarı elinde bulundurmaya devam etti. 5,7 milyon oy alan Demokrat Parti 502 milletvekili kazanırken,3,1 milyon oy alan CHP sadece 31 milletvekili kazanabildi. Aradaki oy farkına kıyasla, milletvekili sayısındaki bu büyük farkın sebebi 1950 seçim kanunu değişikliğinde Cumhuriyet Halk Partisi’nin değişmemesini talep ettiği “çoğunluk sistemi”dir. Bu seçimden sonraki süreçte özellikle ekonomideki duraklamalar artmış, önceki dönemde yapılan ekonomik (özellikle de tarımda) hamlelerin sonuçları beklenilen kadar olumlu olmamıştır. Ekonomik beklentilerin sağlanamaması sonucu dış borçlarının ödenmesinde dengesizlik oluşmuş ve Türkiye dış borçlarını ödeyemez hale gelmiştir. Türkiye’nin borçlandığı devletler arasında bir konsorsiyum kurulmuş ve 1958’de bu konsorsiyum ile mutabık şekilde ekonomik istikrar tedbirleri yürürlüğe konmuştur. Bu tedbirler kapsamında Türk lirasının değeri yapılan devalüasyonla düşürüldü. Doların fiyatı 2,8 liradan 9,02 liraya çıktı. Dış ödemelerdeki dengesizlik bu sayede aşılsa da, iç ekonomide zam, işsizlik ve ekonomik durgunluk artmıştır. Bu gelişmeler sadece ekonomiyi etkilemekle kalmamış, ülke siyasetinde de gerginlik oluşturmuştur. Muhalefetin baskısına dayanamayan iktidar erken seçime gitmiş ve son Demokrat Parti iktidarı kurulmuştur.
İlk Darbe ve Artırılan Özgürlükler
Bu dönemde iktidar ile muhalefetin kavgaları bitmedi, aksine her iki taraf da yaptıkları eylem ve aldıkları kararlar ile gerginliği tırmandırdı. Bu süreç ordu içerisinde bir cunta (sonraları kendilerine Milli Birlik Komitesi diyeceklerdir) oluşumuna sebep olmuş ve bu cunta 27 Mayıs 1960 darbesini gerçekleştirmiştir. Emir komuta zinciri dışında gerçekleşen darbe sadece 37 subay katılımıyla gerçekleşmişti. Askeri cunta tüm hayati organları tek tek nasıl ele geçireceğini ve tasfiye edeceğini çok ayrıntılı planlamıştı. Yönetimin ve ordunun hayati organlarını birer birer etkisiz hale getiren cunta, yönetime el koyar koymaz 235 general ve 3500 subayı emekliye sevk ederek orduyu, 147 öğretim görevlisini görevden alarak üniversiteleri ve 520 hakim/savcıyı görevden alarak yargıyı kontrol altına almıştır. Bu dönemde genel olarak demokrasi ve insan haklarına aykırı bir yönetim tarzı belirlendi. Anayasa feshedildi ve (özgürlükleri arttıracak) yeni anayasa hazırlandı. Bu anayasa ile güçler ayrılığı ilkesi sağlanmış, cumhurbaşkanının partisi ile bağının koparılması kararlaştırılmış, TBMM Cumhuriyet Senatosu ve Millet Meclisi olarak ikiye ayrılmış, çıkacak yasaların anayasaya uygunluğunu kontrol edecek olan Anayasa Mahkemesi kurulmuştur. Birçok özgürlüğü beraberinde getiren anayasa, birçok eleştiriye hedef olmuştur. Özellikle cuntanın yönetimi sivillere bıraktığı dönemden sonra anayasanın sağladığı özgürlüklerin yürütülmesi ve kontrolü zorlaşmış, liberal ve sosyalist fikirler ile birlikte sendikalar popülerleşmiş, tüm bunların neden olduğu siyasi tıkanıklıklar aşılamazken terör olayları başlamış ve tüm bu durum anayasa değişiklik isteğine yol açmıştır. Yani bazı özgürlüklerin tanımlanması yetmemiş, yöneticilerin bu özgürlükleri kontrolünün tamamen kapatılması toplumsal kaosa yol açmıştır. Sağ ve sol örgütlenmelerin anayasal özgürlükler ile sağlanan rahatlıkları, ülke içerisinde bir sağ-sol çatışmasına sebep olmuş ve Kanlı Pazar gibi olayların yaşanması ile siyasi hava oldukça gerilmiştir. Hükümet bu dönemde çaresizce olayları bastırmaya çalışsa da durum her geçen gün kötüye gidiyordu. Özellikle işçi sendikaları ve üniversite kampüsleri çevresinde oluşan gerginlikler büyüyordu.
12 Mart Muhtırası
Dönemin yaşadığı sıkıntılar orduya da geçmiş ve askerler arasındaki bir takım cunta oluşumları darbe planı yapmaya başlamışlardır. Durumun fark edilmesi ile cunta ile bağı olduğu belirlenen birçok subay ve paşa re’sen emekliliğe sevk edilmiştir. Toplumsal kutuplaşmanın had safhaya ulaşmasıyla, cunta girişimini engelleyen TSK bir bildiri yayınlanmıştır. Tarihe 12 Mart 1971 Muhtırası olarak geçen bu bu bildiride TSK açıkça “Bozulan toplumsal düzenin ivedilikle sağlanmasını, aksi halde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ülke yönetimine el koymaya hazır olduğunu” söylüyordu. Anayasanın askıya alınmadığı, parlamentonun fesih edilmediği, partilerin kapatılmadığı bu olay iktidarı istifaya zorladı. Partisinden istifa eden Cumhuriyet Halk Partisi Kocaeli milletvekili Nihat Erim başbakanlığında yeni bir yönetim kuruldu. “Partiler Üstü Reform Hükümeti” nin ilk icraatı 1961 anayasasını değiştirmek oldu. Yapılan değişiklikler genel olarak o dönemlerde yaygın olan eylem, grev ve gösterilerin (farklı görüşlere sahip gerici kesimlerin bu hakları bir kavga fırsatı olarak görmesi sebebiyle) daha sıkı denetlenmesi üzerine yapılmıştır. Bu dönemden itibaren 1980 darbesine dek ülke yönetimi ancak koalisyonlar ile sağlanabilmiştir.
Kıbrıs Barış Harekatı
Bu dönemin en büyük olayı 20 Temmuz 1974’de gerçekleştirilen Kıbrıs Barış Harekatı idi. Kıbrıs’ta Türklere karşı yapılan sistematik baskı ve hatta soykırım girişimleri sonrası Londra ve Zürih anlaşmaları ile garantör devlet olarak yetkilendirilmiş Türkiye, Kıbrıs’taki sorunların çözümü için ne kadar diplomatik çaba sarf ettiyse de sonuç alamamış ve harekat zorunlu hale gelmiştir. Harekatın hemen öncesinde son bir ümit ile diğer garantör devlet İngiltere ile görüşülmüş, daha görüşme öncesi İngiltere karşı çıksa bile Türk Silahlı Kuvvetleri’ne harekat için hazırlanması emri verilmiştir. Nitekim diğer devletlerden destek alamayan Türkiye tek başına harekata başlamış ve Kıbrıs adasının %30,7’lik bölümünü kurtarmıştır. Kıbrıs Türklerine tehlikesiz bir yaşama alanı sunan Türk ordusu harekat sonrası çekilmiş ve 1975 yılında Kıbrıs Türk Federe Devleti (sonrasında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti) kurulmuştur. Uluslararası birçok hukuk süreç sonrası, Türkiye Cumhuriyeti’nin müdahalesi bazı kurumlarca yasal, bazı kurumlarca ihlal olarak gösterilmiştir.
Bu dönemde başta ABD olmak üzere bazı ülkelerde yapılan askeri ve ekonomik yaptırımlar ülkeyi etkiledi.
12 Eylül Öncesi Dönem
70’li yıllarda Kıbrıs Harekatı haricinde ülkeyi meşgul eden meselelerden birisi de siyasi iktidarsızlıktı. Hükümet istifaları, sürdürülemeyen koalisyonlar, meclisten güvenoyu almakta zorlanan hükümetler ile dolu bu dönemde ekonomi de kötü etkilenmiş, dönemin siyasetçilerinden Süleyman Demirel “70 sente muhtacız” diyerek durumun ciddiyetini belirtmişti. Ülke siyasetindeki gerginlik halka da yansımış, toplumsal kutuplaşma yükselişe geçmişti. 1978 Aralık ayında Maraş olayları patlak vermiş ve bu olaylarda 105 vatandaş ölmüştü.
Bir türlü aşılamayan siyasal krizler ve ülke içi güvenliğin sağlanamaması durumu Türk Silahlı Kuvvetleri’ni de harekete geçirdi ve 27 Aralık 1979’da Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e bir uyarı mektubu gönderildi. Mektubun içeriği şöyleydi:
“Türk Silahlı Kuvvetleri ülkemizin bugünkü hayati sorunları karşısında siyasi partilerimizin bir an önce, millî menfaatlerimizi ön plana alarak, anayasamızın ilkeleri doğrultusunda ve Atatürkçü bir görüşle bir araya gelerek anarşi, terör ve bölücülük gibi devleti çökertmeye yönelik her türlü hareketlere karşı bütün önlemleri müştereken almalarını ve diğer anayasal kuruluşların da bu yönde yardımcı olmalarını ısrarla istemektedir.”
Bu arada Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün 7 yıllık görev süresi 6 Nisan 1980’de doldu. 22 Mart’ta yapılan ilk tur oylamada yeterli oy çoğunluğu sağlanamadı. Devam eden yüzden fazla oylamada da cumhurbaşkanı seçilemedi. Yaklaşık 7 ay sonra 11 Eylül 1980’de yapılan son oylamada da cumhurbaşkanı seçilememişti. 6 Eylül 1980’de ise, sonrasında darbe liderleri nin en güçlü darbe gerekçelerinden biri olarak savunduğu, Kudüs mitingi yapıldı. Esasında İsrail parlamentosunun Kudüs’ü başkent ilanına tepki olarak yapılan miting, laiklik ve cumhuriyet karşıtı protestolara sahne olmuştu. Siyasi iktidarsızlığın en uç örneklerinden olan bu süreç, demokrasimizin de darbeye uğramasına sebep olacaktı…
Yine, Yeniden… DARBE!
12 Eylül 1980 sabahında ise Genelkurmay Başkanı Kenan Evren tarafından okunan bildiri ile Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ülke yönetimine el koyduğu duyuruldu. Ülke yönetimini eline alan Milli Güvenlik Konseyi adlı cunta aynı gün siyasi partilerin faaliyetlerini ve Türk Hava Kurumu, Çocuk Esirgeme Kurumu ve Kızılay dışındaki derneklerin çalışmasını durdurdu. Emniyet Genel Müdürlüğü ve tüm polis teşkilatı Jandarma Genel Komutanlığı emrine verildi. TRT ve PTT genel müdürleri ile Emniyet Genel Müdürlüğü ve MİT üst düzey yöneticileri tecrit edildi. Yine siyasi parti liderleri çeşitli yerlerde gözetim altına alındılar.
1983 yılı genel seçimlerine dek genelkurmay başkanı ve kuvvet komutanları Milli Güvenlik Konseyi adı altında Türkiye yönetimini tamamı ile ellerinde tuttular. Darbeden sonraki süreçte siyasi ve ekonomik anlamda daha olumlu bir ortam sağlansa da özellikle de Diyarbakır Cezaevi’nde yaşanan olaylar sonucu PKK’ya olan destek artmış ve terör olayları başlamıştır. Yine bu dönemde yurt içi ve yurt dışında Asala terör örgütü saldırıları da yaşanmıştır. 1980 darbesinden sonra 1,6 milyon kişi fişlendi, 50 kişi idam edildi, 98 bin kişi terör örgütü üyeliğinden yargılandı, 30 bin kişi sakıncalı olduğu öne sürülerek işten çıkarıldı, 14 bin kişi yurttaşlıktan atıldı, 171 kişinin işkence sonucu öldüğü belirlendi, 400 gazeteci için toplamda 4000 yıl hapis istendi… Özetle her anlamda toplumsal hak ve özgürlükler kısıtlandı. Cuntacıların ülke yönetimini bıraktığı 1983 yılından itibaren gerek koalisyonlarca gerekse tek partili iktidarlar ca Ülke yönetimi sürdürüldü.
‘Skandallar Dönemi’
1993 yılında artan terör örgütü saldırıları ile birlikte Madımak Olayı yaşanmış, ülkede sık sık görülen toplumsal kutuplaşmaya dayalı kavgacılığın en önemli tezahürlerinden birisi olmuştur.
3 Kasım 1996’ya gelindiğinde Cumhuriyet tarihinin en büyük skandallarının biri olan Susurluk Olayı yaşandı. Balıkesir-Bursa yolunda, Susurluk mevkiinde olan kazada aynı arabada bulunan Kemalettin Eröge Polis Okulu müdürü Hüseyin Karadağ, Mehmet Özbay sahte kimlikli Abdullah Çatlı ve Melahat Özbey sahte kimlikli Gonca Us öldü. Doğru Yol Partisi milletvekili Sedat Bucak ise yaralı kurtuldu. 1993’te bir suikaste kurban olan Uğur Mumcu tarafından dillendirilmiş olması dışında pek bilinirliği olmayan Çatlı’nın, gizemini koruyan birçok faaliyetlerden sorumlu bir tetikçi olduğu ortaya çıktı. Asala karşıtı operasyonlar, ülke içerisinde çeşitli (PKK destekçisi olduğu söylenen) iş adamlarının faili meçhul cinayetleri ve yine yurt içinde ve yurt dışında yürütülen bazı gizli faaliyetlerin faili ve tetikçisi olarak öne sürülen Abdullah Çatlı’nın bir polis okulunda bir milletvekili ile beraber seyahat etmesi skandal için yeterliydi.
Zira Abdullah Çatlı Türkiye dahil birçok ülkenin güvenlik güçleri tarafından aranmaktaydı. Bu isimlerin bir arada oluşu tüm çevrelerinin dikkatini çekmiş ve soruşturma başlatılmıştır. İlk iddianamenin, olayın üstünü kapatmaya yönelik oluşturulması daha da tepki çekmiş ve devlet polis-mafya-üçlü ilişkilerinin adeta itirafı olmuştur. İlerleyen dönemlerde olayla alakalı somut adımlar atılmamıştır. Günümüzde Abdullah Çatlı’nın JİTEM, kontrgerilla ve Gladyo İle bağlantılı olduğuna dair iddialar vardır.
Başbakan Necmettin Erbakan olaylar için “Fasa fiso!” yorumunu yapmıştı.
Dönemin şartlarında sürdürülen soruşturmalar ve çabalar Susurluk Olayı’nı tam anlamıyla çözmeye yetmemiştir. Olay gizemini hala büyük ölçüde korumaktadır.
Yoksa Yine Mi Darbe?
1997 yılına gelindiğinde, 11 Ocak günü başbakanlık tarafından şeyhler ve tarikat liderlerine verilen yemek, 30 Ocak’ta Sincan Belediyesi tarafından düzenlenen Kudüs Gecesi’nde yaşananlar ve bazı başka olaylar yine ülkedeki gerginliği artırdı. 4 Şubat’ta ordu Sincan’da tanklarla geçiş yaptı. 5 Şubat’ta Cumhurbaşkanı Demirel, Başbakan Erbakan’a bir uyarı mektubu gönderdi. 23 Şubat’ta ise Fatih Camii’nde bir grup “Yaşasın Hizbullah, şeriat isteriz!” diye sloganlar attı. 28 Şubat’ta olağanüstü toplanan Milli Güvenlik Kurulu toplantısı 9 saat sürdü. MGK laikliğin Türkiye’de demokrasi ve hukukun teminatı olduğunu vurguladı. 28 Şubat 1997’deki MGK’nın tavsiye kararları hükûmete bildirildi. Kararda “Laiklik için yasaların uygulanması” istendi, ayrıca “Tarikatlara bağlı okullar denetlenmeli ve MEB’e devredilmeli, 8 yıllık kesintisiz eğitime geçilmeli, Kuran kursları denetlenmeli, Tevhid-i Tedrisat uygulanmalı, tarikatlar kapatılmalı, irtica nedeniyle ordudan atılanları savunan ve orduyu din düşmanıymış gibi gösteren medya kontrol altına alınmalı, kıyafet kanununa riayet edilmeli, kurban derileri derneklere verilmemeli, Atatürk aleyhindeki eylemler cezalandırılmalı” deniyordu.
Yaşanan bu olay “postmodern darbe” olarak adlandırıldı. Olay sonrasındaki süreç hükümetin istifasıyla sonuçlandı. Yine de dönemin tartışmaları bitmedi.
“Yakın dönemin diğer olayları üzerine hızlı bir bakış”
1999 yılına gelindiğinde Gölcük depremi yaşandı. Bu acı ve ağır afet sonucu ülke ekonomisi ciddi yara aldı. Zira depremin vurduğu bölgeler ülkenin en yoğun sanayi bölgeleriydi.
2000 yılı içerisinde ekonomi %6 küçüldü ve enflasyon %70’lere dayandı. 21 Şubat 2001’deki Milli Güvenlik Kurulu toplantısında Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Başbakan Ecevit’e anayasa kitapçığı fırlattı. Böylece Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin en ağır ekonomik krizlerinden birisine sürüklendi. Bu süreç aynı zamanda henüz yeni kurulmuş olan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin tek başına iktidar olabilmesinin de önemli sebeplerindendir.
2010 yılına gelindiğinde yapılan anayasa referandumunda evet kararı çıkması sonucu12 Eylül 1980 darbecilerinin yargılanmasının önü açılmıştır. Yine 2014’teki referandum ile Cumhurbaşkanlığı makamının halk oylaması ile belirlenmesi kararlaştırılmıştır.
15 Temmuz 2016’da ise Fetullahçı Terör Örgütü tarafından desteklenen, kendilerine “Yurtta Sulh Konseyi” adını vermiş bir askeri cunta darbeye kalkıştı. Kısa sürede bastırılan bu girişim sonrası FETÖ’cü olduğu belirlenen kişilerin ordu ve devlet makamlarından hızla tasfiyesi başladı.
Bu yazı dizisinde bahsedemediğimiz daha bir çok acı olaya şahit olan Türkiye Cumhuriyeti her türlü müdahaleye rağmen varlığını tüm kudreti ile sürdürüyor. Coğrafi olarak savaşın ve şiddetin ortasında bulunan Türkiye demokrasisi gücüne güç katarak yaşamaya devam edecek…
E-BÜLTENE ABONE OLUN
Stratejik Ortak yazarlarının makalesi ve haritalar ücretsiz e-postanıza gelsin.
Abone oldunuz, teşekkürler.
Bir şeyler yanlış oldu. Lütfen daha sonra tekrar deneyin.